Çocukluğumda mühendis olmayı aklıma takmıştım, oldum da...

Ancak hizmetime, bilgime, birikimlerime ihtiyaç duyulmuyorsa, hele ki güvenebileceğin sırtı, ensesi kalın(1), göbeğini kaşımakta(1) mahir(2) biri de yoksa devlet dairesinde mühendis olarak görev yapma şansın imkânsız kılınmış demekti!

Ağzınla kuş tutsan(3) bile, Zümrüdü Anka Kuşunun(1) altın yumurtasını getiremiyor, Everest’e(4) tırmanıp avuçladığın karı erimeden mahalline getiremiyorsan...

Ve de Abis’ten(4) en değerli havyar veya süngeri çıkartıp götüremiyorsan bilgi haznen ne kadar geniş, IQ’un(2) ne kadar yüksek olursa olsun, ne kadar zeki ve akıllı olursan ol, işin yoktu Türkiye’min devlet düzeninde.

Mutlaka rengini belli etmeliydin. Hem zorunluluk belirlenen yönde ise aranan, hiçbir vasfa uygun olup olmaman önemli değildi, iş ve her türlü imkân ve yükseklik senin emrinde idi. Tarafsız (bitaraf) olmak demek bertaraf, hatta berhava olmak anlamındaydı(5)!

Ancak bu bana dürüstlükten uzaklaşma gibi görünüyordu. Kişiliğimden yitirerek olmadığımı; kişisel çıkarlarım için olmuş gibi göstermek bu dünya için göstermelikti ve yarınlara faydası olmayacak bir davranış biçimi düşündüğüm gibi, kul hakkını yemek(6) gibi de düşünüyordum.

Ayrıca mal, mülk, sermayem de yoktu ki mesleğimle ilgili kendi kendime, kendi başıma bir şeyler yapayım. Üstelik sınıf arkadaşım fabrikatör adayı Berker’in de “Gel, beraber çalışalım!” teklifine de uymamıştım, hangi akla hizmet ettiysem(3)! Bu teklifi iki kez, kapıma kadar gelip yinelemişti Berker, askerlikten önce ve askerlikten sonra.

“Baba Ocağı(1)” diyeceğim, ama öyle bir ocağım da yoktu, annem-babam köyde, ben şehirde kendi kulübemdeydim, genelde şehir ortamında ev denilen, 1+1 zemin katta.

Tekrarlıyorum; işsizdim!

Çevrem ve köylüm; “Kaldırım Mühendisi(1)!” diye ünlüyor(3), annem-babam hüzünleniyor, ben şaşkın bir ördek(7) gibi koskocaman havuzda ne yapacağını bilmezcesine sabit duruyor ve varmışçasına sermayeden tüketiyordum, üstelik öfkeli!

Hele ki sevgi de yoksa yaşamdan zevk alamıyorsam, babamın üç kuruşluk takviyesi ile sebepleniyor(3), çöpleniyorsam(3), her şeyden önemlisi hiç olduğuma inanıyorduysam öfkemin hazırda, emre amade durmasından(3) farklı ne olabilirdi ki?

Kendimi güçlü, beynimi yüklü, ayaklarımın yere sağlam bastığını düşünmem öncelikle ülkem, sonra kendim için ne ifade edebilirdi ki?

Şansımı başka yönlere odaklanarak çözümlememin, keşişe kızıp oruç bozmak, (8) ya da pire için yorgan yakmak(7) yerine, şansıma, iş bulamayışıma küserek değil, şansımı zorlayarak öncelikle aileme yük olmaksızın karnımı doyurmayı öğrenmeliydim. Hatta buna enine-boyuna bilmek(3) zorundaydım da diyebilirim.

Cesur ve gerçekçi olmam adımımı hızlıca ve korkmadan atmalıydım. Çünkü cesaret korku gibi çok hızlı yayılırdı.(9)

İlkokulda müsamerelerde, bayramlarda kürsülerde, lise ve üniversitede tiyatrolarda boy göstermiştim. Hatta ilkokulda belki büyüklerimin anlattığı bir masaldan esinlenerek(3) kendi yazdığım, “Çırpıcı Mehmet Ağa” adlı (Sarı Çizmeli Mehmet Ağa değil) eserimde öğretmenimin uzman bir yönetici ile senaryolaştırdığı oyunumla kendimi ispatlamam zor olmamıştı.

Ayrıca üniversite yıllarımda karınca kararınca Paydos(10), Diyet(10), Palto(10) adlı eserlerde oynayarak da zihnimdekilerle, ezberlerimle başarılı olmuştum (kendimce tabii ve sanırım etrafımdakilerin bana “Aferin!” deme mecburiyetlerinin olmadığını var sayarak)!

Eleştiri amenna(2) idi benim için dostça ve yapıcı, “Neden?” şeklinde azarlar gibi değil, “Şöyle olsaydı, daha iyi olmaz mıydı acaba?” ya da “Şöyle daha iyi olurdu galiba?” şeklinde önerir gibi olmalıydı eleştiriler. Sağlıksız eleştiriler insanların morallerini sıfırladıkları gibi, hayatın normal akşını da yanlış yönlendirebilir, bozabilirdi(11).

Tiyatro için pek ümit var değildim, her ne kadar amatörce diyebileceğim şekilde kendimce orta karar başarılı olduğuma inandığım, kendimi başarılı hissetme hakkımı ortaya serdiğimi düşünsem de.

Ama sinema? Ama reklâm filmleri? Neden olmasındı ki? Çeşitli genç-ihtiyar, yakışıklı-tipsiz, özürlü-sağlam, türbanlı-minili etekli insanların doluştuğu ajansın kapısından girdiğimde; “Aaa! Ooo!!” gibi sesler yükseldi ortalıktan...

Giyimim iyi idi, görücüye çıkıyormuşçasına(3), ancak fark edilecek kadar yakışıklı olduğum konusunda kararsızdım!

Sesler üzerine odalardan birinden dalyan gibi(1) diyebileceğim boyaya hiç ihtiyacı olmadığını düşündüğüm halde boyalı, sülün gibi(1) güzel, mini etekli bir bayan çıktı ve sorarcasına;

“Buyurun?” dedi.

Aldığım takdir, teşekkür, aferin belgelerinin birer kopyasını hazır etmiştim, uzattım.

Masasına geçerken belgeleri poşetten çıkartıp inceleme tavrında bana da “Otur!” diye işaret etmişti. Belgeler içine eklemediğim tek şey, üniversite diplomamdı, unvanımla bir şeyleri sahiplenmek saklamam gereken bir husus gibi görünmüştü bana.

Dilekçemde askerliğimi yaptığımı belirtip, “Ne iş olsa yaparım abi, abla!” tavrında dileklerimi sıralamıştım.

Dilekçe her şey demek değildi. Genç bayan ajandasını açtı ve not almaya başladı, öncelikle Nüfus Kâğıdı sureti gibi bilgileri ajandasına yüklemesi zorunluluk olsa gerekti, sonra makineli tüfek gibi soruları arka sıraladı;

“Eğitim, yabancı dil, evli-bekâr, sağlık sorunu, gözlük, protez, spora yatkınlık, özellikle atlama, zıplama, sürünme?...”

Sanırım zihninden geçen dublörlük(2), ya da figüranlık olsa gerekti! Tüm sorularını doğru, usulünce, eksiksiz cevapladım ve fakat tahsilim nedeniyle işsiz kalacağın endişesi ile “Üniversite Mezunu” olduğumu sakladım.

Bir şeyi, ya da gerçeği söylememekle, saklamanın, ya da yalan söylemenin aynı şeyler olmadığını biliyordum. Yani bir bakıma; “Yalan söyledim! Hayır! Sadece doğruyu söylemedim!” anlamında bir kargaşa!

Genç bayan telefona uzandı, karşı tarafın ne söylediğini bilemem, ama kendi konuştuklarını duymam beni mutlu etti. Örneğin başlangıç cümlesi;

“Türker Bey! Müsait durumda değilseniz, sonra da arayabilirim. Malûm şu sıralar yeni bir dizi için çok yoğun bir tempoda çalışıyorsunuz…”

Masasındaki isim levhasında “Ceren" ismini gördüğüm genç bayan karşısındakinin sesine göre sözlerine yön verme gayretini yaşadı;

“Genç bir arkadaş, üstelik adaşınız, hemşeriniz ve yakışıklı. There are some informations about him on my desk(12), eğer isterseniz…    

“Cümlenizi; ‘If you want!(12)’ şeklinde tamamlasaydınız daha iyi olurdu, gibime gelir?”

“Doğru! İngilizce bildiğiniz aklımdan çıkmış(3) bir anda, düzeltmem gerek!”

Telefonu tekrar çevirdi;

“Hocam affet! Arkadaşımızın çok iyi İngilizcesi ve az-buçuk da, kendini kurtaracak, aç kalmayacak kadar da Almancası varmış. Ben size CV'sini(2) hemen göndereceğim, isterseniz diğer bilgileri de faksla, ya da e-mail olarak yahut da elden gönderebilirim...”

Karşının cevabını bilmiyorum, bana döndü;

“Bana verdiklerinizden dosyanızda fazla suret var mı? Yoksa bana verdiklerinizi iade edeyim, Türker Patrona gösterin. Allah yardımcınız olsun! Sanırım önünüzde parlak bir ufuk var, ufak bir iteklemeyle yarınlarınızın olacağına kesinlikle inanıyorum!”

“Sağ olun efendim! Takdir, temenni, dilek ve desteklerinizi unutmayacağım!”

“Ceren! Ceren Kardeş, ya da Ceren Abla! Hangisini tercih edersen? Diğerleri gibi adam olmadan meşhur olur da bana bir çay içecek vakti ayırmazsan, dileklerimi unutacağımı bil, benim için yeterli!”

“Sağ ol Ceren!”

“Güle güle yakışıklı, gecikme, hemen git! Belki bugün, belki hemen şu anın ertesinde, dört bir yanında ateş-yangın, uçurum, coşkun bir ırmak, anafor ve zirveler olacağı çıkmasın aklından. Kiminde sürünecek, kiminde uçacaksın(12), gayretli ol!”

“Unutmayacağım, sağ ol!”

“Umarım! Son bir teselli, ya da nasihat sözü...

Sakın ola, yukarılara çıkarken, yükselirken seni alkışlayanları, selâmlayanları(14) hor görme(3), adam sendecilik yapma(3), aşağılama(5), sen de selâm ver, çünkü inerken de, düşerken de onlara rastlayacaksın(15)!”

“Anladım abla, sağ ol!”

Verilen adrese göre geldiğim yer büyükçe bir salondu. Kartonlarla iç mekân oluşturulmuş, tanıdık iki sima, bay ve bayan suflörler(2) yardımıyla birbiri ile mehtaplaşıyor(5), muhabbetleşiyorlardı(5).

Ahengi bozmamam gerektiğini düşündüm, ta ki Türker Ağabey “Stop!” deyip arkasından bir iki kelime daha vıdı-vıdı(1) anlayamadığım bir şekilde bir şeyler söyleyince yanına gittim.

“Merhaba! Ben Türker! Ceren Abla gönderdi beni!” dedim.

Bir şeylere canı sıkkın(1) olsa gerekti. Düşünceme göre; film icabı gibi görünse de, gerçek hayatta da iki sevgili olduklarını hissettiğim kişiler, yani dilim varmasa da söylemem gereken artistler, yönetmenin istediklerini vermemiş, hatta verememiş olsalar gerekti. Netice itibariyle insanların neden burunlarından soluduklarını(3) çok iyi bilen vatandaşlardan biriydim, her nasılsa!

Konunun dizi mi, film mi olduğunu o anda kestirmem mümkün değildi. Ancak, Türker Ağabeyin, yani yönetmenin, yani adaşımın onların kaprislerine tahammül etmek zorunda kalışına göre; bir filmin en az ortalarında, ya da ortalarının biraz daha sonlarında olduğunu tahmin etmek pek de zor değildi.

Nedenine gelince; dizi olsa; nasıl ölen biri yerine bir başkası özür dilenerek diziye yerleştiriliyorsa, yönetmen de artistlerin (yani; müsveddelerinin) aynı şekilde kaprislerine ödün vermez(3), daha istekli birileriyle yerlerini değiştiriverirdi, engin bilgime göre!

"Ha? Sen o musun? Kusura bakma, biraz gerginim! Otur bir kenara, bir şeyler iç, bana duruma göre yarım saat, bir saat izin ver, gelip seninle görüşeceğim!”

“Beis yok efendim! Bana ayıracağınız her dakika için size minnettar kalacağım(3)!”

“Teşekkür ederim, ama yağ çekmene gerek yok! Seninle anlaşabileceğimi sanıyorum, çünkü bana göre aynı lisanı konuşuyoruz. Ama ilerilerde bunlar gibi olacaksan, beni hiç uğraştırma, işte kapı, hemen çık git!”

“Sizi tanıyorum. Sizin eksiğiniz beni tanımamanız! Kendimi tanıtacağım. Asla kaprisli ve ne oldum delisi olmayacağıma(3) söz veriyorum. Para-pul başlangıcımda önemli değil, beni tanıdığınızda sizin için başarılı olmakta gayretli olup hazırlayacağınız her türlü belgeyi, size inancım ve güvenim dolaysıyla tarihsiz olarak hemen şimdi imzalayacağım, inanın!”

“İnanmak gayretini yaşayacağım. Şimdi hani genelde erkekler için “Koç” tabiri var ya, onu aynen kullandığımız bir kızımız var, hemen karşımızda. Her türlü şakayı, her türlü kaprisi, her türlü imalı, istihzalı davranışı içtenlikle kabullenen ‘Kuyruklu Koç(1)’ dediğimiz sarışın, gurk tavuk gibi(1) oturmaktan kalçaları büyümüş genç kızla sohbet et bakalım!..

Ha! Onun ‘Kuyruklu Koç’ deyişimize pek aldırdığı yok, ancak benzetilmekten de hiç haz etmedi. Çünkü zamanında en büyük (olduğunu zanneden) bir Noterin hanımı için bu deyimin kullanılmış olması onu üzmüş…

Biz de artık o unvanı unutup ona sadece ‘Gurk Tavuk’, ‘Asil Kadrolu Figüran(1)’ ya da ‘Şamar Oğlanı(1)’ yerine “Şamar Kızı” diyoruz. Ona sor, ne biliyormuşsun öğren. Neler bilmen gerekiyormuş onları da öğren. Asırlık değilse de doğma-büyüme yaklaşık yirmi yıldır bizimle, joker gibi her türlü role soyunan bir kardeşimizdir o. Tek kusuru, sık sık, çok sık âşık olması, şıpsevdi(2), ayran gönüllü(1) olup sevdiğini sandıklarını çabuk unutması, gönlünün sultanını(1) bir gün mutlaka bulacağına inanan biri...”

O genç kıza iltifat mı, hakaret mi ya da zem mi etmişti(3), anlayamamıştım!

Yanına ulaştım o genç kızın, hiç de Türker Ağabeyin, yani yapımcının tarifindeki gibi değildi, ama ilk karşılaştığımızda gerçekten bana da âşık olma modunda gibi geldi, nereden ve nasıl anladıysam?

“İzninizle oturabilir miyim?”

“Yenisiniz galiba?”

Soytarılık da, artist olmak kadar özencimdi, istihzayla samimi olarak, ancak kabaca sordum;

“Nerden bildin?”

Anlamazlığa geldi;

“Birincisi burası hepimizin evi, izin istemenize gerek yok, ‘Merhaba!’ deyip bulduğun boş sandalyeye oturursun, selâmın Tanrı kelâmı olduğunu unutmaksızın. İyi, düzgün kıyafetli bir beyefendi olarak öyle görücüye çıkmış kart kızlar(1) gibi, çıtkırıldım(2) tavırlar sergilemene gerek kalmaksızın…

İkincisi; şu anda jön(2) olarak afra-tafra(1) yapanlara göre daha yakışıklısın…

Üçüncüsü; kaprisli değil, kanaatkâr gibi görünüyorsun, yaşadıklarımdan edindiğim intibaa(2) göre…

Dördüncüsü; genç gibi görünüyorsun, ama okumak için yıllarını tüketmiş gibi görünüyorsun…

Beşincisi; titiz, tertipli ve çevresine, hatta bana bile saygılısın…

Altıncısı; …”

“Tamam sormadım, öğrenmek istediğim bir şey yok başka. Adını bağışla ve içecekler self servis(1) ise ne içersin onu söyle, getireyim. Ama rica edeyim; ‘Çay mı desem, ıhlamur mu tercih etsem, kuşburnuna mı yönelsem…’ gibi uzun uzun cümlelerle anlatma isteğini lütfen! "

“Bu; ‘Çok konuşuyorsun!’ demek mi oluyor şimdi?”

“Öyle mi dedim?”

“Demedin mi?”

“Yanlış!”

“Hayır, doğru! Sen ne içersen bana da aynısından al, lütfen! Oldu mu? Bak kısaca, ama postu buraya serersen(3) bir daha başını ağrıtmayacağım, ağrıtmamağa çalışacağım, anlamında değil!”

“Ne anlamda peki?”

“Çok konuşma diyorsun, o halde kısaca özetlemeye çalışayım. Annem sayesinde düştüm buralara kadrolu figüran olarak, hem daha bebekken, kıçım-başım açık! Pudra, şampuan, bebek bezleri falan reklâmlarında. Sonra büyüdüm, annem kocadı ve öldü. Babam zaten görevini yapıp çekilmişti hayatımızdan...

Elimden tutmayı bırakmadı Türker Ağabey! Bir kısım reklâm filmlerinde oynatmaktan başka, Prensesin Cadısı(1), Fahişe, Küçük Hanımefendinin Hizmetçisi gibi roller de verdi. Hapishanede gardiyan, garson, katil, basmakalıp(2), uvertür(2) gibi geçici rollerde de oynadım.”

Nefes alası yok gibiydi, ben de sözünü kesmek istemedim;

“En uzun metrajlı(16) filmim, uzun dememe bakma, beş dakika içine sığan huduttan hududa atılmış(17) değil, sokaktan sokağa atılıp genç yaşta evlendirilmeye çalışılmış bir genç kız rolü idi. Türker Ağabey herhalde beni sana, ‘Gurk Tavuk’ gibi tarif etmiştir. Gerçekten gün boyu buradayım. Doğma-büyüme, neredeyse tam 22 yıldır. Bana verilecek görevi beklerken böyle oldum işte!”

“Perhiz(2)?”

"Yok daha neler? Evim-barkım, param-pulum yok! Hem kimin için bedenimi değiştirmeye çalışayım ki? İş biter, toplar, toparlar, temizler, düzenler, bana ayrılan odacığa yönelirim, Allah ne verdiyse. Ama su bile içsem yarıyor, duba gibi oluşuma(3) katkı sağlıyor.”

Konuşacakları bitmemiş gibiydi, oldukça az(!) konuşmasına rağmen! Yapımcı yanımıza geldi.

“Buyur Türker Ağabey!" dedik, ikimiz de yerimizde doğrulurken.

“Oturun çocuklar! Şimdi siz iki sevgilisiniz. Türker sen, karşındaki genç ve güzel bayana içecek bir şeyler ısmarlamışsın…

“O güzel bayan, ben mi oluyorum?”

“İçecek bir şeyleri ben mi ısmarlıyorum?”

“Sözümü böyle keserseniz anlatamam ki?”

“Affedersiniz hocam, devam edin lütfen!”

“Yanınıza benim gibi münasebetsiz(2) bir arkadaşınız geliyor. Reva’nın omzuna samimi bir şekilde el koyuyor. Sen kıskanıyor ve hesabı istiyorsun. Bunu pantomim(2) şeklinde anlat bakalım Türker!”

Elimin baş ve işaret parmağımı harmandalı(2) zeybek oyunu oynar gibi garsona doğru şaklattıktan sonra sol elimi yatay yapıp sağ elimle yazıyormuş işareti yaptım. Karşımdaki garsonun anlamış gibisine hareketine karşılık sağ elimi yumruk gibi yapıp başparmağımı yukarı kaldırdım.

Ve yukarı-aşağı indirdiğim yumruğumla, sanki buharlı bir lokomotifin düdüğünü çaldırdım. Belki bu benzetmeyi emme-basma tulumba gibi şeklinde de benzetebilirdim, eğer sesle izah etmem gerekseydi.

“Hepsi tamam da, münasebetsiz arkadaşa karşı da bir hareketin olmayacak mı?”

“Siz burada emri veren olmasaydınız, hele ki Reva da görmeyecek olsa kıskançlıkla yapardım...”

 “Nasıl yani?”

“Reva, rica etsem, gözlerini ve kulaklarını kapatır mısın lütfen...

Oldu!”

Fısıldayarak ve elimin orta parmağını yukarı kaldırdım.

“İşte böyle Türker Ağabey, tıpkı yabancılar gibi. Herhalde Türklerin, özellikle de Karadenizlilerin amca-teyze, kız-oğlan, küçük-büyük, genç-yaşlı fark etmeksizin o malûm işaretlerini de yapmak için zorlamazsın beni!”

“Reva, açabilirsin, gözlerini ve kulaklarını! Konu anlaşılmıştır!” derken Reva’nın kulaklarını kapattığı ellerine dokundu, sesinin duyulmayacağım varsayarak ve devam etmek gereğini hissetti.

“Gelelim konumuza... Hitchcock’la(18) aran nasıl?”

Böyle bir suale konumum ne olursa olsun ancak arsızca(2) cevap verebilirdim;

“Tanışmadık, ama iyi bir yönetmen olduğunu, filmlerinin çoğunda ufak bir enstantanede(2) de olsa göründüğünü hatırlıyorum. Ancak bana onun gibi görünecek roller vermeyi düşünüyorsanız, düşüneceksiniz yahut da teklif edecekseniz en iyisi külâhları değişmeden(3) ve size karşı saygımı yitirmeden kapıya yönelip kapıyı dışarıdan kapatmayı yeğlerim(5)!”

“Hemen aktörlük mü dileğin?”

Yükselmenin, beş basamaklı bir merdiven olduğunu(15) biliyorum ve şairin; ‘Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden, / Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak... (15) dizelerine de içtenlikle inanıyorum…

Ancak bağışlarsanız fikrimi söyleyeyim; Genç kız, zengin dul, güzel köylü kızı, şehirli oğlan, ya da tersleri, zengin-fakir, kör-topal-çolak-sağır, pilot-hostes, çoban-ağa, doktor-hasta (ya da hemşire) gibi çok bilinen filmlerden birinde görünmek değil arzum…”

Dileğimi kendimi kısıtlamaksızın(3) söylemeliydim;

“Bambaşka bir senaryo... Örneğin; çocukluğumdaki ‘Çırpıcı Mehmet Ağa’ gibi. Çocuk aklımla ve büyüklerimin desteği ile o bir dudağı yerde, bir dudağı gökte olan Arap devi küçücük bir kavanoza nasıl sığdırabilirim ki? Üstelik kavanozdan her çıkışında; ‘Dile benden, ne dilersen!' deyip üç-beş dakikada isteklerime kavuşturup kavanoza geri dönüşü tamamen hayal mahsulü, ancak insanın arzuladığı bir şey olsa gerek!”

İstediğimin ne olduğunu düşündüm kısa bir süre ve devam ettim, çok konuşuyor gibi görünmeme rağmen;

“Ben başka bir serüvende yer almalıyım, sizi de, beni de göklere çıkartacak. Duygusal, mizahi, ders verici, gerçek ve sevginin 1+1 olması gibi. Örneğin şöyle diyebilirim;

“Bir nefes
bir nefese karışınca
yani; 1+1 olunca nefesler
dünya;
hatta tüm dünyalar senindir,
şüpheye yer kalmadan.

 

Ve ölümsüzlüğe de ulaşırsın,
zaten ölüm yoktur o zaman
çünkü gerçekte 1+1=
sonuç olarak
yalnızca 1’dir.
(19)

Örneğin; mühendis, ya da büyük adam olan birinin, sevdiği kız için her şeyi arkasına atarak şehirden köye inişi, her türlü fedakârlığı yaparak rençper(2) olması gibi bir film olabilir...”

“Yani bir kerede on numara, beş yıldız olsun isteğindesin, para kazanıp kazanmamak önemli değil, diyorsun!”

“Asla öyle bir şey aklımdan geçmez efendim. Fazla masrafa girmeksizin önce bir fragman(2) hazırlar ve halkın nabzını yoklarsınız(3). Merak ve heves duyulması başarınızın ve sizin para kazanmanızın delili olur…

Bu konuda tek dileğim, uğruna yerimi-yurdumu terk edeceğim karşımdaki sevgilimin, üç-beş dakika önce tanıştığım Reva olması. Görevlendireceğiniz senarist(2) arkadaşlar böyle bir senaryoyu uygulamaya koyabilirler…

Öykü(19) beynimde çizilmiş olarak var gibi, kısa zamanda sayfalara dökebilirim. Övünmek uygun gibi görünmese de sanırım size, belki bana da yakışacağını umuyorum!”

“Düşünmek için ne kadar sürem var?”

“Siz ne kadar isterseniz! Eğer yarım-yamalak(1) da olsa inanmak içinizden geçiyorsa en yakın ile en uzak arası mesafeyi bir anda yok etmek elinizde...”

İşinin başına döndü Türker Ağabey. Sanırım, düşünmek için pek fazla niyetli değil gibiydi, tasavvuruma göre. Öyle ya, kıçı kırık(1) biri gelip, yılların yönetmeni olan kendisine akıl veriyor(3), üstelik de baş olmak için hevesli görünüyordu.

Bu; katırların doğurmasını(20) beklemek gibi anlamsız bir düşünce değil miydi ki? Kaldı ki bu olmaz, balıkların kavağa çıkması(20) ile bile kıyaslanamazdı(3).

“Pardon! Önceden tanışıyor muyduk? Yoksa utanmaksızın beni rüyalarında, hayallerinde istediğin gibi gördüğün, canlandırdığın için mi Türker Ağabeyle öyle konuştun?” sözleriyle irkildim(3).

Sahi, ben jest yapmak mı istemiştim, karşımdakini hiçe sayarak, fikir ve düşüncelerine saygı göstermeksizin? Üstelik bu sinema dünyasında ilk kez ve ilk olarak rastladığım genç kıza karşı? Farkında değildim. Ancak etkilendiğimi de ilk kez bu sözler üzerine hissetmeye başlamıştım, inkâr etmeksizin. Dilim dolaştı;

“Affedersin!” demek dışında bir ses çıkamadı dudaklarımdan.

“Bak arkadaşım! Aslında benden büyüksünüz, ‘Arkadaşım!’ yerine ‘Ağabey’ demem daha uygundu! Neyse! Benim gibi figüranlarla kafa bulmak(3), boy ölçüşmek(3), hatta kısa bir zaman için ve içinde gönlünü eğlendirmek, bedenini rahatlatmak yerine çevrene bir bak!..

Yakışıklı adamsın, meşhur artistlere yanaş. Jigolo(2) ol, jön ol, sevgili ol! Sonrasında buruşturulup atılacak bir kâğıt mendil olacağını hissetsen bile benim gibi solda sıfır(22) figüranlarla beraber olacağını düşünüp de avucunu yalama(3)!”

“Ben sizin bu genç yaşınızda figüranlıktan kurtulup as olacağınızı düşünmüş ve düşlemiştim!”

“Ben yeteneklerimi biliyorum. Sınırımı çizdim, beni karşına alman demek, kendini yok etmen demek. Değerini hissettiğim böyle bir insanın başlangıçlarda değerini sıfırlamasını benim mantığım ve vicdanım kabul etmez. Biliyorsunuzdur mutlaka; ‘Kişinin noksanını bilmesi irfandır(23)!’ demiş birileri. Sen, sen ol, boyu-boyuna uygun birilerini bulmaya çalış, bakarsın sevgi mahkemelerinden birinde...

Yok, olmadı bu söz...”

Durakladı bir süre, ne diyeceğini bilmezcesine, sonra yutkunup devam etti;

“Öyle biriyle karşılaştığınızda sevgi deryasında(1) el ele olursunuz, hatta belki mutlu bile. Bu; senin başarın gibi görünür. Bizim içinse her ne kadar istisnalar kaideyi bozmazsa(24) da figüranlıktan vazgeçip ileriyi ummak demek; hayal!..

Ha belki bir jönle adın bir aşk dedikodusuna karışmazsa veyahut yolun kaza ile yönetmenin, yapımcının yatak odasının kapısının önünden geçmezse o zaman figüranlıktan öteye geçemezsin. Hele ki özencin olmasına rağmen, yeteneğin yoksa. Yani tıpkı ben...

Ben hâlâ figüranım...

Çok mu uzun oldu sözlerim?”

“İçimde bu kadar çok ve biteviye konuşmanla bir çukur...

Yo, daha derin bir şey, bir kuyu açtın, eğilip bakmak istedin, içine düştün ve kayboldun sanki. Seni mutlaka bulacağım, senden vazgeçmek aklımın ucundan bile geçmiyor. Ben adam olursam, ben sanatkâr denilen kişi olacaksam bana senin yardımın gerek. O zaman izin ver, fırsat ver, şans ver, yükselirsem ben de senin elinden tutup yükseltmeye çalışayım!”

“Yıllardır sürünüyorum(3), hem ben böyle mutluydum, neden aklımı karıştırmak(3) için uğraşıyorsun ki?”

“Demin kendin gizledin, söylemek istediğini. Yüksek yerlerde yılan da var, kartal da... Birinin uçarak, diğerinin sürünerek yükseldiği)... Sen hep olduğun yerde sürünmüşsün, sürünmeye de devam ediyorsun. İzin ver, elimi tut! Eğer başarılı olursam, seni de o doruğa ulaştırmak maksadım...

Ve bil ki; ‘Üzüm tatlı bir meyve olmasına rağmen, eğer kendin kendini içine hapsedersen keskin kokulu bir sirke olup çıkarsın(24).’ Benim dileğim; senin azat olman ve sirke yerine nefis bir şarap, ya da şampanya olman! Seni dileğimdeki şekilde muhafaza etmeyi düşleyeceğim…

Ayrıca sürünerek geçireceğin yıllar, ya da ömür yerine, yükseldiğinde yaşayacağın, farkına bile varamayacağın kısa bir ömür senin için daha değerli olacak umudundayım. Şimdi düşün! Gurk tavuk gibi olmaktan çık, bana verilecek ilk fırsat ya da şansta yanımda olman arzum, dileğim. Bakarsın bir şeyler hissederiz beraberliğimizde...”

“Yakınlaşır, birbirimizin oluruz, öyle mi?”

“Sen beni dilemezsen, ben senden hep uzak kalırım, istemezsen demiyorum. Sana bir gün izin vermek geçiyor içimden. Yarın sabah burada olursan, seni görürsem, yükselmen dileğimi ‘Olumlu’ karşıladığını düşüneceğim, bırak gönül dünyamı…

Göremezsem, bu benim beklediğim sonuç olmaz. Bu dünyayı kendi başına bırakır, inerim bu dünyadan. Bu dünya arkamda kalsın, umurumda olmaz, özenmeme rağmen!”

İki çenesi düşük(1) bir araya gelince, acaba; “Çenesi Düşük İnsanlar Vakfı (Kurumu, Şirketi)” diye bir kurum kursak, üyelik ya da bağış bedelini tırınk diye ödeyenler gibi biz de mi tırınklanırdık(3) ki?

Emeğimizi zamana yaymalıydık, becerimizin olduğu kadar, Türker Ağabey de elimizden tutarsa ve Tanrı; “Yürüyün ya kullarım!” derse ben de, o da, hatta beraberce yürüyebilirdik, kanaatimce…

Öyküyü yazdım, günlerce, çıkıntılarla, girintilerle, dipnotlarla. Beğendi Türker Ağabey. Senaristler yazdılar, çizdiler, boyayıp renklendirdiler ve toparladılar. Reva okudu; “Peki!” dedi. Nabızlar yoklandı, her türlü risk yüklenerek film haline getirildi üstelik basından gizlenerek, ses çıkartılması istenmeden.

“Şehirden İndim Köye” başarılı bir yatırım olmuştu Türker Ağabey için. Tek bir filmle parlamış, başarmış, meşhur olmuş ve hevesimi almıştım, bana göre dorukta iken, ancak yalnız kalmıştım.

Reva içinde gizlediği, açığa çıkarmakta endişesini sözlerimle yitirdiği yaşama yönelmişti. Arkadaşları vardı, daldan dala koşup konan bir kelebek gibiydi. Diziler, reklâmlar nedeniyle görüşemiyorduk bile.

O ufacıktan beri yaşadığı dünyanın kadını olmuştu, ben içten hissederek bu filmden sonra bir daha öyle mükemmel bir film çeviremeyeceğim düşüncesiyle Türker Ağabeyin tüm ısrarlarına karşın tüm tekliflere kapamıştım kendimi.

Ya da şöyle söylemem daha uygun; Türker Ağabeyin sitemlerine karşın, doyurucu bir senaryo gelmemişti, gelmiyordu elime. Ya da dediğim gibi, bir kere de doymuştum!

Ancak hemen eklemeliyim ki; verdiğim bir sözü unutmamıştım. Ceren'e çay ısmarlamak yerine bir akşam yemeği ikram ettim. Abla-kardeş gibi, ancak ustaca sorduğu gönül dünyama ait sırlar için kaçamak cevaplar vererek.

Daha sonraları...

“Ben yazacağım!” dedim, Türker Ağabeye aklıma yeni yerleştirdiğim, daha doğrusu yerleştirmeye çalıştığım bir öykü için. Tek düşüncem senaryolaştırma, ya da uygulamada geçekleşme başarısı idi. Ne oldum ile ne olacağım tereddüdü arasında üşüyen bir öykü olacaktı bu...

Babamı yitirmiştim bu arada. Ele güne muhtaç değildik. Annemin dul maaşı ve diğer evimizin kirası yetiyordu bize, ancak mesleğimi yapamamak üzüyordu beni. Filmden kazandığım paranın tümünü; “Yarınlar için” diyerek bankaya saklamıştım, her ne kadar “Faiz haram(26)!” denen bir mecburiyet, kırkta bir oranında bütününün üzerinden bir sene geçen para için zekât(2) mecburiyeti varsa da...

Dünyam değişmişti. Evet, arada sırada değil sık sık sete gidiyor, adaşım Türker Ağabeyi görüp iki kelimeyi uç uca ekliyorduysam(3) da, içimde dolduramadığım bir boşluğun (varlığını!) hissediyordum. Bana gösterilen senaryoların hiçbiri benim için iç açıcı değildi(1).

Reva'yı, öncesinde beraber olduğumuz mekânda değil, ama dizilerde, reklâmlarda ve özellikle gönül dünyası ile ilgili olarak magazin sayfalarında görüyordum. Ajansını değiştirmiş, farklı bir dünyayı sahiplenmişti.

Bir gün akşamın ilerleyen saatlerinin birinde olmadık bir şekilde kapımız çalındı fakirhanemizin dememde sakınca olmayan. Meslektaşım, babasının fabrikası olması dolaysıyla benimle aynı branşı seçen ve mezuniyet sonrası fabrikanın sahibi olan ve iki kez gelip iş teklif eden Berker gelmişti.

Aslında nişanında, düğününde, iki çocuğunun doğumlarında beraber olmuştuk. Ama bu benim için beklenmedik bir ziyaretti, yalnız başına, bu vakitte, doğal olarak merak ettiğim.

Hemen konusuna girdi, belki de gecikmemek, şu ya da bu şekilde sonuçtan emin olmak için;

“Dardayım, alacaklarımda sıkıntım oldu. Bu aybaşı muntazam olarak ödediğim işçimin maaşını ödeyemeyecek durumdayım, bu bir prestij(2) meselesi. Zamanında ‘Gel beraber çalışalım, beraber kazanalım!' dedim, kabul etmedin. Filmini izledik ailece, mutlu olduk. Ajansına telefon ettim, çalışmadığını söylediler…

Yaşama küskünlüğünü anlayamıyorum. Ama önce benim tedaviye ihtiyacım var! Paran varsa, ver, işimi halledeyim, sonra diğer tekliflerimi sıralayacağım...”

Banka cüzdanımı gösterdim;

“Hesap numaranı ve bankanı yaz, hepsi yarın hesabında…”

“Bunun yarısı yeterli benim için, senet, sepet?”

“Değerlisin benim için. Annemden başka kimsem yok, mezara da götürecek değilim. Herhalde cenazemi ortalıkta bırakmazsın. O halde helâl-hoş olsun!”

“Bu mihnetin(2) altından kalkamam, boştasın, gel çalış benimle, ortağım ol hatta. Bakarsın terütaze(2) bir gelin adayı çıkar, baş göz de olursun. Bizden sonrasında çocuklarımız idare eder fabrikayı...”

“Tamam beraber çalışalım, sermayeni de arttır. Bankada duracağına senin hesabında dursun, yalnızlıktan bunalmışsın belli, paranın söz konusu olduğuna inanmak aklımın ucundan bile geçmiyor. Var sayalım ki, inandım! Yarın paramın tümünü senin hesabına aktaracağım. Ancak rica edeyim, bana evlilikten bahsetme!”

“Bir gönül yarası mı yoksa? Dökül!”

“Zorlama! Zamanı gelir, anlatırım!”

“O zaman, yarın olsa fena mı olur?”

“Şansını fazla ittirme! Ağzında bakla ıslanmaz senin! Ben de şu sıralar zaten pek istekli değilim! Bir akşam yemeğinde çoluk-çocukla beraberken açıklama gayretini yaşarım, ne işe yarayacaksa?”

“Lütfen...”

Fabrikada başlangıçta yoğun geçti ilk günler. Ek bir masraf olmaması için ortak olmadım. Asgari ücretli bir işçi gibiydim. Artistlikten daha da çok mutluydum...

Günlerden bir gün, dâhili telefonum çaldı, girişteki kulübeden arıyordu güvenlik görevlisi;

“Bir bayan geldi, ismini vermedi, sadece ‘Figüran’ deyin!’ dedi.”

Dünyalar benimdi, unutamamıştım, unutulmamıştım da çünkü. Benim onu unutamadığım gibi, o da beni unutamamış ve kucaklamaya gelmiş olabilir miydi, beni?

Odamın kapısında bekledim onu, sanırım çevremde endişeleneceğim bir şeyler, hem hiç kimseler yoktu. Berker fabrika içindeydi, çok zaman olduğu gibi.

Ağır adımlarla geliyordu, beni kapıda görünce koştu, yıkacak gibi sarılırken, öpüşlerinin arasında uç uca getirmeye çalışıyordu sözlerini;

“Bir ara şaşırdım...

Uzaklaşamadım senden...

Her anımda seni özledim...

Sensizliğe fazla dayanamadı yüreğim...

Ben hep eski ve temiz figüranım...

Tanrı huzurunda hep senin kaldım...

Sen olmaktan vazgeçemedim...”

Ayırdım dudaklarını;

“Gerçekten eski figüransın, inanıyorum. Biteviye konuşuyorsun eskisi gibi, kesik kesik olsa da.  Ama söyle bana, seni sevdiğimi ne zaman fark ettin?”

“Başlangıcımızda diyeceğim, ama basit bir fantezi(2) diyeceksin. O zaman, beraber olduğumuz filmin her saniyesinde yüreğinin çarpıntısını hissederek, seni yaşayarak ve fakat özentilerimi ertelemeyi bilmeyerek, üstelik duygularını geniş boyutta tatmanı bekleyerek!”

“Şimdi?”

“Senin olmak istiyorum, ama figüran olarak değil, duyguların aynıysa, bana teklif edeceğine karşın...”

“Ben bu hakkımı beraber olduğumuz filmde içtenlikle kullanmıştım!”

“Ben de aynı içtenlikle cevaplamıştım, yinelemek çok mu zor?”

“Hayır, ama bu olayı hep erkeklerin diz çökerek yapması şart mı?”

“Kural böyle! Ama sen benim olmayı istiyorsan, ben de seni senden isterim, aynı davranışla...”

“Yoo! Bırak ağız tadıyla; ‘Seni seviyorum, benim ol!’ diyeyim!”

“Bıraktım, söyle!”

Diz çöktüm, bomboş;

“Seni seviyorum, benim ol, bundan sonraki ömrümü üleş!”

“Peki! Peki! Sonsuza kadar hem...”

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Reva; Yerinde, uygun, yakışır, doğru, yaraşır (Öyküde; “Korkak Kadın” anlamındadır).

(1) Afra Tafra; Çalım. Çalımlı bir biçimde. Kendini olduğundan fazla gösterip böbürlenme, kibirlenme.

Asil Kadrolu Figüran; Konuşması ve önemli bir durumu olmayan ya da çok az olan rollerde “Gel!” denildiğinde gelmek için hazır olan, yer alan kimse. (Figüranlık; Konuşması ve önemli bir durumu olmayan ya da çok az olan rollerde yer alan kimsenin işi. Bir toplulukta toplu yapılan bir eylemde, önemli bir yeri olmayan, sönük kalan, etkisiz olan, konuşmayan, konuşturulmayan, tanıtım (fragman) yazılarında adı geçmeyen kimsenin görevi. Bir filmde kalabalık sahneleri doldurmakta el altında bulundurulan kişinin hissesine düşen iş).

Ayran Gönüllü;  Bir bakıma Sarkak Gönüllü deyimiyle aynı içerikte gözükse de her şeye heves edip sıkılan, maymun iştahlı kişi.

Baba Ocağı; Baba evi, baba bucağı, baba kucağı, baba yurdu şeklinde söylenen bu söz; “Babadan, dededen kalma mülkler veya bir kimsenin doğup büyüdüğü, yaşadığı ev, toprak yurt” anlamındadır.

Canı Sıkkın; Keyfi kaçmış, keyfi kaçmış bir biçim veya durumda.

Çenesi Düşük; Geveze, yerli-yersiz çok konuşan, gereksiz sözler söyleyen, susmasını bilmeyen, karşısındakini bıktıran.

Dalyan (Flinta) Gibi; Aslında erkekler için kullanılagelmekte bir deyim olsa da, aynı stildeki genç kızlar için de kullanılan “boylu-boslu” anlamında bir kelime.

Ensesi Kalın; Parası çok, varlıklı, sözü geçer, ödeme gücü yüksek kimse.

Evde Kalmış, Görücüye Çıkmış, Kız Kurusu, Kart Kız; Aşağılayıcı bir şekilde evlenemeyip, yaşlanmış bir kızın yaşlı bir adam karşısında beğenilme duruşunun ifadesi, beğenilme olasılığı olmayan bir kızın kendini nitelemesi.

Göbeğini Kaşıyan (Adam); Dünyayı umursamayan, genelde satın alınacak tipte, yırtık beyaz atletli, bir elinde sigarası, bardağında birası, diğer elinde televizyon kumandası olan, sıyırdığı atletinin altından görkemli göbeğini kaşıyan insan tipinde bir varlık.

Gönlünün Sultanı; Sevdiği, âşık olduğu, ya da âşık olacağının simgesel ismi, görüntüsü.

Gurk Tavuk Gibi; Tavuğun civciv çıkarması için yumurtaları üzerine oturup, sadece ihtiyaçları için hava alması gibi bu tipteki insanın da hareketsiz, becerisiz, mesnetsiz, kıpırdamaksızın yerinde olduğu gibi durması. Veyahut da bir kadının sadece doğurganlığı nedeniyle evlenmesinin şart olduğu gibi bir anlamda şaşırtıcı bir söz.

İç Açıcı; İnsanda iyi, güzel duygular uyandıran, ruha, gönle ferahlık veren. İyi bir durumda olan, umut veren.

Kaldırım Mühendisi; İşi olmadığı, iş aradığı için bir iş yapmayarak sokaklarda gezen kimse.

Kıçı Kırık; Önemsiz, değersiz, aşağılama anlamında aklını, mantığını ve tecrübesini geliştirmemiş kişileri paylama, azarlama anlamındadır.

Kuyruklu Koç; Genelde kalçaları oldukça gelişmiş, hamileliğinin son boyutlarını yaşayan kadınlar için kullanılan (hiç de lâyık olmadıkları aşağılayıcı) söz.

Prensesin Cadısı; Cadı; Geceleri dolaşarak rastladığı insanlara kötülük yaptığına inanılan hortlak. Masallarda geçen kötülük simgesi, büyücü, koca karı (Ancak öyküde kasdedilen.Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler öyküsündeki elma ikram eden cadıdır).

Self Servis; Kafeterya, lokanta, mağaza gibi yerlerde alıcının, görevli bir satıcının aracılığı olmaksızın kendine hizmet ettiği satış yöntemi. Seç al.

Sevgi Deryası; Vazgeçilemeyecek bir sevginin yaşandığı yer.

Sırtı Kalın (Sırtı Pek, Sırtı Kavi); Varlığı yerinde. Kalın giyinmiş. Genelde, uzmanlık konusu yağcılık olarak birilerine sırtını dayamış, bu nedenle hakkı olmayan şeyleri (özellikle para) kazanan, muhtemelen para ile her şeylere sahip olabilen değersiz kişi.

Sülün Gibi; “Dalyan gibi” deyiminin, kızlar için uygulanan çeşidi. Farklı olarak bu deyim içine  “yürüyüşünün de güzel olduğu” özelliği eklenebilir.

Şamar Oğlanı; Osmanlı Saraylarında (belki başka ülkelerin asilzade ortamlarında da)  padişahın oğluna (veliahda) ders veren öğretmen ders sırasında veliaht yanlışlık yaparsa onun yerine dayak attığı avamdan bir çocuğa verilen ad. Günümüzde ise; herkesin, hırsını, hıncını aldığı, menfaatlerine el koyduğu, sırtından yararlandığı kişi anlamındadır. Belki bir bakıma “Günah Keçisi” demekte de mahzur yok, gibime gelir.

Vıdı Vıdı (Sözler); Sıralı sırasız, yerli yersiz sözler, çevresindekiler rahatsız olacak biçimde, durmaksızın sarf edilen sözler.

Yarım Yamalak; Yalapşap. Yalap şalap. Baştan savma, üstünkörü.

Zümrüdü Anka Kuşu; Masallarda adı geçen, çok uzun kanatlı ve iri olarak nitelenen düşsel bir kuş. Tuğrul Kuşu, yabancılar tarafından Phoenix olarak da söylenir. Adı var, kendi yok olan şey. Güzel birkaç öyküsü ve özellikle Mevlânâ’nın anlattığı Simurg Efsanesi önemlidir.

(2) Amenna; Genelde peşine “ve saddakna” kelimesi eklenerek kullanılan Arapça bir deyim olup, asıl anlamı “İman ettim, tasdik ettimdir.  Türkçemizde “Mutlaka öyledir, doğru, diyecek bir şey yok, kabul ettim, inandım, anladım!” şeklinde onaylama sözü olarak kullanılmaktadır.

Arsızca; Utanıp sıkılmaksızın, sırnaşıkça, yılışıkça, yüzsüzce (davranma biçimi).

Basmakalıp; Özgünlüğü olmayan, değişiklik göstermeyen, bilineni tekrarlayan, klişe, harcıâlem.

CV; Curriculum Vitae kelimelerinin baş harfleri olup “Çerçevelenmiş Hayat” anlamındadır. Günümüz Türkiye’sinde İş başvurusunda bulunan birinin eğitim, deneyim, tecrübelerinin, nelere yetenekli, nelerde becerilerinin ve deneyimlerinin olduğunun gösterildiği belge. Özgeçmiş, kısa bir yaşam öyküsü (hal tercümesi= tercüme-i hal)  anlamındadır.

Çıtkırıldım; Pek aşırı, ince ve çekingen. Güçlüklere dayanıksız kimse.

Dublörlük; Gerektiğinde bir oyuncunun yerine oynayabilecek olan, aynı rolü çalışan, özellikle de tehlikeli sahnelerde yer alan  yedek oyuncunun yaptığı iş, görev.

Enstantane; Bir anda olan, şipşak. Bu yöntemle çekilen fotoğraf.

Fantezi; Sonsuz, sınırsız hayal. Değişik heves, beğeni, düşünüş. Süslü ve türü değişik olan.

Fragman; Bir sinema filmini tanıtan film parçası. Tanıtma filmi.

Harmandalı (Zeybeği); Ege yöresine ait bir türkü ve zeybek oyunu. (Çanakkale-Balıkesir dolaylarından yankılandığı varsayılır).

IQ; (Intelligence Quotient) ya da EQ (Emotional Quotient)  olarak belirlenen zekâ testi.

İntibaa; İzlenim. Bir durum veya olayın duyular yoluyla insan üzerinde bıraktığı etki, imaj. Uyaranların, duyu organları ve ilişkili sinirler üzerindeki etkileri.

Jigolo; Para ya da mal, hizmet karşılığı satın alınmış, hizmetinden yararlanılan tutma genç adam. Geçimi yaşlı kadınlar tarafından sağlanan genç erkek sevgili. Partner.

Jön, Jönprömiye; Genç. Filmlerde önemli rollerde oynayan genç oyuncu.

Mahir (Mahire); Becerikli, yetenekli, usta.

Mihnet; Üzüntü, sıkıntı.

Münasebetsiz; Uygun olmayan, yakışık olmayan. Aksi, ters.

Pandomima; Pandomim, ya da pantomim de denilmekte olup, kısaca sessiz tiyatro oyunu (sözsüz oyun) demek olup, el-kol-beden hareketleri ve yüz mimikleriyle belirtilir. Söz ironi olarak kavga, gürültü, patırtı, şamata, ağız bozularak, küfür edilmeden yanlış sözler söylenmesidir. Ki öyküde davranış bozukluğunun ifadesi olarak özellikle belirtilmiştir.

Perhiz (Diyet, Rejim); Sağlığını korumak, düzeltmek amacıyla uygulanan bir kısım sınırlamalar. Para harcamamak amacıyla uygulanan beslenme düzeni. Hristiyan ve Yahudilerin belli günlerde et, yağ gibi kimi yiyecekleri yemeksizin tuttukları oruç.

Prestij; Saygınlık, itibar.

Rençber (Reçber, Rençper); “Tarla, bağ, bahçe ve yapı ve toprak işlerinde, ağır işleri gören gündelikçi, ırgat”, ya da genel anlamda toprakla geçimini sağlayan kişi, çiftçi.

Suflör; Sahnenin görünmeyen bir yerinden, oyunu elindeki metine göre izleyen sahnedeki oyunculara, rollerinde unuttukları sözcükleri ya da tümce başlarını, tümceleri fısıldayarak oyunculara hatırlatan görevli.

Şıpsevdi; Görür görmez hemen seven, âşık olan kimse.

Terütaze; Çok taze, çok körpe.

Uvertür; Başlangıç, açıklık. Müzikli sahne eserlerinin başındaki orkestranın çaldığı açılış, giriş, ya da başlangıç müziği olmakla birlikte Türkçede geniş anlamda söz verilen saatte sahnenin açılması için dolgu malzemesi anlamında, bir bakıma saz eseri, taksim, bağlamaya yol göstermek gibi şeyler. Poker oyununda açılış eli. Aynı zamanda yemek öncesi çeşni, çerez, atıştırmalık kabilinden ortaya konan şeyler (Ordövr değildir).

Zekât; Artma, çoğalma, temizlik, bereket. İslam’da, İslam’ın beş şartından biri olan, Müslüman zengin olanların sahip olunan mal ve paralarının kırkta birinin (Yüzde iki buçuğunun) her yıl fakirlere sadaka olarak dağıtılması.  Bu konuda Kur’an’da Bakara Suresi, 43 ve 110. Ayetlerinde; “Namazı dosdoğru kılın, Zekâtı verin!” şeklinde ayet vardır.

(3) Adam Sendecilik Yapmak; Bir işin önemli olmadığına, aldırılmaması gerektiğine inanmak, umursamamak, bunu anlatma şeklinde davranışta bulunmak.

Ağzıyla Kuş Tutmak; En zor, en güç işleri yapsa da, ustalık gösterse de sonuç yok. Ne yapsa, ne etse de başarılı olması mümkün değil (Ağzıyla kuş tutsa da sevemediğim insanlar var benim! Bir de canıma okusa bile sevmekten vazgeçemediklerim. İlhan BERK).

Akıl Vermek; Birine danıştığı konuda yol göstermek, akıl öğretmek.

Aklından Çıkmak; Devamlı olarak hatırında tutamamak, hatırlayamamak. Tasarlayamamak. İçinden bile geçirememek.

Aklını Karıştırmak; Birini ne yapacağını bilemez duruma getirmek, şaşırtmak, bocalatmak.

Aşağılamak; Tahkir etmek, onur kırmak, onuruna dokunmak.

Avuç (Avucunu) Yalamak; Beklenenin, umulanın olmaması, umduğunu bulamamak, elde edememek, umulanın ele geçirilememesi, umduğunu, istediğini ele geçirememek. Sükûtu hayale uğramak. Umulan, beklenilen bir şey ele geçirilemediğinde kullanılan bir deyim.

Boy Ölçüşmek; Değer yarışına girmek, yarışmak, devamlı olarak biri, ya da birileriyle yarışma halinde olup üstünlüğünü kabul ettirmeye çalışmak.

Burnundan Solumak; Çok öfkelenmiş olmak, işi başından aşkın, ya da çok sinirlenmiş olduğundan dolayı gözünün hiçbir şey görmemiş olması, hatta hiddetli, bir şekilde nefes alıp vermesi.

Çöplenmek; Çeşitli yiyeceklerden azar azar yemek. Kendine ufak tefek çıkarlar sağlamak.

Duba Gibi Olmak; Çok şişman olmak, o görüntüyü vermek.

Emre Amade Durmak; Hazır, hazırlanmış bir şekilde durmak. Hazır nazır durmak.

Enine Boyuna (Boylu Boyunca) Bilmek; Bütün ayrıntılarına inerek, her yönüyle, bütün olasılıkları göz önüne alarak eksiksizce bilmek, bilmeye çalışıp düşünerek yönelmek.

Esinlenmek; İlham Almak. Dıştan gelen bir etki ya da algı sonucu, içe, gönle doğmak. Yaratıcı güçle duygulanmak.

Görücüye Çıkmak; Evlenmesi söz konusu olan kızın görücülerin oturdukları odaya gelip onlara görünmesi.

Hangi Akla Hizmet Etmek;  Ne gibi bir düşünce ile olmayacak, mantıksız  iş/ler yapmak.

Hor Görmek, Hor Bakmak, Horlamak; Değer vermeksizin, önemi olmaksızın, aşağılayarak bakmak. Kıymet vermemek, Ehemmiyet vermemek, adi görmek.

İki Kelimeyi (Lâfı) Uç Uca Eklemek; Aslında bu deyim menfi anlamda “İki kelimeyi, ya da iki lâkırdıyı, iki lâfı, iki sözü uç uca ekleyememek” olarak kullanılmakta olup düşüncelerini, duygularını, düzgün bir şekilde anlatamamak, güzel konuşma becerisinden yoksunluk anlamındadır.

İrkilmek; Ürküp korkarak geri çekilir gibi olmak, ya da korkup şaşırarak duraksamak. Birikmek, toplanmak, yığılmak.

Kafa Bulmak; Biriyle dalga geçmek, alay ederek neşelenmek. Uyuşturucu vb. içerek sarhoş duruma gelmek, esrimek.

Kısıtlamak; Sınırlamak. Belirlemek.

Kıyaslanmak; Karşılaştırılmak, örnek alınmak, bir tutulmak, sayılmak.

Külâhları Değişmek; Araları bozulmak, bozuşmak. Hatta tehdit eklentisinde bulunmak.

Mehtaplaşmak(!); (Türkçemizde yok!) Sevgiyle karşılıklı konuşmak anlamında yöresel bir söz.

Minnettar Kalmak (Olmak); Bir kimseden gördüğü iyiliğe karşı minnet duymak. Kendini gönül borçlusu, teşekkür borçlusu hissetmek.

Muhabbetleşmek(!); (Türkçemizde yok!) İki ya da daha çok kişi dostça ilişkilerde bulunmak. Yöresel olarak; iki ayrı cinsin çok yakın olarak aralarında el ele, göz göze, diz dize sevgi konulu konuşmaları.

Nabız Yoklamak; Bir konuyla ilgili olarak karşısındakinin niyetinin, eğiliminin, ne düşündüğünün, arzularının ne olduğunu ne olacağını anlamaya çalışmak, aramak, araştırmak.

Ne Oldum Delisi Olmak; Beklemediği bir duruma yükselip şımarmak, ölçüsüz hareketler yapmak.

Ödün Vermemek; Taviz vermemek. Uzlaşma sağlayabilmek için haklarının, isteklerinin ya da düşüncelerinin bir bölümünden karşı tarafın yararına vaz geçmeyi aklına getirmemek, düşünmemek, karşılıklı bir takım özverilerde bulunma imkânına set çekmek, reddetmek.

Sebeplenmek; Kendisine dolaylı olarak yarar, menfaat sağlamak, yararlanmak.

Sürünmek; Yoksul ve perişan yaşamak. Sürünme işine konu olmak. Karnı üzerinde sürünerek ilerlemek.  Bir şeye değerek geçmek.

Tırınklanmak; Bedelini hemen ödeme durumunda olmak. Hemen ödettirilmek.

Ünlemek; Yüksek sesle çağırmak, yüksek sesle duyurmak, bildirmek.

Yeğlemek; Bir şeyi, ötekilerden daha üstün, daha iyi, daha uygun görüp ona doğru yönelmek.

Zemmetmek (Zem Etmek); Yermek, kınamak, kötülemek, çekiştirmek.

(4) En Yüksek ve En Derin; Everest’in zirvesi yaklaşık 8848 metre, Abis genelde 10.000 metre üstündeki su derinliği, Marianna denilen Abis Çukuru ise 11.030 metredir.

(5) Bitaraf Olmak; “Bitaraf olmak demek, bertaraf (imha, tasfiye) olmak demektir.” Birinin TÜSİAD için söylediği söz. Benzeri; “Benden yana olan berhudar (mutlu), karşı olan berhava (yararsız, boş, vurulmuş) olur!” şeklindedir.

(6) Kul Hakkı Yemek; İnsanların başka insanlar üzerinde olan haklarını birbirine geçen haklarını, emeklerini umursamamak (Müjde? Bu gece, şu an günahlarda % 100 e varan indirimler, iyiliklerde 1000 kata varan ekstra puanlar sizleri bekliyor? NOT: Kul hakkı kampanya dışıdır?) Kur’an, Bakara Suresi. 188. Ayet; “Mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin. Bile bile, günaha saparak, insanların mallarından bir kısmını yemeniz için onun bir parçasını yetkililere aktarmayın. Kur’an, Nisa Suresi 10. Ayet; “Yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler şüphesiz karınlarına ancak ateş dolduruyorlar. Zaten onlar alevlenmiş ateşe gireceklerdir.” Kur’an Şuara Suresi 181. Ayet; “Ölçüyü tam tutun, eksik verenlerden olmayın.”, 182. Ayet; “Doğru terazi ile tartın. “ 183. Ayet; İnsanların hakkı olan şeyleri kısmayın, bozgunculuk yaparak yeryüzünde karışıklık çıkarmayın.”

(7) Şaşkın Ördek; Düşünceleri dağılmış ne yapacağını bilmez duruma gelip, başıyla dalacağı yere, kıçıyla dalan ördek gibi, akılsız, sersem, budala. (Şaşkın ördek, başını bırakır, kıçından dalar. ATASÖZÜ)

(8) Keşişe (İmama, Gâvura, Papaza) Kızıp Oruç Bozmak; Bir başkasının hatasına , kendine zarar vererek karşılık vermek.

Pire İçin Yorgan Yakmak; Önemsiz bir kaybı elde etmek uğruna daha büyük bir zararı göze almak, bir duruma kızarak kendisine daha büyük bir zarar verecek davranışta bulunmak.

(9) Cesaret de, korku gibi çok hızlı yayılır. Murat MURATOĞLU

Cesaret, tehlike karşısında akıl ve zekânın kullanılmasıdır. PLATON (EFLÂTUN)

(10) Paydos; Cevat Fehmi BAŞKUT’a ait tiyatro eseri. Aynı zamanda senaryosunu Sadık ŞENDİL’in yazdığı bir Türk filmi. Güftesini; Türkân ATEŞ’in yazdığı, Necdet TOKATLIOĞLU’nun bestesini yaptığı, Muhayyerkürdî Makamında bir Türk Sanat Müziği eseridir. Tiyatroda Murtaza Beyi kimlerin canlandırdığı hatırımda değil, ama filmde Sadri ALIŞIK’ın olduğu hatırımda.

Diyet; Ömer SEYFETTİN’in Diyet olarak kolunu satırla doğrayan Koca Ali Hikâyesi. Eseri sinemada eğer hatırımda yanlış kalmadıysa Koca Ali; Erol TAŞ idi.

PALTO; Nikolay Vasileviç GOGOL’a ait tek kişilik bir tiyatro eseri. Zamanında tiyatroda rahmetli Yalın TOLGA’nın izlediğim çok güzel bir çalışması vardı.

(11) Eleştiri Düşüncesi; Bu düşünceyi kaleme alırken, eğer hatırımda yanlış kalmadıysa Gülben ERGEN'e ait; “Hastalıklı eleştirinin sesi, normal hayatın akışını bozabilir!” ya da başka birilerinin benzeri bir sözünün etkisi altında kalmış olmalıyım (Eleştiri; Tenkit. Bir insanı, bir konuyu, doğru ve yanlış yönlerini bulup göstermek amacıyla inceleme. Genellikle de böyle bir inceleme sonucu yanlışları belirtme).

(12) There are some informations about him on my desk; “Masamda onun hakkında bir kısım belgeler var!” anlamında, Ceren'in niçin öyle konuştuğunu bilemediğim bir söz. Detaylı olarak konuştukları halde, unutmuş ve Türker'in İngilizce bilmediğini var saymış olabilir miydi?

If you want; “İsterseniz…”

(13) Yüksek yerlerde kartala da, yılana da rastlayabilirsin. Biri sürünerek, diğeri uçarak ulaşmıştır oraya. Cenap ŞAHABETTİN

(14) Hayat merdivenlerini çıkarken insanlara iyi davranalım. Çünkü inerken yine aynı insanlara rastlayacağız. Cenap ŞAHABETTİN

(15) Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden, / Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak… Bu bir lisân-ı hafidir ki ruha dolmakta / Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta. Ahmet HAŞİM’in “MERDİVEN” şiirinin ilk iki dizesidir.

Yükselmenin Merdivenleri Beş Basamaklıdır adlı kitap. Yükselmenin Merdivenleri; Kendilerini; “Dünya Sevgi Birliği Vazife Grubu” diye adlandıran bir grubun derlediği kitap. Bu basamaklar; Doğruluk, İyilik, Bilgi, Çalışmak ve Sevmek olarak belirtilmiştir. Ki bu kitap; 14.05.1966 tarihinde rahmetli annem tarafından kendi el yazısıyla bana hediye edilen ve halen Kütüphanemde muhafaza ettiğim bir kitaptır.

(16) Metraj, Bir nesnenin metre olarak uzunluğu. Metre ile ölçme. Sinemada Uzun Metraj; Tam uzunluktaki filmleri tanıtmakta kullanılan (Genelde 40 dakika üstü film) terimi. Sinemada Kısa Metraj; Kısa film (Genelde 4o dakika ve altı film) terimi. Bir inşaatı meydana getiren yapı elemanlarının yapılması için kullanılacak malzeme ve yapılacak işlerin miktarlarının tespit edilmesi amacıyla; her bir yapı elemanının ayrı ayrı ölçülmesi, bu ölçümlerin bir cetvele aktarılarak tüm yapıdaki iş kalemleri miktarlarının detaylı olarak hesaplanması işlemidir.

(17) On yıl var ayrıyım Kınadağı’ndan/Baba ocağından, yâr kucağından/Bir çiçek dermeden sevgi bağından/Huduttan hududa atılmışım ben. Faruk Nafiz ÇAMLIBEL’in “HAN DUVARLARI” şiirinde geçen bir alıntı.

(18) Cameo; Aslı; Kabartmalı değerli taştır. Ancak Cameo; Görünümün kısaltılmış şeklidir. Bir oyun, film, televizyon gibi gösteri sanatlarında insanlar tarafından çok iyi bilinen bir kişinin bu gösterilerde kısa bir süre görülmesidir. Öykülerim görüntülü olmasa da ben de bazen Alfred HITCHCOCK’un kendisini filmlerde görüntülemesi gibi ismimi sanki Cameo imiş gibi kullanma gayretinde oluyorum. Çok bilinen bir kişi olmamakla beraber ben de ismimi, soy ismimi, ya da soy ismimden bir ya da birkaç parçayı, köyümün Bekdemir adını, Bilecik ilimin plâka numarası olan 11 rakamını, eşimin, çocuklarımın, sevdiklerimin adlarını öykünün bir yerlerinde görüntülemeye çalışıyorum.

Öyküdeki yönetmen gibi benim de hayranı olduğum Alfred HITCHCOCK 66 adet olan filmlerinden çoğunda kendisi de görünüyordu. Bu rollere yukarıda da değinildiği gibi “cameo” denilmekteydi ve birkaç saniye süren görüntülerdi. Meselâ ekran önünden geçmek, ayakta durmak, içki içerken gözükmek gibi ki öyküdeki yönetmen bildiği bu görünüşü aynen uygulamak hevesinde olsa gerekti. HITCHCOCK'un bir deyişi şöyledir: “İyi bir film çekmek için üç şey lâzımdır; Senaryo, senaryo, senaryo...” Yine HlTCHCOCK'un çoğu filmi, aşağıladığı “Konuşan insanların resmi” sözü ile ünlüdür.

(19) KARATEKİN, Erol. 2007 Yılı. “YALNIZCA BİR”

(20) Aşk için şehirden köye göçen adam öyküsü; Bu senaryoya uygun, olayı Hasan isminin anlattığı, Asuman ve Mert’e ait şehirden köye inen bir genç adamın “İSTERSEN, MUTLU OLMAK BAŞARIDIR!” adını verdiğim bir öyküm bulunmaktadır.

(21) Katırların Doğurması, Balıkların Kavak Ağaçlarına Tırmanmaları, Kutupta Deveye, Çölde Eskimo’ya Rastlamak, Öcülerin Salâvat Getirmesi; Hayali varlıkların, yaşanması mümkün olmayan imkânsızlıklarının ifadesi.

(22) Solda Sıfır; Hiçbir değeri olmayan benzerleriyle karşılaştırıldığında değersizliği daha iyi anlaşılan. Sönük kalma, anlamı olmama, değersiz olma.

(23) “Çeşmi insaf kadar kâmile mizan olmaz / Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz” (Olgun insana insaf gözü gibi ölçü bulunmaz, Kişinin kendi eksiğini bilmesi gibi irfan olmaz!) Talib-i KADÎM

(24) İstisnalar Kaideyi Bozmaz; Kural dışı olan, az rastlanan şeyler genel kuralları yıkamaz.

(25) Üzüm; Meyve olarak yersen, suyunu sıkıp içersen, şıra olarak içersen, tuzlayıp sirke dersen helâl de, ihtimar edip alkollü bir şeyler olursa haram, neden? Anlamam. Üstelik Kur’an, Nahl Suresi, 67. Ayet şöyle diyor; “Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden hem içki, hem de güzel bir rızk edininiz. Elbette bunda aklını kullanan bir toplum için ibret (delil) vardır” Diyanet İşleri Meali. “Hurmalıkların meyvalarından, üzümlerden de sarhoş edici bir içecek ve güzel bir rızık elde edersiniz. İşte bunda, aklını işleten bir topluluk için kesin bir mucize vardır” (Kendini âlim sanan sabit fikirliler karşısında Profesör Dr. Yaşar Nuri ÖZTÜRK ve onun gibi dürüst ilim adamlarının yorumu).

Kadınlar üzüm gibidir; gösterdiğiniz ilgiye göre; Ya pekmez olur, ya da sirke... (Söz kimlere ait bilmiyorum, kimi kadınlar yerine “İnsanlar”  demiş, kimi pekmez yerine “Şarap”).

(26) Faiz Ayetleri; Kur’an da Al-i İmran, Nisa, Bakara ve Rum Surelerinin muhtelif ayetlerinde faizin haram olduğu belirtilmektedir. İki örnek vermek gerekirse; Al-i İmran Suresi 130. Ayette; “… faizi kat kat yemeyiniz…” Bakara Suresinin 275-281 ayetlerinde ise; “Faiz yiyenler, mahşerde ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar… Allah faizi haram kılmıştır…” denmektedir.