Onunla karşılaşıncaya kadar hiç de durumundan dertli, hiç de mutsuz, umutsuz değildi Muharrem Arif(*). Ne kendinde bir eksiklik vardı şikâyetçi olacağı, ne de görüntüsünün kendisine yönelttiği meraklı bakışlardan rahatsızlığı.

Tanrı’ya gücenik değildi. Tanrı’ya gücenmek mi? Aklından bile geçmemişti bu, ta ki onu gördüğü ana kadar. Yaşamının her bölümünde şükrettiği Tanrı’sı, yani Allah’ı, yani Rabb’ı, ikilemlerin(1) irdelenmesinin(2) yapılması için yan yana getirmişti onları galiba. Oysa zulüm asla ve asla Tanrı’ya yakışmıyordu. O takdirde görüntüsünün anlamı nasıl çözümlenebilirdi ki?

           Muharrem Arif doğduğunda, her çocuk gibi üç kilo yüz gram ağırlığında, kırk beş santim boyundaydı. Daha ilk seslenişinde zekâsını anlatır gibiydi sesi. Gözleri; anlatım yerindeyse; “fel fecir okuyordu! (3) doğduğunda. Bunun içindir ki, annesinin koyduğu dedesinin ismine ek olarak, zekâsını, görüntüsünü anlatsın diye babası bir de “Arif” ismini eklemişti isminin sonuna.

Esasında aşure dağıtılan günlerden birinde doğduğu için Muharrem diye anılan dedesinin ismi ile yakından-uzaktan hiçbir ilgisi, ilişiği yoktu. Hatta doğduğu günün yıldönümü daha sonra ilerleyen zamanda aşurelerin ikram edildiği Muharrem ayına da rastlamıştı bir aralar ama bildiği gerçek, doğumunun, kışın buzlaştığı en uzun gecelerden birinin yaşandığı İsa günlerinden birinde olduğu idi.

Bunu ona annesi söylemişti. Doğduğu gecenin uzunluğu, boyunun uzun olmamasını gerektirmişti belki de. İlerleyen zamanda Muharrem Arif, yalnızca Arif olmuştu. Boyu gibi, adı da öylesine kalmıştı, kısa, kısacık. Tanrı’nın boyuna göre yaşını, yaşamını da şekillendirmemesini diliyordu Arif (bazen) dualarında.

           Zamanın geçişi çabuk olmuştu. Boyu uzamamış, tam altmışa bir kala durmuştu, elli dokuz santimde. Önce ilköğretimi, sonra liseyi, gözlerinde okunan, beyninde çabuklaştırdığı zekâ ile bitirmiş, ondan sonrasını okumamış, daha doğrusu yaptığı tahsili kendisi için yeterli görmüştü!

Bunu bir başka anlamda da açıklamak mümkündü aslında. Üniversiteyi kazansa, hatta istediği Kimya Mühendisliğinde başarılı bir öğrenci olsa ne olacaktı ki sonunda!?

           Yaşantısında gücüne giden iki olaydan birincisi; askerliğe özürlü olarak kabul edilmesi ve alınmaması, ikincisi dur-durak bilmeyen garip yaradılışlı insanların kendisini Çadır Tiyatrosu denilebilecek yerlerde şovlarına malzeme yapmak isteyişleri idi.

Bunun için annesine, babasına oldukça önemli miktarlarda paralar teklif edenler olduğu gibi, kıramayacakları eşi-dostu araya koyanlar da olmuştu. Onlara verilen cevap her zaman ve tek olmuştu, hem hepsi, yani tüm ailesi tarafından, hem herkese;

“Hayır!” “Hayır!” ve de; “Hayır!”

Arif’in zihninden geçen bir yaşam biçimi şekillenmemişti başka türlü, her insanın zihninden geçtiği gibi.

           “Davul bile dengi dengine çaldığına” göre, gönlü için kendine uygun birini bulacağından ümitli değildi Muharrem Arif. Bu; ilerideki yaşantısı için gönlünde çizdiği yörüngede sahiplenme arzusu duyduğu birinci sorundu.

 

İkincisi ise; öyle birini bulsa bile, anlaşmak, mutlu olmak, konularında garanti verileceğini düşünmüyor, düşünemiyordu. Bir başka türlü yuva kurma olgusu da geçmiyordu zihninden, biraz da olsa, inancına güvenebilse.

 

Biliyordu ki, irsiyetle ilgisi yoktu gelişiminin. Bunun bilincindeydi. Okuduklarında ve kitaplardaki arayışlarında gözlemlediği kadarıyla, genleri, “x” veya “y” harfleri ile anılan kromozomları veya DNA’sında belli lâbirent(4) veya çıkmazlar “Allah’ın ilâhi takdiri olarak” kendinde “Cücelik” olarak görüntülenmişti, fiziksel bütünlüğünde.

 

Asla utanmıyordu bundan. Çünkü özünde yaşamayı seviyordu, ihtiyarlamayı gözlerinde canlandırıyor, ihtiyarlamak istiyordu geçen zamanda, yaşayarak, severek, isteyerek. Yaşarken, yaşaması olası tüm eksilerin artı olacağının inancına kendini zorluyordu, zihninde. Veyahut da eksi olmayacağına inandırıyordu kendini. 

           

           Babasının bürosunda, koltuğa yerleştirdiği üç-dört minderin üstünden telefonlara cevap verme, defterleri işleme gayretini yaşarken duygusallıktan öte düşünürken, isyan etmenin ona hiç de yakışmayacağını hesaplıyordu. İsyan etmiyordu, isyan etmeyecekti de kendine.

 

           Tanrı nimetlerini yeryüzüne göndermişti. İnsanlar ışıktan, ekmekten, sudan, ateşten özgürce nasiplerini bölüşüyorlardı, uzun-kısa, zengin-fakir, siyah-beyaz, dinli-dinsiz nasıl olursa olsun. O zaman Tanrı’nın şekillendirdiği güzelliklerden nasibini almasının da engellenebileceğini düşünmüyordu Arif.

 

           Düşüncelerindeki güzellikle, Sevim’le ilk karşılaşmasını hatırladı hem kahırla Arif, neredeyse boyunun yarısı kadar içki şişesiyle, pörsümüş(5) yalnızlığını paylaşmaya çalışırken. Eş-dost düğünlerinde hatır için dahi ağzına sürmediği, içenleri ayıpladığı bu keyfe, utana-sıkıla, karanlıklardan medet umarcasına(6), kimselerle paylaşmadan ilk defa “Merhaba!” demişti, o gün.

 

Daha doğrusu o günün gecesinin ilerleyen bir vaktinde, çok uzak bakkallardan birinden, “Hediye için!” diyerek şişeyi satın aldığında. Sonraki günler, neredeyse alkolle el sıkışan bağımlılığı, ilerleyen arkadaşlığıyla bu tip “Hediyeler” çoğalmıştı. Yine böyle akşamlardan birinde yalnızlığını yalnızlığıyla paylaşıyordu Arif.

 

           Ve güçsüzdü. Kendince büyüklüğünü yaşadığı “Aşk” denilen nankörlük onu güçsüz bırakmıştı.

 

           Babasının müteahhitliğini yaptığı Kız Meslek Lisesinin onarım inşaatından çıkarken kapıda karşılaşmıştı onunla ilk defa. Daha doğrusu, ezilmekten son anda kurtarmıştı kendisini.

 

Acele ile okula girmek isteyen öğretmenin ayaklarına takılmış, handiyse(7) öğretmenin eteğindeki yırtmaç, düşmemesini sağlamış, belki de yara-bere oluşturacak bir kazanın olmasını engellemişti!

 

           Şaşırmıştı başlangıçta, korkmuştu sonra Sevim Öğretmen, beli hizasındaki adam görünüşlü varlıktan. Belki başlangıçta, diz kapaklarına dolanan, beli hizasına bile ulaşamayan varlığın, bir insan, hem de otuz yaşlarında bir insan oluşu konusunda tereddüt geçirmişti Sevim Öğretmen. Sonra kendisini toplamış, sözlerini toparlamış;

 

           “Özür dilerim efendim, görmedim, göremedim inanın ki!” demiş, elini uzatmıştı. Elini uzatırken diz çökercesine iki büklüm olmuş gibi şekillenişinden, karşılıklı olarak utanmış gibiydiler.

 

           Arif, ilk defa başını, gözlerini yukarıya kaldırarak, Yaradan’ının orada olduğu inancıyla sitemli bakışlarını gökyüzüne çevirmişti, yaratılışı ile ilgili olarak. Ve böylesine bir güzellikle yaşamında ilk defa karşılaştığı için buğuluydu gökyüzüne uzanan gözleri.

 

Yaradan’ına böylesine bir bakış için hakkı yoktu belki, ama insanlar hep hakkı olan şeyleri mi istiyorlardı veya yapıyorlardı ki? Yaradan’ın da, yani Allah’ın da onlardan beklemediği ama istediği bir şeyler yok muydu?

 

Hem de fazla değil öyle, birkaç tane, biraz, çok az. Örneğin; “Şükredin!” diyordu Allah, “İftira Etmeyin! Gıybet Etmeyin!” diyordu. Farz kıldıklarının, yerine getirilmesini istiyordu, ama kendisi için değil, kul dediklerine, kul olarak, kulca, emredildiği gibi.

 

Arif, Allah’a isyanına mazeret ararken yine de ve yeniden onu düşünmek, zihninde şekillendirmeye çalıştığı görüntü ile hayallerini yönlendirmek, hatta saklamaması gerek, hayallerini onunla süslemek istiyordu.

 

           Sevim Öğretmenin boyu, neredeyse Arif’in boyunun üç misli idi. Endamlı bir fiziği vardı. Tayyörünün yırtmacının izin verdiği kadar eğilişi ile düzgün vücudunun tüm hatlarını resmetmişti zihnine Arif. Hatta iki göğsünün ortasındaki boşluk bile çarpmıştı gözlerine.

 

Kendisinin yüksek dağların tepelerinin koyuluğuna denk kahverengi gözlerinin yanında, onun açık mavi gözlerini, kendi yüksekliğine ulaşan, değen bulutlar gibi hissetmişti. Yüzü beyazdı Sevim Öğretmenin, denizin, rüzgârın ve güneşin egemen olmadığı bir şehrin çocuğu idi (mutlaka).

 

Kısa saçları, kumraldan çok sarıya yakındı, iki-üç toka ile bıkkınca zapt edilmeğe çalışılmıştı yerlerine. Ve galiba, hissettiği kadarıyla yeni, belki daha dün, belki evvelki gün, hadi hadi en fazla bir hafta-on gün evvel öğretmen olmuştu ve tabiidir ki kente daha yeni gelmişti.

 

Kendi kendine resim çizmeğe bayılırdı Arif. Yine resmini çizmeğe başlamıştı...

Arif çok zaman, otuz yaşlarının sorumluluğunu yaşardı bedeninde. Buna rağmen, yakınları ve özellikle kendinden on yaş kadar küçük olmasına rağmen normal bir gelişim geçirmiş erkek kardeşi, onu kucağına kaldırarak kucaklar, öperdi.

 

Şakalaşmaları bazen kendisinin masa üstünde, kanepe üstünde duruşu veya bazen kardeşinin diz çökmesi ile oluşurdu. Sevim Öğretmenin de başlangıçta, hem de ilk keresinde onu kucağına almasını dilemişti karşılaştıklarında, özür dileyerek tokalaştığında, kokusunu duymak, nefesini hissetmek için.

 

Oysa hayallerinin sınırı olmalıydı. Bunu hem okudukları öğretmişti ona, hem de yaşadığı bu güne kadarki duyguları. Oysa o günden sonra sınırlı bir hayal yaşamak arzusu yoktu. Hayallerini zapt edebilirse, uçsuz-bucaksız bir hayal dünyasında yaşamanın ne zararı olabilirdi ki insana, hele hele kendisine?

           

İçkiye dayanıksız vücuduna birdenbire ve aşırı yüklenmeme gerektiği düşüncesini yaşadı Arif. Söylemeğe çalıştığı şarkılar, dile getirmeğe çalıştığı düşünceler cam parçaları gibi kırılarak dökülüyordu dudaklarından.

 

Sesi ve dili peltekleşmişti(8) ve hatta içmesini bilmeyerek “Sade suya çorba” örneği, yalnızca şişeden yudumlayarak içme zahmeti dolayısıyla ağaçlardan birinin dibine öğürmüş, ancak ne yaptığını fark etmemişti.

 

İçmek gibi, sarhoş olmayı da bilmiyordu. Böylesine yaşayacaktı. Ve galiba yaşıyordu, zannınca.

 

Arif’in Sevim’den etkilenişinin daha ilk saniyeleriydi. Sevim Öğretmenin özür dileyen sesindeki ahenk şaşkınlaştırmıştı önce onu. Yalpalayışı belki o andan başlamıştı. Diline hâkim olmuş, sesindeki bas perdeyi bir derece daha yoğunlaştırma arzusu ile;

 

“Özür dilerim!” ses akışına,

 

“Estağfurullah efendim!” demişti.

 

“Dikkatliyimdir, ama demek ki insanın dikkati de yok olabiliyor bazen!” diye güzelliğinin onu etkileyişini anlatmak istemişti, zamanı idareli, iyi ve etkileyici bir şekilde kullanmak arzusu ile.

 

İnsanlar mademki etten, kemiktendi, mademki cisim ve ruh arasında ilinti vardı, öyleyse neden Arif de yaşaması gerekeni yaşamasındı? Düşünceleri de öyle idi, ama nereye kadar, nasıl? Bilincinin yerinde olmadığı inancındaydı Arif.

 

Sonbahar, gecenin ilerleyen vaktinde çiyle ıslanırken, Arif yalnızlığını kristalleşme arzusundaki damlalarla paylaşmak, hiç bilmediği yaşam şekline uygun biçimde meze gibi tatmak gayretinde idi. Hayat güzeldi, ilk defa tattığı duyguları iliklerine kadar özümsemeğe çalışırken.

Yaşamak, eğer kısalığına aldırmazsan güzeldi. Kısa oluşuna neden ve nereden karar verdiğini bilmiyordu ama gönlünün, sevgiyi hissettiğinde yaşamak arzusu ile dolduğuna inanıyordu.

 

Yaşadığının; (belki -karşılıksız da olsa- üç harfe sığan, ama üç boyuta sığmayan) “Aşk“ olduğuna inanıyordu. Tüm kavramlardan soyutlanmış aşkını gönlünde, kalbinde, damarlarında, hatta iliklerinde taşımaktan mutluluk duyuyordu. Ancak, aşkının kendini yorduğunu, bitkinleştirdiğini, güçsüzleştirdiğini de hissediyordu.

 

Aşk olarak hissettiği bu duygu, ağırlığını hissedememesi dolayısıyla göçüşe bile sürükleyebilirdi onu. Bu nedenle güçlü olmayı, kuvvetli olmayı arzuluyordu Arif.

 

İnsan, kısa bir zaman dilimi içinde hem böylesine uzaktan, hem böyle habersiz, hem böyle karşılıksız, karanlıkta göz kırpar gibi haberleşircesine birini sever mi, sevebilir miydi? Âşık olabilir miydi yahut? Neden olmasındı ki? Aşk büyüklüktü, sonsuzluktu, ululuktu. Sadece ve sade bir yaşam biçimi değildi.

 

Arif, boyutu, yani ölçüsü, yani kısaca boyunun kısalığı yerine geçmişini, yani yaşadığı süreyi düşünerek (belki de göz önüne alarak); “Arif Amca!” diyen komşu kızlarının “Sevim Öğretmenim!” demeleri ile öğrenmişti onun adını.

 

Kendisinin yarattığı tesadüflerle de karşılaşmıştı birkaç kereler okul kapısında. Hem öylesine karşılaşmıştı ki onunla, adımlarını peşinden haberi olmaksızın sürüklemekte zorlanmasına rağmen evini, hatta kapı numarasını, arkadaşlarını, okuttuğu dersleri, haftalık ders programını bile öğrenmiş, ezberlemişti, onsuzluğa sonsuz tahammül çabası yaşadığı zaman süresi içinde.

 

En çok hoşuna giden olay, onun Milli Bayramların birinde Nöbetçi Öğretmen oluşu idi. Yanına, yanı başına kadar gitmiş, haberi olsa da olmasa da tören yerinde ona yakın olmanın hazzını yaşamıştı. Sonra, tören bitiminde yürüyüş başladığında yürüyüşe katılmıştı.

 

İlk defa yaşadığı bu yaşam şekli, onu tanıyanların da (garipseseler bile) hoşuna gitmiş olmalıydı ki geçerken alkışlamışlardı onu, hem diğerlerine göre daha fazla bir coşku ile (galiba). O zaman Sevim Öğretmen de olanların farkına varmış, ona dönmüş, hafifçe gülümsemişti.

 

Sevim Öğretmen de gururlanmıştı onun korteje katılımından ve alkışlamıştı o da onu belli belirsiz (belki ve galiba).

 

Yaşadığının ne olduğunu anlamağa çalışıyordu. Bu; belki platonik(9) bir aşktı yaşamında şekillendirdiği Arif’in. Belki de hislerinde algıladığı o idi. Çünkü; “Onu uzaktan sevmek, aşkların en güzeli(10) idi, tıpkı şarkı da söylenildiği gibi.

 

Arif’in en çok üzüldüğü olaylardan biri ise onun, Dini Bayramlardan birinde şehirde kendisini yalnız, yapayalnız bırakarak memleketine gitmiş olmasıydı, “Sanki ailesini görmesi çok gerekliymişçesine!” Bunu nereden, nasıl öğrendiğini hatırlamıyordu. Hatırladığı kahırlandığı idi ve bu da kahırlandığında ne yapması gerektiğini hatırlamasına neden olmuştu bir kez daha.

Zamanın akışına “Dur!” denilebilseydi. Her zaman değil, sadece onunlayken, onu görürken ve onu yaşarken, hülyalarda, rüyalarda, düşüncelerde. Arif, zamanın devamlı olarak durmasını istediğinin farkında değildi. Çünkü Sevim Öğretmen yaşamının bir parçası olmuştu, et gibi, kemik gibi somutluğundan(11), ruh gibi, gönül gibi soyutluğundan(11) bir parça idi, hem her an yaşadığı.

 

Çevresi, ondaki değişikliği fark ediyordu fark etmesine, ama çenesi öylesine bağlı idi ki, sır küpü gibi sır saklamasını öylesine biliyordu ki, hiç kimse onun Sevim Öğretmeni sevdiğini, bir başka deyişle gerçek olarak ona âşık olduğunu bilmiyordu, hatta Sevim Öğretmenin kendisi bile.

 

Belki yaşam biçimine çaprazlık gibi yorumlanabilecekti ama sadece kendisi biliyordu; kendi-kendine gelin-güvey olduğunu. Yemekten kesilmişti, içmekten de. Ancak hiç kilo kaybetmiyordu, çünkü su dahi içse ona yarıyordu, vücudunun eksikliğini tamamlayabiliyordu.

 

“Herkes kendi hayatını yaşar. Başkasının hayatını yaşamak mümkün mü? Benim yaşadığım ne? Yaşamıyorum ki. O zaman herkesten biri değilim!” dedi Arif kendi kendine, evlerinin hemen ötesindeki kiralık evin bahçesinde, sinerek, görünmekten utanarak boşalttığı şişeyi incinmesini istemezcesine, çöpçülerin boş bıraktığı çöp bidonuna yerleştirirken.

 

Bir paydos vaktine daha ulaşmıştı gecenin ilerleyen vaktinde. Sabahın olmasına ne kadar kaldığını bilmiyor, kötü tarafı öğrenmek arzusunu da taşımıyordu.

 

Hıçkırdı. Bu gelmesi olası başka şeylerin de habercisi gibiydi. Yoo, öyle hemen ağlamak gibi değil. Leyleğin yuvadan attığı yavruya(12), timsahların kendilerince döktüğü(13) gözyaşları gibi sahte değil. Anlatılmayacak gibiydi, zaten neyi anlatabiliyordu ki?

 

Arif, Sevim Öğretmenin mahallesini, sokağını, evini biliyordu ya, onu gizli gizli izlemekten mutluluk duyuyordu, çabası yorucuydu, fark edilmemek gibi, hiç kimse tarafından fark edilmemek gibi sorunu da vardı, inkâr edilemez ki bu konuda hayatta ilk defa boyunun kısa oluşunun yararını görüyordu.

 

Tabii zararını da gördüğü yerler yok değildi. Örneğin bir banka reklâmında; “Evimin Bankası” denilmişti, hemen ilk harfin başına bir “S” harfi eklemek istemiş, uzun süreli çabalardan sonra, evlerine yönelen sokaktaki reklâm panosunda reklâmın şekli; “Sevimin Bankası” olarak değişmişti.

 

Bu değişiklikten haz almıştı. Olguyu “Çocukluk” diye yorumluyordu beynindeki hücrelerde, ama kendi başına kaldığında veya panonun önünden geçtiğinde de sinsi sinsi gülümsemekten kendini alamıyordu.

 

Sevim Öğretmen kendinin farkında mıydı? Yaklaşık üç-dört aydan fazla bir zamandır, bazı tesadüflerin olağan dışı olduğunu hissetmemesi mümkün değildi. Mutlaka kendinin, kendine göre bir yorumu vardı. Herhalde? Kim bilir? Ama Arif bilemezdi. Çünkü o sadece, onu yaşıyordu.

 

Arif düşüncelerine ne zaman çeki düzen vermeye çalışsa, bunalıveriyor, gündüzleri büroda melankolik(14) tavırlarıyla dikkati çekmemek için eve yöneliyor,  evde yalnızlığını kendiyle paylaşıyor, gece ise mutlaka içkiden medet umuyordu.

 

Annesi, babası, hatta kardeşi ara sıra olağandan öte dalgınlıklarını sorduklarında; sadece “Yok bi’şi!“ cevabını almaktan gına getirir(15) olmuşlardı. Çok zaman birbirlerine selam verirlerken bile; “Yok bi’şi!” diye selam verir olmuşlardı, Arif’ten bir şeyler öğrenmek arzusuyla. Arif ser verirdi, sır vermezdi. O ve düşünceleri yalnız kendine aitti.

 

Kurban Bayramı tatili bitmişti, geri dönüşünde özlemin verdiği taşkınlıkla bürosundan çıkıp okula gelen Sevim Öğretmene; “Hoş Geldiniz! Bayramınız mübarek olsun! Tatiliniz iyi geçmiştir, yol yormamıştır inşallah!” gibi abuk-sabuk(16) kelime ve cümleleri arka arkaya sıralayıvermişti, yere bakaraktan, gözlerine bakmaktan korkarcasına. Sevim Öğretmen Muharrem Arif’in ilgisinden mutlu gibiydi.

 

“Sağ ol!” dedi teşekkür etmek yerine. “Sizin de...”

 

Sözlerini uzatmak arzusunu, çalan okul zili kesmişti. “Sizden veya babanızdan bir ricam olacaktı, teneffüste bir ara uğrayabilir miyim?” dedi hızlıca, Arif’in cevabını beklemezcesine, emreder gibi.

 

Arif ses tonunu bilgece değerlendirmesine rağmen anlamamış olmayı yeğ tutmuş(17), sözlerinin arkasından onu kovalayacağını, hatta yetişeceğini umarcasına; “Emriniz olur!” demişti. Bu onu bekleyeceğinin, hem özlemle bekleyeceğinin işareti idi, kendince.

 

Bir saatlik ders süresi, yeşeren bir sürü ümitler doldurmuştu Arif’in gönlüne. Neler neler düşünmemişti ki sıraya koyamayacağı? İnanması güç ama; “Davul bile dengi dengine çalar!” diye düşünmesine rağmen evlilik plânları bile çizmişti onunla gönlünde kabataslak(18) da olsa, zihninde şekillendirmeğe, kendine sormaya çalıştığı sorulara karşılık...

 

“Eni-konu tanınıyorsunuz çevrede, kulağınız da deliktir inşaat işleri yaptığınıza göre. Kurban Bayramından dönüşümde ev sahibim; ‘Oğlunu evlendireceğinden’ bahisle evini boşaltmamı istedi. Yok, öyle yalan söylemez, zaten kendisi üst kat komşum, oğlu da askerden geçen sene gelmiş, ciddi olarak evlendirecek galiba. O nedenle evini boşaltmam gerek. Bana ev bulma konusunda yardımcı olur musunuz? Henüz çevreyi tam olarak tanıyamadım,  dersler nedeniyle benim arama imkânım da kısıtlı. Ev okuldan fazla uzak olsun istemiyorum, hem şöyle kirası ucuz, iki oda-salon, kombili, hatta kutu gibi küçük bile olsa o ev yaşamam için, çok mutlu olacağım.”

 

Arif’in gözlerinde bir şimşek çaktı sanki, kıvılcım yerine. Yalnızlığını üleştiği, içki şişelerinin hassaslığını çöp tenekelerinde susturduğu hemen evlerinin karşısındaki boş bahçeli evi hatırlamıştı:

 

“Size hemen yarın haber getireceğim!” dedi Sevim Öğretmen büroya girdiğinden beri ayakta duran Arif. Elini uzattı Sevim Öğretmen; teşekkür ederken. Arif heyecanının titreyen parmaklarından hissedilmemesi arzusunu yaşayarak sıktı elini ve arkasından baktı uzun süre; “Ne ummuştu, ne bulmuştu!?”..

 

Evi beğenen Sevim Öğretmen, bir hafta sonu tatilinde taşınmıştı. Arif mutluydu, sevinçliydi, huzurluydu. Onu her gün görüyordu. Onarım inşaatının bitmek üzere oluşundan büyük bir huzursuzluk duyuyordu.

 

Bir İş Takvimi vardı, ona uyması zorunluluktu, ya gönlünün sorunlarına çözüm üretmek? Onda zorunluluk yok muydu? Kısa kalan zamanının tümünü onunla beraber olarak değerlendirmek istiyordu. Kendince geçerliliği olan çeşitli nedenler uydurarak özellikle sabahları okula beraber gitmekten mutluluk duyuyordu.

 

Sayılı günlerin çabuk bitmesi gibi, uzun sürmesi beklenen mutlulukların tükenmesi de kaçınılmazdı. Yorgun bir haftanın sona erdiği, ertesi günün tatil olduğu bir gece, daha doğrusu akşamın oldukça ilerleyen bir vaktinde Sevim Öğretmenin kapısının önünde duran bir araba, arkasında oluşan sevinç, merak, hatta hayret gürültüleri dikkatini çekmişti Arif’in.

 

Işığın açık olduğunun farkında olmadan perdeyi aralayarak bakmıştı dışarıya gürültünün nedenini anlamak istercesine. Yaşlı bir bey, yaşlı bir bayan, iki genç adam ve bir genç kadın inmişlerdi arabadan. Sevim Öğretmen genç adamlardan biri dışında hepsi ile kucaklaşmıştı.

 

Sevim Öğretmenin resmiyete varan bu tavrı dikkatini çekmişti Arif’in. Perdeye vuran siluetinin(19) de gelen misafirlerin dikkatini çektiğini o an hissedememişti, Pencereye bakan dikkatli bakışları yorumlayamamıştı o an.

 

Gelenler, pencereden bir çocuğun baktığının inancındaydılar herhalde. Oysa Sevim Öğretmen onun baktığını, gördüklerinden bir şey anlamadığını anlamış, avuçlarını belinin hizasında gökyüzüne doğru açarak; “Hayırdır inşallah! Gecenin bu vaktinde hem habersiz niye geldiler ki?” gibilerinden bir işaret yapmıştı ona doğru, perdenin arkasından merakla izleyenin kendisinin olduğundan eminmişçesine...

 

Gelenler; Sevim Öğretmenin anne babası, kendinden küçük olmasına rağmen kendinden önce evlenmiş olan kız kardeşi, eniştesi ve eniştesinin ağabeyi idi. Eniştesi de (galiba elini çabuk tutup) ağabeyinden önce evlenmişti.

 

Konu, yurt dışındaki görevinden dönen ağabeyin, hayırlı bir eş bulma arzusu ve buna, kardeşi ile yengesinin önayak olmak istemeleri ile anne ve babasının özlemle karışık “İnşallah hayırlısı olur!” duaları idi.

 

Bunları da nasıl mı öğrenmişti Arif? Zeki adamdı ya! Okula beraber bir gidişlerinde; “Henüz evlenmeye, yani yuva kurmaya hazır olmadığını, henüz arkadaşının (hatta esprili bir şekilde) aday adayının bile olmadığını” nasıl öğrendiyse, gelenleri de o şekilde öğrenmişti ama utanarak, onu, onları perde aralığından izlemekle yanlış yaptığının üzüntüsünü tarif etmeye çalışarak…

 

Sıkışmaya başlamıştı kalbi o an, neden solukları daha derin ve ızdırap çeker gibiydi? Tavrından evliliğe hazır olmadığı ama kısa zamanda hazır olacağı izlenimini edinmişti onun. Bu da kendini yıkmağa yetmişti.

 

Bürosuna gelir gelmez, çökmüşçesine oturmuştu masasına. Bugün güneş parlamıyordu, siyah her yere egemendi beyaz yerine, gökyüzünde bulutlar mavileşmemişti, kuşlar her zamanki gibi ötmüyorlardı. Son rötuşlar için bugün fırçalarla boyanırken binanın dış yüzeyi, ustaların fırçalarının sesleri duyulacak kadar sessiz ve bir o kadar da sıkıntılı bir gündü.

 

Bir kere daha “Umma ve Bulma” sözcükleri dolaştı masasının üstünde. Kalemi kâğıtların üstünde yırtarcasına dolaştı. Sevdiği şairlerin kitaplarını çıkardı masanın gözünden. Teker teker okumağa çalıştı yeniden. Yaşamak isteyip yaşayamadığını duyumsamağa başladı.

 

Gözlerinden engelleyemediği iki damla gözyaşı yuvarlandı masa üstündeki kâğıtlara doğru; “Bir alev halinde!” “Hani ey gözyaşım akmayacaktın! (20) diyesi geçti içinden. Demedi, diyemezdi. Dememeliydi de.

 

Tanrı yumurtaya can veriyordu, düz duvarda incir ağacının büyümesine olanak sağlıyordu, o neyi, nasıl düşünüp yarattı ise o gerektiği için öyleydi. Tanrı’yı sorgulayamazdı, sorgulamamalıydı da. İsyan gereksizdi. Bu kadar tevekkül(21) iyi miydi? Bilmiyordu, bilmesi de pek gerekli değildi zaten. Onunki tatlı bir rüya, belki gerçekleşmesi için zamanın asla yeterli olamayacağı bir hülya idi.

 

Günün nasıl sona erdiğini fark etmedi bile Arif. Birileri bir şeyler söylemişti de duymamış mıydı, yoksa bugün herkes kendisi gibi kendinden uzakta mıydı?

 

Uzunca bir zamandır, hele hele Sevim Öğretmen komşu olduktan sonra, bahçesinde yalnızlığı paylaştığı evde, bir oturanın olduğunu bildiğinden beri alkolle dostluğunu da askıya alan Arif, alkolle iyi bir dostluk yapmanın arayışı içinde gibi hissediyordu kendini, şimdi.

 

Bu gece şantiye binasında, mum ışıklarına bile izin vermeden yaşamayı yeğledi. Ustalardan geç kalan birine, hesapları tutturmak için eve gelmeyeceğini babasına iletmesini rica etti. Arada bir hesap tutturmak veya işleri plânlamak veya yoluna koymak, malzeme alımları, bordro hazırlıkları nedeniyle şantiyede kaldığı için büyüklerinin endişeye kapılacaklarını sanmıyordu.

 

Özellikle de işin sonuna gelindiği bu zamanlarda babası memnun bile olurdu, işleri toparlama gayretinden dolayı. Bütün mesele; şişeyi kapıp gözükmeden, göstermeden ve kestirmeden şantiyeye gelmek ve o dostluğa başlamaktaydı.

 

Neredeyse bir hafta olacaktı eve gitmeyeli ve de Sevim Öğretmenle konuşmayalı. Aslında şifa bekleyen bir hastanın doktorunu veya ona kuru otlar getirecek, kocakarı ilâcı yaparak kaynatıp içirecek bir kocakarıyı bekler gibi her sabah ve akşam gözlediği yoldan geçişini görüyordu Sevim Öğretmenin.

 

O ise; her zamanki gibi umursamaz bir tavır içinde yürüyüp gidiyordu. Sanki varlığından bile habersizmişçesine.

 

Yalnızlığını yalnızlığıyla paylaşmaya başlamış, buna alışmış, daha doğrusu alışmak üzereydi. Kaderde üzülmek varsa üzülünecekti mutlaka. Merak etmeden de duramıyordu. O gün el ayak çekildikten sonra, yavaşça giyinerek ayrıldı şantiye binasından.

 

Gece bekçisine işlerden bir hayli yorulduğunu, bir duş almak ve dinlenmek için eve gittiğini söyledi, merak etmesine boş vererek. Pencerede sabahı etme amacı vardı eve yöneldiğinde, bilinçsiz.

 

“Hızlı yaşa, genç öl!” diyen birine “Ama sen yaşamayı tercih et!”  dediğini hatırladı süratli geçen bir arabanın arkasından küfür etme isteğine boş vererek. Yaşam kısaydı, bir şairin “Yolun yarısı(22) dediği günlere yakınlaşmıştı.

 

Herkes yolun yarısından sonraki yarıda mı yaşamını tüketiyordu? Fazlası, eksiği yok muydu ki? Örneğin şimdi, şu anda ölme arzusuna, hatta ölmesine kim engel olabilirdi ki, yüce Tanrı’nın isteğinden başka. Yaşamında ilk defa, ölmeyi düşünmesine hayret etti; “Bunu bir kere daha düşünmeliyim!” dedi kendi kendine.

 

Taşlar yerli yerine oturmağa başlamıştı bile. Karşı komşu evde eksilen bir şey yoktu geçen bir haftanın sonunda. Gözlemlediği kadarıyla, belki evde yatacak yer olmamasından, kim bilir belki de dedikodulardan ürküldüğünden olsa gerek, akşamın ilerleyen oldukça geç vakitlerinde iki genç erkek evden çıkıyor ve bir yerlere gidiyorlardı.

 

Bazı olasılıkları düşünmek pek de zor değildi, ya bir akrabaya, ya da bir otel odasına yöneliyorlardı galiba. Oysa isteseler uzaklara veya yabana gitmelerine gerek kalmadan onları konuk edebilirdi Arif, hatta kendisinin şantiye binasında kalması gerekse bile.

 

“Yeter ki...” cümlesini tamamlayamadı Arif, boğazına düğümlenen hıçkırığı defedememişti, yalnızca boğazından değil, gönlünden de, beyninden de. Demişti ya, yerine oturmağa başlayan taşları hissediyordu ve bu onu üzmek bir yana çılgınca bir karamsarlığa(23) götürüyor, hatta itiyor, itekliyordu.

 

Öylesine habersiz ve çabuk geçmişti ki onu tanıdıktan sonraki günler, “Sanki daha dün bir, bugün iki.” dedi…

 

Alkol yüklü bedenini kontrol etmekte zorlanıyordu Arif, akşamın oldukça ilerleyen bir vakti olmasına rağmen böylesine görülmekten, tanınmaktan da çekiniyordu. Çabası; yorgun ve çökük bedenini bir an önce ve özellikle hiçbir soru ile karşılaşmadan yatağına atmaktı.

 

Arif, her zaman olduğu gibi Allah’ın büyüklüğünü bir kere daha tasdiklemişti kalbinden, çünkü eve ulaştığında annesi evde yoktu, babası da herhalde henüz gelmemişti, soyunup kendini yatağına attığında.

 

Bir düğün görüyordu Arif; o ve hafiften kel kafalı, çakır gözlü, kendinden emin adam ve Sevim Öğretmen beraberdiler. Onun üstünde bembeyaz bir gelinlik vardı. Karşısında yakışıklı olduğunu itiraf etmeğe çekindiği adam lacivert bir takım elbise giymişti ve masa başında kırmızı cüppeli bir adam onların dansının bitmesini beklemekteydi.

 

Gecenin ilerleyen vaktinde kan-ter içinde uyandı Arif. “Kâbus(24)!” diyordu, “Başka bir şey olamaz!” diyordu gerçeğe yaklaştığını hissedercesine...

 

Gerçek; gerçekleşmişti.

 

Yine bir akşamüzeri yine pencereden kontrol ederken onun evine gelişini, görmüştü o adamla kucaklaşmasını. Nefret ettiği adamın sarı sarı dişlerini görüyordu sanki sokak lâmbalarının ışığında, parıldayan sağ elindeki alyansıyla birlikte. Kendisine göre tuhaf olan, aynı alyansın Sevim Öğretmende de oluşuydu.

 

O an, omuzlarında kaldıramayacağı tonlarca yükün varlığını hissetti. Hani; “Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış” örneği, kendisi sevmiş, hatta kendince gelin-güvey olmuş da, kimsenin haberi olmamış gibi.

 

Benzetmesi tam “Cuk oturmamış(25)!” olsa da aşağı-yukarı demek istediğini söylemiş gibi hissetti özünde.

 

Bu andan sonra yapacağı bir şey yoktu kendince, daha doğrusu vardı da yoktu. Beyninde bir kısım düşünceler geliştirdi. Yapar mı, yapardı, hem niye yapmasındı ki?

 

Giyindi gündelik elbiselerini sabah evden çıkarken. Vedalaşmanın anlam vermesinden çekinerek vedalaşmadı kimseyle. Herkesle vedalaşmış olacaktı nasılsa sonunda. Babasının ata yadigârı silahını aldı koydu, çantasına.

 

Ayakları onu terminale götürdü. Deniz kıyılarındaki yazlıklarına gitmek üzere biletini aldı. Gecenin oldukça geç bir vaktinde ulaşacaktı yazlıklarına. Bu nedenle açık bir eczaneden fare zehiri istedi, unutmamak için bir şişe de kola aldı içecek olarak çantasına.

 

Yön verdiği düşüncelerinden sapmamak için; “Acaba bir şişe de içki alsam mı?” diye geçirdi zihninden. Düşünceleri ona da “Evet” deyince el çantasına bir şişe de cin içkisi koydu.

 

Hazırdı, yolculuğa çıkabilirdi. Bu; özlediği bir yolculuktu, plânladığı ve kimsenin yapmayı düşünemeyeceği. Kuşkusu, boyu nedeniyle tanınabileceği, şüphelenilebileceği idi ki olmadı. Otobüsün servis yardımcısı bile sadece gülümseyerek ikramını yapmış, uyur gibi davranışları nedeniyle onu rahatsız etmekten çekinmişti (galiba).

 

İnen karanlıkta usul usul yöneldi kendi tatil evlerine Arif. Etraf karanlıktı ama gündüzü harcayan insanlar geceden de tasarruf etmek istemediklerinden hâlâ ayaktaydılar. Görünmemeğe çalışarak sahile indi. Umudu komşularının kayığının yine iskelede bağlı olmasından yanaydı.

 

Gözlerine inanamadı. Her şey yolunda gidiyordu. Kimse görmemişti kendisini. Kayığın kıyıya bağlı ipini cebindeki bıçakla kesti. Çapayı çekti çıkardı sudan, daha sonra lâzım olacaktı çünkü kendisine.

 

Küreklere asıldı, sessizliği dinledi. Kimse yoktu, kendinden başka, tabii Allah dışında, o da yapacaklarını onaylamasa herhalde kendisini tersliklerle karşılaştırırdı değil mi?

 

Oldukça uzaklaşmıştı kıyıdan. Ayağına kayığın çapasını bağladı sökülmeyecek gibi sıkıca. Sonra kola, fare zehiri ve cini karıştırarak içti yudum yudum dakikalar içinde, ara sıra öğürerek.

 

Zihninin durgunlaştığına inandığı anda kayığın küpeştesinden yavaşça denize girdi elbiseleriyle, çapanın kendini denizin derinliklerine çekmesini frenlememek istercesine tabancanın emniyetini çözerek şakağına dayadı, bir el “Pat!” sesi duyuldu, uzaklarda yankılanmayan.

 

Herkes kendi derdinde, kendi havasında, kendi yaşamındaydı, ses uzaklardan duyulmadı bile. Ve yavaş yavaş dibe yöneldi, onu ölüme götürecek olguların birinden kurtulsa bile diğerleri ile canlanmasına imkân bulmayacaktı vücudu.

 

Karşılık beklemeden sevenleri, bu sevgisinden karşısındakinin bile haberi olmadan sevenleri ve bunun için kalan ömrüne “Dur!” diyebilecekleri Tanrı’nın bağışlayacağına inanarak sıkı bir şekilde ölüme hazırlanan Muharrem Arif, arkasında kendini hatırlatacak en ufak bir not, hatta iz bırakma gereğini bile hissetmemişti.

 

Ertesi gün sahile vuran kayık, ıssız, izsiz ve bomboştu.

 

Kimse bilmedi Muharrem Arif’i. Sevim Öğretmenin Muharrem Arif’in sevgisinden hiç haberi olmadı. Muharrem Arif, kısa boyuyla, kısacık ömrüyle, hiç uğruna, hiç kimsenin bilmediği bir sevda yüzünden gitti.

 

Arayan olmadı mı? Oldu tabii olmasına, babası, annesi, kardeşi gibi. Onlar da onun yokluğuna hazır gibi sadece yasal işlemler için hiç olmazsa cesedine ulaşmak istediler uzunca bir süre ama o; yok olmak istemiş ve yok olmuştu!...

 

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Muharrem yaşamıştır.

(1) İkilem; Dilemma. Kıyasımukassem. Değişik yapıda iki öğenin bir arada bulunması. İkili özellik, iki çözüm, iki yönü bulunan ancak aynı sonuca ulaşımı gösteren durum. İnsanı özellikle istenmeyen seçeneklerden birini, çoğunlukla iki seçenekten birini beğenmeye zorlayan durum.

(2) İrdelemek; Bir konunun incelenmesi ve eleştirilmesi gereken bütün yönlerini birer birer incelemek, araştırmak, tetkik etmek.

(3) Gözleri Fel Fecir Okumak; “Gözleri vel fecri okumak” veya “Fer fecir okumak, Fel fecir okumak” diye de kullanılan bu tabirle, çok uyanık, cin gibi olmak, kurnazlığı gözlerinden okunmak gibi anlamlar çıkarılabilir.

(4) Lâbirent; Çıkış yeri kolay bulunamayacak kadar karışık koridorları olan yapı. İçinden çıkılması güç ve imkânsız durum.

(5) Pörsümek; Gevşeyip sarkmak.

(6) Medet Ummak; Yardım beklemek.

(7) Handiyse; Yakın zamanda, hemen hemen, neredeyse.

(8) Peltekleşmek; Tutuk, titrek konuşmak. Dilin dişlerin arasına alınır gibi konuşulması, bir kısım harflerin istenildiği gibi değil, kusurlu söylenişi.

(9) Plâtonik Aşk; Adını ünlü düşünür Platon (Eflatun)’dan alan tinsel bir aşk çeşidi gibi düşünmek mümkün. Aslında Türkçemizde tam karşılığı olmamakla beraber karşılığı beklenmeyen, olmayan, sorgulanmayan, hatta gerçekte olmayan, hayalde, ya da düşte hep öyle kalması istenilen aşk.

(10) Seni uzaktan sevmek;  “Gel desem gelemem ki” isimli şiir ve şarkının bir dizesi. Eser’in Yaşar GÜVENİR’e ait olduğu, kendisinin meşhur ettiği, diğer bir kısım sanatkârlara da şöhretin bu tango ile açıldığı söylenmektedir.

(11) Somut; Doğada belirli olarak var olan, varlığı duyularla algılanabilen, elle tutulup gözle görülebilen, gerçekliği ve nesnelliği olan.

Soyut; Anlaşılması, kavranılması zor olan, varlığı ancak düşüncede olan.

(12) Leyleğin Yuvadan Attığı Yavru; Bu söz Türkçemize annenin bakamayacağı yavrusunu yuvadan attığı şeklinde yerleşmiş olup, yanlıştır. Aslında anne, getirdiği yemleri yavrularına eşit miktarda dağıtamadığı için, güçlü yavrular, zayıf olanları yuvadan atar ki, kendisinin payı artsın diye. Bu miras (ya da mal varlığı için) kardeşlerini katledenler için de güzel bir örnek olmalı, diye düşünüyorum.

(13) Timsah Gözyaşları; Ağlayan bir kişinin aslında çektiğini ifadelendirmeye çalıştığı vicdan azabının samimi, gerçek olmadığının, sadece sempati, ilgi kazanmak, duygu sömürüsü gerçekleştirmeye çalıştığı anlamındadır. Üzüntü ile asla ilgisi yoktur. Üzülmediği halde üzülmüş gibi yapan samimiyetsiz, sahtekâr, ikiyüzlü insanlar için kullanılan bir deyim.

Ayrıca alt çeneleri sabit, üst çeneleri hareketli olan timsahlar avlarını yerlerken (Buna, alt çenelerinin hareketsizliği nedeniyle sadece yutmak da denebilir) ağızlarını çok açtıklarından gözlerinden salgıladıkları sıvı nedeniyle, ağlamakla hiç ilgisi olmaksızın bu deyim dilimize yerleşmiştir.

Bir diğer söylem ise, yumurtlamayla çoğalan timsah yavrularının iki aylıkken yüzmeye başladıklarında annelerinin onları tanıyamaması nedeniyle yutması, sonrasında da “Ben ne yaptım?” anlamında gözyaşı döktükleridir!

(14) Melânkolik; Hüzün belirtisi olan, hüzün veren. Karasevdalı.

(15) Gına Getirmek; Usandırmak, bıktırmak.

(16) Abuk-Sabuk; Akla-mantığa uymayan, düşünülmeden söylenen saçma, anlamsız söz(ler).

(17) Yeğ Tutmak (Yeğlemek); Bir şeyi diğerlerinden üstün ya da uygun görüp ona yönelmek, tercih etmek.

(18) Kabataslak; Bir şeyin ayrıntılarına girmeden ana çizgileriyle belirtilmesi.

(19) Siluet; Bir şeyin yalnız kenar çizgileriyle ve tek renk olarak beliren görüntüsü, gölge.

(20) Biraz kül, biraz duman o, benim işte … diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Şiir ya da Güftesi; Ümit Yaşar OĞUZCAN’a, Bestesi;  Avni ANIL’a ait olup eser Nihavent Makamındadır. Bir bölümünde; “Bir alev halinde düştün elime, hani ey gözyaşım akmayacaktın” sözleri yer almaktadır.

(21) Tevekkül; Her şeyi Tanrı’ya, yazgıya bırakma, yazgıya boyun eğme, her şeyi Tanrı’dan bekleme.  Allah’a, kaza ve kadere inancımız. Hedefe ulaşmak için maddi ve manevi her türlü sebebe sarıldıktan, başvurulduktan ve yapacak başka bir şey kalmadıktan sonra olayların sonucunu Allah’a bırakmak. Tevekkülden önce, gerekli tedbirlerin alınması da gereklidir doğal olarak.

(22) Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder. / Dante gibi ortasındayız ömrün. / Delikanlı çağımızdaki cevher, / Yalvarmak, yakarmak nafile bugün, / Gözünün yaşına bakmadan gider… diye başlayan Cahit Sıtkı TARANCI’nın “OTUZ BEŞ YAŞ ŞİİRİ” isimli şiirinin başlangıcıdır.

(23) Karamsarlık; Bedbinlik, kötümserlik.

(24) Kâbus; Karabasan. Sıkıntılı, korkunç olayları ve bu yüzden gerilim ve bunalımları kapsayan düş. Bir kimsenin içinde bulunduğu karmaşık, sıkıntılı ruh durumu.

(25) Cuk Diye Yerine Oturmak (Aşığı Cuk Oturtmak);  İşi çok olumlu bir şekilde almak, yapmak. Aşık kemiğinin dik duruşunu ifadelendiren bir deyim olmakla birlikte, tam yerine rast gelmek anlamında kullanılan bir deyim.

Cuk Oturmak; Tam yerine denk (rast) gelmek, uygun gelmek, yakışmak.