Bahçevan...

Evet, o; benim işte! Üniversite ikiden terk, daha doğrusu ne işe yarayacaktıysa kaydını dondurmuş, başlangıcından bugününe kadar yalnızlığa mahkûm, sonlarda babasız, annesiz ve ablası uzakta bir varlık, hani “İnsan” deNmeye dil yakışmayan!

Başlangıçlarda iyi bir aileydik! Cümleyi “Bana göre” şeklinde yazsaydım daha iyi olacaktı, her neyse. İyi, sadık, güvenli, çalışkan bir devlet memuru olan babam, bir ev kadını olarak beni doğuran annem, üniversiteyi bitirmek üzere olan ablam ve üniversitede bir yerlerde ben...

Adlarımız mı? Bence pek de gerekli değil, belki de şimdilik...

Her şey ablamın mezuniyetinin ardından eve bir gün bir oğlanla gelip “Arkadaşım!” demesiyle başladı. Sonra cümbür cemaat(1) bir toplantı; “Aşk, böyle marifetli bir şeydir işte!” dedirten davranışlar, nişan, ayrı bir ev, pek yakınlarda olmayan, hatta yakın ötesinde uzak, nikâh, damat...

Ve onlar ermişlerdi muratlarına, annemin de onlarla birlikte muradına erdiğinden bizler habersizdik, baba-oğul…

Ablam da, eniştem de çalışan insanlardı. Eee boşuna mı okumuştu ki ablam? Öncelikle ablamın koynuna, koltuklarının altına sığınması için, muradına ermiş birine ihtiyacı vardı. Daha doğrusu onların... Bu da annemden başkası olamazdı, tabiidir ki!

Annem evimizden onların evine daha sabahtan bir gidiyor, pir gidiyor(2) ve akşamları süklüm-püklüm(1), küskünce dönüyordu evimize.

“Gençler! Yeni evliler! Yalnız olmaya ihtiyaçları var!” gibi bir kısım abuk sabuk(1) verilerle ve; “Çok yorgunum, başınızın çaresine bakın!” teraneleriyle(3) dönüyordu eve.

Babam genelde; “Sen derslerine çalış!” diyerek çok zaman evdeki tencereleri sırtlanarak lokantaya gidiyordu, doyunmamız(2) için, önceleri sadece akşamüzerleri, sonraları öğleler de dâhil.

Annem gecelerin kör bir vaktinde mutfağa yönelip nefsini körelttiği(2) gibi, kızından esirgenmemesi gerekenleri de sabah götürmek üzere paketleyip hazır ediyordu.

O taraftan bu tarafa mı? Gülmemek hakkımı içtenlikle kullanıyorum, bir cimcik(3) bile şekillenmiş değildi.

Annemin farkına varmadığı, belki farkına varmak istemediği yahut da farkı fark etmeyi bile düşünmediği; babamla benim birlikteliğimizde kendisinin yarattığı ayrılığın derin bir uçuruma dönmesi ve sevgi kavramının çok yönden küçülmesi, hatta yok olmasıydı.

Annemin var gücüyle oluşturduğu mesafe nedeniyle, baba ve kardeş olarak ablamı en son düğününde ve daha sonraları çocuklarının doğumlarında gömüştük yakın olarak. En daha sonra da(!) onlar bize göründüler nadiren de olsa bayram-seyran diyerek, biz de gittik onlara herhangi bir medeni nedeni sebep icat ederek.

Yabancı idik, yabancılaşmıştık ve yuvayı yaptığına inandığım dişi kuş, yuvasını bozmuş, terk etmiş, başka bir yuvada kız evlâdının yuvasında mutlu olmayı tercih etmişti. Mutluydu da (galiba)!

Ablam ve eniştem üniversitede yitirdikleri zamanı kayıp gibi görmüş olsalar gerek ki, evlilik ağacının meyvesinin olması için geçecek zamanı zül sayarak(2) bazı girişimlerde bulunmuş olsalar gerekti!

Bildiğm(iz)den değil annemin, tavır, eda ve kendi kendine neşeli bir şekilde konuştuğunda hatırım(ız)da kalanlardan edindiğimiz bilgi kırıklarından.

Önceleri; “Ağır!” sonraları; “İş yapamıyor, aşeriyor(2)!” dedi.

Be güzel annem! Sanki evlendiğinden beri ablam ev işi yapıyormuş gibi, neden savunurdun ki onu bize karşı, ya da korumak amacını güdüyordun ki? Bizlerin bilebileceklerimizi, bilemeyeceğimizi mi düşünüyordun ki?

Annem evden bir kaç eşya aldı, daha önce götüremediklerinden kalanlar olsa gerek! Ben buna “Kısmi İkamet Değişikliği!” dedim.

Babam tüm gereklilikler için resmen “Evin Kadını!” olmuştu. Bunaldığını, gün-gün çöktüğünü hissediyordum, bana göstermemek için aşırı bir güç göstermesine rağmen. Bana;

“Oku(4)! Adam gibi adam ol(5)! Adam olamayanlardan olma!” dediğinde neyi kastettiğini anlamamak; adam olmamanın, olamamanın birinci şartı olsa gerekti! Babamın yükü taşıyamayacağı kadar belliydi ve benim elimden bir şeylerin gelmemesi de hüznümdü.

Babam dayanamadı, emekliliğini istedi ve oldu. Büyük bir ahırın sahibi olan Hüsmen Ağabeyin ahırının yanındaki belki de kendi ahırına ait boş arsayı satın aldı. Hüsmen Ağabeyin engin yardımları, destekleri ve emeklilik ikramiyesi ve üç aylıklarının desteği ile kendine yetecek, sonrasında sanki çok gençken öleceğini hissetmişçesine benim sahipleneceğim bir kulübe yaptı bahçesine.

Elektriği bir uzatma kablosuyla Hüsmen Ağabeyden almıştı. Altındaki arabayı satıp, eski model de olsa, yamuk-çarpık bacaklı da olsa eski bir kamyonetle bahçesinin tüm eksikliklerini ödemeye çalışmıştı. Bir insana Tanrının verdiği üstün meziyetlerle Hüsmen Ağabeyimin yardımlarını, yine Tanrının uygun gördüğü tüm eziyetleri yüklenen babamın gayretlerini inkâr etmem mümkün değil.

Bir örnek vermem gerekirse Hüsmen Ağabey, babamın çarpık bacaklı kamyoneti kirlenmesin diye, traktörünü ve römorkunu seferber etmişti, bedava verdiği doğal gübrenin bahçeye nakli için. Babamın bu yükleme hareketi sırasında aklına getiremediği şey; başlangıçta rüzgârın yönünü hesaplayamaması ya da dikkate almamasıydı.

Üstü-başı, yüzü-gözü mayısla(3) sıvanmış, aldırmamış, “Lây-lây-lom(1)!” havasında devam etmişti gayretli çalışmasına. Felsefesi, ya da inancı yetiştirdiklerinin doğal olmasının bu sayede mümkün olmasıymış!

Belki buna “Bedava sirke baldan tatlıdır!” düşüncesinin de etkisi olmuş olsa gerek, bildim bileli, belki de bunun için ayıracak parası olmadığından bir kuruşluk bile fenni gübre kullanmamıştı bahçesinde.

Buna ek olarak; “Az-biraz da olsa fazla mahsul alayım!” diye gâvurlardan gelen tohumları da kullanmamıştı bahçesinde!

Bahçesinde kullandığı tek fenni malzeme kıçı kırık(1) bir pülverizatör(3) denilen sırt pompası idi ve onunla ilâçlama yapmasıydı. Anlatmama gerek yok, gübre olayında başına gelen, acemiliği, ya da mayıs olayında unuttuğu olayın bir-iki dönüşünde ilâç püskürtmesinde de olmasıydı. Gözleri bir hayli yanmış, neredeyse gün boyu gözlerini yıkamakla uğraşmıştı.

Bu arada söylemem gerekli mi bilmem, mesafeyi uzatmış olmama rağmen, ben de birkaç eşyamızı alarak babamın kulübesine taşınmıştım. Biraz sıkışıyor, hatta mübalağa sayılmazsa nöbetleşe uyuyor olsak da sığıyorduk bizim olan yuvamıza, kulübemize.

Çünkü annem, kalan bir-iki parça eşyasını daha almış, yokluğumuzu firsat bilerek bir kısım elektronik aletlerin de “Bizim için gerekli olmayacağı düşüncesi” ile olsa gerek alıp onları da kızının evine taşımıştı.

Sanıyorum ki annem; taşıyıp taşınırken(!) “Nakil İlmühaberini” de muhtara imzalattırmıştı!

Bu, babamın enikonu(3) kahrolmasına neden olmuş, başlangıçlarda hüznünü benimle paylaşmak yerine kendisini kulübesine hapsetmiş, daha sonrasında kendisine katılmama rıza göstermişti.

Üstelik babam, sanki ev kendisinin değilmiş gibi, benden izin alarak, evde kalan bir-iki parça eşyayı kulübeye taşımıştı. Ne de olsa ev, yuva olma hüviyetini çoktan yitirmişti.

Bana göre, her şeyi hak ettiğini sanan doğuran anne değil, doyuran, evlâdına kol-kanat geren önemliydi. Babam ablamın ilk doğan bebeğine ki, adını bile aklında tutamamıştı bir tam altın, ikinci bebeğe de yokluk içinde olmasına rağmen aynını takmıştı.

Ben kahırlıydım, küskündüm, gidip görmekte bir hayli sıkıldım yeğenlerimi. Babamın da torunları dışındakilere sarılıp sarılmadığını bilmiyorum.

Annemin yaşamında bir kız ve üç erkek vardı yaşadığı; kızı, damadı ve iki oğlan torunu. Eş mi? Erkek evlât mı? Solda sıfırdı(1). İster istemez bir türkünün son dizeleri çırpındı dudaklarımda, doyuran-doğuran kavramında yanlışlığına içtenlikle inandığım;

“Söyleyin anneme, annem ağlasın, babamın oğlu var beni neylesin(6)!” şeklinde. “Ana gibi yâr olmaz!” denmesine rağmen dizeleri kendime göre değiştirdim tüm kural menfi ve aykırı söylemleri dikkate almaksızın;

“Söyleyin babama, babam ağlasın, annemin kızı var, beni neylesin?” şeklinde. Belki “Kızı” sözüne ek olarak; “Damadı, torunları da var!” diyebilirdim, gereksiz görmüş olabilir miydim?

Babam yetiştirdiklerinden oldukça önemli bir bölümünü Hüsmen Ağabeyin ailesi için kapısına kadar gidip teslim ediyor, kalanları yine çarpık bacaklı kamyoneti ile manava götürüp satıyordu.

Sanırım hoşuna gitmeyen tek şey, getirdiklerinin gösterişli olanlarının manav tarafından tezgâhın en önüne ve de gâvurcuk tohumlukları ile üretilenlerin aralarına serpiştirilerek vatandaşa hepsinin “Organik” olduğu şekilde yutturulması idi.

Vatandaşın kandırılması babamın gücüne gitmekle beraber çaresizdi ve Allah’la kendisinin değil, ilerilerde onun baş başa hesaplaşacağından emin gibiydi, Allah’la kul arasına kimsenin giremeyeceği bilincini taşıyarak...

Ancak biz tuz, un, şeker, çay gibi gerekliliklerle doyunmak, ben ise söz gelişi okumak mecburiyetindeydim ve çaresizliğimiz üzüntümüzdü.

Bu arada Hüsmen Ağabeyin hanımının da hamiyetli(3), yardımsever, düşene el uzatan biri olduğunu söylemeden geçmem ablaya haksızlık olur. Çünkü börek-çörek, mantı-helva ne zaman ne yaparsa yapsın, kalanını değil, başlangıcını bize gönderiyordu veliaht Ahmet’le, hatta çok zaman tepsisiyle, tenceresiyle.

Bu jest, benim de üniversiteyi terk etmiş bir öğrenci olmama rağmen, başlangıçta Ahmet’e, sonralarında diğerlerine ders-bilgi-görgü-adabı muaşeret(1), inisiyatif(3) kullanma ve sanki pek de biliyor muşum gibi bir kısım sosyal konularda destek olmamın bir icabı olacaktı.

Babam itilmeyi, ikinci-üçüncü-dördüncü plânlarda kalmayı içine sindirememişti. Yitirdim onu kısa bir süre içinde. Neyse ki cenazesine geldi annem, yalancı bir hüzünle. Damat, belki de annemden çok, onun artılarında bir hüzün içindeydi. Ablamın ve torunların katkısının ne olduğunu fark edemedim.

Mezardan ayrılmak üzereyken damadın kolundan tuttum;

“Annemi de razı edin, ev her şeyiyle sizin! Ne yaparsanız yapın, ben sadece kitaplarımı alıp bahçeye temelli taşınacağım, askere gidinceye kadar. Sonrası Allah Kerim...”

Bir şeyler geveledi(2), ya da gevelemek istedi, anlayamadığım, anlamak da istemediğim, hem beni hiç ilgilendirmeyen.

Bir gün annem geldi bahçeye, torunlarından biri ile küçük mü, büyük mü, isminin ne olduğunu bilmediğim; bahçede kendi hakkının olduğunu söylemek cesaretini yaşadı.

“Bak anne! Kutsal kitapta yazılı olduğuna göre ‘Üf bile denilmeyecek(6)’ varlıksın! Ama şöyle düşün! Babamı, beni bıraktın, her şeyini kızına vakfettin(2). Hiçbir katkınız olmadığı halde babamın evini size bıraktım…

Bu bahçeyi, sen bizi terk ettikten sonra emekli ikramiyesi ve borçla-harçla aldı, kulübeyi yaptı babam. Senin bu gün düşündüklerini, babam o günlerden bilip buradaki gördüklerinin hepsini benim üzerime yaptı. Şimdi buraya gelip hangi hakla isteklerini belli etmeye çalışıyorsun ki? Bencil olma ve beni rahat bırak!”

“Analık hakkım var! Karılık hakkım var!”

“Karılık hakkını babam hüznüyle yalnız başına ölerek ödedi. Analık hakkını ise şöyle düşün, doğurmak dışında ne yaptın? Kendin anlattın emzirmediğini, kızına düşkünlüğünü ispatladın, benim doğumumdan ablamın bugünkü konumuna, durumlarına kadar. İddia eder gibi tekrarlıyorum, bu ev, bahçe, arabanın kayıt, tescil, vergi-mergi ne gibi işlemleri varsa hepsi benim adıma.”

“O zaman bu bahçede ablanın da hakkı var! Damada söyleyeceğim, sana mahkeme açsın, hem malını alsın, hem de sürüm sürüm süründürsün seni!”

“Bak hâlâ damattan bile uzak görüyorsun beni. Bunun sana yakıştığını bir Allah’ın kulu söylesin, ben alıp başımı gideceğim, ‘Hepsi sizin olsun!’ diyerek. Ama yasalara karşı direnmem olmaz. Yasalar ne derse desin, benim için önemsiz. Dilerdim ki, elini öperek helâllik dileklerini öğrenerek göndereyim seni, tehditlerinle korkmuş gibi değil! Hadi şimdi selâmetle, sağlıcakla...”

“Hakkını helâl et!” demek de geçti içimden, ama biliyordum ki, sözümü cevaplamak yerine iğnelercesine(2) bakardı yüzüme...

Bazı şeyler, bizlerin doğrularımız gibi görünseler de, Allah katında doğru değildi, hele ki anneme “Üf bile dememem” gerekirken.

Sabah gerektiği kadar hasadı yapmış, küfelere ve sandıklara yerleştirip tam çarpık bacağa yönelmiştim ki, çarpık bacak yoktu yerinde. Kendileri için gerekli olduğunu düşünen hırsızlar onu çalmışlardı.

Benim gibi bir adamın aracının yakıt deposunun tam dolu olmayacağım bilmiyor olsalar gerekti! Ayrıca bir çamur çukuruna sokup da çıkaramayanlar, bana da yâr olmaması, ya da parmak-marpak izi kalmasın diye çarpık bacağı yakmışlardı.

Hırsızlar diyorum, ama onlar belki gece haytalığına(3) çıkmış çakallar(3) (diğer kelimeyi söylemeye utanıyorum) da olabilirdi çarpık bacağın canına okuyan. Oysa tüm irili-ufaklı-büyüklü işlerimi hep çarpık bacaklı ile görüyordum, Adı hoş gibi görünmese de yakınımdı o.

Ben çarpık bacaklı ile yapmam gerekenleri Hüsmen Ağabeyin süt pikabı ile manavın yerine ulaştırdıktan sonra, çarpık bacaklıyı arayıp bulmam için birkaç kişi daha katıldı bana yardım etmek isteği ile.

Hani; “El elin eşeğini türkü çığırarak arar!(8)örneği, aramaya katılanların kimi sakız çiğneyip patlatıyor, kimi çekirdek çitliyor, kimi sigara tüttürürken lâf ebeliği(1) yapıyordu.

Polis Raporu, çamura yakın, arabanın yakıldığını gören çiftlik sahibinin gözlemi falan, hangisi işe yarardı ki? Hüsmen Ağabeyin süt kamyoneti imdadıma yetişmeseydi, o günkü topladıklarım elimde kalacaktı. Araba alacak parayı biriktirinceye kadar kadirşinas(3) bir insan olduğunu yeminle söyleyebileceğim Hüsmen Ağabey devamlı müşterisi olmamdan dolayı sanki mutlu gibiydi.

Anneme “Öf!” dememin bedeli hâsıl olmuştu(2), belki ilenmiş(2), belki beddua etmişti(2) annem, yani beni doğuran. Ama çilem bitecek gibi görünmüyordu. Çünkü arabanın ruhsatı, sürücü belgem, Nüfus Kâğıdım çarpık bacakla ilgili torpido gözünde bulunan bir kısım belgeler araçla birlikte yok olmuştu.

Buna rağmen dürüst bir vatandaş olarak Trafik Şubesine tanzim edilmiş olan raporla gidip aracımın çalınıp yakıldığını bildirmiş, yeni Sürücü Belgesi için Trafik Müdürlüğüne, Nüfus Kâğıdım için de Nüfus Müdürlüğüne başvurmuştum.

Kısa sayılabilecek bir süre içinde hem Sürücü Belgeme, hem de Nüfus Kâğıdıma kavuştum, özellikle Sürücü Belgem bundan sonra ne işime yarayacaktıysa?

Türkiye’mde kanunlar vardı! Nüfus Kâğıdımı aldıktan yaklaşık bir ay kadar sonra; “Nüfus Kâğıdını niye çaldırdın?” cezası geldi. Aradan geçen süreyi tam olarak hatırlayamıyorum, bir sonraki zamanda bu kez de “Arabanı niye çaldırdın, öde bakalım vergisini” cezası geldi(9). “Anan yahşi, baban yahşi(10) kâr etmedi.

Nasrettin Hoca fıkrası gibi(11), en suçsuz olanlar hırsızlardı, malını çaldıranı nasıl öpeceğini biliyordu devletimin yurtsever memurları! Garip çarpık bacağın kaskosu da yoktu ki, müdafaasını yapasın! Hoş, kaskosu olsa da çaldırılıp, yakılması gibi bir madde sözleşmede yoksa avucunu yalaman gene de muhtemeldi.

Bir eşek satın aldım, konudan-komşudan danışarak, “'Kısmet-kader” diyerek. Adını bitişik olarak “Kısmetkader” koydum. Çarpık bacakla beş-on dakikada yaptığım işleri şimdi bir-iki saatte yapmak beni üzüyordu, ama çaresizliğimin çaresi yoktu ki, dar-kıt zamanda(1) ve ekonomik sorunlar içindeyken.

Arabamı çaldırmamda olduğu gibi, mahkemeden boynu bükük ayrılmam da, cezaların oluşmasında annemin kahrının etkisi var mıydı? Vardı mutlaka. Doğuran olduğu gibi, meme ile beslemediği için inkâr etmeme rağmen doyuran da o imiş galiba!

Ancak Allah’ıma sığınarak diyorum ki; bir annenin iki evlâdı arasında birinin lehine açık bir ayırım yapması doğru muydu? Evine, babama, hatta bana karşı olan görevlerini yapmaması konusunda onun da Tanrı huzurunda hesap vermesi, bazı konular için hazırlıklı olması gerekmez miydi, göçtüğünde? Ben, bu konuda bilgi eksikliğimi kendime saklıyorum.

Tam olarak hatırlayamıyorum, arabamı arayış sırasında mı rastlamıştım o genç kıza ve de sonrasında o garip, geçinmeye muhtaç karı-kocaya? Zihnimi oldukça uzun bir süre zorlamama rağmen cevaplamakta bir üstünlüğüm olmadı.

Ancak içtenlikle itiraf etmeliyim ki, diğerlerini göz önüne aldığımda(2) el gibi değil, cansiperane(3) diyebileceğim şekilde katkıda bulunmaya çalışmışlardı arabamın aranılmasında.

Bu yükün altında kalmamalıydım, her ne kadar aradığımı bulamayıp avucumu yalamış olsam da, elim koynumda, arabamın yakılmış olması dolaysıyla boynum bükük olsa da…

Artık manava götürmek için eşeğime yüklediğim küfeler dışında, bazı bazen kendi taşıdığım iki de sepet alıyordum elime, ya da Kısmetkader’in semerinin askılarına. Önce beni etkilediğini inkâr edemeyeceğim genç kızın evine sepetin birini bırakıyor, dönüşte alıyordum.

Sonra aynı olayı yaşlı amca ve teyze için gerçekleştiriyordum; “Allah razı olsun!” dilekleriyle ki, bu bedelsiz mutluğumdu. Manavın servisi onlardan sonra başlıyor, manavdan sonra da bitiyordu.

Birinci adresten para almak yerine tek dileğim, gönüllerinden koptuğunca para-pul yerine, o yaşlıları incitmeyecek şekilde peynir-zeytin, pirinç-makarna gibi ihtiyaçlarını karşılamalarını dilemekti. Çünkü o ailenin eğer yanlış aklımda kalmamışsa ne çoluk-çocuğu ne de torun-topalağı vardı.

Ve iki katlı evlerinde belki de benim aklımın ermediği şekilde ya emekli maaşı, ya da devlet yardımıyla geçiniyor olsalar gerekti. Gene de incitmemek için ben sormadım, onlar da “Allah razı olsun!” dilekleri dışında bir söz sergilemediler.

Bu düzen ne kadar bir süre devam etti, pek hatırımda değil, bilmiyorum. Azrail sanırım ki çevremde kol gezmeye başlamıştı.

Önce yaşadığımız evi satıp tümünü ablama veren annem, kim bilir ne ağırlıklarla göçtü öbür tarafa, bilemem. Mevlâ’m neyler, neylerse güzel eylerdi. Cenazesine katıldım, analık haklarını ödeyemeyeceğimi bildiğim halde. Karşılıklı sevgi yoğunluğu içinde olan anne kızdan, kızı, yani ablam onun için ne gerekiyorsa yapacaktı tek başına, el elden değil…

Sonra o yaşlı amca ile teyze vefat ettiler arka arkaya, birbirinden ayrılmanın zorluğunu yaşayarak herhalde. Onların vefatında enteresan olan, yol-iz bilmediklerinden bir kâğıda yazarak evlerini, tüm içindekilerle bana bırakmalarıydı.

Sona kalan teyze o kâğıdı bana elleriyle teslim etmişti; “Hakkını helâl et! Ben amcanı ortalıklarda bırakmadım, sen de beni mezarsız bırakma, mümkünse beyimin yanına göm!” diyerek.

Bakamıyordum o yöne, hem bir-iki domates, salatalık, biber için hakkım olmadığı düşüncesindeydim. Hani derler ya; “Nasipte yoksa!” diyerek. O düşüncenin tecellisi(3) evi boş görüp kilidi kıran tinerci, apaş, gariban, kimsesizler o evi payitaht olarak benimsemişlerdi, belirli nedenlerle engelleyemediğim.

Günlerden bir gün, çıkan yangınla ev bir anda yok olmuş, arsa eski haline dönmüş, vasıflarını söylemekte utandığım müteahhitler; “Kat verelim, şöyle yapalım, böyle edelim!” diyerek peşimde dolaşır olmuşlardı.

Evet, benim yaşamımda ilgilendiğim tek biri vardı, bir genç kız, ilgimi çekmiş olan, ama Allah affetsin, onun açgözlü bir annesi vardı;

“Salça yapıcam, bir küfe domates, turşu yapıcam biber, salatalık, yeşil domates...

Zahmet olacak, erişte kesecem çarşıdan un, komşudan süt, marketten yumurta, yoğurt, peynir, ekşimik, sen de seversin kızım gibi.

“Şuranın loru en iyisi, alıverirsen, gözleme yapıveririm sizlere...”

Yaşlı annenin istekleri bitip tükenmiyordu, kızının utancını izliyor olmama rağmen...

Müteahhitlerle de baş edemez olmuştum. Arsaymış, evmiş, katmış, yatmış, umurumda değildi. “Neyleyim köşkü, neyleyim sarayı, içinde salınan yâr olmayınca…(12) deyip hayır kurumlarından birine bağışladım arsayı teyze ve amca adına...

Herhalde seksen-yüz metrekarelik yere de cami-medrese-mescit yapılmazdı ya! Sonuç beni, hiç ilgilenmiyordu.

Hani bazen derler ya; “Ağustosta suya girsem, balta kesmez buz olur…(13) ya da “Gökten halka yağsa biri bile başımızdan geçmez(14)!” diye işte o örnek tam; belimi doğulttum, gönül dünyamı tüm olumsuz görüntülere ve düşüncelere karşın şekillendirmeyi düşünmeliyim!” derken askere davet edildim! Kaydımı dondurmama rağmen ürüversitede eylenme sürem bitmişti (galiba)!

Bahçeyi de, kulübeyi de “Bak!” diyerek o genç kıza emanet edemezdim, ama Hüsmen Ağabeye rica ve emanet edebilirdim, çıplak olarak, ya da içindekileri değerlendirmesini isteyerek muhafaza etmesini ummam zor olmayacak gibiydi.

Çünkü orası atamın yadigârı idi, üstelik okuyamayacağımı, üniversiteyi bitiremeyeceğmi, kısaca adam olamayacağımı anladığım için askerden dönüşümde işe devam etmem gerekliliği ile ekmek param olacağının da ifadesiydi.

Genişleyen şehrin hemen eteğinde idi bahçem, kulübem ve tıpkı rahmetli teyze ile amcanın evlerinin arsası için dolaşan bazı ensesi kalın insanların hayallerini süslüyor olsa gerekti. Öyle ki; ağızlarının sularının nasıl aktığını(2) uzaklardan bile hissediyor, hatta görebiliyordum. Sanırım çekinceleri Hüsmen Ağabeyden dolayı olsa gerekti.

Gene de bahçemin etrafını duvar ve çitlere ek olarak bedelini Hüsmen Ağabeyden borç alarak dikenli telle çevreledim.

“Ölmez sağ olursam, sağ dönersem öderim!” diyerek boş bir kâğıdı imzaladım ve “Üstüne ne yazarsan, yaz!” diyerek kendisine verdim. Eline alır almaz kâğıdı anında yırttı;

“Git ve gel! Sonra kazanınca ödersin. ‘Gidip de gelmemek varsa da, gelip de görmemek de var!’ Ben hakkını helâl ettim şimdiden, geri dönmezsen. Dönersen ödersin dediğim gibi, dönemezsen de devlet ne derse o!”

Bu mükemmel insanı askerliğimi yaptığım sırada yitirdiğimi, yerini oğlu Ahmet’in aldığını, bir mal sahibi gibi bahçemi ve kulübemi tıpkı babası gibi kolladığını ancak karşı karşıya görüştüğümüzde öğrenebildim.

Çünkü evrende olduğu gibi Türkiye’mde, şehrimde de hırlısı-hırsızı, çullusu-çulsuzu vardı. Uzun süre fark edilecek boşluğu hemen sahiplenmelerinin hakları olduğunu düşünmeleri, el koymaları mümkündü, tıpkı o yaşlı, rahmetli amca ve teyzenin evleri gibi.

Ahmet, kutsal bir emanet gibi koruyup kollamıştı, kulübemi de, keleme(3) de olsa bahçemi de.

Tüm bunları askerden dönüşte kulübemi, bahçemi sahiplendiğimde değil, adresimi bilen tek kişi olan Ahmet’in her şeye boş verip, ya da kalanları eşine, kardeşlerine, çocuklarına emanet edip beni asker ocağında ziyaretinde öğrenmiştim. Öyle hayırlı bir babanın öyle bir hayırlı evlâdı olabilirdi ancak.

Çiftliğin tüm yükü omuzlarına binmesine rağmen dere-tepe, yol-çay, uzun-kısa demeksizin gelmiş, çörek-börek, don-atlet yanında, harçlığımı da kuvvetlendirmişti. Mihnetle minnet borcumu yüklenmiştim, ödemem asla mümkün değildi.

“Sayılı günün çabuk geçtiğini” söylerler, kafamda beni meşgul eden o kadar çok yük varken sayılı günler benim için o kadar çabuk geçmedi.

Askerlik insanı olgunlaştırırmış, üniversiteden terk, yaşamı çözümleyememiş olan beni de olgunlaştırmıştı. Doğruya doğru! Ama olgunlaşırken de bazı şeyleri unutmuştum, hem unutulmuştum da gerçekten.

“Arkadaşını, dostunu söyle, senin kim olduğunu söyleyeyim!” demiş bir bilge, ya da atasözüdür benim gibi yarım üniversitelinin tam olarak aklında kalmayan. Gerçek şu ki; hiç arayan, soran olmadı beni, askerliğm süresince Ahmet dışında, üstelik dünyaya neden geldiğime hayret ettiğim(15).

Beni dünyaya cisim olarak gönderen Tanrının biçtiği bir ömür vardı benim için; tüketmeden geri dönüş de yoktu, o halde tüketecektim, tükenmemi şu ya da bu şekilde desteklemeden.

“Tanrım beni baştan yarat! (16) deme lüksüm yoktu. Eminim ki Tanrının da tüm kullarıyla meşgulken benim için ayrımcılık yapması mümkün değildi!

Döndüm. Her şey eski tas, eski hamamdı! Yılkı(3) olarak bıraktığım eşeğim, terk edilmeyi hazmedememiş olsa gerek ki, ayrılışımın hemen ertelerinde kendini yitirmişti kulübemin önünde. Ölüsünü kulübemin önünde bulan Ahmet, bu sadık hayvanı bahçenin bir kenarına gömmüştü. Üzülmemem mümkün değildi.

Beni, henüz ismini bilmediğim, ancak hoşlandığım, yakınlaşma arzusunu hissettiğim o genç kıza doğru sürükleyen bir his vardı içimde engelleyemediğim, çözümünün mümkün olmadığına inandığım.

Onunla geçireceğim bir dakikanın ömrüme mal olacağını bilsem bile onunla harcamaktan çekinmeyeceğimi düşünüyordum. Etkilenişim boyumu aşmıştı...

Ahmet’in, eşinin, çocuklarının ve kardeşinin desteği ile kulübemi yenilemiş, bahçenin karıklarını(3) düzenlemiş, evleklere(3) ayırmış ve Ahmet’in römorku ile tarlanın birkaç bölümüne sığır gübresi yığmıştım.

Ben, beni bildirmeliydim, beni bilmesini istediğime. İlgisi varmış, bekliyormuş, beklemiş gibi düşünceleri yaşamak geçmiyordu içimden. Aslında kaba bir benzetme gibi olacak, ama yaşamımın ilerilerinde “Cellâdıma âşık olacağım" onu sahiplenme arzusunu yaşayacağım aklımın ucundan bile geçmiyordu.

Eve yönelip kapısını çaldım, annesi çıktı kapıya sapasağlam gibi, hatta benden daha güçlü-kuvvetli diyeceğim düşüncesindeydim. İçi koflaşmış(2) bir çınar olduğunu değil bilmem, hissetmem bile mümkün değildi.

Görmek istediğimi göremememin hüznüyle avucumu yaladım(2).

“Askerden döndüğümü, bahçemi tüm ettiğimi, en kısa zaman içinde taze sebzelerini tekrar kapıya getireceğimi” söyledim. Yaşlı kadının söylediği iki kelimeden ibaretti;

“Peki, madem!”

Aynı konuyu emektar, düzenbaz(3) kadrolu manava da ilettim, o da sözleşmiş gibi aynı o küçük iki kelimeyi sarf etti, ne anlama geldiğini cahilliğimle anlayamadığım;

“Peki, madem!”

İnsanı olgunlaştıran askerliğin bazı şeyleri unutturduğunu söylemiştim. Doğru! Daha önceli pompalı pülverizatörle ilâçlama yaparken rüzgârın yönüne dikkat etmediğim için gözlerimin yandığını hatta tarumar olduğumu(2) unutmuşçasına, henüz mayıs halinde olan gübreyi tıpkı babam gibi sererken ilk kürek sallayışımda aynı hatayı yapmış ve üstümü-başımı başarılı bir şekilde mayısla sıvamıştım...

Bahçemi sadece sebze için değil, bundan böyle meyve için de kullanacaktım. Bir sürü fidan almış ve bahçenin çeşitli yerlerine, dışardan geçen insanların ulaşamayacağı, tel örgülere yakın dikmiştim.

Bundan böyle en kıdemli müşterim Ahmet ve ailesiyle o yaşlı kadın ve iç geçirip de ismini bile bilmediğim genç kız olacaktı ve manava sattıkça kısa zaman içine sığdırarak Ahmet’e borçlarımı ödeyecektim.

Tuhaf olan şu ki; borcumun miktarını ne ben, ne de Ahmet biliyorduk. Paralarımı yığıp da mezara mı götürecektim ki? Karınca kararınca(1) da olsa Ahmet’in banka hesabına elimde kaldıkça yatıracaktım, olup bitecekti. Ne zamana kadar mı? Benim miktarın bilmediğim borçlarımı zamana sığdırmam asla mümkün değildi ki?

Eğer o genç kız da yüzüme bakmazsa ondan başka hiçbir hayalim ve beklentim de yoktu yaşamdan. Boş bir beden, boş bir hayat ve galiba boş bir çöküşle sonuçlanacaktı ömrüm; “Bir varmış, bir yokmuş” örneği masal gibi. Kimse bu dünyadan bir Furkan’ın yani benim geçtiğimi bilmeyecekti.

O genç kızı sabahlardan birinin en er vakitlerinden birinde kapımda gördüm hüzünlü, ağlamaklı, kırk yıldır, ya da yıllardan beri birbirimizi tanıyormuşuz, hatta daha da ilerisi akrabaymışız gibi sarıldı bana.

Ve zapt etmeye çalıştığı halde engelleyemediği höykürmesini(2) azat ederken kelimeler döküldü dudaklarından,

“Annem öldü! Korkuyorum! Hiçbir şey bilmiyorum!”

“Önce sakin ol! Her canlı ölümü tadacak(16)! O halde tahammüllü olacaksın ilk ağızda. Ahmet’ten, eşinden yardım alırız, ne gerekirse yaparız. Üzülmeyi de, üzüntüyü de bırak!..

Olacakların ve olmuşların önüne asla geçilemez. Yaşamaya mecbur olduğumuz dünyamızda ölümden başka her şeyin bir çaresi bulunur elbet!"

Doğru-dürüst, düzgün konuşmayı unuttuğumu sanıyordum. Ama makineli tüfek hızında bir duraklamayla dudaklarımdan dökülenleri zapt edemediğimin de farkındaydım.

Ve bana, bu konumda yakışmayan şey, çağlayan gibi gözyaşları akan gözlere bakmamdı, içimden her ne geçiyor olursa olsun.

Bunun sevgi olduğunu iddia edebilir miydim, ya da merhamete sığıştırılmaya çalışılmış bir sevgi? Yoksa bunu bencillik olarak mı çığrıştırmalıydım?

“Annesi yok, yalnız, benim olur mutlaka!” düşüncesi beynimin hangi kıvrımlarından utanmaksızın ve egoizm yüklü olarak geçiyordu ki?

O genç kız Güllü idi. Korku ve yalnızlık nedeniyle sığınacak bir yer aramış, Ahmet ve eşi muhafaza etmeye gayret etmişlerdi onu, kendi evlerinde. Evine giremiyordu, gecenin kör bir vaktinde Ahmet’lerin evinden ayrılmış, evine yönelmekten çekinmiş, gecenin kalan vaktini kulübemin kapısının önünde pinekleyerek(2) geçirmişti, beni rahatsız etmemek düşüncesiyle.

Sabah ezanı ile yatağımdan doğulup da onun o perişan haline şahit olmam üzmüştü beni. Pijamalarımdan bir takım verdim kendisine, yatağımı açtım;

“Yat! Dinlen! Buluruz çaresini!” dediğimde bile aynı sözleri perçinlemiş(2) gibiydi dudaklarına;

“Korkuyorum!”

“Sen dinlenmeye gayret et! Hallederiz, gün doğmadan neler doğar? Ancak benim çalışmam gerek!”

İnsan çalışırken beyninde yoğunlaştırdığı, ötelemek isterken öteleyemediği düşünceler nedeniyle ne açlığınım, susuzluğunu, ne de geçen zamanı fark edebiliyordu.

Akşam serinliği inerken aklıma gelmişti açlığım, susuzluğum. Çözüm bekleyen sorunlara nasıl cevap hazırlamam gerektiğini düşünerek bahçe çeşmesinde yüzümü yıkayıp kulübeme yöneldiğimde, içerideki değişiklikler nedeniyle gözlerim büyüdü, anlatmama gerek kalmayan.

Kısaca kulübeme “Kadın eli değmişti!” desem, anlatmak istediklerimin tümü anlaşılmıştır, düşüncesindeydim.

Elimi tutup, ‘Yatağım’ dediğim somyanın üstüne oturtturdu beni;

“Başlangıcımızdan beri gözlerinden, bakışlarından anlıyorum çok şeyi. Lâyık mıyım, bilmiyorum. Hem belki senden de yaşça büyük olsam gerek! İçimdekilere ‘Yakınlık’ diyorum, sevgi olduğu iddiasında değilim, ama. Belki ilerilerde, belki de çok ilerilerde doğup büyüyüp gelişebilir…

Yalnızım, sen de yalnızsın. Al beni! Sana bakayım! Kulüben, ya da evim, evimiz olsun. Çocuklarını doğurayım. ‘Düşüneyim!’ dersen, düşün, ben beklerim. Ama ben kendi evime gitmem, gidemem bir daha. Ya sen git oraya, ya ben burada kalayım yahut da beraber gidelim benim evime.”

“Çevremiz ne der, düşünmüyor musun?”

“Beni bugüne kadar yok sayanlar, umurumda değil. Sen beni istiyorsan, beni istersen, hiçbir şeyi kendime dert etmem, Hatta ‘Nikâh yapmam!’ dersen, ona da rıza gösterir, senin olurum. Ama dürüstlüğümü bağışla! Senden hoşlandım, hoşlanıyorum da, yakınlığını hissediyor, yakın olmakla mutlu oluyorum. Ama buna bugün için sevgi, ya da kalıplaşmış haliyle ‘Aşk’ demem mümkün değil!”

“Ben, adını, sanını bile bilmediğim zamanlarda sevdim seni. İlk göz ağrım oldun. İsterim ki; son göz ağrım da sen ol! Benim sevgim, ikimize de yeter. Senin yerine de severim ben seni. Nikâhlım ol, karım ol, üleşelim bundan sonraki yaşamımızı. Orası-burası, benim kulübem-senin evin önemli değil, yurdumuz olarak düşünelim yaşayacağımız mekânı…

Yeter ki kokunu, nefesini hissedeyim. İnsanın kâhin(3) gibi geleceği önceden hissetmesi mümkün değil, hele ki sevgi konusunda açsa ve çevresini at gözlüğü takmışçasına dar bir alana sığdırmışsa...”

Bir şarkının sözleri geçti dilimin ucundan;

“Keşke seni tanımamış, sevmemiş olaydım!” diye başlayan ve devamında;

“Aşkın mapusane / İçinde ben mahkûm / Saçların parmaklık / Gözlerin gardiyan oldu(18)!” diye nakaratı olan.

Evlendik, mutluydum. Hatta mutluyduk da, karımın evinde yaşıyorduk. Kulübem yerindeydi, bazen mutlu, bazen aşk yuvamız da oldu kesintisiz! Karımın bahçe işlerine yardımı nedeniyle betimiz-bereketimiz(1) artmıştı.

Ahmet; “Borcunuz bitti!” dese de biz borcumuzu ödemeye devam ediyorduk! Süt, yumurta, yoğurt, peynir, tereyağı ve bahçenin gübresinin bedeli ve en önemlisi minnet borcu nasıl ödenirdi ki?

Derken, ağırlaşmaya başladı karım, işten elini ayağını kesti, kendi dünyasına çekilip.

Süre geçti ve kızım geldi dünyaya. Gerçekten dünyaya gelen bebeler melek idiler, bu nedenle Melek koydum, kızımın adını, ama bilmeden, bilemeden.

Karım, ömrümü adadığım karım, Melek doğar doğmaz, adresini de, kendini de değiştirmiş, söylemekte zorlanıyor olsam da beraberliğimizi noktalamıştı.

Annemin ilerleyen yaşlarında babama ve bana, kızı yani ablam lehine koyduğu tavır, gecikmeksizin, hem daha başlar başlamaz, yani Melek doğar doğmaz Güllü’de de gerçekleşmişti.

Görevim sona ermiş, aynı iki evi paylaşan insanlar olmuştuk.

Düşünüyordum, acaba Güllü’nün annesi de aynı uygulamayı mı yapmıştı, babasını bir kenara koyarak, annem gibi? Böyle bir şey, hatta düşünce aklıma gelmemiş, aklımdan bile geçmemişti. Zavallılığım?

Sanatkârın o şarkısının son dizeleri sanki benim için söylenmişti;

“İçinde ben ziyan oldum!”

Demek ki kader denilen şey, böyle bir şeydi. Babamın yaşadığını, annemin yaşattığını benim de aynen yaşamam gibi...

 

YAZANIN NOTLARI:       

(*) Bahçevan; Aslı bu kelime olmakla beraber (bana göre) genelde bahçıvan olarak söylenen, bahçe bakıcısı, bahçeyi düzenleyen, bahçede ekilip dikilen şeyleri yetiştiren, geçimini genelde yalnız bu uğraşı ile sağlayan kimse. (Peyzaj Mimarı ile karıştırılmamalıdır; onlar görünüm, düzen gibi konularla ilgilenirler, yetiştirilen bitkilerin cinsleri, adetleri, farklılıkları ile ilgileri yoktur.)

Bu vesile ile muhterem bir sanatkâr olan rahmetli Zeki MÜREN'in sözlerini yazıp, Uşşak Makamında bestelediği “Elmayı alan bilir...” diye başlayan “Bahçevan geldi!” adlı Türk Sanat Müziği eserini de hatırlatmamın bir görev olduğuna inandım.

Furkan; İyiyi kötüden (Hak ile batılı) birbirinden ayıran kanıt ve Kur’an’ın; Mushaf, Kelâmı Kâdim, Zikr, Kelâmullah gibi isimlerinden biri. Kur’an’ın 77 Ayetten meydana gelen 25. Suresi.

(1) Abuk-Sabuk; Akla-mantığa uymayan, düşünülmeden birbiriyle ilgisi olmaksızın söylenen saçma, sapan anlamsız söz(ler). Sağduyuya uymayan,  tutarsız davranışlar.

Adabı Muaşeret (Adabı Umumiye, Hüsnü Muaşeret, Adabı Sofiye); Beraber yaşayışta, topluluk içinde normal davranış ve geçinme şekilleri, uyulması gereken nezaket, görgü, terbiye, edep ve şartlarla ilgili hoş geçinme hususları.

Bet–Bereket; Bolluk.

Cümbür Cemaat; Bazen “Cumhur Cemaat” olarak da telâffuz edilen deyim; toplu olarak, hepsi birden, beraberce, hep birden gibi bir anlam taşımaktadır.

Dar-Kıt; Yöresel olarak; Zar zor. Ancak. Sabırsızlıkla, her şeye boş vererek, umursamaksızın. Güçlükle. Ucu ucuna.

Karınca Kararınca (Karınca Kaderince, Kararında, Kararınca); Az da olsa elden geldiğince.

Kıçı Kırık; Önemsiz, değersiz, aşağılama anlamında aklını, mantığını ve tecrübesini geliştirmemiş kişileri paylama, azarlama anlamındadır.

Lâf Ebeliği; Lâf Ebesi olma durumu. Çok konuşma, herkese lâf yetiştirme. Lafazanlık. Dil veya söz ebeliği.

Lây Lây Lôm; Önemli olayları önemsemeyen, umursamayan, dünyadan haberi olmayan, sorunlarla ilgilenmeyen, gamsız tasasız insan tipi.

Solda Sıfır; Hiçbir değeri olmayan benzerleriyle karşılaştırıldığında değersizliği daha iyi anlaşılan. Sönük kalma, anlamı olmama, değersiz olma.

Süklüm Püklüm; Suç işlemiş gibi utanç veya korku içinde ezilip büzülmüş olarak. Korkup çekinerek. Utanıp, sıkılarak.

(2) Ağzının suyu akmak; Bir şeyi çok beğenmek, onu elde etmeyi istemek. İmrenmek.

Aşermek (Gebe, Hamile Kadınlar için); Bazı yiyeceklere aşırı düşkünlük göstermek, arzulamak, ya da nefret etmek, hatta tiksinmek. Özellikle kimi olmayacak şeyleri yemek, içmek için aşırı istek duymak.

Avuç (Avucunu) Yalamak; Beklenenin, umulanın olmaması, umduğunu bulamamak, elde edememek, umulanın ele geçirilememesi, umduğunu, istediğini ele geçirememek. Sükûtu hayale uğramak. Umulan, beklenilen bir şey ele geçirilemediğinde kullanılan bir deyim.

Beddua Etmek; İlenmek. Lânet Etmek. Bir kimsenin kötü bir duruma düşmesini gönülden geçirmek, ya da bunu açıkça söylemek, bir kimse için kötü dilekte bulunmak.

Bir gidip, pir gitmek; Bir yerde hazmedilmediğine, güvenilmediğine, sevilmediğine, anlaşılmadığına inanarak o bölgeden geri dönmemek üzere ayrılmak.

Doyunmak; Yeteri kadar bir şeyler yemiş olmak, midesi doymak.

Gevelemek; Anlaşılmaz bir biçimde sesler çıkartmak, ne dediği anlaşılmamak.

Göz Önüne Almak; Gündemde yer almayı sağlamak. Unutmamak, olduğu gibi hatırlamayı mümkün kılmak. Sürekli denetim altında tutmak. Kolayca ulaşılacak bir yerde bırakmak, bulunmak.

Hâsıl Olmak; Ortaya çıkmak, türemek, oluşmak.

Höykürmek (Heykirmek, Hökünmek); Yüksek sesle ağlamak, heyecanlı ve kızgın bir şekilde bağırarak konuşmak, korkudan bağırmak, haykırmak.

İçi Koflaşmak; Yaşlanarak gücünü, zindeliğini yitirmek. İçi boşalmak, kof durumuna gelmek.

İğnelemek; Tariz. Üstü örtülü bir biçimde gücendirici, onur kırıcı, incitici üzücü sözler söylemek. İğneyle tutturmak, iğne batırmak.

İlenmek; Bir kimsenin kötü bir duruma düşmesini gönülden geçirmek, ya da bunu açıkça söylemek, bir kimse için kötü dilekte bulunmak. Beddua etmek.

Nefsi Köreltmek (Nefis Körletmek, Nefsini Köreltmek); Nefsin isteklerinden herhangi birini üstünkörü gidermek. Bir şeyin zayıflamasına, şiddetinin yoğunluğunun azalmasına sebep olmak. Doyum isteğini şu ya da bu şekilde karşılamak. Nefsi değer, önem ve yeteneğini yitirmiş duruma getirmek.

Perçinlemek; Sağlamlaştırmak, güçlendirmek. Bir bağıntıyı, iki veya daha çok parçayı perçinle, karşılıklı bölümlerini birbiri üzerinde ezerek birleştirmek.

Pineklemek; Bir yerde hiçbir iş yapmaksızın oturmak. Ara sıra gözünü kapayarak hareketsiz oturmak. Uyuklamak.

Tarumar Olmak; Dağınık, darmadağınık, karmakarışık olmak, perişan bir duruma getirilmiş olmak.

Vakfetmek; Bir şeyin bütününü belli bir amaca vermek, adamak. Kendinin olan bir geliri, taşınmazı vakıf durumuna getirmek.

Zül (Zûl) Saymak (Addetmek)(Bir olayı, ya da sözü); Küçültücü, alçaltıcı, ayıplanacak, düşkünlük, zaaf olarak değerlendirmek.

(3) Cansiperane; Canını verircesine, özveriyle.

Cimcik; İki parmak ucuyla alınan miktar, tutam. (Yöresel olarak kare şeklinde kesilen hamurun iki köşesinden sıkıştırılarak oluşturulan bir çeşit makarna, mantı değil)

Çakal; Etoburlardan sürü halinde yaşayan kurttan küçük genellikle leşle beslenen bir yaban hayvanı olmakla beraber açıkgöz, kurnaz, yalancı, düzenci, aşağılık kimse anlamlarında kullanmaktayız. (Çakal: Kelime Oyunu; Çak al! Hoş çakal!)

Düzenbaz; Hile yoluyla aldatan. Hile yapan.

Enikonu; İyiden iyiye, iyice, oldukça, etraflıca, akıllıca, adamakıllı.

Evlek; Tarlanın tohum ekmek için saban iziyle bölünen bölümlerinden her biri olmakla beraber yöresel olarak bir dönümün dörtte birine (yani 250 m2 lik bölümüne) verilen ad. Ayrıca suyolu anlamındadır.

Hamiyetli; Hamiyetperver;  Hamiyetsever.  Hamiyet sahibi, hamiyet değerlerine bağlılık  (Hamiyet; Bir insanın yurdunu, ulusunu ve ailesini koruma çabası ve erdemi, ulusseverlik, insanlık, fazilet ve bu değerlere bağlılık).

Haytalık; Külhanbeylik, kabadayılık, serserilik.

İnisiyatif; Bir kimsenin alınması gereken kararı öncelikle ve kendiliğinden alabilmek konusundaki yeterliliği, üstünlüğü, niteliği, önceliği. Karar verme yetisi. Bir şeyi yapmaya öncelikle davranma, önceliği ele alma, öncecilik.

Kadirşinas; Değerbilir, iyilikbilir, kıymet ve değerlerden anlayan, anlayabilen.

Kâhin; Gelecekle ilgili olarak görünmez evrenden (doğaüstü yollardan) gizli, bilinmeyen şeyleri haber vermek, geleceği bildiği düşüncesinde olan. Falcı.

Karık; Bahçe sulamak için açılmış küçük ark. Bu arklar arasında kalan, sebze ekili toprak parçası.

Keleme; Sürülmeden bırakılmış tarla veya bakımsız bağ-bahçe.

Mayıs; Taze sığır gübresine verilen ad olup, çoğu biyogaz üretiminde kullanıldıktan sonra tarlaya verilmektedir. Kalanlar ise bazı aileler tarafından tezek yapılarak kışın kullanılmaktaydı. Yılın beşinci ayı.

Pülverizatör; Püskürteç ya da sprey diyebileceğimiz, sıvı ya da toz halindeki maddeleri gaz ya da toz olarak atmaya, saçmaya yarayan, tulumba veya körük biçimindeki alet.

Tecelli; Kendini gösterme, ortaya çıkma, görünme, belirme.

Terane; Çok yinelendiğinde usanç verici bir durum alan söz dizisi. Ezgi, makam, nağme.

Yılkı; Yaşamının kalanı kısmını rahat geçirmesi, bir bakıma kendi kendine ölmesi için doğaya teslim edilen, ya da başıboş bırakılan, azat edilen at ya da eşek.

(4) Kur’an, Alak Suresi, 1. Ayet. Oku; “Yaratan Rabb’inin adıyla oku! (İkra’ bismi rabbikellezi Hâlak)”

(5) Adam Olmak; Büyümek, yetişmek, topluma yararlı olmak, iyi olmak, adam gibi davranmak, bir duruşa sahip olmak. Bir gruba dâhil olmak değil, bir duruşa sahip olmaktır.(Meşhur hikâyedir; “Kaymakam olan bir oğul, babasını makamına getirttirir ve “Adam olmazsın!” diyordun, “Kaymakam oldum!” sözlerine karşılık “Ben kaymakam olamazsın demedim ki, adam olamazsın, dedim. Adam olsaydın beni getirttirmek yerine gelir elimi öperdin!” demiş).

(6) Tren Kazası; Tarihini tam olarak hatırlayamıyorum, Keskin’de bir tren kazası sonunda kaydedilmiş bir türkü; “Ankara'da yedim taze meyvayı” ya da “Ankara’dan çıktım başım selâmet” diye başlayan Ankara türküsü  (Bazı kaynaklar Ünye türküsü olduğunu da belirtmekte).

(7) Kur’an,  İsra Suresi, 23. Ayet; “Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana babanıza da iyi davranmanızı kesin bir şekilde emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine “Öf!”  bile deme; onları azarlama; ikisine de güzel söz söyle.”

(8) El, elin kaybolan eşeğini türkü çığırarak (çağırarak) arar; Kimsenin sıkıntısına çare olacak kişi, bunu acı hissederek değil, kayıtsızca, önem vermeksizin, hatta zevk ve eğlence duyarak gerçekleştirir.

(9) Bir Anı; Olay yaşamımda aynıyla gerçekleşmiştir. Arabam çalınmış, yakılmış, hırsızlar yakalanmış, yaşları küçük diye salıverilmiş ve o acayip yasalarla hem Ruhsatı, hem Nüfus Kâğıdımı yitirmemle ilgili cezaları ödedim. Nasılını şöyle anlamaya çalışayım; tüm itirazlarıma, mahkemede kendimi savunmama rağmen, bağırta bağırta çalanlar serbest, cezalar boynuma borç kaldı.

(10) Anan Yahşi, Baban Yahşi; Yalvarma, yakarı şeklinde, karşılığının beklendiğini anlatan; “Yiğit, yakışıklı, iyi, güzel” anlamında söz dizisi.

(11) Rivayet edilir ki; Nasrettin Hoca kaybolan eşeğini ıslık çalarak arıyormuş. “İnsan kaybolan eşeğini ıslık çalarak mı arar?” denince, “Tek umudum şu tepenin arkası, orada da bulamazsam siz seyredin bendeki bağırışı, çağırışı, höykürüşü!” demiş!

(12) Ah edip inlerim gurbet elinde... diye başlayan nakaratı; “Neyleyim köşkü, neyleyim sarayı / İçinde salınan yâr olmayınca” olan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Celâl ERTEN'e, Bestesi; Kadri ŞENÇALAR'a ait olup eser; Hicaz Makamındadır.

(13) Kara bahtım kem talihim, Taşa bassam iz olur… diye başlayan Adana Yöresi Türküsünü Aziz ŞENSES isimli üstat derlemiştir. Ağustosta suya girsem, balta kesmez buz olur, eklentisidir.

(14) Gökten halka (kasnak, simit vb.) yağsa biri bile bizim başımızdan geçmez, amma iki kazık düşse gökten biri girer de, öteki de “O çıksın da, ben gireyim!” diye sıra bekler… Şansızlıkla ilgili bir özdeyiş!

(15) Bilmem ki bu dünyaya ben niye geldim…  “Neden saçların beyazlanmış arkadaş…” diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Cengiz TEKİN’e, Bestesi; Hüseyin Rıfat ŞENGEL’e ait olup eser Muhayyerkürdî Makamındadır.

Annem-babam oldukları ve doğduğum için onlara şükranım olamazdı, çünkü doğmamış olsaydım, ‘Neden doğmadım?’ diye de bir şikâyetim olmayacaktı ki? Eğer yanlış aklımda kalmadıysa Felsefe olarak; André GIDE, Cesare LOMBROSO, Dale CARNEIGE veya John Stuart MILL sözü. Bu düşünceyi neden sahiplendiğim hatırımda değil. Ancak bunun için Ömer HAYYAM’ın; “Bu dünyaya kendi isteğimle gelmedim ben; / Şaşkınlıktan başka şeyim artmadı yaşarken / Kendi isteğimle de gidiyor değilim şimdi, / Niye geldik kaldık, niye gidiyorum bilmeden” sözlerini paylaşmak uygun geliyor bana.

(16) Gülmeyecek bu yüzü neden verdin bana ya Rab… şeklinde başlayan “Tanrım beni baştan yarat” şeklinde ünlenen Türk Sanat Müziği eserin Güfte ve Bestesi; Muzaffer ÖZPINAR’a ait olup eser Hicaz makamındadır.

(17) Kur’an, Âl-i İmran Suresi, 185. Ayeti, Ankebut Suresi. 57. Ayeti, Enbiya Suresi. 35. Ayeti; “Her canlı ölümü tadacaktır.”Küllü nefsin zâlikâtül mevt” olarak Kur’an’da üç yerde geçen ayetin tefsiri; “Her canlı ölümü tadacaktır! Sonra bize döndürüleceksiniz”

(18) Keşke seni tanımamış / Keşke sevmemiş olaydım diye başlayan, nakaratı; “Aşkın mapusane / İçinde ben mahkûm / Saçların parmaklık / Gözlerin gardiyan olmuş şeklinde Halûk LEVENT Şarkısı