Lokantaya girip de masaya oturduğumda gördüm onu çorba içerken. Handiyse, bir kaşık çorba ile bir dilim ekmeği katık ediyordu. Üzerindeki paltoyu çıkarmamıştı. Şişman değildi, sanırım içinde kendisini soğuktan koruması için katmer-katmer giyecekler olsa gerekti.
Bunun onu şişman gösterdiği düşüncesindeydim, bir tas çorbayla, iki somun ekmeği bitirme gayretinde olduğuna göre. Başında yıllardır kullandığı Agoş’unki(1) gibi bir şapka, ayaklarında tabanları neredeyse açılmak üzere olan Roosevelt veyahut da Churchill denilen, kabaralı, asker pabucu gibi muhkem(2), ama geçen zamana dayanmamış, dayanamamış, direnmekte zorlanmış pabuçlar vardı.
Dikkatimi çekmişti çorba içen adam. İçim acımış, servisi yapan garsona servis için o masayı işaret etmiştim. Karşısına otururken; “Merhaba!” dedim.
Gözlerini kaldırdı, “Bu ne samimiyet?” dercesine, belki de utanarak “Merhaba!” diye cevapladı, gözleri çakır-çakırdı ve ıstırap çektiği belli idi gözlerinde (sanki).
Evet, eski idi üstündekiler, ama pırıl-pırıl sinekkaydı denilecek bir şekilde tıraşlı idi. Tek-tük kenarda-köşede gizlenmiş sakallar kendinin tıraş olduğunu belli ediyordu. “Merhaba” derken görünen dişleri düzgün, temiz, hatta bakımlı, pırıl-pırıldı. Elleri…
Evet, taze dilim ekmeği rulo haline getirip de ağzına attığı elleri de temizdi, tırnakları uçlarından kesilmişti, manikür yaptırmış gibi.
Bir kaşık daha çorba aldı tasından, yarısı tükenmiş çorba tasına neredeyse yarım avuç pul biber attı;
“Çorba ile doyunamazsınız. Size döner ya da İskender ısmarlamak istesem kabul eder misiniz?”
Şöyle bir baktı yüzüme çakır-çakır;
“Neden? Hem niye alıştırayım ki midemi, bağırsaklarımı o lükse?”
Türkçesi gayet düzgün ve tabir yerinde ise tumturaklıydı(3). Bir sokak serserisi, bir apaş(4), bir gecekondu düşkünü olması mümkün değildi, kanaatimce. Karar verdim, ısrarcı olacaktım;
“İçimden geldi, ben bir yazarım, sana İskender ısmarlıyorum, sen de bana öykünü anlatırsın, ödeşiriz, ne dersin?”
“Olur!’ İşte birkaç şarkı-türkü dizesiyle özetleyebileceğim yaşamım. Yazsaydım ben derdimin bir tekini, ciltlere sığmayan bir kitap olurdu(5), Kara bahtım, kem talihim, Ağustosta suya girsem balta kesmez buz olur(5), Bu dünya yalancı bir dünya…(5)”
“Bu kadar kısa diyorsunuz yani?”
“Yazar sizsiniz, çevresini, etrafını doldurursunuz artık!”
Garsona işaret ettim; “İki tane birer buçuk İskender!” diye. Ve sonra bu kadar düzgün konuşan, müzik aşığı insana sordum;
“Ya siz?”
“Boş verin, çapaçul(6), sevabına ikram edilen bir tas çorbaya talim eden, karşısındakinin himmeti(7) ile midesi bayram edecek biri desem?”
“Yoo! Bu kadar kısa olmamalı. Öykünü süslememe de yardımcı olmalısın! Hem mutlaka biliyorsun gibime gelir, söz uçar, yazı kalır(8), kalem, aklın dilidir(8) ve yazmak, düşünmektir(8)…”
“Süslemek mi?”
“Sözün gelişi işte! Detayları da dinlemek isterim demek istedim. Ama önce ismin ne ve kimsin aslında?”
“Kim olmam önemsiz. İsmime de boş ver be dost! Bak ben sana bir tabak İskender karşılığı ‘Dost!’ dedim, sen de bana ‘Dost!’ desen?”
“Peki, bir de tatlı ısmarlasam seni bir yerlerde dinlemek için şansım artar mı?”
“Bu kadar lükse safra kesem bile dayanmaz, bu nedenle olmaz!”
“Ama karşılıksız anlatacaksın, değil mi?”
“Belki… Ama tatlı yerine yemekten sonra bir sigara ikram edersen daha hoşnut olurum.”
“Tabii, neden olmasın?”
İskenderler geldiğinde ellerimi yıkamak bahanesiyle lâvaboya yönelirken garsona işaret ettim. Çünkü sigara içmediğim için cebimde sigara yoktu. Garsona “Üstü kalsın!” diyerek bir miktar para verdim ve bir paket sigara almasını rica ettim.
Sigarayı getiren garson, onu usulca masamın kenarına koydu, biz yemeklerimizi bitirmek üzereyken. Söylemem gerek başlangıçta yağ ve salçayı getiren komilere bunları bolca dökmeleri için işaret etmişti.
Belki de özlemiş olarak ve pul biberle kebabını donatmayı unutmamış ve “Tüm kırmızılar, kırmızı yiyecekler olarak beden için iyidir, kırmızı pul biber ise çok iyi bir dezenfektandır, öneririm” demiş, “Elhamdülillâh” demeden evvel de tabağını güzelce sünnetlemişti(9) bir dilim ekmekle.
“Çay ya da kahve?”
“Çay için hayhay!”
Bu adamı bu duruma getiren bir şeyler olmalıydı, tüm veriler onun beyefendilikten bu duruma gelmesinin göstergesiydi. Kendi kendini ispat ediyordu diyecektim, ama insan delilsiz göstergesiz nasıl iddialaşabilirdi ki karşısındaki adına, kendiyle?
Sigara paketini açıp uzattım, içinden bir tane çıkardı ağzına yerleştirdi ve paketi bana geri uzattı, ceplerini karıştırırken. Garson yetişip sigarasını yaktı. Kibrit ısmarlamamış olmama hayıflandım;
“Teşekkür ederim, hem çok teşekkür ederim! Bu mide ile size bir şeyler anlatmam zor olacak!”
“O zaman yarın, bu vakitte, burada desem?”
“Olur!” dedi ayağa kalkıp, elini uzatmadı, ama ben elini yakalayıp sigara paketini avucuna koyarken; “Ben içmiyorum!” dedim.
“İyi ediyorsun genç adam, sigara kanserdir, tıpkı üzüntü gibi.(10) ”
“Ama siz içiyorsunuz?”
“Keşke kanser olsam, üzüntü ile ömrümü tüketmek yerine!”
Sırtını döndü, acelesi varmışçasına hızlı adımla uzaklaşmaya çalıştı. Karşıdan karşıya geçmek için adımını dikkatsizce caddeye atmasıyla, bir Halk Otobüsünün onu tekerlekleri arasına alıp sürüklemesi bir oldu.
Uzaktan görüp yetişememiştim, sanırım oraya ulaşmamdan önce Rabbine emanetini teslim etme çabası içindeydi, daha fazla acı çekmeden.
Bir kısım vatandaşlar, ıstırabına aldırmadan yaka-paça çıkardılar onu otobüsün altından, bir taraftan halk toplanmaya da başlamıştı çevremize, sanki film çevriliyordu.
Kızgınlıkla, sinirle, “Neden?” demek istercesine ulaştım başına. Gözleri kapalı olmasına, soluk almakta sıkıntı çekmesine rağmen, nefesimden tanımıştı sanki beni;
“Hakkını helâl et!” dedi. Bu ondan duyduğum son sözdü, tüm merak hanelerime son vererek.
Üstüne gazete örterlerken, yanımda duran gencin elindeki pet su şişesini alarak ağzının kenarından akan o koyu kanı temizledim.
Polis geldi cankurtarandan önce. Ceplerini yokladı. Bir Nüfus Kâğıdı, poşetine sarılı bir resim, ufak bir dolap anahtarı ile iki lira ve verdiğim sigara paketi çıktı cebinden. Cüzdanı yoktu, yeri, yurdu adresi belli değildi. Polis Tutanağını hazırlarken öğrendim ismini: Osman Aliosman Osmanoğlu(11).
İsim yabancı gelmemişti bana, enteresan bir isim birlikteliği nedeniyle duymuş gibiydim sanki daha önceleri bir yerlerden. Öncelikle cenazenin ne yapılacağını öğrenmek geçti içimden. Kimsesizler Mezarlığına mı defnedilecekti üç-beş kişiyle ki sanıyorum bu üç-beş kişiden biri mutlaka ben olacaktım? Yoksa bir Tıp Fakültesinde sağlam kalan parçalarıyla kadavra(12) olarak mı kullanılacaktı bedeni ve sonrasında ne olacağı meçhul mü olacaktı?
Polis; “Önce otopsi yapılacağını, sonra na’şının(13) bir morgda bir süreliğine muhafaza edileceğini” söyledi. Yasal prosedürün(14) bu olması gerektiğini anlatma gayretinde oldu, sanki.
Cenazeyi alan cenaze aracıyla morga gittim. Soyup, bir dolaba koydular onu, ayak başparmaklarını birbirine bağlayıp Nüfus Kâğıdına bakıp ufak bir kâğıt parçasına bir şeyler yazarak. Sigara paketi, paraları, resim poşeti ve Nüfus Kâğıdı ile ufak dolap anahtarı masa üstüne konulmuştu. Sordum ve cevabını aldım;
“Birkaç gün bekletiriz. Arayanı-soranı, vasiyeti, murisi(15) var mı diye? Eğer böyle birileri yoksa cenazenin masrafı varsa kadavra olarak kullanılır, sonra da defnedilir!” dedi müstahdemlerden(16) biri, paraları ve sigara paketini çöp poşetine atarken.
Nüfus Kâğıdı ile içinde genç bir kız fotoğrafı olan poşet masasının üstündeydi. Dolap anahtarını inceledi, anlamamış gibisine, belki de gereği için gözünün önünde olmasını isteyerek onu da masasının üstündeki kâğıt kutusunun üstüne koydu.
Dediğim gibi isim dikkatimi çekmişti, “Belki” umuduyla eve gitmek yerine, bir internet kahveye gittim ve araştırdım onu.
Evet! Yanılmamıştım! O meşhur bir Kalp Cerrahı idi zamanında. Olmadık bir zamanda, yaklaşık üç-beş yıl önce aniden kaybolmuş, izi bile kalmamıştı ortalıklarda. Faili meçhul bir cinayetten bile şüphelenilmişti zamanında.
Ölen o, o idi. Ama kayboluşun sebebi, ya da kayboluşundaki esrar neydi? Buna ait delilleri belki Üniversitede bulabilirdim. Fakülteye gittim ve soruşturdum.
Edindiğim bilgiler pek iç açıcı değildi. Önce eşi, sonra kızı terk etmişti kendisini. Sanırım poşetten çıkan kızının fotoğrafıydı, belki evvellerden. Yanlış değilse kızının kötü bir imajının(17) olduğuna dair duyumu onu perişan etmiş ve her şeyini iki satırlık bir bağış belgesiyle Üniversiteye bağışlayarak ortadan kaybolmuştu.
Bu; cinayet yanında, intihar şüphesini de doğrular gibi olmasına rağmen profesör arkadaşları; “Medeni varlığının ve kişisel inançlarının” onu böyle bir şeye zorlamayacağı şeklinde fikirlerini beyan etmişlerdi.
Son olarak en yakını olduğu söylenen profesör arkadaşı ile karşı karşıya konuşmak zaruretini(18) hissettim. O; “Fakültedeki kişisel dolabının, kaybolduğu günden beri kapalı olduğunu” söyleyince Osman profesörün cebinde bulunan dolap anahtarı geldi aklıma. Bir vesile ile morga gittim ve profesöre ait kâğıt kutusunun üstünde duran anahtarı, deyim yerinde olacak; “Çaldım!” Çünkü inanıyordum ki, bu anahtar, o dolaba aitti.
Men dakka dukka! ‘Eden bulur!’ denmiş, bense sözü değiştirmiş, ‘Merak eden bulur!’ demiştim düşüncelerimde yoğunlaştırdıklarımla.
Tekrar fakülteye Osman profesörün yakın olduğu söylenen profesör arkadaşının odasına ulaştım ve yalan söyledim;
Rahmetli Osman profesör öldükten sonra açılmak üzere dolabının anahtarını bana vermişti, bir heyet marifeti ile tutanakla çıkacak belge ve bilgilerin okunmadan, değerlendirilmeden yakılmasını veya mezarına gömülmesi gerektiğini uydurarak anlatma gayretinde oldum, tüm merakıma rağmen.
Dolabı açtığımızda biri büyük, biri küçük iki kutu ve üstlerine konmuş, üstünde; “Vasiyetimdir” yazılı yassı bir zarf bulduk.
Dolabın içindekileri alarak yakın arkadaşı profesörün odasındaki masanın etrafına dizildik, merakla. Vasiyeti özet olarak şöyle idi, başlangıcına bir şiirin(19) ilk ve son kıtalarını koyarak;
“Dostlarım, toplanın öldüğüm zaman;
Riyayı bir günlük bir yana atın!
Tutunuz tabutun kenarından;
Bir derin çukura beni fırlatın!
…
Dostlarım, anmayın artık adımı,
Siliniz gönülden eski yâdımı.
Kırınız sonuncu itimadımı:
Ölünce bir daha beni aldatın.
Sonumdan hiç kimse sorumlu değil, sonuma kendim hazırladım kendimi. Cesedimi öğrencilerim bilgi hazinelerini geliştirmek ve genişletmek için kadavra olarak kullansınlar, eğer hırpalanmamış olarak kalmışsa bedenim. Ancak, kirli-kirli yatırmayın beni masaya, yıkayın, temizleyin, hatta saçımı-sakalımı tıraş edin.
Paranın cinsi ve değeri her gün değişiyor. Küçük kutuya bu nedenle yeterli olacağına inandığım bir miktarda Cumhuriyet Altını koyuyorum. Belki yeterli olmayabilir, ama cenazemi ortada bırakmayacağınıza inanıyorum.
Üzerimdeki çalışmalar bitince toparlayacağınız cesedimi köyümde annemin mezarının yanında kendim için hazırlattığım boş yere defnedin. Dini gereklilikler ne ise unutulmasın, aynen yerine getirilsin. Köyümün yağmurlarında yıkanmak(20) isterim, ama herkes işinde-gücünde olacağından bu isteğimin mümkün olamayacağının bilincindeyim.
Büyük kutuda özellerim var. Bu kutuyu cesedimi bulana vasiyet ediyorum. Okusun, bilsin ve ister yaksın, ister mezarımın ayakucuna saklasın, çürüyüp yok olması için. Ama o benimle ilgilenen kişi beni bilsin, benden sonra beni tanısın isterim.”
Başka neler mi yazılıydı vasiyetinde, hatırlayamıyorum, en sonuna attığı o doktor imzasından başka?
Başlar bana çevrili idi okumanın sonunda, benim bakışlarım ise büyük kutuya doğru idi kucaklamak istercesine. İnsanın yaşamaması gereken bir ruh hali içindeydim. Bir ölünün öyküsünü yaşayacağıma ve yazacağıma inanamıyordum büyük kutu içinde.
Küçük kutu içindekileri sayıp tutanak yaptık ve hepimiz imzalayarak aynı dolaba yerleştirdik. Daha sonra yakın arkadaşı profesörle morga gidip yıkattıktan sonra cenazeyi, poşet içindeki fotoğrafı ve Nüfus Kâğıdını teslim aldık. İşim bitmişti bence. Bana iletilecek habere göre Osman profesörü memleketine ben götürecek ve yapılması gerekenleri yapacak, ya da yaptıracaktım, giderlerim ne olursa olsun.
Kaç gün geçmişti aradan bu işlemlerin halli için, “Hatırlayamıyorum!” desem yeri. Cenazeyi teslim alıp profesör arkadaşla Tıp Fakültesine götürdükten sonra merakımın üst boyutlarına ulaşmış olarak koltuğumun altındaki kutu ile evime ulaştım.
Soyunup dökünmem gereksizdi, sabrım gerçekten limitine ulaşmıştı. “Bir Ölünün Hatıra Kutusu(21)” diyebileceğim kutunun bandını tırnağımla çürütüp zedeleyerek açtım.
En üstte alt alta sıralanmış telefon numaraları ve adresler vardı. Sonra bir defter, kronolojik sıraya dizilmiş gazete kupürleri ve fotoğraflar vardı kutu içinde. Hangisine öncelik vermem gerektiği konusunda şaşkınlaşıp durdum bir süre, kendimi dinler, kendime yön çizer gibi.
Rahmetlinin notlarını, gazete kupürlerine(22) ve küçüklüğünden son gördüğü güne kadar biriktirip sıraladığına inandığım kızının fotoğraflarına, tarihlerine, notlarına ve yazdıklarına göre özetlemeğe çalıştım beynime;
“Fakir bir ailenin kıt imkânları ile okumuş ve bitirmişti okulunu. Okulundan bir meslektaşı ile evlenmiş ve yalnızca bir kızı olmuştu bu evlilikte. Her şeye boş vermişçesine tıp alanında, kendi çapında ilerlemiş, birçok başarıya imza atmıştı. Çalışması, çalışkanlığı, evine ve ailesine ihmalini artırmış, günlerden bir günün gecesinin ilerleyen bir vaktinde eve geldiğinde evi bomboş bulmuştu. Karısı ve henüz büyüme çağında olan kızı terk etmişlerdi evini, yani ki ‘Yuvam’ dediği sıcaklığı.
Gazete kupürlerinde başarıları yanında, aldığı ödüller, şiltler, nişanlar, evlenmesi, kızının doğumu, boşanması gibi haberler ve sonunda isminin de yer aldığı ölüm ve teşekkür ilânları da vardı. Şiltleri, nişanları ve ödülleri fakülteye iade etmeyi düşündüm bir ara. Ama bu haksızlık olacaktı vasiyetine göre, çünkü “Beni tanı ve bana ait olanları yok et, çürüsün” demişti bir bakıma “Mezarıma koy” demekle.
Osman profesör bir süre sonra alışmıştı yaşamına. Para-pul-maddiyat önemli değildi kendince. Yeterli miktarın üstündekileri kızının banka hesabına havale ediyordu. Dostça gibi, karşılıklı anlaşarak nafaka(23) falan hesabı olmadan avukatları vasıtasıyla ayrılmışlardı karı-koca olarak. Kızları annesinde kalmıştı.
Sonra günlerden bir gün bir profesör doktor arkadaşı hem beraberce çalışmak, hem de gönül eğlendirmek için evine davet etmişti onu. Bu davetin onun için yıkım olacağının bilincinde değildi.
Arkadaşı bir yerlere telefon etmiş; “Hicran? Hüzün’le birlikte gelin, misafirim var!” demişti.
Viskilerini yudumlayarak tavla oynarken çalınmıştı kapıları ve gördüğü ile çarpılmıştı Osman profesör;
“Kızım?”
“Baba?”
Kelimeler çarpışmıştı kapı eşiğinde.
Kızı kötü bir kızdı, bir telefonla davet edildiği yere giden, ya da koşan.
“Neyini eksik ettim ki, kızım?” demiş,
“Sevgini!” cevabını aldıktan sonra kızı ona son darbeyi vurmuştu;
“Şimdi sevgiyi üstelik para kazanarak ve zevk alarak buluyorum!”
Osman profesör kapıyı çarparak çıkmış, belki bir ara yaşantısını dolabı ile paylaştıktan sonra yoklara karışmıştı. Kendisini ne gören, ne bilen, ne de tanıyan olmuştu bir daha. Aranmış mıydı? Belki…
İçinden kokular gelen, örümceklerin heyecanlı adımlarının dolaştığı evinin kapısı mahkeme kararıyla açılmış ve nesi var, nesi yoksa hepsi kızına verilmişti.
Osman profesör bir ara oralarda dolaşırken hatıralarını yaşamak istercesine, taksi şoförlerinden evinin “Randevu Evi” olduğunu duyması üzerine bir kere daha yıkılmıştı.
Yaşamını son vererek bitirmeye inancı elvermediğinden serseriliği tercih etmiş, sürünmeye karar vermişti. İşi yoktu, ara sıra dilenircesine avucuna konanlara kanaat ediyor, ya da yalvar-yakar lokantalarda verilen atık yemeklere, çorbalara temenna ediyor(24), izmaritlerle kahrını söndürmeğe çalışıyordu.”
İnancı kösteklenmiş olsa da acaba bana rastladığında; “Öykünü anlat!” demem ölümünü hızlandırmış, intiharına sebep olmuş olabilir miydim?
Belki…
Sonuç;
Onu köyünün yağmurlarında yıkattım ve emanetlerini ayakucuna bıraktım, mezarına gömülürken…
YAZANIN NOTLARI:
(1) Agoş; Büyüdüğüm köyde nevi şahsına münhasır, herkesin tanıdığı, Devlet Demir Yollarında çalışırken herhangi bir nedenle zihni yetilerini kaybetmiş, kimsesiz, herkesin istekle sevgi ve saygısını kazanmış bir yalnızdı O. Kimin kapısına gitse o kapı asla kapanmazdı, doyururdu onu o kapı. Ayda, ya da on beşte bir birileri komple tıraş ettirir, yıkar, kendilerinden çamaşır ve elbiselerle donatırlardı onu, bir dahaki on beş güne, ya da aya kadar. Agoş, İstanbul-Ankara arasındaki tüm tren istasyonlarını duraklar dâhil duraksamadan sayardı. Agoş’un güzel huylarından biri de asla dışarıda çalılıklarda, kenarlarda-köşelerde hacet işini görmemesiydi. Ne yapar eder, ya caminin tuvaletine, ya da en yakın evin bahçe tuvaletine atardı kendini ve mutlaka taharetlenirdi. Üstüne birisi gelirse “Öhhö!” diye öksürür gibi yapardı, tüm köylü bilirdi onun varlığını. Öyle her kapıya da gitmez yanaşmazdı Agoş. Kapıları da seçerdi, tuvaletleri de. Kirliydi, ama asla pis değildi çünkü. Yaz ve baharlar sorun olmazdı Agoş için. Ama kışları da sorun etmezdi. Bir ahır, bir ağıl, bir saman yüklü ambar, kürk gibi asker gocuğu ve paltosu muhafaza ederdi onu. Köyde her hanenin Agoş’a özel tabak-çatal-kaşık ve su bardağı vardı. Agoş’un en sevdiği şey, kalınca ev salçası sürülmüş köy ekmeği ve nar şerbeti idi. Agoş’un özellikle sabah kahvaltıları için tek adresi vardı: Hacı Emin ve Hacı Mürüvet’in eviydi o adres (Bu vesile ile onları rahmetle anıyorum). Çünkü onlarınkinin dışında iyi bir sabah kahvaltısı ve güler yüz yoktu, ne diğer evlerde, ne köyde, ne şehirde, dünyada hatta ne de evrende.
(2) Muhkem; Sağlamlaştırılmış, sağlam.
(3) Tumturaklı: Anlama bir şey katmayan, bir anlam bildirmeyen ama kulağa hoş gelen gösterişli.
(4) Apaş; Kabadayı, külhanbeyi, hayta, serseri, serserice yaşam şekli.
(5) Ciltlere sığmayan bir kitap olur… “Söylemek istesem gönüldekini…” diye başlayan şarkının Güftesi; Vecdi BİNGÖL’e, Bestesi; Selahattin PINAR’a ait olup Rast makamındadır. Eser aslında; “Yazsaydım derdimin ben bir tekini, ciltlere sığmayan bir kitap olur” şeklindedir.
Kara bahtım kem talihim, Taşa bassam iz olur… diye başlayan Adana Yöresi Türküsünü Aziz ŞENSES isimli üstat derlemiştir. Ağustosta suya girsem, balta kesmez buz olur, eklentisidir.
Bu dünya yalancı bir dünyadır… “Aşkın sırrı bilinmez” nakaratı ile dillerde yer alan Sinan SUBAŞI’nın güfte ve bestesinin sahibi olduğu Türk Sanat Müziği Muhayyer Kürdi Makamındadır.
(6) Çapaçul; Kılığın veya eşyasının düzgün ve temiz olmasına özenmeyip düzensizlik içinde yaşayan, bir bakıma pasaklı kişi.
(7) Himmet; Yardım, kayırma, iyi davranma. Çalışma, emek, gayret, lütuf, iyilik, kalp isteğiyle gösterilen gayret, emek, çaba, kutsal sayılan bir kişi tarafından yapılan etki. Meyil, arzu, istek, azim, niyet, irade.
(8) Söz uçar, yazı kalır; Ağızdan çıkan sözlerin yok olup gidebileceğini, unutulabileceğini, ancak yazının herhangi bir şekilde (yırtılma, yanma gibi) kalıcılığının ifadesidir.
Kalem, aklın dilidir. Soner YALÇIN
Yazmak, düşünmektir. Soner YALÇIN
(9) Sünnetlemek; Lügat manası; bir tabaktaki yemeği iyice sıyırarak yemek. Halk dilinde ise; atılması, dökülmesi olası bir şeyi sevabını almak için yemek, içmek, bitirmek eylemi olarak vasıflanmaktadır.
(10) Üzüntü kanserdir; Kanserden ölen Dale CARNEGIE, “Üzüntüyü Bırak, Yaşamaya Bak!” adlı eserinde; “Üzüntü, kanserdir!” demiştir. (Bir bakıma CARNEGIE, yazdıklarına rağmen “Çok mu üzülmüştü, çok mu stresi vardı?” diye sormak gerektiğini düşünüyorum. )
Üzüntüden vazgeç. İyileşirsin; Dr. Eduard PODOLSKY; “Üzüntüden Vazgeç, İyileşirsin” isimli kitabında konuya benzer şekilde eğilmişlerdir.
İnsan Bu, Meçhul; Alexis CARREL; aynı isimli kitabında konuyu işlemiştir.
Mide ülserini yapan yediğiniz değil, sizi yiyen şeydir; Dr. Joseph MONTAGUE kanserin öncüsü sayılabilecek ülser için; “şeydir!” demişti.
Üzüntü ve stres kanser sebebi değildir; Yukarıdaki ve kaleme alamadığım yaklaşımlara karşın Prof. Dr. Michael HUN; “Üzüntü ve stresin kanser yapmadığını” iddia etmiştir.
(11) Osman Aliosman OSMANOĞLU; yaptığım araştırmaya göre Türkiye’mde bu simde biri yok. Ancak gene de dikkatimden kaçmışsa ve bu isimde biri varsa zihnimden uydurarak da olsa adını kullandığım için özür dilemem gerekiyorsa, dilerim.
(12) Kadavra; Tıp öğreniminde görerek, uygulayarak öğrenim amacıyla üzerinde çalışmalar yapılmak üzere hazırlanılmış, ölü insan, ya da hayvan vücudu.
(13) Naaş; Ölen kimsenin vücudu.
(14) Prosedür; Bir amaca ulaşmak için tutulan yol, bir işte uyulması gereken yol, yöntem, işlemlerin tümü.
(15) Muris; Miras bırakan.
(16) Müstahdem; Bir iş yerinde hizmette, ayak işlerinde kullanılan kişi.
(17) İmaj; İmge. Görüntüleme. Gerçekte var olmadığı halde varmış gibi görünen şey. Görünüşün değiştirilmesi. Hayal, Hayalet, hülya, düş genel görünüş, manzara. Bir nesnenin sureti. Bir kimsenin bir topluluğun kendisine ilişkin olarak başkalarında yaratmak istediği ya da bıraktığı izlenim. Zihinde tasarlanan ve gerçekleşmesi özlenen şey. İzlenim.
(18) Zaruret; Zorunluluk, zorunluk, gereklilik. Sıkıntı, yokluk, fakirlik.
(19) Orhan Seyfi ORHOn’a ait “VASİYET” şiirinden.
(20) Beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar… “Eğer ölürsem buralarda” şeklinde başlayan Bir Anadolu Halk Türküsünün nakarat bölümü.
(21) Bir Delinin Hatıra Defteri; bu isimde yazılmış bir tiyatro eseri bulunmaktadır. Yazarı Nikolay Vasiliyeviç GOGOL ve Çevirmeni Coşkun TUNÇTAN. Ancak bizim öykümüzde konu; “Bir Ölünün Hatıra Kutusu” olarak geçtiğinden buna uygun eser; Şair Osman’a ait “Bir Ölünün Hatıra Defteri” isimli şiir olsa gerek diye düşünürüm.
(22) Gazete Kupürü (Küpuru; Küpürü); Önemi nedeniyle sonrasında da el altında bulunması için kesilmiş gazete parçası.
(23) Nafaka; Geçimlik. Bir kimsenin geçinmesi (yemek, içmek gibi gereken her şey) için kazanması gereken para. Boşanma davası sürerken, ya da boşanma davasının sona ermesinden sonra maddi zorluğa düşecek olan geçindirmekle yükümlü bulunduğu kimseye ya da kişilere mahkeme kararı ile bağlanan ve her ay ödenmesi gereken para.
(24) Temenna; Öne doğru eğildikten sonra doğrulurken eli başa götürerek verilen selâm. El ile selâm verme. Eli alına götürerek selâmlama işareti.