Bilmem, benim dışımdaki insanlarda da böyle karabasanlar(1) gibi rüyalar olur mu? Bir sefer, iki sefer, neyse ne de bazen arka arkaya her gün, bazen ayda yılda bir, üniversitede bir sömestre kaybetmeme neden olan dersten tekrar ve tekrar sınava girdiğimi görürüm rüyalarmda.

Tesadüf! Her seferinde de başarısız olurum. Hiç alâkası olmayan, görüp-bilmediğim, sarı saçlarını gözleri önüne dökmüş, ikide bir gözlerinin önünü açma gayretinden sıkılmayan asistan bir kız görürüm sözlü sınav yapan profesörün yanında.

Ben ona, onun hareketlerine dalarken profesör sorar, bende cevap; “Tın-tın!” ve haydi hayırlısıyla bir sonraki döneme devir ve yine yeni başarısız sınavlar...

Telâşla uyanmak isterim, sanki gördüğümün rüya olduğunu bilir gibi. Uyanamam, “Arkası yarın” modunda bir gazete öyküsü, fotoromanı veya televizyon dizisi gibi devam eder halüsinasyonlarla(1) rüyam.

Ertesinde bu kez(ler) asker olarak görürüm kendimi, Sonsuza değin sınavlarla boğuşacak değilim ya! Üniversitenin de, profesörün de, o sarışın gestapo(1) kılıklı, despot(1) asistanın da tahammüllerinin bir sınırı vardı, hatta devletimin de...

Benim tahammülümün sınırlarından bahsetmek abes. Devletim ensemden tuttuğu gibi asker eder beni, er, yani düpedüz askerdeki er olarak...

Ve mektup gelir bana, nöbetçi subay tarafından açılmış. Alırım, nedir, kimdendir, zarfın içinden de o mektup olan kâğıdı çıkaramam bir türlü. Profesörün yanındaki asistan şekillenir, kâğıt yerine zarftan, gülümseyerek, “Ya sev, ya terk et!” modunda gibi.

Ancak yaşamda hiç karşılaşmadığım, karşılaşma umudumun bile olmayacağını sandığım bir sarışındı o. Üstelik söz aramızda, hiç de ısınabileceğim biri tavrında olamayacağım, sevebilme imkânını yaşama ihtimalim olmayacak biri idi...

Sabah olur, uyanırım, bir sonrasında aynı rüyanın tekrarlanacağından emin gibiyimdir, kadraja(1) sığdırılan tek bir kare bile artmaksızın, eksilmeksizin. Annem, merak eder sorar, mahmur gözlerimi açmakta zorluk çekerken. “Hiç!” olur cevabım, ortadaki “i” harfi uzayarak.

İlk bölümünü defalarca anlattığımı, ikinci bölümünü ise neden anlatmaktan çekindiğimi, niye kendime sakladığımı düşünürüm. Annem her seferinde, sanki ilk kez duyuyomuş gibisine; “Hayırdır inşallah!” der, “Gene aynı rüya…” dememe aldırmaksızın.

Gerçekte futbol ve gördüğüm rüya ile hiç ilgisi olmayan, şu anda adını bile içtenlikle hatırlamadığım bir kız arkadaşımla gönül ilişkim nedeniyle tahsil hayatımda bir sömestre kaybım olmuştu. Ama o kadar işte...

Özellikle annemin ulu destekleri, rahmetli babamın öneri, tavsiye ve tembihleri ile kısa bir süre içinde kendime gelmiş, bir sonraki dönem mezun olmuş ve yedek subay olarak babama gözüktükten sonra, babamı yitirmiştim.

Tanrının biçtiği ömür için bir şeyler söylemeye hakkım yok, annem için de, benim için de babam, yaşayacak kadar gençti daha. Emekli bile olmamıştı öldüğünde. “Erken kalkan yol alır!” tezahüratlarında erken evlenmiş, nedenini bilmeye hakkım olmadığı için tek çocuk olarak yaşama karışan, ailenin tek kıymetlisi idim ben.

İlerleyen tarihlerde annem de benim gibi memur olmuştu! Askerlik sonrası gittiğim ile taşınmıştı o da. Ama ne taşınış? Evdeki toplu iğne dâhil, tüm eşyayı toplayıp evini ve eşyaları paketlenmiş olarak yerli yerinde bırakarak, bir akşamüzeri; “Ben geldim!” demişti.

 Hemen ifade etmeliyim ki; “Evim, evim, arkadaşlarım, komşularım, memleketim!” şeklinde bir saplantısı olmaksızın beni ziyarete geldiğinde, bir pansiyon odasında yaşadığım rezaleti görüp yalnız kaldığı ilk anda, bir apartman dairesi kiralamış ve benim için tüm ilkelerinden vazgeçerek bir anneye yakışan tüm fedakârlıkları yüklenmişti.

Yaşadığımız, doğup büyüdüğüm şehirdeki evi de kiraya vermişti. Aldığı kira ile oturduğumuz evin kirası neredeyse birbirine eşit gibiydi. Eh oturduğumuz evin kirasına biraz eklenti, az birazcık da olsa aidat, yönetici, görevli gideri gibi konular için takviye yaptığımızı(2) söylemem de zaruret değil.

Çünkü yufka yürekliydi(3) annem, şehirdeki evi babamın akrabalarından birine kiralamıştı, aleyhimize fark da o nedenle oluşmuştu!

Yaşam, insanın izin verdiği kadarıyla tesadüflere gebeydi. Oturduğumuz apartmanın diğer dairelerinden birinde, daha önce kendisini hiç görmediğim bir genç kız Gıda Mühendisi olarak üniversiteden mezun olmuş, ancak iş bulamamıştı.

Daha doğrusu iş bulmuş, ama herhangi bir nedenle beğenmemiş değil, anne ve babası dış illerden birkaçında bulduğu işler için gitmesine, yalnızlığına, ya da kendilerinin yalnızlıklarına onu mecbur ve mahkûm ederek rıza göstermemişlerdi, tek kızlarının hasretliğine dayanamayacakları, hep gözlerinin önünde olmasını istedikleri için.

Nerede annemin tavrı, nerede onlarınki? İlerilerde bir eloğlunun kızlarını kapıp götüreceği endişesini yaşamıyor olsalar gerekti!

Ancak onunla ilgili ilişkim bu nedenle değildi. Benim çevrem, mesleğim ve aynı apartmanda oturuyor olmamız nedeniyle kendisine iş bulmam konusunda yardımcı olup olamayacağımı sormak için bir bakıma anne-kız baskın gibi gelmişlerdi evimize, misafir gibi.

Çok gençti, güzeldi, edepliydi, terbiyeliydi ve en önemlisi benim asker mektubumdan gülümseyerek çıkan, sınavda profesörün yanında oturarak beni çileden çıkaran neredeyse tamamen benzeri olandı,  asistanın sadece sarı saçlarıyla hiçbir ilintisi yoktu.

Bir de dudaklarının şeklinden bahsetmesem olmaz, “Kelebek dudaklıydı” diyebilirdim, nereden, niye ve neden esinlendiysem?

Ayrıca o sarışının kısıtlı yüz güzelliğine karşı gerçekten güzeldi ve asistan mağrur görüntüsüyle bana “Sen” derken bu genç kız “Ağabey” demişti.

“Tamam, çevrem var, araştırırım, ama söz vermiyorum. Diplomanın fotokopisini, CV’ni(1) hangi sınavlara girip hangi sonuçları aldığına dair bilgi ve belgelerini bana ver ki ben de araştırmalarım konusunda cesur ve başarılı olabilip, imkânlarımı kullanabileyim.” dedim.

Daha yatmama fırsat kalmadan, zili çalmaktan çekinerek olsa gerek, parmak uçlarıyla kapıyı tıklattı genç kız. İstediklerimi bir poşet halinde uzatırken, belki yaşlılığımın delili gibi elimi öpmüştü.

“Sağ ol ağabey, ilgilenmeniz bile benim için devlet. Bu sessiz halimde gerçekten bana uzatılan bir ele ihtiyacım vardı. Söz vermemiş olsanız da, benim için araştırma yapmaya gayretli olacağınızı söylediğiniz için Allah sizden razı olsun!”

“Büyütülecek bir konu değil. Eğer başarılı olursam, o zaman teşekkür edersiniz, ben de memnuniyetle kabul ederim. Anlaştık mı? Hadi bakalım güzel abla şimdi hemen uyumaya...

Ayrıca meraklarını, çabalarını, hobilerini de öğrenmem gerek. CV’ni ve verdiğin belgeleri inceledikten sonra seni değişik bir ortamda sınavdan geçirsem de fena olmayacak! Yer, saat ve günü sen seç…”

Değil mi ya? Mademki komşuluk hatırıyla kefil olarak ona iş bulacağım, o zaman oturup-kalkması, terbiyesi kısa süreli konuşmamız dışında bilmem gereken şeyler vardı; itiyatları(1), yetenekleri, sosyal ve hatta (varsa) siyasal eğilimleri, arkadaşları, pek gerekli gibi görünmese de geçirdiği hastalıklar, ameliyatlar, irsiyetten(1) kalıntıları...

Bir iş vaadi için bu kadar çok şeyi öğrenmem şart mıydı? Hem nedendi? Tüm bu bilgilerin CV’sinde yer aldığını bilmeyecek kadar bilgilerden bihaber, gabi(1) miydim?

İnsanın gözlerinin fal taşı gibi açılmasının(2) özel bir anlamı olsa gerekti! Çünkü uygun bir zamanda okumak yerine genç kızın verdiği belgeleri hemen okumak için yatağımın üzerine bağdaş kurmuştum.

Gerçekten karşımdaki, kendisini harikulade yetiştirmiş bir genç kızdı. Bilgisayarı, iyi bir lisan bilgisi, bir de iddialı olmadığı bir başka lisan, referansları(1), cep telefonu numarası, adresi ve neyi öğrenmeyi arzulamışsam, hepsi...

O gece ne sınav, ne o asistan, ne de asker olmam yer etti rüyamda. Nadir gecelerden farklı rahat bir gece geçirdiğimi söyleyebilirim...

Geçen on-on beş günlük süreye sıkışan iş-güç-dünya telâşı ve bir araştırma yapamamış olmamın hüznü incitiyordu beni. Yasak savmalıydım(2), cep telefonundan aradım onu.

“Mukaddes, güzel abla, ben Muzaffer ağabeyin...

Henüz iyi ya da kötü bir haber veremiyorum. Sınavın için CV dışında bilmem gereken iki konu daha var, geçerli ve gerekli müdafaanı yapabilmek için…

Eline bir öykü kitabı al, içinden istediğin bir öyküyü diksiyonunu(1) gözlemlemem için seç, oku ve sonra bana anlat. Daha sonra İngilizce bir metin...

Ancak ezberleme. Bir üçüncüsü ise karşılıklı konuşmamız, ağabey-kardeş gibi, rahat, hatta bacak bacak üstüne atarak...”

“'Tüm dediklerinizi yaparım, ama saygım ayak ayak üstüne atarak konuşmamı engeller. Kitapları verirseniz, hemen ya da akşam geldiğinizde sizden alırım. Satın al derseniz de, sizinle gitmeyi düşünürüm kitapçıya…

Hem bu Cumartesi günü bize buyurmaz mısınız? Size çay yaparım, belki kurabiye de yaparım. Övünmeyeceğim, annem gibiyim ben, hamaratlıkta(1) ve maharette(1). Yer-içer kanaatinizi söylersiniz, ben de kabul ederim!”

Teşekkürümün kabul olarak iadesi gibiydi sözleri...

Cevap vermem gerekliydi;

“Peki güzel abla, iş yerimde öğlenleri can sıkıntısı ile boş vakitlerimi değerIendirdiğim kitaplarım var, ama beraber olarak dilediğin bir kitabı alman beni daha çok memnun eder, belki bakarsın senin kitabını okumak için borç olarak alabilirim!”

Her ihtimale karşı kitaplarımdan birkaçını hazırlamıştım, akşama götürmek üzere. Ancak ismini söylemek yerine neden “Güzel abla” demekteki ısrarıma akıl erdiremiyordum.

O gece rüyam tekrarlandı yine, birkaç farkla. Sınavdaki “Sen” diyen sarışın asistan yerine profesörün yanında oturan Mukaddes’ti. Ve Profesörün yerine “Adınız ne?” gibi basit sorular sormayı yeğlemiş ve aldığım not ile sınıfı geçtiğim için de tebrik etmişti. O gece asker mektubundan gülümseyerek çıkan da o idi. “Hayırdır inşallah!” nidalarıyla ayaklanmama neden olan.

Saklandım, “Aynı rüya” dedim, anneme, sakladığım bölümüne öncesinde de olduğu gibi hiç dokunmadan.

Karmakarışık duygular ve düşüncelerle büroya gittiğimde beni bir sürpriz bekliyordu.

Yılların emektarı daktilograf Âfet Abla bilgisayar teknolojisine alışamamıştı. Aşırı oranda bozulan gözleri nedeniyle arpayı; arsa, fonu; don, herkesi; herkez (her kez), birçok, birkaç gibi kelimeleri ayrı yazıp, dahi anlamındaki “da” hecesini bitişik yazdığından, noktalama işaretlerine önem vermeksizin kendiliğinden noktalama işaretleri icat ettiğinden ve daha sayılması mümkün olamayacak birçok sebeplerden dolayı yapılan tenkitlere üzülmüş, emekliliğini istemişti.

“Sabret! Yerine birini buluncaya kadar gitme!” diyen müdürümüze cevabı; “Peki, madem!” demek olmuştu. Körün, araştırmaya dahi imkân bulamadan aradığı tek gözdü, Tanrı bağışlamıştı iki göz…

“Üniversite mezunu bir daktilograf düşünür müsünüz acaba müdürüm?”

“Belgeleri uygunsa neden olmasın? Ancak biliyorsun, başlangıç olarak ona üniversite mezunu gibi kadro vermemiz mümkün değil. Asaleti tasdiklendikten(2) sonra, ölmez sağ olur, başınızda kalırsam, yasaların verdiği tüm imkânlardan faydalanması için gayret gösteririm. Kimmiş bu genç, bakalım? Akraban mı?”

“Sayılır! Başlangıç olarak maaş da önemli değil onun için. Sadece küflenmekten, bildiklerini unutmaktan çekinen, devletine, milletine bilgileriyle yararlı olmayı düşünen bir genç kız. Hem kendisine kefil olacağım!”

“Başka?”

“Ne gibi müdürüm?”

“Birileri kulağına; ‘Bekârlık sultanlık değildir!’ demiş olmasın? Annen de, sen de yalnızsınız, neden yakışmasın ki?”

“Müdürüm, isterseniz teklif ettiğim için pişman etmeyin beni. Nasıl olsa genç kızın haberi yok, ben konuştuğumuzu unuturum, sizden de istirhamım(1) konuştuklarımızı unutmak için gayretli olmanız!”

“Tamam! Hemen gücenip celâllenme(2)! Bu konuşma yapılmadı, sen o genç kızı hemen yakın bir zamanda getir, göster bana!”

“Pazartesi burada olacak müdürüm!”

“Peki! Hemen başlar mı göreve? Çünkü Âfet Hanımı zapt etmek biraz zor gibi görünüyor bana!”

“Sanırım müdürüm!”

“Usulen sınav yaparız. Geçici işçi statüsünde asgari ücretle çalışır, sonra yazışmalarla kendi kadrosunun yerine, daha sonra da diploması ve mesleği ile uygun bir yere yerleşir artık. Biraz zaman gerek yani!”

“Paranın önemi yok, demiştim. Genç kız, zaman içinde tahammüllü olur sanırım!”

Perşembenin gelişi Çarşambadan, galiba Pazartesinin de gelişi Cuma akşamından en geç Cumartesinden belli olacak gibiydi.

O gece, belki de haddim olmayan(2), bana belki de mecburen saygı gösteren genç kızı rüyamda gömemek için uyku tutmadı gözümü. Rüyamda görmeye, hele ki sarkıntılık olarak yorumlanacak bir davranışa hakkım olmadığının bilincindeydim. Karşının iş ihtiyacı, yaş farkı, komşuluk hukuku ve en önemlisi saygı...

Cumartesi iyi bir sınav günü oldu. Beraberce aldığımız kitabın seçtiğim bir bölümünü okudu, noktalama işaretlerinin tümüne dikkat ederek, ses tonunu ayarlayarak. Öyle ya; “Oku, baban gibi eşek olma!” demekle “Oku baban gibi, eşek olma!” demek arasında dağlar kadar fark vardı. Sonra öyküyü özetledi.

Aynı konuyu İngilizce dersinde de tekrarladı, sanki benim İngilizcem çok iyiymiş de! Bilemediğim bazı kelimelerin Türkçelerini içtenlikle öğretme gayretinde oldu çünkü.

En sonunda gözlerini kırpıştırarak;

“Bir de sürprizim var öğretmenim!” dedi, tarihin 10 Kasım olduğu aklımdan çıkmış olsa gerekti. “Atatürk'ün Kağnısı(4) ve ardından da “Nöbetçi Millet(5) şiirlerini okudu kâğıtlardan, coşkunlukla.

“Allah bilir ezberlediğin, dizeler halinde kendi şiirlerin de vardır!”

“Var, ama genç kızların rüyası, size okuyamam, utanırım!”

“Hiç olmazsa bir tanesini…”

“Kısa, çok kısa, başlığı ‘Sevinç’ ve kendisi; ‘Bana bir mektup geldi / İçinden ben çıktım(5).’ şeklinde.”

O da mı rüya görmüştü aynen? Neden mektuptan bahsetmişti ki durup dururken?

“Dalgınlaştın ağabey?”

Sorar gibiydi, nasıl ve neden derdim ki;

“Rüyamdaki mektuptan çıkan sendin, hem de kısa bir zaman içinde, hem de her şeyi altüst ederek, dünyama egemen olmak istercesine.” diyerek selden kütük kapma çabasındaki avanta hesabı yapan bir budala gibi...

Ve bir insan beyninde kurgulayıp yaşatsa da, gerçekleşemeyecek hayaller peşinde koşmayı düşünmemeliydi bile.

“Söz değil! Pazartesi beraber gidelim iş yerime. Taş atıp da kolumuz mu yorulacak? Bakarsın duaların kabul, belki de benim çabalarım sonuca ulaşmış olur. Mesai sabah sekizde başlıyor, ona göre hazır olursun artık ve ne çıkarsa bahtına!”

“Sahi mi ağabey?” diyerek ardılırken ayağı halıya takıldı, düşmemeye çalışırken masadaki çay bardağı düşüp kırıldı, kendisini ancak tutabildim, kucağıma yüklenirken ve nefeslerimiz karışırken, Allah'a şükrederek. Çünkü ne bardağın kırıklarına basmış, ne de sıcak çay çıplak ayaklarına dokunup yakmıştı. Kucağımdan inerken mahcup(1) gibiydi;

“Bağışla ağabey!”

“Sana bir şey olmasın güzel abla! Ama bir dahaki seferlerde sevincini bu kadar abartma, istersen!”

“Söz...” dedikten sonra duraladı az bir süre ve devam emek zorunda hissetti kendini;

“…veremiyorum ağabey!” dedi sarılıp elimden öptü, beni kapıya kadar takip ederken.

Annesi ve babası da peşinden ona katılırlarken içimden geldi, her ikisinin de ellerini, Mukaddes'in alnını öpmek ve sözlerim sanki hazırlıklı gibiydi;

“Umarım her şey gönlümüzdeki gibi sonuçlanır!” dediğimde...

Sabah yedide kapımdaydı. Adı çıkmış kadınların gecikmeleri üzerine. Henüz tıraş olmuş, kahvaltımı etmiş, giyinme moduna girmek üzereydim. Annem kahvaltımı hazırlamış, namazını kılmış, yatmıştı yeniden, top patlasa uyanamayacak kadar derindi uykusu, ezanlar haricinde. Bu nedenle ne kapının tıklatılmasından, ne de Mukaddes’e “Gel, otur, iki dakika!” dememden haberdar olmuştu...

“Yaşamımdaki ilk heyecan...

Elimden tut, ilkokula başlayan çocuğu babasının elinden tutuşu gibi. Sonra da ilk derse beraber girelim…”

Elini tutarken sesli düşündüğümün farkında değildim.

“Güceneyim mi, sevineyim mi, bilemedim güzel abla!”

“Ne gibi ağabey?”

“Bir baba kadar yaşlı olmaktan üzüldüm, gücenmek(2) geçti aklımdan, ama değil, bana sığınmak istemen mutlu etti beni, sevindim...”

“Tamam ağabey, bir daha üzüp gücendirmeyeceğim seni. Ama tek şartım var, eğer kabul edersen…”

“Neymiş o güzel abla?”

“Kendinizi rahat hissettiğinde, karşılaştığımız ilk andan beri tüketmediğinizi gördüğüm mahzunluğunuzu anlatmanız, eğer sır değilse...

Ve size eğer teselli olabilecek cümleleri sıraya dizebilirsem mutlu olacağımı bilmenizi istiyorum...”

Şapşallık, ya da benzeri dangalaklıklar parayla olsaydı, herhalde oldukça zengin biri olurdum ben. Çünkü;

“Buyurun Müdür Bey! Size belgelerini verdiğim Mukaddes Kardeşim bu. Artık eti sizin, kemiği benim!” demek gafletini takdim gibi bir garabeti yaşamıştım, babasının kızını ilkokul öğretmenine teslim edişi gibi şaşkınca.

Odama yöneldim. Aradan geçen zamanın farkında değilim. Bir saat, iki saat, belki de daha fazla...

Odamın kapısı açıldı;

“Burası da Muzaffer Ağabeyinin odası...

Belki ilerilerde sana da bir masa koyarız buraya, ağabey-kardeş beraber çalışırsınız!” derken sırtını Mukaddes'e dönüp gülmemek için kendini tutar gibiydi.

“Muzaffer Bey, Mukaddes kızımla konuştuk, anlaştık, hemen göreve başlaması için mutabık kaldık(2). Yerini gösterdim, Âfet Abla bugün itibariyle izine başlıyor, iznini bitirince de emeklilik dilekçesini verip ayrılacak, görev artık Mukaddes’in. İlk angaryayı da gönüllü olarak yüklendi. Âfet Ablanın emeklilik törenini o hazırlayacak. Bir itirazınız olmaz, hatta belki de yardımcı olursunuz, değil mi?”

“Ne demek itiraz Müdür Bey? Bu, kendisinin hayatı, okumuş, aklı başında, sağlam referanslı, kendisi ayakları üzerinde duracak ve kendi başına karar verecek yetenek ve bilgi birikimi var…

Ben ‘Ağabey’ dediği bir komşusuyum sadece. Neden itirazım olsun ki? Yardım dilerse tabiidir ki her zaman hazırım, ‘Uzat elini!’ derse, elimi uzatırım. Ancak şu anda bir kısım şeyleri ailesine danışmasının yararlı olacağını söyleyebilirim sadece…”

“Konu anlaşılmıştır. Ancak bugün öğle yemeğine sen çıkaracaksın kızımızı. Artık ağaların, yani ağabeylerin eli tutulmadığına göre...”

“İşe o başlıyor, yemeğe ben çıkarıyorum, haksızlık değil mi bu?”

“Hanımlar yarınlarımız, her zaman, her yerde ve her konuda öncelikleri, kibar insanların da onlara saygıları vardır. Dur bakayım, teyzenize telefon edeyim, beni öğle yemeğine beklemesin, yani bu benim tarafımdan izin almak oluyor, kötü örnek olarak gözüksem de, ben de size katılayım!"

“Başımın üstünde yeriniz var Müdürüm. Hem acemi bir memurla beni baş başa bırakmayacağınız için teşekkür ederim size!”

“Sana yakışmadığına inandığım bir düşünceyi bana ait olmayan bir sözle açmak istiyorum. ‘İlkellik; gereken yerine gereksizi yeğlemektir(6) Çünkü aynı dairede çalışıyor olacaksınız. Zaten aynı apartmanda oturuyorsunuz. Birinizden diğeri istemese de aynı yolu paylaşacaksınız bundan böyle...

Bence ilkellik yerine ilk günden acemi diye aşağılamaya çalıştığın güzel bir kıza yol göstermek için gayretli olsanız, daha iyi olur demek geçiyor içimden. Gene de karar ikinizin tabii. Her neyse! Çıkmadan iki dakika önce haber verirseniz ellerimi yıkar, size yetişirim. Başarılar ve sağlıklı günler gençler!”

Mukaddes, yerine geçmeden evvel sarılıp elimi öperken;

“Müdür Ağabey saçmaladı galiba biraz, düşünmenin düşünen kişiyi değiştirdiği gerçeğinden(7) habersiz galiba. Sağ ol ağabeyim! Binlerce, milyonlarca, düşündüğün, istediğin kadar sağ ol!”

Nedenini kendime karşı dürüst olmam gerekliliği ile gizlemeden, saklamadan, şapşal bir durumda ulaştım müdürün “İki dakika” dediği zamana, bir anda yokluğunu fark ettiğim beyinsizliğimle, dalgın.

Müdür; “Uzun zamandır İskender kebap yememişti...”

Neredeyse mesaiye geç kalacaktık, biz kebaplarımızla doyunmuş, onun bitirmesini bekliyorduk. O konuşmuş, biz dinlemiştik, usulen değil, mecburen! Bildiklerimizi tazelemiş, bilmediklerimizi anlatmıştı, üstelik bilgilerine güvenerek aşağılar gibi kulaklarımızın pasını silerken!

Ben bile o kadar çok şey bilmediğimi öğrenmiştim ki unuturken, Mukaddes’e acıyordum; “Vah garibim!” diyerek. Mukaddes bir de unutmamak için gayretli olmayı dener, öğendiklerini var gücüyle zihninde tutmak için direnirse ve dahi daha sonra müdürün anlattıkları konusunda sınava çekilebileceğini düşünürse, “Yandı gülüm keten helva!(8) hem de daha ilk günden. Çünkü “Felâket geliyorum!” demez, fark etmeksizin gelip tepene binerdi ki, sonrasında; “Geçmiş ola!”

Akşam gelmek, ya da olmak bilmedi, durgun düşüncelerimde, bir nokta(9) kadar bile kalem oynatmaksızın, bir şeyler bilmeksizin.

Oysa bir noktanın ne kadar değerli olduğunu en iyi bilenlerden biri bendim, hele ki şu anlarda...

Sonra “İyi akşamlar!” dilekleri ulaştı kulağıma, akşam nihayet olmuştu ve ben bu akşam nedense “Abbas'la beraber olmak(10)” istiyordum, “Akşam olmuş(11)” diyerek. Sanırım, hak etmediğimi düşünmek için bile mazeret üretmeğe çalışmamın mümkün olmadığı duygularımı irdelemek(2) için saçma gibi görünse de buna ihtiyacım vardı sanki.

Yerimden kıpırdamaksızın, dâhilîden telefon ettim, avuçlarımda sıcaklığını(12) hissetmek istercesine, bencilce...

“Evet, mesai bitti... İstersen yolu öğretmek için yeniden önderlik etmeğe gayret ederim!”

“Ağabey... Birincisi; yaşamımda bugüne kadar hiçbir işimi yarım bırakmadım, okulda çamaşırlarımı yıkadım, derslerime çalıştım gece yarılarına, sabahlara kadar. Şimdi elimde son olarak hazırladığınız ön inceleme raporunuz var, bilgisayara yüklemeye çalıştığım. Bitirmeden şuradan şuraya kıpırdamam. İkincisi yolu öğendim, biliyorum, beni yanınıza yakıştıramıyorsanız siz gidin, ben gelirim!”

“Kurttan, kuştan korkmam, başımın çaresine bakarım mı, demek istiyorsun, daha ilk günden? Dur, cevap verme! Yanına geliyorum, yazılarımı ben daha iyi okurum, sen de yazar, çabuk bitirirsin böylece. Eve de bu ilk gün beraber döneriz, ondan sonra sen sağ, ben selâmet, gönlünce hareket edersin. Cevabını almak ve yardım etmek için yanına geliyorum hemen!”

Yanına ulaştığımda ilk sözü;

“Tamam değil ağabey, kurda, kuşa yem olmak istemiyorum Korunağım olmaya devam etmeni diliyorum, sığınağım olmanızdan memnunum.”

“İlk günün heyecanı, işe yarıyor olmanın dürüstlüğü, eve huzurla dönecek olabilmenin mutluluğu…

Neyse, durulur, sonra kendi hayatını yaşarsın güzel abla! Şimdilik peki! Haydi, yardım edeyim, çabuk bitirelim raporu. Sanırım, evine haber vermiş olsan da, daha ilk günden evine geç kalma! İlk günden, ben de günün mana ve ehemmiyetine uygun olarak senin yüzünden fırça yemeyeyim annemden ve ailenden.”

Ses çıkarmadı, gülümser gibi yaptı, müsveddelerimin birkaç sayfasını elime tutuştururken, yazma moduna girdi...

Bitirdi, bir kopya aldı flash bellek’e(3).

“Belki akşam, vaktinizi değerIendirmek için mutlaka var olduğunu düşündüğüm bilgisayarınızda meşgul olmak istersiniz, yanlış, ya da eksiklerimi tamamlamak, ya da kendinizin daha iyi bir şekilde tamamlamak istediğiniz bölümler için...”

“Yani, her şey tamam, bir de ev ödevi yükleniyorum, öyle mi?”

“Aceleniz olabilir, diye düşünmüştüm. Evde açık zihinle, işle ilgili düşünceleriniz, telefonlarınız falan olmaksızın daha rahat ekler, çıkartır, noktalar, virgüllersiniz diye geçirdim aklımdan. Affedersiniz ağabey, daha ilk günden sizi yönlendirmek istercesine düşüncelerim için kendimi ayıplıyorum...”'

“Güzel, küçük abla, iyi düşünmüşsün. Böyle güzel bir ablanın diline acı biber sürmek gibi yanlış sözlerinin olmasından dolayı, ben seni ayıplıyorum. Haydi, yürüyelim beraber. Bugün ve bu akşamdan sonra başının çaresine bakarsın artık!” dedim, sanırım aşırı istek kokan bir bencillikle.

“Yani, yarından sonra kuşlar, kurtlar ne yaparlarsa yapsınlar bana, öyle mi? Korunak görevinizden istifanızı kabul etmiyorum. Tahammül edebildiğiniz kadar sığınmaya devam edeceğim. Elini tutacağım!"

“İhtiyaç duyuyorsan tut!”

Ses çıkarmaksızın elimi tuttu ve tutmaya devam etti yol boyu. Sıcaklığını hissettim avuçlarımda, Abbas’la görüşme arzum ile ilgili düşüncem için ne yapacağımı bilmeksizin, ikilem(1) içindeydim.

Alışılmadık kalçada don durmazdı(13)! Evet, hacı olmayı dört gözle bekleyen annem, günlerden bir gün elini masaya vurmuş ve;

“Ben sağken bu eve içki girmeyecek, izin vermem, analık hakkımı helâl etmem, mezarıma gelme!” ve benzeri aşağılayan tüm kahırlı cümleleri arka arkaya sıralamıştı. Aslında 10 Kasımlarda, dini bayramlarda, kandillerde, ramazanlarda da böyle bir âdetim(1) olmadığı gibi, “Canım çekti(2), şu gün felekten bir gece çalayım!(14) gibi düşüncem de olmazdı, eş-dost, düğün-dernek, hoş geldin- güle güle, asker uğurlaması senaryoları dışında...

Arna onunla geçirdiğim bu ilk gün başka idi. Bazı şeyleri düşünmeye bile hakkım olmadığını, olmayacağını düşünmek gibi. Bu nedenle; “Bu akşam bütün meyhanelerini dolaşmak istiyordum şehrin(15). Annem için yalanım hazırdı; “Gece Denetlemesi” mecburiyetim olacaktı!

Da...

Peki, ev ödevi veren, eve yönelişimizden beri elimi bırakmayan, sıcaklığını yaşadığım Mukaddes için nasıl bir yalan hazırlayacaktım ki?

Mukaddes tekrarlamam gerek ki; gençti, güzeldi, akıllıydı ve zekiydi, bana göre! Üstelik benim yaşıma gelince her konuda üstat, yetkili, uzman olacaktı, eminim. Bense jilet olmaya mahkûm bir gemi hurdası olarak kim bilir hangi iskelede demirli, ya da hangi bir derinlikte balık yuvası olacaktın, bilemiyorum…

Sonralarda, daha ne kadar sonralarda bilmemin, hatırlamamın mümkünsüz olduğu günlerden bir gün...

Sıkı sıkı tutuyordu elimi. Dalgın düşüncelerime aldırmaksızın, bilmeksizin, kimin kimi sürüklediğinin kararsızlığında fırına sürükledi beni ve;

“Bu akşam kandil olduğunu biliyorsun herhalde!” dedikten sonra elimi bırakmaksızın tek eliyle çantasının kopçalarını açıp daha önceden hazırladığı belli olan kâğıt parayı uzattı fırıncıya.

“İki paket, onar adetlik lütfen!”

“Kim yiyecek o kadar simidi güzel abla?" dememe

“Şaka mı ediyorsun?” dercesine baktı bana,

Fark etmemiştim, annem mutlaka oruçlu idi, muhtemelen belki Mukaddes’in anne ve babası da. Çünkü benim yokluğumda dini bütün annemin müridi(1) olmuştu onun anne ve babası da, bilip öğrenmemin mümkün olmadığı, ancak öğreneceğim.

Ben de lokma tatlısı aldım, bu kez onun;

“Şekerle aramız pek hoş değildir, üstelik bunların pancar şekeri olmadığına dair de duyumum var!” deyince iki tatlı paketini de 250 gramlık yaptırdım, onun bu tehdit, öneri ya da tavsiyesine göre, tatlı satandan utanarak.

Üstelik bu farklılık meyhane tavrında ısrarcı olsam bile içki konusunda da avucumu yalamam(2) gerekliliğinin göstergesi idi. Çünkü yadsınmayacak şekilde dindar Müslüman, dinine, örfüne, karşısındakine saygı ve sevgisi bütün olan ülkemde Ramazanlarda, bayramlarda, kandillerde bırak meyhanelerin açık olmasını, bakkallarda, marketlerde bile tesadüfen(!) de olsa içki satışı olmazdı. Ya da genel istek ve görünüş itibariyle olamazdı, istersen Müslüman olmadığını ispat etsen bile.

Şişeli, ya da sallanmak gafletinde bulunan insanlar recm(2) ya da linç(2) edilmeseler bile usulünce(!) uyarılırlardı, ses çıkmaksızın, ses çıkarılmaksızın, ses çıkartılmasına imkân verilmeksizin! Bu zümre ayrıca tekrar ve tekrar uyarılırdı, kendini bilmez, ancak çok şeyi bildiğini sanan, kendilerinin dini bütün Müslümanlar oldukların zannedenler tarafından, özellikle yılbaşı denen gâvur gece ve âdetlerinde.

Doğal olarak evlenme, doğum günü, çocukların doğum günleri, evlenme yıldönümü günü gibi âdetler de, dinimiz yönünden çok, birçok yanlıştı, onlara göre... (Hey Allah’ım!)

Hiç aklımdan geçmediği halde dilimden kendiliğinden döküldü soru;

“İnanıyor musun?”

“Herkes kadar, okumadım, bilmiyorum, ama insanların Allah dediğine ben, çok büyük bir güç diyorum!”

“İşte o çok büyük güç Allah. Henüz işe başladın. Benim bu konuda seni aydınlatmam çok zor, çünkü bilgilerim kısır. Ayrıca namazda gözü olmayanın, ezanda da kulağı olmazmış…

Ben ezan sesi duyunca duraklıyor, sakin duruyorum. Ama sen sanırım ki Tanrıyı tanımadın, ya da ben öyle sanıyorum. İlerisi için senin adına iddiam da yok, ama ilerilerde mutlaka bilginin olacağına inanıyorum...

Ben biliyorum demiyorum, belki sayende ben de bilir, öğrenirim, öğrenmem gerekenleri, hacı olma arzusundaki annemin yıllardır beni etkilemeye çalıştığı gibi…”

“Sahi mi? Güç ver bana ağabey. Dinsiz, imansız, deist(1), hatta ateist değilim, ama bilmediklerimi bilmek istiyorum.”

“Eğer ailen öğretmediyse...”

“Ki demene gerek yok, öğrenmemişler, öğretmediler, öğretemediler de!”

“O halde hacı adayı annem senin ve eğer dilerlerse ailen için gönüllü olarak rehber olacaktır, inanıyorum.”

“Bak ağabey, affedersin, özür dilerim, örtün, kadın-erkek bir arada olmaz, haremlik-selâmlık, ya da kadın erkeğin elinden tutamaz falan gibi şeyler söylerse annen, ben yokum!”

“İddia ederim ki bağnaz(1) bir insan değil, örtünmenin gereğini bilen, gözle, elle, bedenle zinayı ayırt edecek kadar kültürlü bir insan annem, her ne kadar tahsil olarak bir kısım eksiklikleri olsa da…”

“Yani ağabey senin elinden tutarak zina mı yapıyorum ben, banyo mu yapacağım?”

“Yok daha neler? Sen ‘Ağabey’ dedin, sevgiyle sıcaklığını ilettin bana, bunun neresi yanlış ki? Ve Allah böyle bir kural koymuşsa ben senin günahına da, cehenneme de rıza gösteririm, çünkü gönlümdeki yerin, yasak ve günahlara önem vermeyecek kadar engin!”

“Sağ ol ağabey!”

“Sen sağ ol güzel abla!”

“Mukaddes yani?”

“Güzel abla, daha iyi, hoş, güzel ve mantıklı değil mi? Hatta güzel küçük abla?”

“Peki, öyle olsun...”

Günler geçti aradan, hep el ele. Kış gelince bir kez sekmesi, düşer gibi olması, ayağının kayması nedeniyle onu koruma içgüdüm(1), koluma sıkı sıkıya sarılması ve sonrası kolumu bırakmaması, sadece çevreden değil, gözleyenlerce de fark edilmişti. Örneğin annem ve annesi, babası tarafından da...

Annem bu konuda bir vesileyle, komşuluk hatırı sohbetinde bir anne olarak içinden geçenleri kızlarına talip olmak anlamında karşı aileye iletmişti, bilgimin mümkün olmadığı.

Bana anlattığında;

“Aklını mı kaçırdın sen anne? Genç, güzel kız! Aramızdaki yaş farkını nasıl göz ardı edersin ki?” dediğimde;

“Anne ve babasına hafifçe çıtlattım, hoş gördüler, kızın gönlünü alırsan bu iş tamam, mürüvvetini görürüz(2). Ben hacca gidip döneyim, dönünce de ne gerekiyorsa onu yaparız!” dediğinde şoke olmuş(2) gibiydim...

Hani demiştim ya; “Namazda niyeti olmayanın, ezanda kulağı olmaz!” diye. Gerçekten insanlar yanılıyorlarmış bazen düşüncelerinde. Çünkü müftülüğe gittim; “Dinimi, Kur’an’ı öğrenmek istiyorum!” diye. Bana bir sürü kitaplar ve Kur’an verdi, okunuş tarzları ve mealleri yanlarında yazılı.

Şımarıklık ettim(2), “Bir tane de ailem için!” dedim. Çekinmeksizin, anlamışçasına bir takım daha verdi aynısından “Ailem için!” üstelik “Borcun yok!” diyerek.

Mukaddes’e verdim takımın birini, diğer takımı da anne ve babasına. Biz Mukaddes’le birlikte süzüp öğrenmeye başladık annemden. Eliften, mertekten haberi olmayan(2) Mukaddes'in anne ve babası da müştereken aynı kitaplardan annemin ve tek-tük olsa da camimizin imamından; “İstemem, ama yan cebime koyun!” şeklindeki maddi olarak reddedişinde(!) öğrenmeye başladık, onların öğrenmeleri ve bizim öğrenmemiz gerekenleri.

Gerçektir ki bazı şeyleri öğrenmek gerçekten kolaydı.

Kış bitti kollarımda, yazın bile ellerimde sıcaklığını hissetmeye devam ediyordum, gönlümün tümünü zapt ediyordu bende, benimle ilgili ne varsa alarak, hatta tüketerek, kimliksiz, bencilce, ama sessizliğimde, durgunluğumda, kendinde beni, kendine hapsederek.

Ben ki eşek kadar bir adam, mantıksız bir esaret altındaydım suskunluğumda. “Gel!” dese gelemeyecek, “Git!” dese gidemeyecek gibi, ellerimde hep aynı sıcaklık, sözlerinde hep aynı dilleniş, gözlerinde hep aynı çağrı, gerekli gibi de gereksiz, beni peşi sıra sürükleyen, üstelik habersiz gibi.

Ben ki, yıllara meydan okuyan, Mukaddes’le aramızdaki farkı hazmetmekte(2) zorlanan ben, esareti kabullenme modunda değildim. Profesörün yanındaki sarışın asistan gelip beni kurtarsın dileğindeydim, ama çok çabuk reddederdim onu.

Et-kemik, kan-ilik, ekmek-su, can-ruh, yaşam-ölüm gibi ikilemlerden sadece birini seçmem gerekliliğinde ne yapabilirdim ki ben, ben başıma?..

Allah büyüktü, hem “Al aklını başına!” dercesine. Mukaddes’in daha önce başvurduğu, ancak müspet-menfi cevap vermeyen yerel fabrika “İhtiyacımız var!” diyerek onu yaklaşık iki yıl kadar sonra ve başlangıç olanaklarını sıralayarak iş görüşmesine davet etmişti.

“Git!” dedim.

“Ama sensizlik?”

“Sabahları, akşamları görüşeceğiz ya! İnşallah işin gerçekleşirse...”

“Yetecek mi?”

“Bu, senin yaşamın, başarın, istikbalin, karar vermelisin, yetmeli!”

“Hayır! Gitmem!”

“Gideceksin. Bu senin istikbalin...

Evet! Ben götüreceğim seni ve inanıyorum ki, hemen vedalaşacağız!”

“Ama müdürümüze saygım, sevgim, benim için bugüne kadar gayretleri, kadrom, teşvikleri, eleman sınıfına geçmem?”

“Mantıklıdır müdürüm, makuldür(1), hiç mi eleman yoktur piyasada asgari ücretle çalışmaya ‘Peki!’ diyecek? Bu senin yaşamın ve yükselmenin merdivenlerinin(16) ilk basamağından başlaman gerek. Çünkü seni çok seviyorum, tabii ağabeyin olarak ve yükselmen duam…

Biliyorsun; yükseklerde kartal da, yılan da olur, bir uçarak, diğeri sürünerek(16). Yaşamla dalga geçer gibi yılan gibi yükselme, yeteneklisin, güçlüsün, bilgilisin, beynin güçlü ve övünmek gibi olmasın sana daima destek olacak bir ağabeyin var yanında. Uç kartal gibi, yüksel ve kendini yükselt, seni bugüne kadar bilmeyenlere...”

“Gerçek?”

“Gerçek? Neden tersi olsun ki? Tanıdığım süre içinde, üstelik sonrası önemsiz asgari ücret dışında, çaba, gayret ve başarılarını takdir etmek dışında elinden bir şey gelmeyen müdürümün sözlerinde...

Üstelik Atatürk’ümüz ne demiş; “Yüksel yeni nesil, âti(1) ayaklarının altında... (18) Ya da benzeri bir şey...”

“Sensiz?”

“Dünlerde yoktum ben. Bugün ve bugünler senin tümüyle. Yarın, yarınlarda da ben olmayabilirim! Yaşam senin! Bana ayırdığın pay, ya da süre kadar mutlu olmaya çalışırım...”

Ayrılacak olmanın hüznüyle kapanıp bir meyhaneye, kahırlanıp belki, hem ağladım, hem içtim(19).

Sad movies always make me cry!(20) Oysa yaşamın ta kendisi idi, mutlu aşkım, “Mutlu aşk yoktur!(21) diyenin hilâfına(1).

Mülâkat(1) için süslü, şatafatlı(1), sarışın ve tam anlamıyla "Kart” bir mühendis de gelmişti arabasıyla, hatta bizi istihza ile aşağılayarak. Belli ki yılların tecrübesiyle her bakımdan yüklü olsa gerekti.

Geri çekilmeye hamle etti Mukaddes.

“Kal! Atla deve değil ki? Şansını dene! ‘Yılan da, kartal de aynı zirvede, dorukta yer alabilir!' demiştim ya hani. Bırak yılan sürünerek yükselmiş olsun, sen kartal gibi yüksel, haydi sevgili güzel benim küçük ablam…

Göster kendini, anlat karşındakilere dünyanın kaç bucak olduğunu. Ben burada bekleyeceğim seni. Sonuç ne olursa olsun, ellerinin sıcaklığını hep ellerimde hapsedeceğim!”

“Başka?”

“Ne gerekli ki başka, senden, sevginden, saygından, aynı dünyayı beraber paylaşmamızdan başka?”

“Gün 24 saat(22), sadece uyurken ayrı idik birbirimizden, şimdi belki de hiç olmayacak, belki de birkaç dakika, bilemedin birkaç saat içine sığışacak seni görmem, sen beni görmek istemesen bile. Hak buna razı gelir mi?"

“Bak Allah’ı öğrendin! Allah her şeye kadir; ‘Mevlâ'm neyler, neylerse güzel eyler!’ denmiş!”

“Peki, o duaların, deyişlerin içine Allah; ‘Mukaddes’i de Muzaffer’inden ayırma!' demeyi de sığdırmıştır mıdır ki acaba?”

“Bilmem! Ağabey-kardeş olarak vardır Tanrının böyle bir düşüncesi, Hadi sen şimdi mülâkatında başarılı ol ve bana dön!”

“Sana?”

“İstediğin bu değil miydi? Her ne sonuç olursa olsun, bana dön, çünkü insanın bazı şeylerden vazgeçmeyi düşünmesi bile yanlış!”

“Gidiyorum, dua et!”

“Benim bütün dualarım seninle(23)

Mukaddes mülâkattan çıktı, tepkisiz gibi;

“Her isteğim kabul edildi. Maaşım neredeyse dört misli kadar artacak. Üstelik başlangıçta servis araçlarından yararlanacak olsam da, bana daha sonra sıfır kilometre araba verecekler...”

“Eee! Kabul ettin, değil mi?”

“Hayır, etmedim!”

“Ne demek Mukaddes? Bu kadar iyi koşullar?”

“Sadece senden ayrı olmayı istememek kadar önemli benim için, reddetmemin sebebi!”

“Neden? Aptal mısın? Âşık mısın yoksa?”

“Hâlâ mı hissetmiyorsun? Seni seviyorum!”

“İstikbalin?”

“Önemsiz! O sensin!”

“He, deyip, ‘Şoförüm Muzaffer olsun!’ diyeydin bari!”

“Para, pul...

Önemsiz. Gönlümde sen varsın, vazgeçemeyeceğim. Varsın evimiz-barkımız, paramız-pulumuz olmasın. Eğer benimle aynı dünyayı paylaşmak istersen ben yemeğimizin tuz-ekmek olmasına bile razıyım…

Şarkının dizelerindeki gibi; sensiz bir ömür cehennem bana(24). Hissediyorum. Tanrının bizlere verdiği hassasiyeti, duyguları sen de yaşıyorsun, ama neden söylememekte direniyorsun ki?”

“Kim? Ben mi?”

“Yoo! Uzaydan gelen çömez(1) dede! Hadi, üzme beni! Üzmeyi istemediğini de biliyorum. Söyle, ilk karşılaştığımız günden beri aynı duyguları hissettiğini, beni gönlüne hapsettiğini ve elimi hep aynı sıcaklıkla tuttuğun için beni sevdiğini...”

“Gerçek...

Seni seviyorum ve benimle bir hayatı paylaşma dileğinden dolayı da mutluyum!”

“Eee? Sevdiğim insan?”

“Bu kadar aceleci olmasan, bu kadar süre ellerini tutmak dışında, diz çökmeme de imkân tanısan?”

“Evet demek için öylesine sabırsızım ki!...”

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Aşık Atmamak; Yarışmamak, Yarışma yapmamak, yarış etmemek.

Aşkla aşık atılmaz; Sözün aslı; “Âşıkla aşık atılmaz!” şeklinde olup Kanaatimce iki sözü de doğru kabul etmek uygundur.

(*) Mukaddes; Kutsal, mübarek, takdis edilmiş, muhterem, temiz, pak,  aziz, yüce. Noksanı, ayıbı, kusuru bulunmayan.

Muzaffer; Üstünlük sağlamış, düşmanını yenmiş, utku kazanmış (Zafer Bayramı gününde doğan erkek ve kız çocuklarına verilen isim).

Âfet; Güzelliği ile insanı şaşkına çeviren, aklını başından alan çok güzel, üstün kadın. (Afet; Çeşitli doğa olaylarının sebep olduğu yıkım, kıran, çok kötü büyük felâket, belâ, musibet…)

(Her üç isim de yaşamımda yer alıp rahmetli olmuşlardır, saygıyla anıyorum).

(1) Âdet; Töre. Bir topluluk içinde öteden beri uyulan ve uygulanan kural.

Âti; Gelecek.

Bağnaz; Bir düşünceye, bir inanışa körü körüne bağlanmış olma. Bir öğretiye, bir dine, bir kimseye, bir şeye çok aşırı ölçüde, coşku ve tutkuyla bağlı olup başka hiçbir düşünce ve inanışı kabullenmeyen mutaassıp, fanatik.

CV; Curriculum Vitae kelimelerinin baş harfleri olup “Çerçevelenmiş Hayat” anlamındadır. Günümüz Türkiye’sinde İş başvurusunda bulunan birinin eğitim, deneyim, tecrübelerinin, nelere yetenekli, nelerde becerilerinin ve deneyimlerinin olduğunun gösterildiği belge. Özgeçmiş, kısa bir yaşam öyküsü (hal tercümesi= tercüme-i hal)  anlamındadır.

Çömez; Eskiden medreselerde, müderrisin hizmetine bakan ve ondan ders alan öğrenci, normalde birinin kendi işini öğreterek yetiştirdiği kişi anlamında olmakla birlikte, bugün için (kaba anlamda, belki de argo olarak) aşağılar tarzda bir şeyler bilmeyen kişiler için kullanılan acemi, çaylak, henüz bir şey bilmeyen anlamında bir kelime.

Deist; Deizm yanlısı. Yaratıcı bir güç inancı olan, kehanet, mucize vb. şeylere inanmayan mantıksal yaklaşım sahibi (Deizm; Bütün dinleri reddeden, Allah’ın (Tanrının) varlığına inanıp Tanrının  dünya ve evrenin işleyişine karışmadığını iddia eden, din, peygamber, kitap, ahiret, melek vb. kavramlarına iman etmeyen inanç şekli. Akıl yoluyla her bir konun çözümünü bulamayan inanç).

Despot; Buyurucu, azarlayıcı, cendereye koyar gibi sıkan. Bir ülkeyi baskıya, zora dayanarak tek başına yöneten kimse, diktatör. Her istediğini ve dilediğini yaptırmak isteyen. Zorba. Tiran.

Diksiyon; Seslerin, sözlerin, vurguların anlam ve heyecan duraklarını, açık ve anlaşılır şekilde kurallarına uygun olarak söyleme biçimi, kısaca düzgün söz söyleme sanatı.

Gabi; Anlayışsız ya da anlayışı kıt, zekâ yoksunu, kalın (odun) kafalı, ahmak, budala, anlayışsız, bön, gerzek, geri zekâlı.

Gestapo; Almanya'da Hitler zamanında kurulmuş gizli polis teşkilâtı. (Öyküde aynı gestapolar gibi zulmeden anlamında kullanılmıştır)

Halüsinasyon; Bir his organını uyaran hiçbir nesne veya uyarıcı olmaksızın beynin yarattığı hisleri, hayali varlıklar görmek, olmayan sesler duymak ve olmayan nesnelere dokunmak, koku almak, tadını anlamak gibi, çeşitleri olan bir rahatsızlık. Varsanım, sanrı ya da kısaca var sanma da denebilir. Çeşitleri; Görsel, İşitsel, Koku, Dokunma, Gustatuar, Somatik Halüsinasyon.

Hamarat; Ev işlerinde çalışan, çalışkan, elinden iyi iş gelen, her işte becerikli kadın.

Hilâf; Aykırı, karşıt, ters, zıt, yalan.

İçgüdü; İnsiyak. Canlıları, araya akıl ve düşünce, bilinç girmeksizin, kendilerine yararlı ve de gerekli bir takım eylemlere yönelten duygu. Bir canlı türünün bütün bireylerinde akıl ve düşünceden bağımsız olarak doğuştan gelen bilinçsiz her türlü hareket ve davranışları. Sevkitabii. Organizmayı o türe özgü olan bir amaca sürükleyen hareket, davranış eğilimi. Davranıştaki doğal ve kalıtsal faktör (Örümceğin ağını örmesi gibi). Organizmayı o türe özgü olan amaca sürükleyen hareket eğilimi.

İkilem; Dilemma. Kıyasımukassem. Değişik iki yapıda her iki durumda da doğru davranılmayacak iki olanak karşısında kalıp kişiyi, istemediği halde bunlardan birini yapmaya zorlayan durum. İki önermesi bulunan ve her iki önermesinin sonucu da aynı olan düşüncelerden birini seçme mantığı. Değişik yapıda iki öğenin birlikteliği. İki özellik gösteren durum. Bu durumlarda insan özellikle beğenip istemediği bir seçeneği seçmek zorunda kalmaktadır.

İrsiyet; Kalıtım. Soyaçekim. Çevre etkileriyle köklü olarak değiştirilmeyen biyolojik özelliklerin bir kuşaktan diğer kuşağa geçmesi, soya çekim, veraset. Bireylerin genetik yapılanması, kalıtım ve kalıtsal olarak özellik ve niteliklerin ebeveynlerden fiziksel ve zihinsel karakterlerin yavrulara aktarılması özellikleri.

İstirham; Birinden merhamet dilenme, yalvarma,  merhamet dileği, ricada bulunma.

İtiyat; Alışkanlık, huy.

Kadraj; Çerçeveleme, filmi çekilecek cismin büyüklük ve yer bakımından düzenleme işi. Fotoğrafa sığma, sığdırma.

Karabasan; Kâbus. Sıkıntılı ruh durumu, korkunç olayları ve bu yüzden gerilim ve bunalımları kapsayan düş. Bir kimsenin içinde bulunduğu karmaşık, sıkıntılı ruh durumu.

Maharet; İşi yapmakta ustalık, eli yatkınlık, beceri, beceriklilik.

Mahcup; Bir toplulukta güvenini yitiren, rahat konuşamayan ve rahat davranamayan, utangaç, sıkılgan, kendine güvenini yitirmiş.

Makul; Akla uygun, akıllıca, mantıklı, belirli, aşırı olmayan, uygun, elverişli, akla uygun iş gören, akılla kanıtlanan, sözü akla yakın.

Mülâkat; Bir işe alınacak kişiler arasından seçim yapabilmek için insanların karşılıklı olarak konuşmayla düşünce alışverişi, kişisel tanınma, görüşme, buluşma işlemi. Ancak bugünün Türkiye’sinde kısaca elemek-beğenmek üzerine kurulu torpil sistemi. Röportaj anlamına da gelir.

Mürit (Mürid); Dileyen, isteyen, talep eden, arzu eden, irade ve istek sahibi. Derviş. Bir tarikat şeyhine bağlanarak ondan tarikatla ilgili şeyleri öğrenen ve ona bağlanan kişi.

Referans; Bir kimsenin yararlılığını ve yeteneğini gösteren belge. Başvurulması gereken kaynak. Tavsiye, bonservis.

Şatafatlı; Büyüklüğü, görünüşü ve güzelliğiyle görenleri etkileyen, gösterişli, göz alıcı, muhteşem, fazla şık,  cafcaflı, iri yapılı.

(2) Asaleti Tasdiklenmek; Bir memurun aday memurluktan asil memurluğa geçişidir (Kadrolu memur oluşu).

Avuç (Avucunu) Yalamak; Beklenenin, umulanın olmaması, umduğunu bulamamak, elde edememek, umulanın ele geçirilememesi, umduğunu, istediğini ele geçirememek. Sükûtu hayale uğramak. Umulan, beklenilen bir şey ele geçirilemediğinde kullanılan bir deyim.

Canı Çekmek; İstediğini elde etmeye çalışmak. Arzulamak. İstemek.

Celâllenmek; Öfkelenmek, çok kızmak.

Eliften Mertekten Haberi Olmamak (Elifle Merteği Ayıramamak, Elifi Görse Mertek Sanmak); Cehalet içinde, okuma yazması olmamak, konu hakkında bilgi ve birikimi olmamasına karşın cahilliğine aldırmaksızın bilir gibi davranmak.

Gözleri Fal Taşı Gibi Açılmak; Şaşkınlık ve öfke gibi sebeplerle gözlerin iri iri açılması. Hayret etmek. Hayretten gözleri fırlamak.

Gücenmek; Birinin beklenilmeyen bir davranışı veya sözü karşısında kırgınlık duymak, kırılmak.

Haddi Olmamak; Bir şeyi yapmaya hakkı ya da yetkisi olmamak.

Hazmetmek; Kimi durumlara katlanmak.

İrdelemek; Bir sorunun, bir konunun, bir şeyin ele alınabilen bütün durumlarını, yönlerini araştırıp derinliğine varıp onu iyice öğrenip tanımak için zihin ve emek harcamak. İncelenmesi ve eleştirilmesi gereken konunun tüm yönlerini ayrı ayrı, birer birer tetkik etmek, incelemek. Araştırmak.

Linç Edilmek; Yargılanmadan öldürülmek.

Mutabık Olmak, Kalmak; Birbirine uymak. Aralarında anlaşmazlık olmamak.

Mürüvvetini Görmek; Evlâdının mutluluk verici günlerini görerek sevinmek. Evlâdının kendisine hizmet ve yardım etmesiyle rahat bir yaşam içinde olmak.

Recm (ya da Recim) Edilmek; Kur’an’da ifade olarak yeri olmayan, kafatasçı, gelenekçilerle, Kur’an’da belirtilen İslamı ve denilenleri savunanlar arasında zıtlık yaratan bir konu. Genel bir hukuk terimi olarak; zina yapan, erkek ve kadının her ikisinin de taşlanarak öldürülmesi anlamını taşıyan şeriat cezası. Kur’an’da recm yoktur. Asıl anlamı; Hor görülmek, yalnız bırakılmak, dövmek denebilir. Bir bakıma yasalara göre değil, kendi başına karar vermek şeklinde de düşünebilir.

Şımarıklık Etmek; Kendisine karşı gösterilen sevgiden, ilgiden, ya da hoşgörüden ya da kendisine verilen değerden yüklenerek yersiz ve aşırı davranışlarda bulunmak.

Şok Olmak (Şoke Olmak, Şok Geçirmek, Şokta Olmak, Şok Yaşamak, Şoka Uğramak, Şoka Girmek); Çok şaşırmak, şaşakalmak, beklenmedik, hoşa gidecek veya hoşa gitmeyecek bir şeyle, belirli olmayan bir zamanda karşılaşmak, şaşkına dönmek, şaşkınlıktan dona kalmak. Afallamak.

Takviye Yapmak (Etmek);  Desteklemek. Güçlendirmek. Pekiştirmek. Sağlamlaştırmak.

Yasak Savmak; Bir şeyi gereğince olmamakla birlikte şimdilik, gönülsüz olarak, hatır kırmamak için, üstünkörü bir şekilde, işe yaramaz bir biçimde yapmak.

(3) Flash Bellek; Kaynak gücü kesildiğinde bile sakladığı veriyi tutabilen, elektronik olarak içeriği silinip yeniden programlanabilen bellek türü.

Yufka Yürekli; Acıklı olaylara, durumlara hiç dayanamayan, böyle durumlara çok üzülen, hemen üzüntüye kapılan, hemen ve çok acıyan.

(4) Atatürk'ün Kağnısı;Yediyordu Elif kağnısını, Kara geceden geceden...” şeklinde başlayan Şiirin adı; "MUSTAFA KEMAL’İN KAĞNISI” şeklinde olup şairi; Fazıl Hüsnü DAĞLARCA'dır.

Nöbetçi Millet; “Bir dilim ekmek vermesinler elimize; Yer sarsılsa yerinden…” şeklinde başlayan Behçet Kemal ÇAĞLAR’a ait şiir.

(5) Bana bir mektup geldi, / İçinden ben çıktım. (Rahmetli) Cavidan TÜMERKAN, “SEVİNÇ”

(6) İlkellik; gereken yerine gereksizi yeğlemektir. Yekta Güngör ÖZDEN

(7) Düşünmek, düşünen kişiyi değiştirir. Francis David PEAT

(8) Yandı Gülüm Keten Helva; “Olanlar oldu, iş işten geçti!” anlamında olumsuz sonuçlar için kullanılan bir söz. Kaçırılmış bir fırsat da denilebilir.

(9) Noktalar ufacıktır, ama cümleleri bitirir… sözü ile “Zirve, en yüksek nokta değil, tutunacak kimsenin kalmadığı yerdir…” ve Antoine de Saint EXUPERY’nin Aşk karşılıklı geçip birbirlerinin gözünün içine bakmak değil, el ele verip ileride aynı noktaya bakmak ve el ele o noktaya doğru ilerlemektir…” sözleri geçti aklımdan.

(10) Haydi Abbas, vakit tamam; / Akşam diyordun işte oldu akşam… Cahit Sıtkı TARANCI’nın “ABBAS” isimli şiirinin başlangıcı. Hicaz Makamında bestelenen bu eserin bestekârı; Onur AKDOĞU’dur.

(11) Orhan Veli KANIK; “DAĞ BAŞI” şiirinde; “Dağ başındasın; / Derdin günün hasretlik / Akşam olmuş, güneş batmış / İçmeyip de ne halt edeceksin?” Şairin affına sığınarak; “Pasaklı odandasın, kelimeleri uç uca eklemektesin, içmeyip de ne halt edeceksin!” demek isterdim.

(12) Avuçlarımda hâlâ sıcaklığın var, inan… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güfte ve Bestesi; Yusuf NALKESEN’e ait olup eser; Kürdili Hicazkâr Makamındadır.

(13) Alışılmadık kalçada don durmaz… “Kalça” kelimesi yerine başka uygun bir kelime de söylenebilir!

(14) Felekten Gece Çalmak; Her şeyi bir kenara bırakıp eğlenceli hoşça vakit geçirmek (Yanlış aklımda kalmadıysa; “Seni özlemekten yoruldum…” diye başlayan “Felekten bir gece çalsak, diyorum!” şeklinde bir Türk Sanat Müziği eseri vardı).Formun Altı

Fellik Fellik Açık Göz; Telâşla, araştırıcı, merak eden göz.

(15) Bu akşam bütün meyhanelerini dolaştım İstanbul’un…  adlı Güftesi; (Ümit Yaşar OĞUZCAN’dan allıntı olarak) Turhan OĞUZBAŞ’a, Bestesi; Avni ANIL’a ait, Kürdîlihicazkâr Makamındaki Türk Sanat Müziği eserinin bir dizesi.

(16) Yükselmenin Merdivenleri; Kendilerini; “Dünya Sevgi Birliği Vazife Grubu” diye adlandıran bir grubun derlediği; “Yükselmenin Merdiveni Beş Basamaklıdır” adlı kitap. Bu basamaklar; Doğruluk, İyilik, Bilgi, Çalışmak  ve Sevmek olarak belirtilmiştir. Ki bu kitap; 14.05.1966 tarihinde rahmetli annem tarafından kendi el yazısıyla bana hediye edilen ve halen Kütüphanemde muhafaza ettiğim bir kitaptır.

(17) Yüksek yerlerde kartala da, yılana da rastlayabilirsin. Biri sürünerek, diğeri uçarak ulaşmıştır oraya. Cenap ŞAHABETTİN

(18) Ey yükselen yeni nesil! Gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve devam ettirecek sizsiniz… Öğretmenler; yeni nesli, cumhuriyetin fedakâr öğretmen ve öğrencilerini sizler yetiştireceksiniz ve yeni nesil sizin eseriniz olacaktır. Mustafa Kemal ATATÜRK

(19) Ben o gece hem ağladım hem içtim, / İki gün diyardan diyara uçtum / Kayseri yolundan Niğde’yi geçtim, / Uzaktan göründü Bor yavaş yavaş... Dizeler; Bekir Sıtkı ERDOĞAN'ın “HANCI” ya da “BİNBİR GECE” isimli “Gurbetten gelmişim yorgunum hancı”  diye başlar.

(20) Sad movies always make me cry (İngilizce); Acıklı (Hüzünlü) Filmler beni ağlatır! Sue THOMSON’a ait şarkı.

(21) İnsan her şeyi elinde tutamaz hiçbir zaman. Mutlu aşk yoktur!  José Luis ARAGONES

(22) En ağır işçi benim; Gün 24 saat; seni düşünüyorum!  ve  “Eskisi kadar düşünmüyorum artık seni, beynim yoruluyor. Seni günde bir defa düşünüyorum, o da 24 saat sürüyor!” Ümit Yaşar OĞUZCAN, “AĞIR ŞİİR”

(23) Benim bütün dualarım seninle… Dalida’nın “Karşı Pencere” filminde (Adamo’ya ait) “Historia De Un Amor” olarak seslendirdiği şarkı olup, Türkçemize bu adla çevrilmiştir ve en iyi seslendiren sanatkâr da rahmetli Berkant’tı.

(24) Gözlerim uykuyla barıştı sanma, sen gittin gideli dargın sayılır… şeklinde başlayan VURGUN isimli eserin Seninle cehennem ödüldür bana, sensiz cennet bile sürgün sayılır!” Türk Sanat Müziği eserinin son bölümü olup eserin Güftesi; Cemal SAFİ’ye, Bestesi; Selçuk TEKAY’a ait Uşşak Makamındadır.