ÇÖPÇÜNÜN GAFLETİ

(Erol KARATEKİN)

 

Sitede birbirini tanıyan, bilen, hatta anlayan o kadar azdı ki! O yaşlı amca, o yaşlı teyze, bir de tek gözü takma olan genç kız farklıydılar, diğerlerinden. Özellikle ve her nasılsa o genç kız diğer tüm site oturanlarına göre her daim sevecen, nazik ve güler yüzlüydü. Gözünün özrü dolaysıyla siyah renkli gözlükle gözlerini kapatmasa gözlerinin, ya da daha doğru bir deyişle gözünün de güldüğünü söyleyebilirdi herkes.

Çoğu site sakinleri, hatta aynı blokta oturanlar bile, asansörde, kapıda, yolda karşılaştıklarında bile selâmı esirgerdi birbirlerinden. Oysa bilinirdi ki, selâm Tanrı kelâmıdır. İllâ sesle bir şeyler iletmek değil, bir gülümsemek bile selâm yerine geçerdi. Hele ki çocuklara, küçük-büyük, ilköğretimde, ya da Üniversitede. Nasıl ki anaların bebeleri, büyüyüp evlenseler, hatta torun-topalak sahibi olsalar bile annelerinin çocuğu idi, Üniversiteye gidenler de büyüklerinin çocuklarıydı.

Herkes, hem nasılsa biliyordu o genç kızın özrünü, ama tüm bilenler bilmezden geliyor, karşılaştıklarında, ya da konuşurken sadece gören gözüne odaklanıyorlardı. Bilmeyenlerse önemli değildi, gerekirse, gerekenler de öğrenirlerdi, gerekeni, zaten.

Özellikle Güvenlik Görevlilerinin bir başka idi genç kıza karşı tavırları, ilgileri, davranışları hatta tezahüratları, her nasıl söylenirse. Çünkü o, yanlarından her geçişinde farklı bir şekilde “Günaydın!” derdi. Meselâ; “Hayırlı sabahlar, iyi sabahlar, tünaydın, bugün nasılsınız, bebişler nasıl, eşinize selâmlarımı söylemeyi unutmayın, markete gidiyorum bir isteğiniz var mı? Anneniz hastaydı, iyileşti mi, yapacağımız bir şey var mı?” ya da benzeri bir sürü sıralanması mümkün olmayan deyişler, hal-hatır sormalar, istek dilemeler…

Bazen otobüste, yolda, okulda rastladığı enteresanlıkları, bazen muhtemelen öğretmeninin söylediği bir şiiri, bazen bir arkadaşından dinlediği öyküyü annesinden-babasından önce Güvenlik Görevlilerine anlatırdı. Onların gülümsemeleri kendisine bir hediye gibi görünürdü.

O ufacık el çantasında kış ise gofret, yaz ise sakız, ya da sıcaklıkta kendinden geçmeyecek gofret harici kâğıtlı şekerler taşırdı. Ayrıca ufak bir şişe spreyli kolonya ve ayrıca peçete ve kolonyalı mendilleri de olurdu çantasında.

Güvenlik Görevlilerinin çocukları mı, yoksa siteden bir çocukla mı karşılaştı? Hemen o çanta açılır ve gereği yapılırdı. Düşen, terli terli koşuşturan çocuklara dayanamazdı, nezleli olanlara da! Kendine bulaşacağını yok sayarak; “Öpeyim de geçsin!” derdi. Kolonyalı mendille silerdi, burunlarını. Terleyenlerin sırtını kurulamağa çalışırdı, kâğıt peçetelerle ve hemen evlerine gidip çamaşırlarını değiştirmelerini nasihat ederdi.

Teessür içinde olurdu bazen. Çünkü sitede onu tanıyan çocukların hepsi bir arada etrafına doluşunca hepsine hediye verememenin üzüntüsünü, ezikliğini yaşardı. Gene de bunun için çözümü vardı. Yakındaki marketten bir ya da iki paket bisküvi, kraker, ufak poşetler halinde gofret ya da bir şeyler alır, gene de gönüllerdi onları. Harçlığı yetmezmiş diye bir sorunu yoktu. Çünkü babası onun yaşam biçimini bildiği için, masanın üstüne bıraktığı cüzdanını kontrol eder, eksiğini sorgusuz-sualsiz tamamlardı.

Tabiidir ki, okulu, servisi babası, giyimi-kuşamı annesi tarafından ayrı olarak karşılanırdı. O da bu yapılanları karşılıksız bırakmaz, tatil günlerinde ne yapar, ne eder bir iş bulur, çalışır, karınca-kararınca sair günlerinin harçlıklarını, ailesine-evine köstek olmadan biriktirir, biriktirmeğe çalışırdı. Babası tüm gördüklerine rağmen yine de cüzdanını kontrol etmeği ertelemezdi, yaz-kış. Çünkü o, yani kızları evin tek beti-bereketi idi, açmış ve açacak ilk-tek ve son çiçeği idi. Ve onun için yapılması gereken ne olursa olsun, akla gelen, ya da gelmeyen yapılırdı. Yapılması gerekir, inancındaydı annesi-babası.

Genç kızın tek üzüntüsü bir kardeşe sahip olamamasıydı. Bunun sebebi; tek gözünü kaybetmesiyle aynı idi. Doktorlar zorlu bir çaba sonunda doğumunu sağlamışlar, bu çaba sonuçta kendi gözüne neden olduğu gibi, annesinin tekrar anne olabilmesi olasılığını da ortadan kaldırmıştı.

“Mevlâ’m neyler, neylerse güzel eyler!” idi tüm ailenin felsefesi. Kadere boyun eğmek değil, kaderi şekillendirmekti istekleri kendilerince, kendi dilek ve arzularındaki gibi.

Doğumdan sonra Nüfus Kâğıdı için başvuru yapacakları zaman biraz tatsızlıklar yaşanmıştı, dedeler ve ninelerin oluşturduğu grupta. Herkes öncelerinin isimlerinin konmasını istiyordu; Ayşe, Fatma, Hatice gibi. Annesi yeni isimlerden konulsun istiyordu; Yeşim, Yeliz, Yelda gibi.

Babasının tamamen ayrı bir düşüncesi vardı, dünyaya gelişiyle ilgili. Gözünün birini mademki Tanrı fazlalık olarak görmüştü doğarken, o halde ona gözle ilgili bir isim vermek gerek diyordu. İngilizce göz demek olan “Eye” kelimesi geldi aklına. Eee! Efe, Ece, Ege oluyordu da niye Eye olmasın, diye düşündü. Saçmalığına kendisi de inanmıştı ki vazgeçmişti. Sonra Arapça göz demek olan “Ayn” kelimesi gelmişti aklına, buna yakın isim Aynur olabilirdi, ama Ayn dedikten sonraki “ur” hecesi saçmalık arz ediyordu. Zaten Aynur’un anlamı da düşüncesindekinden farklıydı.

Türkçeye yöneldi, Türkçe “Göz” diye başlayan bir isim gelmedi başlangıçta aklına. Gözde; yani göze girmiş, sevilen, beğenilen ismi de yavan gelmişti kendisine, nedense. Hem nazar değer değecek diye şüphelenmişti, bu ismi koyarsa kızına. Aklından uydurmağa çalışsa da Göznur gibi bir isim koymak da zihninde hiç de uygun yer etmedi. O zaman maksat hâsıl olsun diye baştaki “g” harfini attı; “Öznur” adını koydu kızına, tüm aileye de kabul ettirdi bunu ve sonrasında Nüfus Kâğıdını çıkarttırdı.

Bebekliği hoş geçti, çok güzel geçti Öznur’un. Erinmedi gözündeki eksiklikten. Çünkü ailesi el bebek-gül bebek büyütüyordu onu. Kimseye muhtaç değildi. Kimsenin yardımı da gerekmiyordu kendisine.

Sonra yavaş yavaş büyüdü Öznur. Zekiydi, emsallerine göre, fiziki üstünlüğü eksik gibi gözükse de, zekâ, kavrayış, bilgi birikimi emsallerine göre yukarda, yukarılardaydı.

Önceleri dört katlı bir apartmanda oturmuşlardı. Sonra babasının hem unvanı yükselmiş, hem de maaşı artmış, banka kredisinin de desteği ile bu daireyi alıp sonunda buraya, bu siteye taşınmışlar orada büyümeğe devam etmişti.

Bir gün, bir hafta, bir ay, bir yıl derken site içinde olduğu gibi site dışında da bir kısım alışkanlıklar edinmişti. Önceleri yaralı gibi, bitkin, perişan bir kedicik çekmişti dikkatini. Almış köşelerde bir yerde, bir kenara koymuş, melül-mahzun bakışlarına dayanamayıp evine geri dönüp verebileceklerini yüklenip sunmuştu önüne. Günlerdir aç olmalıydı kedicik, sözün tam anlamıyla silmiş süpürmüştü, ne varsa ve hem bir anda.

Sonra o köşe ve kenar toplantı merkezi olmuştu. Kartonlardan kulübeye benzer bir şey oluşturmuştu, sahipsiz olarak bildiği o arsaya. Sonraları kedileri artmış, ona köpekler eklenmiş, daha sonra kumrular ve güvercinler doluşmuştu çevresine. Toplam olarak 3 kedisi, 4 köpeği, 2 kumrusu ve 8 tane de güvercini olmuştu. Nüfus bu adetten sonra artmaz olmuştu. Ya bu arkadaşlar başkalarını aralarına sokmuyorlardı, ya da Tanrı’nın eli üzerlerindeydi ki, Öznur’un gücünü ve tahammülünü zorlamak istemiyorlardı bu hayvancıklar.

Üstelik inanılmaz bir biçimde birbirine bağlı, sadık ve dosttular bunlar. Hani derlerdi; “kedi-fare, köpek-kedi bir arada olmaz!” diye, bu onların kitaplarında yazılı bir şey olmasa gerekti. Belki de Öznur’un sevgisi ve desteğiyle öylesine güzel bir şekilde beraberce yaşıyorlardı ki. Bunu görmek gerekirdi, anlatılmakla hissedilecek bir şey değil gibi geliyordu kendine ve bu dostluğu yalnız başına yaşamak gayretini yaşıyordu.

Öznur’un evinden getirmeğe, marketten almağa çalıştıklarıyla bütçesi biraz sarsılmış gibiydi. Sitedeki tüm posta kutularına, fotokopi yaptırıp not atmış, ayrıca Güvenlik Görevlilerine de rica etmişti. Tavuk kemiklerini, artık ekmeklerini “Lütfen kimse atmasın, her akşam Güvenlik Kulübesi yanına asacağım torbaya bıraksın!” demişti. Maşallahı vardı, tüm site, her gün hayvanlarına ikram edeceği kadar birikintiyi sağlar olmuştu. Bu hem hayvanlarının hoşuna gidiyor, hem de belinin doğrulmasına yetiyordu. Bir ara küskün gibi olduğu çocuklara yeniden çantasında bir şeyler hazır olmaya başlamıştı.

İşin güzel yanı, her sabah aynı vakitte, hayvanlarının sıraya dizilmişler gibi, birbirine karşı kötülük yapmayı düşünmeden beklemelerinden mutlu oluyordu Öznur. Şikâyet eden, ikaz eden, karışan, görüşen yoktu kendisine. Ve o çantasına koyduğu kutu-poşet içindeki sabunla yol üstündeki bahçe çeşmesinde ellerini yıkadığı için, hayvanlarına yemlerini, yemeklerini elleriyle yedirmekten de çekinmiyordu. Üstüne üstlük; “Tanrı yaşamıma nasıl izin verdiyse, yaşamım ve sizin yaşamınız da öyle devam edecek!” diye düşündüğünden, kuduzdan, bitten, pireden çekinmiyordu. Sadece okuldan dönüşünde de onlara “merhaba!” dedikten sonra mutlaka duş alıyordu, ama mutlaka.

Üniversiteye başlayacaktı Öznur. Çekincesi bu şehir dışında bir Üniversiteye gidecek olursa idi onlara kimin ve nasıl bakacağı idi. Çünkü yaşamını karşılık beklemeden onlar üzerine kurgulamıştı. Hem karşılık ne bekleyebilirdi ki? O halde tercih sıralamasını ona göre yapacaktı. İdeali Doktorluk, ya da Hemşirelikti ama olmasa da olur diye düşünüyordu. Hem bu sınav sistemi nedeniyle herkes istediği gibi mi okuyordu ki? Doktor olmak isteyen Coğrafya Öğretmeni oluyordu. Mühendis olmak isteyenin de Uzak Doğu Ülkelerinden birinin lisanını öğrenmesi gerekebiliyordu. Arzular, istekler değil şansın katkısı da var denilebilecek şekilde, puanlar yol gösterici olabiliyordu.

Eve kapanıp çalışması gerekti, dershanede zamanının büyük bir bölümünü harcaması gerekti, ama onu bekleyenleri de göz ardı edemezdi. Onların bakımlarını başkalarına sipariş edemez, başkalarına ricada bulunamazdı. Hem insanlar çiğ süt emmişlerdi, üstelik hayvan ruhiyatından anlayacakların çok olduğunu sanmıyordu. O nedenle sabahları bir yerlere gitmeyecek olsa bile, aynı vakitlerde Güvenlikte duran torbasını alıyor, hayvanlarına götürüyor ve sohbetini eksik etmiyordu onlardan; “Nasılsınız?” demesini anlar olmuşlardı sanki hepsi.

Kediler miyavlarcasına, köpekler gırtlaklarından “ııı!” gibi sesler çıkartıyorlar, güvercinler sanki birbirinin etrafında dönüyorlardı. En önemlisi, belki de en şaşırtıcısı ise iki kumrudan birinin sağ, diğerinin sol omzuna konup “gugukçuk” dercesine kulaklarına selâmlarını fısıldamalarıydı. Ara sıra boş bulunup kabahatlerini de yapıyorlardı omzuna, ama olacaktı o kadar, sevinçlerinin hoş görülmesi gerekti.

Ama bu davranışları sonucunda piyango bileti almak gibi bir düşünce geçmiyordu zihninden. Çünkü birincisi batıl itikatlara inancı yoktu, ikincisi inancı gereği, kazanılacak paranın haram olduğuna inanıyordu. Çok parası olsaydı da bankadan faizi alsaydı, ne yapardı hiç aklına gelmemişti, ama bir gün yolda bir beş lira bulmuş, para günah olarak eline yapışacakmış gibi ucundan tutarak taşımış, taşımış, sonra rastladığı bir dilenciye, daha doğrusu yerleri süpüren bir çöpçüye vermişti; “Bir çay içersin!” diye.

Bu arada bir de gönül sırdaşı olmuştu Öznur’un. Bazen hayvanlarıyla muhabbetine o da katılıyordu, katkılarıyla. Her ne kadar onun getirdikleri devede kulak gibiydiyse de, özellikle güvercin ve kumruların ona “hayır!” diyesileri yok gibiydi. Çünkü o, yani Nurhan hiçbir şey getiremese bile muhtemelen satın alarak buğday-arpa-mısır gibi kuşyemi getiriyordu ki, bu da kuşların aşırı tutkuları, neşeleri idi.

Bu arada yemlerin üleşilmesi gibi sevgilerin üleşilmesi de yer etmişti her iki gencin de gönüllerinde. Hatta bir ara Nurhan; “İleride çocuklarımız olursa, senin isminin sonunda Nur, benim ismimin başında, o halde ilk çocuğumuz kız da olsa, oğlan da olsa ismi “Nur!” olsun diye seneler sonrasının özlemini dile getirmeğe çalışmış, Öznur sadece elini sıkıca tutmuştu. Sokak ortasında öpecek değildi, ya?

Hayat hep böyle mi devam edecekti ki? Mutlaka sakınılan göze çöp batardı. Kişi fedakârlıklarını en uç noktalara kadar taşıma gayretinde olsa bile kösteklemek insanların tabiatında vardı. Öncelikle kulağına ulaşan bir kısım sesleri duymazdan gelmiş, kulaklarını tıkamıştı Öznur. Konu; ne olursa olsun. Miras nedeniyle bölünemeyen, varisler arasında soğukluk olan arsa için birileri mal sahibi gibi, mal sahibi adına söz söyleme hakkını görmüştü kendinde.

Hayvanlarının kimseye zararı yoktu esasında. Aşılıydı hepsi de, hem kulaklarında küpeleri de vardı. Bir ev hayvanı gibi temizliklerine sadıktı hayvanları. Ne zaman nereye ne yaptıklarını Öznur bile bilmiyordu. Çünkü bulundukları yerde pislik denilebilecek, koku olup da başkalarını rahatsız edebilecek hiçbir şey yoktu. Kendisini gördükleri zaman oluşturdukları neşe seslerinden başka da sesleri çıkmıyordu. O halde dışarılardan bazı insanların söz etmelerine ne hakları vardı? Keyfe keder davranış ve belki de hayvanlarının onu sevmelerinin yarattığı kıskançlık…

Bir sabah geldiğinde dehşetle görmüştü vahşeti. Köpeklerin ikisinin ve kedilerin üçünün de cansız bedenleri vardı toprak üstünde. Zehirlenmişlerdi, insanlık adına utanç duyulacak bir durumdu bu. Ne yapmışlardı ki insanlara, kendi hallerinde yaşamaktan başka? Güvercinler kumrular da yoktu ortalıklarda, sonra usul-usul, çekinerek gelmişlerdi yanına. Hepsinin gözlerinde bedbinlik, üzüntü ve şikâyet gözüküyordu. Zehirlenenlerin yanlışı, başkalarının güler yüz ve şefkatlerine inanıp kendilerine sunulanı kabul etmekti herhalde, ihtiyaçları olmadığını bile bile.

Güvercinler ve kumrular, belki ürküp kaçtıklarından, belki de sunulanları hissederek yemediklerinden, belki de o namertliği yapan insanların onlara sözde acımalarından dolayı kendilerini kurtarmışlardı.

“Ey kendini insan sanan hayvandan beter hayvanlar… Bu kadar mı kendinizi kaybettiniz? Bu kadar mı nefret ettiniz bu hayvancıklardan? Nasıl bu kadar ceberut(1) olabilirsiniz ki? Katil olmak demek, sadece insan öldürmekle mi oluşurdu? Size zararı olmayan, sadece yaşam arzusu içinde olanları öldürmek de cinayet değil miydi ki? Hiç mi “Hayvan Haklarından”(2) haberiniz yok, hiç mi hayvanların yaşam hakkına saygınız yok? Doğa, bile zorunlu olmadıkça hayvan öldürmeyi yasaklarken, sizin onlara zehir sunarak yaptığınız vahşet değil mi, katliam değil mi?”

Kendi kendine ileniyordu Öznur. Sessize yakın seslice dökülüyordu gözyaşları. Toprak kuruluğunu kaybetmişti.

Ve çöp kamyonu geldi. Çöpçülerden biri itirazına aldırmadan hayvanları bacaklarından tutarak teker teker çöp konteynıra atmağa başladı. Öznur hayretle gördü ki kendi toprağında olmayan iki köpeğinin de bedenleri konteynırda idi.

Öznur çöpçüye doğru sinirlice hareket etti:

“Yapmayın, etmeyin, ben teker teker gömerim hepsini. Ne olur bırakın!” diye yalvarırken, o kaba, hayvanları umarsızca, umursamadan çöpe atan çöpçü;

“Git işine be!” diyerek göğsünden itti Öznur’u ve son kediyi de konteynıra attıktan sonra;

“Devam et!” diye bağırarak eliyle “yürü!” işareti yaptığında, gafletinin farkında bile değildi, çünkü kafasını kaldırım kenarına çarpan Öznur yaşamını yitirmişti, anında.

Onun güvercinleri ve kumruları dışında kimsenin haberi yoktu ölümünden, katili bile fark etmemişti, yaptığını. Bir gören, bir ulaşan oluncaya kadar başucunda bekledi güvercinleri ve kumruları. Güvercinler etrafında dönmüyorlar, yüzünü kanatları ile yelpaze gibi yaparak serinletmeğe çalışıyorlardı sanki. Kumruların ikisi Öznur’un kulaklarına eğilmiş, sanki “kalk!” dercesine gugukluyorlardı.

Sonra bir kısım insanların onlara doğru yöneldiklerini görünce teessürle uçtular yerlerinden, nereye, niçin, nasıl gideceklerini bilmezcesine, hem zaten hiçbiri, hiç kimsenin umurunda değildi…

 

 

 

 

 

 

YAZANIN NOTLARI:

(1) Ceberut: Acımasız, merhametsiz, zorba.

(2) Hayvan Hakları Evrensel Bildirgesi: 15 Ekim 1978 yılında Paris’te Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü tarafından düzenlenen bildiridir.

Bu bildiriye göre genel olarak; hayvan hakları da insan haklarının korunduğu gibi korunmalıdır.

Bütün hayvanlar yaşamda eşit doğarlar ve aynı şekilde var olma hakları vardır. Bir hayvan türü olarak belirtilen insan, diğer hayvanları öldüremez, haklarını çiğneyemez.

Bütün hayvanların insanca gözetilme bakım ve korunma hakları vardır. Buna göre hayvanların hiçbirine kötü bir şekilde davranılamaz. Acımasızlık ve zalimlik gibi şeyler yapılamaz. Bir hayvan bazı şartlardan dolayı öldürülecekse bu hayvana acı çektirmeden yapılmalıdır.

Zorunlu olmadan bir hayvan öldürülemez.

Ve benden bir katkı; Kurban Bayramlarındaki kesimlerde vahşet denilecek görüntüler sergilenmemeli, dinimizin gereği olan, uysalca, özenlice ve hayvanlara ıstırap çektirilmeden gereği yapılmalıdır.

(Daha fazla bilgi edinmek isteyenler GOOGLE’dan Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi olarak bilgi edinebilirler.)