Yaşlı adam herhalde son anlarının sıkıntısını yaşıyor olsa gerekti. Metro treninde sondan bir önceki istasyonda, demir direğe tutunurken son dileğini haykırmak istedi sanki;
“Yaşlı, özürlü ve diğerleri için ayrılmış beyaz koltuklarda oturan gençler! Ufacık bir-iki söz, ister dinleyin, ister kulak şapırdatın(1), isterseniz kulaklarınızı tıkayın. Bilin ki; dün ben de sizler gibiydim, yaşlılara, özürlülere, annelere, hamilelere saygılı ama...
Yarınlarda sizler de benim gibi olacaksınız. Dilerim ki; bugünün gençleri olan sizlere, yarının gençleri şu andaki sizler gibi duyarsız olmasınlar…”
Derin bir sessizlik oldu önce. Sonra beyaz koltuklardan bir-iki orta yaşlı sayılacak insan kalkıp yer gösterme çabasında oldular.
“Zahmet etmeyin, sözlerim; ‘Bana yer verilsin!’ diye değildi, ineceğim istasyona geldim zaten. Hem ben söyledikten sonra ki, sözlerim gençlere idi, sizlere değil, gençlerin bile yer vermelerine gönlüm razı olmazdı. Duyarlılık sözlerle değil, hissederek, düşünerek sağlanmalı, söylendikten sonra gereksiz…”
Tren durdu, yaşlı adam indi, metro treninin kapıları tam kapanmak üzereyken, olduğu yere bir kütük gibi yığıldı, eğilip bükülmeden, inenlerden bir kısmının bağırışları, yine duyarsız olanların merdivenlere yönelişlerinde…
Bir genç çığlıklar üzerine trenin hareketini engellemek için trenin kapısının kapanmasını, dolaysıyla trenin hareket etmesini önlemek için kapılar arasında durdu.
Bir genç kız diz çökerek yaşlı adamın başını kucağına aldı, kitaplarının dağılmasına, çantasının savrulmasına aldırmaksızın. Genç kızın, yaşlı adamın dudaklarında biriken tükürük kabarcıklarının anlamını bilemeyecek kadar bilgisi olmasa gerekti.
“Bir doktor... Bir doktor yok mu koca trende?”
“Henüz tıp öğrencisiyim, ama sanırım başarabilirim…”
“Durma! Gayret et, başar öyleyse!”
“Ben kalbine masaj yapmaya çalışayım amcanın, siz de önce dilini çıkartın, boğazına kaçmışsa ve sonra nefes vermeye çalışın ciğerlerine, havasızlıktan beyin ölümü gerçekleşmeden kurtarmaya çalışalım amcayı…”
“Hemen?”
“'Hemen!”
Tıp öğrencisinin ve genç kızın çabaları devam ederken bir-iki kişi de istasyona ambulans gelmesi için çağırıda bulunmuşlardı.
Bu sırada yaşlı adamın telefonu çaldı, nefes verme işlemine aalık vermeyen genç kız yanındakilerden birine uzattı telefonu telâşla mikrofonunu açarak. Telefonu alan kişi daha “Alo!” demeden karşının saldırısı başlamış gibiydi, düzenli bir obüs(2) atışı gibi, mütehakkim(2) ve boğuk bir kadın sesi olarak;
“Nerelerdesin Rıfkı? Yemek hazır, çabuk gel, yoksa soğuyacak!”
“Affedersiniz teyze, Rıfkı dediğiniz dedenin nesi oluyorsunuz?”
“Sana ne be? Niye soruyorsunuz ki? Hem onun telefonu neden sizde, cevap vermeye mecbur muyum? Verin telefonu kendine, ne varsa o söylesin!”
“Rıfkı Dede, şu anda metro istasyonunda kendinden geçmiş durumda, ambulans da gelmek üzere ve sanırım gençler onu hastaneye yetiştirmeye çalışacaklar. Kalp krizi geçiriyor, ya da geçirmiş olsa gerek! Genç bir doktor adayı onu yaşama döndürdü, düzenli olmasa da nefes alıp veriyor. Siz isterseniz hemen hastaneye gelin!”
Her insanın yaşayacağı süre(3) Allah tarafından takdir edilmiş ve tüm canlıların da ölümü tadacakları(3) aynı şekilde kutsal kitabımızda bildirilmişti.
Rıfkı...
Ki baştan beri “Dede” olarak yorumluyordu gençler, herhalde o da ölümü tatma aşamasında olsa gerekti, son olarak iletebildiği nasihat gibi sözlerinin ertesinde.
Çünkü ne tıp öğrencisinin, ne de genç kızın çabaları yeterli olmamış gibiydi, sedye hastane merdivenlerinin basamaksız eğimli plâtform(2) bölümünden indirilirken, sedyedekinin sarkan elinden önce nabzına(2) ve sonra feri sönen(1) gözlerine bakan endişeli doktorlarla, ambulans doktorunun kafa sallamasındaki ve “Eks(2)” sözündeki görünümüne göre…
Aile hastaneye yetişmiş, ancak beklemedikleri şoku yaşamış(1) gibilerdi, yaşlı kadın;
“Ah! Ah! Rıfkı’cım, böyle, bir anda mı terk edecektin bizi?” diye sorgulayan muhtemelen eşi, gelen kendilerine göre yaşlı, ancak gerçekte orta yaşlı kız veya kadınla, ondan daha genç görünen delikanlının anneleri olsa gerekti ve o gençlerin, erkek ya da kadın hangisinden çıktığı belli olmayan anlamsız bir şekilde seslenişleri;
“Baba, neden bu kadar çabuk?”
Genç doktor adayı düşünüyordu, derslerde anlatılanlara ve deneyimlerine göre; “Günlerce aletlere bağlı ve beyin ölümü(4) gerçekleşmiş olarak, ya da aklı başından gitmiş olup da, yediğini, içtiğini, çıkardığını, ettiğini bilmeksizin yatalak bir hasta olsa, aile acaba aynı tepkiyi mi gösterirdi yaşlı dede için?..
Yoksa bugünkü gözyaşları, yaşanabilmesi mümkün tasavvur ettiği olay sonrasında farklı mı olurdu, şükür gibi; ‘Veren Allah! Alan Allah!’ modunda, ‘İki iyilikten birini ver Allah’ım!’ ve sonrasında ‘Yaşam fişini çekin!’ mi denirdi?”
Ölüm; başlangıcımızla birlikte alışmamız gereken bir sondu, ama iyi, ama kötü, ama isteyerek, ama istemeksizin, hatta korkulan, endişelenilen, hem kendisinden sonra kalan, kalacaklar ve hem de kendisi için. Yoksa canlılar; “Allah'ım iki iyilikten birini ver!” diye niye dua ederlerdi ki?
Eğer çaresi yoksa yataktakinin iyi olma şansı olabilir miydi ki? İster ölecek olanın fazla ızdırap çekmemesi dileği için olsun, isterse “Olay sonuçlansa da evimize gitsek!” modunda olsun ölüm; hem ölecek olanın, hem de ölümün gerçekleşmesini, ya da sonuca ulaşmasını bekleyenlerin dileklerinden önceliği olan birisi olsa gerekti.
Sonrasında miras falan kavgalarının yaşanmasının hiç önemi olmayan (Benim felsefeme göre tabii). Çünkü kefenin cebi yoktu, bir çorabın bile götürülemediği(5) ahret için ölünün hiçbir dilek, düşünce ve ilgisi olamazdı!
Rıfkı Dede belki şöyle, belki böyle; sonuçta yitirilmişti, gerçek, yalancı, sahte gözyaşlarıyla, kimsenin yorumlayamayabilecekleri gibi. En çok üzülme durumunda olan, belki de gerçekliği konusunda şüphelerinin bir, ya da aynı olacağı, birbirini, tanımayan o tıp öğrencisi olduğu bilinen o gençle, o kız olsa gerekti.
Ve İkisinin de, şüphesi olmayan değerli bir deyiş vardı beyinlerinde, yaşamla ilgili;
“Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi…(6)” şaire ait olan.
Yaşlı adamın bu aile içinde bilemediği bir gerekçesi olsa gerekti, bilmedikleri bir ölüm denilen gerçek; Kanser?...
Kalp?...
Beyin?...
O halde neden yalnızlığına savrulmuş olsa gerekti ki eğer bilinmiyorduysa o yaşlı adam?
Yaşam; çelişkilerle dolu bir gebeydi gerçi, neler doğuracağı, nelerin doğurulacağı bilinmeyen.
Ve o yaşlı dede o yoğun bakım ünitesine ümitsiz ve ölmüş halde götürüldüğü halde yaşaması için çaba gösterilmişti, dünyanın Hipokrat’a(7) yeminli en değerli insanları; doktorlar tarafından.
Dede göçüş işlemini tamamlamıştı, bir bakımdan birinde sahte gözyaşları belli olan, diğerlerinde inançlı ancak anlaşılmayan, bilinmesi mümkünsüz gözyaşları doruğa tırmanmıştı. Metrodaki genç kız, tıp öğrencisi, dedenin oğlu ve kızı...
Gerçek gözyaşları...
Peygamberimize mal edilen bir uyarı niteliğindeki hadise göre; “Kişilerin kalplerinde aynı anda imanla küfür, doğrulukla yalancılık, hıyanetle emanet bir arada bulunmaz” dı. Doğrulukla yalancılık ikileminin(2) tereddüdünü yaşıyorlardı metroda karşılaşan gençler…
Bir kadın, yıllarca aynı yastığa baş koyduğu, kızını ve oğlunu doğurduğu, gülücüklerle şu ana kadar yaşamını paylaştığı erkeğine nasıl bu kadar duygusuz olduğu hissedilen, sahte, istemeden, gönül rızası olmaksızın, zorunlu gözyaşları dökmeye gayretli olurdu ki?
Aile büyüklerinin veya kocasının isteğinin, uzaklarda olup da başka bir gönüle, yani sevgiliye sahip olamayacağının inancı yahut da evde kalma korkusu olabilir miydi, zorunlu ve sorunlu bir evlilik olarak bu davranışının sebebi?
Ağabey-kardeş muhtemelen, ama iki ayrı yabancının bunu bilmeleri mümkün değildi, hatta hayal edemez, hayal etmeyi bile akıl edemezlerdi, herhalde.
Rıfkı Dedenin zamanlar öncesinde hissettiği bir gerçek olsa gerekti bu, belki de anlamlandıramadığı, acz içindeki bilgileriyle isimlendirmeye çekinip vazgeçmekte geciktiği!
Tesadüfün tesadüfünü yaşamışlardı Rıfkı Dedenin sadakatinde(2) Rıfkı ve Refika. Rıfkı’nın ailesi istemiş, Refika’nın ailesi “He!” demişti. Bu bir serüvenin hazin sonunun başlangıcıydı, belki Rıfkı ve Refika’nın saygı göstermeleri gereken beraberlikleri için yıllar yılı. Bir tarafta aşk (sözüm ona Refika yönünden) diğer tarafta mecburiyetler, beraber yaşamak gibi sevgisiz…
Çocuk sahibi olmak…
Evet, yaşam kurallarının gereği, anne karnında sevgiyi hissetmeyen çocukların sevgileri nasıl yoğun olabilirdi ki, mecburiyet dışında. İlkokuldan üniversiteye kadar ve hatta tüm varlıklarına karşın yaşamlarında, ertelerinde bile.
Anneler ve babalar bu izdivaca olumlu bakar gibi razıydılar başlangıçta. Peki, karı koca olacaklar? Karı-koca olacakların iki hataları vardı daha nişanda bile yaşanan ve sonrasında yaşanacak. Nişanda uyumsuzluğun farkında gibiydi, anneler, babalar ve kendileri, geri adım atmanın yanlışlık olacağı saplantısını yaşarlarken.
Çocukların ve her iki tarafın babalarının tavırlarına karşın annelerin egolarını sınamak istercesine ısrarlı tavırları evliliklerinin farklı bir boyutta denecek şekilde gerçekleşmesini sağlamıştı. Yanlışlıklar daha ilk gecede başlangıcın başlangıcında yaşanmaya başlamıştı;
“Işıklar, perdeler kapalı olacak, soyunmam, al hevesini(2)…” ve benzeri itici, incitici söz ve davranışlar ve dokunulmazlık...
Ertelerinde büyüklerin beklediği neşeli haber gereği mecburiyet, duygusuz, sevgisiz, seviyesiz, zorunlu bir birliktelik...
Sonrası…
Sonrası ise bilinen…
Birinci ve sonra ikinci evlât, olacak o kadar değil, olmayacak o kadar düzeninde görevini bitirmiş bir kadın ve ona uymak zorunda kalan bir koca. Evlât için aynı evde yaşama zorunluluğu, ayrı odalarda, ayrı tepsi ve masalarda, birbiri ile beraber olmayı bırak, konuşmaksızın bile…
Bu; belki de annelerinin menfi tavrı(8), sözleri ya da işlemesiyle babayla çocukları arasında iletişim konusunda oldukçanın ötesinde mesafe olmasına nedendi.
İşte Rıfkı Dede, o Rıfkı idi. Yaşamının değil, ölümünün neler yaşatacağının bile farkında olmayan. Çünkü ölüler konuşamazdı ki! Olsa olsa; Münkir-Nekir(9) geldiğinde, sorularını cevaplamak dışında. O da bilinmeyen bir dünyada, belki…
Rıfkı Dede bilemeyecek olsa da, arkasında yaşanacak çirkinlikler dışında, güzellikler de olacaktı belki aklından bile geçmeyecek. Oğlu, kızı ve diğer tarafta oğlan ve kız, iki yabancı…
Yaşamda neler olmuyordu ki, Rıfkı Dedenin, ahirette bile inanamayacağı, şaşkınlaşacağı, hatta küçük dilini bile yutacağı(1)!
Yaşamda, yaşanması olası hiçbir yaşantının yaşanmaması mümkün değil. Yaşam kurtarma çabasındaki tıp öğrencisi Aydoğan’la, Nurdoğan’ın da günlerden bir gün yeniden karşılaşmaları mümkündü, hatta mukadder(2) ve (Tanrıya sığınmak gerekiyorsa, sığınarak) mukaddesti(2) de.
Aydoğan metro istasyonunda Nurdoğan’ı görünce kapının kapatılmasına saliseler kala inip yetişti, ismini hayal-meyal de olsa hatırlamaya(1) çalıştığı Nurdoğan’a;
“Şey, bir dakika genç bayan…”
“Nurdoğan!”
“Nurdoğan Hanım, turnikeden geçmeden önce bana bir-iki dakika ayırmanız mümkün mü? Ben de bir sonraki trenle derslerime yöneleyim.”
“Bakın adını unuttuğum doktor adayı genç adam! Öyle; ‘İlk karşılaşmamızda yıldırım olayı, ayılıyorum, bayılıyorum!’ gibi zırvalamayacak(1) saçmalamayacaksanız(1) buyurun! Yoksa herkes yoluna. Üstelik arkadaşım var, benim!”
Nurdoğan sert tepkisinin sebebi nedeniyle yalan söylemek gayretini yaşadığının bilincinde değildi, kendi söylediklerini kendinin yaşamadığını iddia edebilir miydi, insanın hiç olmazsa kendisine karşı dürüst olması gerekmez miydi?
“Adım Aydoğan ve söyleyeceklerim için bu tavrınıza karşı peşinen özür dilerim. Henüz okulun başlarındayım, sadece okulda okuyarak değil, ömür boyu okuyup, kambur, kel, yüksek numaralı gözlüklü bir doktor olarak da hiçbir önemim olmayacak indinizde. Hissediyorum bunu…
Dolaysıyla ne ilk görüşte, yıldırım gibi bir olay yaşamam mümkün, ne de ayılıp bayılmakla harcayacak bir saniyem bile yok. İzniniz olursa başarısız bir Rıfkı Dede deneyimimiz sonucuna ilişkin bir şey söylemek istiyorum. Devam edeyim mi, yoksa herkes yoluna mı?”
“Sözlerimle seni saygısızca incittim Aydoğan, özür dilerim. Hadi sen de bana Nurdoğan de ve barış benimle!”
“Peki Nurdoğan. Rahmetli Rıfkı Dedenin çocuklarını hatırlıyor musun? Refik ve Raife... Refik Ağabeye mevlit veya yapılmasını istediği, yardım edebileceğim bir şeyler olursa mümkün olursa araması için cep telefon numaramı vermiştim...
Niye öyle birden iç geçirdin Nurdoğan?”
Yalanın bininin bir para(10) olduğu devri yaşar gibiydi Nurdoğan;
“Hiç! Dedeyi kaybettiğimiz an geldi de gözlerimin önüne…” derken “Hiç” kelimesinin "i” harfini olağandan fazla uzattığının ve hayalinde o an içinde neler canlandırdığının farkında değildi.
“Beni kardeşin, ya da ağabeyin bil! Ya da istersen uzak dur, ama şunu bilmeni istemek için, ben de seninle ilgili herhangi bir bilgi olmadığı için sana yetişmeye çalıştım. Refik Ağabey telefon etti bana; Rıfkı Dedenin 40 mevlidi(11) okunacakmış, önümüzdeki Cumartesi günü adresini verdiği camide, öğle namazından sonra…
Hani belki sen de istersin diye düşündüm, o nedenle şu benim telefon numaram. Bana haber ver, ya da mesaj çek, ‘Beni, şurada, şu saatte karşıla!’ ağabey ya da ne dersen o. Seni o camiye götürürüm…
‘Yok işim-gücüm var benim!’ dersen telefon numaramı da yok et, her ne kadar şu anda beni dinlediğin için, telefon numaramın sende kalmasını, istesem de, dilesem de…”
“Düşüneceğim ağabey!”
“Sağ ol kardeşim!” Sadece eline uzandı, sıktı ve trenin gelişiyle birlikte bindi trene Aydoğan. Pencereden, görüleceği düşüncesiyle avucunu açıp kapatarak selâm verir gibi davrandı, hayaline bile ulaşmayan görüntüye.
Her ikisi de kendilerine ait olmayan düşünceler içinde olduklarını bilmiyor gibiydiler, daha o kadar gençtiler ki, sanki bilmiyor, anlamıyor gibi Tanrı tarafından yönlendirildiklerinin farkında bile değillerdi.
Aydoğan mazeretini(2) söylemişti, daha ilk basamakta eğitiminin ömür boyu süreceğini. Peki, Nurdoğan’a ne oluyordu ki? Evet, o da hem liseyi bitirmeye devam ettiğini, hem de üniversite sınavlarına hazırlanmak için dershaneye gittiğini ve şansı, talihi yaver gider(1), puanı tutacak olursa tıbbı tercih edip çocuk doktoru olmak istediği gerçeğini neden saklama gayreti yaşamıştı ki?
“Cumartesi, Saat; 11.00, aynı istasyon, kapı önü…”
Nurdoğan’ın mesajının anlamı; “Merdivenlerde değil, kapının önünde buluşalım!” ya da “Bekle beni!” demek olsa gerekti. Anlamış gibi tek kelimeyle cevapladı mesajı Aydoğan;
“Uygun!”
Bu kadardı karşılıklı telefon mesajları, ikisi de öğle ezanının vaktini biliyor olsalar gerekti. Bilinmeyen tek şey; hangi yaşta olurlarsa olsunlar, kadınların; kendilerinin beklenmesi istekleriydi. Bu da; erkeklerin ağaç gibi, elektrik direği gibi dikilmelerinin(1) kaderi olsa gerekti.
Karşılaştıklarında duygusuz iki insan gibi selâmlaştılar, ellerini bile ceplerinden çıkartmak zahmetine katlanmak istemezlermiş gibi. Biri yaşamında ilk kez de olsa bekletilmenin sinir küpü(8) şeklinde, ilerilerde nasıl bekletileceğini bilmeksizin, diğeri bekletmiş olmanın hüznü ile…
“Yüzün, gözün temiz, makyajsız, abdest almış gibisin?”
“Herhalde yani, ya sen?”
“Doğduğumda doktor yıkamış beni, bu yaşlarda bile idare ediyorum işte!”
“Bu ne demek şimdi?”
“Dakikalarca ağaç olacağımı bilseydim, camide alırdım abdestimi demek. Sitemli bir şekilde ‘Abdest aldım!’ demenin, benim de sana, sanki dinden, imandan haberin yokmuş gibi sormamın yanlış bir cümle tertibi olduğunu düşündüğüm, demek!”
“Özür dilerim, ama kendine haksızlık etme, bu ikinci kez karşılaşmamız ve beni tanımıyor olman dolaysıyla sorman doğal!”
“Aslında şu anki durumun, giyim, kuşamın, dershane giyim ve kuşamına göre daha aydınlık, yüzünün nuru daha da belirgin gibi geldi bana!”
“Ne demek istediğini anlamadım, dershaneden geldiğimi söylediğimi de hiç mi hiç hatırlamıyorum.”
“Kitaplarına bakmıştım şöylece. Ve dilediğim gibi, yani bir kardeş olarak çok özel ve güzelsin, demek istedim. Dur, hemen sapıkmışım gibi işleme girişme, ‘Ağabeyin olarak da mutluyum!’ dememi bekle!”
Nurdoğan, anlamsızca bakmıştı, Aydoğan’ın yüzüne, gözlerine bakmaya cesareti yok gibiydi nedense.
Ve şükretti Tanrısına anlamsızca; “Nasıl olsa mevlitten sonra bir daha görüşmeyeceğiz ki!” diyerek.
Kazın ayağı öyle değildi(12), ama bilinmeyen.
Bir taksi tutarak yetiştiler mevlide, hesabı Alman Usulü(13) üleşerek.
Mevlit okundu bitti, her ikisi de sadece lokum aldılar, çıkışta, bir şeyler yiyesileri yok gibiydi vedalaşmalarında aceleleri varmışçasına.
İkramları “Sağ olun!” dilekleri ile yapanlar Refik ile Raife idi. “Allah kabul etsin! Allah başka elem keder vermesin! Allah annenize, size sağlık afiyet versin!” ve benzeri iyi dileklerin karşılığı olarak, üzgün tavırla, sanki hüznünden dolayı çökmüşçesine, belediyenin kanepesine oturmuş, gözlerinden yaş gelmediği halde ağlamaklı kadına da sessizce kafalarını eğerek selâm veriyordu, mevlide katılanlar, ellerindeki paketlerle.
Refik onların gider hareketlerini fark ederek arkalarından bağırdı;
“Bir dakika gençler, birkaç dakika orada beni bekleyin lütfen, sizleri evlerinize ben götüreceğim!”
Ya içten pazarlığın(8) farkına varmamışlardı, sözlerin içtenliğine inanmış gibi, ya da basiretleri bağlanmıştı(1) sanki, merdivenlerin son basamaklarında beklediler, her ikisinin de kaderleri merdivenlerde yazılmış olsa gerekti!
“Ne o Aydoğan Ağabey, doktor hanımla manalı bakışmalar, kadıncağızın üstüne düşecektin sanki!”
“Boş versene! Bir defa evet, güzel, muhtemel yaş farkını da göz ardı edersem hayalimdeki kadın diyebilirim, belki bunun için fark edeceğin kadar dikkatli bakmış olabilirim, ama üstüne abanacak gibi de değil izninle…
‘Okuyacağım!’ demiştim, hatırında kaldıysa, ekonomik varlığım, aile durumum, kendimi ilmime vermem gerekliliği de aşka-meşke(8) yer ayıracağım gibi değil. Hem sen o kadının doktor olduğunu nereden biliyorsun?”
"Bizlerin karşımızdaki kadınların sadece kendimizden güzel olup olmadıklarına, boylarına, boslarına, giyimlerine-kuşamlarına baktığımızı mı düşünüyorsunuz? Ya da siz erkekler gibi kadınların sadece gözlerine, dudaklarına, göğüslerine, kalçalarına baktığınızı saklamak mı istiyorsunuz. Cinsel objeler(8) ve kadın bir meta(2), öyle mi?”
“Bu sözleri neden hak ettiğimi bilemiyorum Nurdoğan?”
“Raife’nin doktor rozetini ve şurada duran plâkası ‘DR’ olan önünde tıp amblemi yapıştırılmış beyaz arabasını da görmedim de, benim de inanmamı bekle!”
“Allah, Kur’an çarpsın ki görmedim, fark etmedim!”
“Bir daha ki karşılaşmamızda ki, hiç sanmıyorum, ama hani meselâ diyorum, senin böyle ‘Böö!’ şeklinde çarpıklığını görürsem hiç hayret etmeyeceğim!”
Genç kız, tarifi yaparken, gözlerini şaşılaştırmış, dudaklarını büzmüş, burnunu bir eliyle bir yana kaykılttırırken, diğer eliyle de kulağını sallama şeklini tasarlamıştı.
Taşı gediğine yerleştirme zamanının geldiğine karar vermişti Aydoğan;
“Aman bir daha böyle yapma, çok güzelsin bu mevlit düzeninle. Yaptığın hareketle yaşlandığında nasıl olacağını hayal, ya da tahmin etmek zorunda kaldım, hakkım olmasa da. Hep böyle güzel ve iyi olmayı denemek istemez misin?”
“Evet, gençler!” diyerek önce Refik, sonra da arkasından Raife gelmişti yanlarına.
“Sağ olun! Hiçbir yakınlığınız ya da mecburiyetiniz olmadığı halde hüznümüze katıldınız. Ablam, annemi ve yakın misafirlerimizden bir-ikisini götürecek. Diğer komşu ve akrabalarımız için de iki minibüsümüz var, herkesi evlerine götürecek. Ben de buraya kadar zahmet edip gelmişsiniz, sizleri evlerinize bırakayım!”
“Size zahmet olmasın, biz giderdik!”
“Olur mu gençler, binin bakalım şu arabaya, ama Aydoğan sen yanıma otur, malûm ateşle barut yan yana olmaz, demişler. Hah! Hah! Hah!”
Aydoğan’a göre bir ölünün, bir evlâdın babasının mevlidi ardından nasıl soytarıca ve iğrenç bir gülümsemeydi bu, Refik Nurdoğan’a arka kapıyı açmıştı binmesi için ve onun her nedense sinirli bir şekilde soluduğu ilişmiş gibiydi kulağına, çileden çıkmışçasına(1)…
“Biz ateşle-barut değil, ağabey-kardeşiz!” dedi Nurdoğan.
“Hay Allah! Desenize baltayı taşa vurdum(1). Birbirinize bakışlarınızı görünce nedense sevgili olduğunuz geçti aklımdan ve şanssızmışım gibi kaderime küsmüştüm. Eğer sakıncası yoksa…”
“Neden ve ne olsun ki?”
“O zaman uygun bir zamanda sana kahve ısmarlayayım Nurdoğan, sen de bize katılabilirsin Aydoğan ağabeyi, bence hiç sakıncası yok!”
Suskunluklarında Refik arabayı hareket ettirmişti, yön, istikâmet, semt ve hatta adres bile sormaksızın bir yöne doğrulmuştu, bir konak önünden geçerken, durur gibisine yavaşladı;
“İşte bizim fakirhane…”
“Görmesek bizi kandıracaktınız Refik Abi, fakirhane değil, saray bu…”
Aydoğan da, Nurdoğan da bunun bir etkileme çabası olduğunu bilmeyecek kadar aptal değillerdi. Ama binmişlerdi bir alâmete gidiyorlardı(14) belki kıyamete, kararan ağır, histerik(2) bir yağmur sıkıntısının da ağırlığı altında ve sessizliklerinde bildirmedikleri ancak tarif ettikleri adreslere doğru…
“Evimin önüne kadar gitmeyelim ağabey, ailem ve çevrem biraz mutaassıp(2). Benim arabayla geldiğimi görmesinler, o bakımdan eve kadar götürmenize gerek yok, ben şuralarda bir yerlerde inivereyim!”
“Ama yağmur yağacak gibi küçük abla!”
“Başlayıncaya kadar evime yetişirim, sağ olun!”
“Peki, iyi günler küçük abla!”'
Söyleyen Refik’ti, ses çıkarmayan Aydoğan, duymazlığa gelense Nurdoğan. Çünkü ve aslında hayret edilecek bir durum yoktu, küçük abla olmanın dışında Refik’in tavırlarının hiçbiri hoşuna gitmemişti.
Evinin adresini de öğrenmesini aile ve çevresini bahane ederek istememişti Nurdoğan. Yaşamında ilk kez, hakkının olmadığını bilerek bir kıyaslama yapmıştı(1);
“Nerde Aydoğan’ın efendiliği, nerde Refik’in babasının mevlidinden çıktıktan sonraki edepsizce(2) fırsat düşkünlüğü, belki tavırlarının içtenlikle olduğunu kabul edecek olsam bile…”
Sinirlenmişti, durup dururken değil, yürüyüp de yürürken, yürümeye çalışırken. Üstelik duygularına egemen olamayışının çaresizliğini yaşıyor gibiydi, gizlenmek, saklanmak istemesinin mantıksızlığına da hak veremiyordu.
Çisenti ile başlayan yağmur, illâ “Seni sudan çıkmış sıçana döndüreceğim!(1)” gibi bir tavırla şiddetini arttırmıştı. Düşüncelerinde öylesine bunalmıştı ki, yağmurun kendisine hıncını ve ıslandığını neredeyse hissetmiyordu.
Kaldırım çizgilerine basmamaya dikkat ederek aheste(2) bir şekilde yürüyordu, beyni bulanık. Yorulmuştu, fiziksel olarak değil ama. Yorgundu cismi, beden olarak da değil ama. Anlamlandıramadığı, ya da anlamlandırmayı hiç de önemsemediği bir yorgunluktu bu.
Kapağı kırılmış, ilgililerin ilgilerini çekmeyen bir rögarın(2) yanı başındayken telefonu çaldı. Cebinden çıkarıp da açmaya çalışırken telefon elinden kayıp, rögarın derinliklerine doğru yol alırken tutma gayreti boşuna gittiği gibi kafasını da çarptı kaldırıma.
Üstü başı leş gibi olmuştu(1) genç kızın, zifoslu(2) sularda. Kendisini kaldırmak için yardım etmeye çalışanlara; “Bir şeyim yok!” diyecek kadar kendindeydi.
Telefonun zerre kadar değeri yoktu indinde, ama ya peki, gerekli olan numaralar, ya da gerekli olabilecek tek bir numara, hatırında tutmadığı? Buna belki hakkı olacaktı, ama nasıl? Üstelik başındaki o müthiş ağrı da ne oluyordu ki?..
Üstünü başını değiştirmiş, duş yapmış, annesi kafasındaki şişliğe ekmek çiğneyip sarmış, orasını burasını sirkeli, sarımsaklı su ile ovaladığı gibi nesebini(2), içeriğini bilmediği yine sarımsaklı bir tas içindeki çorba denen nesneyi de bitinceye kadar iteklemiş, tepmişti boğazına.
Olaylar yaşadığınca bu kadarla kalsa gene de iyiydi. Bir de evlenerek ana evinden koca evine gidecek gelinlerin kına töreni gibi bir tabureye oturtturulup başından kurşun dökülmesi(15) ve sonrasında…
“Nazar değmesin(15)!” anlamındaki “Elem tere fiş, kem gözlere şiş…(15)” gibi ucube(2) hurafe(16) ya da batıl inanç(16) sözleri pes dedirttirecek(1) kadar canını bir hayli sıkmıştı.
Yağmurun hıncından, zifosundan kurtulmuş, amma annesinin şefkatinden kurtaramamıştı kendini, bedava kokularla bezenmiş olarak ve ne kadar süre sonrasında bu kokulardan azat edileceğini bilmeksizin.
Bu; bir bakıma yağmurdan kaçarken doluya tutulmak(1) gibi bir şeydi içler acısı(8) bir halde. Ve üzülmesinin gerektiğine inandığı, üzüleceği konuları da üst üste dizmekte zorlanıyordu.
Üstüne doluşan kokular eksilmeden, hatta yok olmadan dershaneye gidemezdi. Telefonu...
Kullanmayıverirdi, ya da babası üç aylığını alınca; “Sevabıma” deyip yeni bir telefon ve hattını alması ve ilk taksiti ödemesi için avucunu açmasına(1) olumlu bakardı!
Gelecek faturaya göre hatırında olan kendine ait aynı telefon numarasını yeniden kaydettirmek aklından geçmemiş olsa gerekti.
Ama...
Sonunu getiremiyor, çekiniyordu, kendinden bile utanıyordu, yaşadığı duyguları irdelemeye çalışırken.
Sarımsak, sirke kokularından azat olması uzun sürmedi, ama kısa zamanda da değil. Dershaneye başladığında kanaati; zamanın tüm yaralar ve duygular için en iyi ilâç olduğu idi, eğer unutmak için kendi de kendisine yardım etmeyi esirgemezse!
Aydoğan da farklı durumda değildi, ağabeyliği içine sindirememişçesine(1). Üstelik Raife’nin doktorluk kisvesi(2) altında aşırı çabaları sıkıyordu kendini. Beklentisi olmasa gerekti, ne elini tutmaya çalışmış, ne kokusunu hissettirmeye, ne de farklı bir davranışta bulunmuştu.
Ama boğuluyordu işte. Şefkate, sevgiye, teselliye ihtiyacı vardı, ama bunu annesi dışında kendisine verecek tek varlığın kendinden haberi yokmuş gibi geliyordu kendine.
Defalarca aradı o şefkatin adresini; “Ulaşılamıyordu!” Ulaşılamasa da ekranında hiç mi gözükmüyordu kendi telefon numarası? Defalarca aramasına rağmen arayan biri yabancı olabilir miydi?
Bir idam mahkûmuna bile son arzusu sorulurdu, neden geri dönüp kendisini aramıyordu ki? Bu kadar ilgisiz miydi, ilk sefer dışında hiç mi çarpmamıştı kalbi? Kalpsiz miydi yoksa? Bilmez, bilemezdi...
Nasıl bilsindi ki?
Nurdoğan’ın düşünce ve içten içe söylemleri daha farklıydı;
Kendisinin indiği istasyon belliydi, bir günden bir güne erken gelip de saatlerce de sürse bekleseydi kendini, ne olurdu sanki? Veya metroya nereden biniyorsa her seferinde farklı bir vagonda seyahat etseydi, belki vagonları boydan boya dolaştığında rastlardı kendisine ya da olayın olduğu günkü vagonu tahmin edip hep orada dikilseydi!
Kendisi de açık yüreklilikle telefonunu nasıl yitirdiğinin öyküsünü anlatırdı ona, eğer aramışsa, arayıp da bulamadığını söylerse, özür dileyerek.
Yahut da ki, en önemli unsur bu idi, dershane kitaplarını görmüştü, her gün bir dershane kapısında kendisi için “Cinsi sapık(8)” diye anılacak olsa da bekleseydi ya kendisini. Üstelik belki devam ettiği dershaneyi biliyor olsa gerekti, yaşlı dedeyi kucakladığında dağılan kitaplarından, karşısına çıksaydı.
Beklentisi çok muydu, “Okumam gerek!” diyen bir tıp öğrencisine karşı, tarif edemediği, ya da kendisine bile dürüstçe, saklayamadığı duygular için.
Ayrıca o pis adamın, yani utanarak söylemişti, düzeltmek isteğiyle “Refik Ağabeyin” diye dillendirdi düşüncesini, kendisini arabadan indirdiği yerlerde arayıp kendisiyle karşılaşsaydı…
“Da...
Ne yapardım? Çevreme hiç bakmam, onu öpücüklere boğar, ona, onu çok sevdiğimi söylerdim!” dedi, kendi kendine.
Gerçekten böyle yapar mıydı, söyleminin devamında? Yapamazdı.
“Kadın olarak gururum var, bana ilgisi yoksa nasıl zorlarım ki onu; ‘Beni al! Beni sev! Ben senin olayım!’ der gibi?..
Ama ilgisi varsa, benden uzun sırık gibi olsa da o diz çöküp kapanmalı dizlerime ve ben onu kaldırırken; “Kalp kalbe karşıdır sevgilim(15)”, sevenle seven arasında asla seviye farkı yoktur!” derdim.
Der miydi gerçekten, muhtemelen gibi bir şey, hani ummadığın taş baş yarar örneği? Oysa bencilce düşündüğünün farkında değildi Nurdoğan. Aydoğan denilen çocuk ona daha ta başlangıçlarda derslerinin çok olduğunu söylememiş miydi?
Bu; ona vakit ayırmasının güç olduğunun, “Bana doyum olmaz!” demesinin göstergesi değil miydi? Kafasını kaldırıma vurmuştu, ancak aklını başka türlü yitirdiğinin farkında değildi; “İyileştim!” derken.
İnsan severken, yani bunu kendine bile itiraf etmeye zorlanırken nelere tahammüllü olmuyordu ki, unutmak hariç. İkisinin de birbiri birbirinde tütüyordu, umarsız, ama ümitlerini yitirmeksizin. “Bir gün mutlaka!” diyerek, ya da düşüncesiyle, geçen zamanın farkında olmaksızın...
Ne cihar atıp şeş oynama(18) şansı, ne katakulli yapmak(18), ne de ya herrü, ya merru(18) diye bir rastlantı umutları vardı. Ancak insanlar umutsuz yaşayamıyorlardı ki, umut Kaf Dağının arkasında da olsa, her türlü imkânsızlığa karşın, insan yayan-yapıldak(8) da olsa yola düşmez miydi?
Aydoğan Nurdoğan’ın aklından geçirip isyanını belli eder gibi söylediği sözler üzerine, sanki hissetmiş gibi her istasyonda bindiği vagonları değiştiriyordu; umut fakirin ekmeği(8) deyiminde, nereden geldiğini bilmeyip, nerede indiğini bildiği istasyona kadar, bıkmaksızın, yılmaksızın, aradan geçen zamana elleşmeksizin(1), önem vermeksizin...
Ve Aydoğan, günlerden bir gün, son anda fark etti Nurdoğan’ın meraklı gibi ve fakat önemsemiyor modunda bakışlarını, Tanrının onu kendisinin sevmesi için özel olarak yarattığına inanarak. Kafasını yumruklar gibiyken, parmaklarıyla kulağını göstererek telefon işareti yapıp, sonrasında iki elini birbirine yapıştırarak sallamak istedi; “Ne olur?” dercesine yalvarır gibi. Yapamadı…
Yoksa imdat frenini çekip kapıyı açıp her türlü riski yüklenerek koşsa mıydı ona? Peki, ya karşısındaki onun tavrına; “Bu ne samimiyet beyefendi!” derse necip olurdu(8) ki hali? Treni durdurma çabasının getireceği cezayı ödemek umurunda bile değildi, ama yaşamak arzusunu yitirmenin, yaşama küsecek olmanın ve yaşamını noktalamasının önüne kimse geçemezdi.
Varsın dünya bir doktor adayından, ilerilerde bir doktordan mahzun kalsın(1), o da umurunda değildi. Dünyadaki tüm hastaları kendisi mi iyileştirecekti ki? Öylesine çoktu ki adaylar, başaramadıkları, hata yaptıkları takdirde, ister sıfır yaşında bir bebek, ister kilometre hesabını tamamlamış bir piri fani(8) olsun; “Ne yapalım, Allah verdi, Allah aldı!” senaryosuna sığınmayı isterlerdi.
Her canlı ölümü tadacak(19) ve hiçbir şey ölümsüz(19) ve sonsuz değildi ya hani, dünya, evren bile. İşte; düşünen insanları eylemsiz bir manyaklığa(2) sürükleyen bu olaydı!
Nurdoğan seviyordu, sevildiğinin de bir kadın olarak farkındaydı bir bakıma inkâr edemeyeceği boyutta. Raife Abla dediğinin aracının “DR” harfleri dışında, ne plâka numarası, evli-bekâr durumu aklındaydı ve ne de nerede, nasıl görevli olduğu, uzmanlığı ve soyadını hatırlayamaması nedeniyle bilgisayarda araştırma imkânı…
Aynı şey Refik içinde geçerli idi, “Ağabey” sıfatı hariç...
Denize düşen yılana sarılır(20) örneği gibiydi, Aydoğan’a ulaşmak için çaresi. “Ağabey” sıfatını yitirmesi olarak; “Bir kahve içimi” ötesindeki neler düşündüğü, arzuladığı hakkında kesin bir kanaati olmamakla beraber, hislerinin ciddiyet değil, arzu ve istek gibi göründüğünü düşünmeyi kendisi için bile engelleyemiyordu.
Ona yaklaşmak, yakınlaşmak, ya da onun yakınlaşma isteğine “Evet!” demek aklının ucundan bile geçmiyordu(1). Oysa Aydoğan, “Ulaşılamıyor” komutuna rağmen defalarca aramaya devam etmişti kendisini, yitirdiği cep telefonundan.
Sevdiği, bağlanmak istediği insana ulaşmanın yolu büyük bir ihtimalle, mevlit daveti nedeniyle, eğer telefonundaki numarayı silmemişse ondan geçiyor gibiydi, silmişse yandı gülüm kelen helva(8) ki, yanlış hem de ne yanlış olacaktı kendisi için bir tarafa ulaşmak isterken, diğer bir taraftan kendini kurtarma çabası gibi.
Eğer düşüncelerinde yanılmıyorsa Aydoğan’ın sınav tarihleri bugünlerle çakışır olmalıydı, ya da yarınlarda, kim bilir belki de yarınlardan da yakınlarda(21) umut etmek istediği, ama umutlarında eksiklik yaşadığı.
Her türlü aşağılanmaya(1), muhtemelen görüp yaşayacağını düşündüğü olumsuzluklara rağmen Refik’in “Fakirhanesinin!” kapısında nöbet bekledi. Tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkânıysa(22) da ne ya da neyin patronu olduğunu bilmediği adamın da dönüp dolaşıp geleceği yer; fakirhanesi(!) olsa gerekti.
Karşılaştılar, Nurdoğan edebini eksik etmeksizin seslendi Refik’e;
“Ağabey, o genç tıp öğrencisine karşı ayıp ettim. Telefonumu rögar mı, mazgal(2) mı her ne deniyorsa o delikten düşürüp sele kaptırdım. Acaba, onun telefon numarası sizde varsa verir misiniz? Ne evini, barkını biliyorum, ne de okulunu, yurdunu?”
Refik, Nurdoğan’ı kendine saklamak gayretinde olsa gerekti;
“Aldıysan yeni telefon numaranı ver de, mesaj olarak ileteyim. Demek bugüne kadarki arayışlarıma bunun için cevap veremedin ha?”
Kendinden, ya da eyleminde başarılı olacağından o kadar emindi ki cümleyi özellikle “Cevap veremedin!” şeklinde kurma gayreti yaşamıştı.
“Babam üç aylık maaşını henüz almadı, bu nedenle yeni bir telefon ve hat alamadım henüz…”
Doğru sayılacak bir yalandı(23) bu. Babası telefonunun ilk taksitinin bedelini “Sevabına” vermiş o da satın almıştı. Ancak karşısındakinin ısrarını, inadını yok edecek gibi değildi.
“Benim telefonlarımdan birini vereyim sana, hattıyla beraber. Eş, dost ve akrabalara ‘Beni bir daha bu numaradan aramayın!’ derim. Sen de benim numaram dışındaki tüm numaraları reddeder, ya da silersin, arayanlara geri dönmezsin, olur biter!”
“Sağ ol Refik Ağabey! Maksadım Aydoğan ağabeyle konuşmak, ilinti kurmak değil, sadece; “Özür dilerim!’ ve ‘Allahaısmarladık!’ demek. Çünkü siz dâhil birbirimizden uzak durmamız için o kadar çok makul ve mantıklı sebepler(8) var ki!”
Refik zeki adamdı, belki de genç kızın bilmediği, öğrenmeyi de istemediği bir meslekten olsa gerekti. Üstelik de nasıl can yakacağını(1) çok iyi biliyordu, şüphelerine göre değil de sanki kesin olarak biliyormuşçasına, cümlelerini o şekilde düzenlemeye çalışırken. Üstelik yalanla kılıflamayı(1) da ihmal etmiyordu;
“Aslında beni dışlamasan iyiydi, ama bu senin yaşamın, ilişmek hakkım değil, gene de sana ulaşmak için her yolu deneyeceğimden emin ol. Şimdi numaraları yazıp vereyim...
En üstteki numaralar benim, ortadaki numaralar ise ablama ait. Malûm büyük değilse de, iddia ediyorum ki, çok iyi doktor…”
Reklâmlardan sonra hücuma yönelmenin vaktinin geldiğini düşünmüş olsa gerekti;
“Üstelik Aydoğan’la da çok iyi anlaşıyorlar, beraber oluyorlar, yemeğe, sinemaya, hatta maçlara bile beraber gidiyorlar uygun vakitlerinde. Aralarındaki yaş farkını umursamıyorlar, doktor-öğrenci olmalarına önem vermiyorlar. Sanırım ufukta iyice yakınlaşma ve bir nikâh gözüküyor galiba…
Duygularını, duygusal düşüncelerini incitmiş olmak istemezdim, ama gerçek bu! Tabii bunda benim umutlanmamı da destekleyen bir düşüncem olduğunu saklayacak değilim, her ne kadar ağabey-kardeş olmadığınız beynimde yer etmişse de…”
Susmaksızın devam etme arzusundaydı Refik, üstelik hislerini değil, istediklerini edepsizce söyleyecek gibi ve kadar;
“Babama suni teneffüs yaptırırken, keşke babamın yerinde ben olsaydım, diye düşünmedim değil. Açıkçası o nefes sonrası ölmek ödül olurdu bana. Hele ki ölmeyip sonrasında da yaşasaydım, ölmenin de nasıl bir şey olduğunu öğrenmiş olurdum, senin kollarında!”
“Özür dilerim, ama sonuçta Rıfkı Dedenin akıbetine ulaşacağına inansam, ben de o suni teneffüsü içtenlikle yapardım, inanın buna Refik Bey!”
İlk defa resmiyet ön plâna çıkmıştı aralarında ve bunu Nurdoğan gerçekleştirmişti.
Refik babasının ölümünü unutmuş gibiydi, hatta bunun kazanç sağlayacağı bir avantaj olacağını amaçlayacak kadar güveniyor olmalıydı kendine, küçüldüğünün farkında olmaksızın. Aslında, en basitinden Aydoğan’la ağabey-kardeş olmadıklarını söyledikten sonraki Refik’in davranışlarına göre Nurdoğan saygı göstermemesinin gerektiğini akıl edemediği için hayıflanıyordu(1).
Ve o adam acaba aptal, ya da çok aptal olduğunun farkında değil miydi, ya da bunun gerçekliği konusunda bugüne kadar hiç kimse kendisini ikaz etmemiş, söylememiş miydi ki?
Telefon numaralarını alıp da oradan uzaklaşırken Nurdoğan’ın sürati yanında rüzgârlar, fırtınalar halt etmiş(1) olmalıydı. Öylesine çabuk uzaklaşma gayreti yaşamıştı ki, benzetme belki çok kaba, yanlış olacaktı, ama herhalde içinden geçirdiklerinin tercümesi zor olmayacaktı.
Bir musibet, bin nasihatten evlâydı(24) ve insan kendisini sokacak eşek arısından da, ısırması muhtemel kuduz bir köpekten de uzak durmalıydı, hem de çok uzak!
Metro istasyonunun yakınlarında otobüs duraklarından birinin kanepesine oturup tuşlarına bastı telefonunun, açılması ve sitemlerinin tümünü sıralamak isteğiyle.
Açılmadı, üstelik hemen kapandı. Bilemedi sebebini birden. Numarayı yabancı görüp de mi açmamıştı, derste miydi, yoksa içinde olduğu metro treni, tünellerden birinde miydi?
Küskün bir şekilde otobüse binmeye gerek görmeksizin evine yöneldi. Hüznü aşırı boyutlardaydı, duygularına egemen olamamanın teessürünü yaşıyor gibiydi. Bu, bir kadın olarak, inkâr etmeksizin, karşıdan beklentisi idi, engelleyemediği...
Telefon çalıp da; “Alo?” şeklinde sorarcasına sesi duyduğunda, kalbinin duracak gibi, kelimelerin boğazında düğümlenmiş gibi olmasına, ismini bile söylemediğine aldırmaksızın bir bakıma intikam niyetine sözlerle kusma(1) çabasına kalkıştı;
“Bu kız öldü mü, yaşıyor mu, ne geldi bu kızın başına ki, ne aradı, ne sordu, hiç haber yok, diye hiç mi merak etmedin? Gerçekten beni aklına gelmeyecek, merak bile edilmeyecek kadar zavallı biri olarak mı gördün? İlgilenilmeyecek kadar vasıfsız bir varlık mıyım?”
“Bir saniye Nurdoğan, nefes al, iki kelime de benim söylememe izin ver lütfen!”
“Hayır, önce beni dinle! Sonra istersen beni böyle bırak git gidebilirsen(25), demiyorum. Demeyeceğim de...
Elinde tüm imkânlar olmasına rağmen beni aramak, bulmak hiç mi aklına gelmedi, aklından geçmedi senin? Dershaneye ait kitaplarımı, muhtemelen dershanemin ismini de gördün, dikkatli birisin, biliyorum…
İndiğim metro istasyonunu da söylemek gereksiz.
Ve o münasebetsiz sapığın arabasından indiğim yerde mi yer etmedi belleğinde? O kadar mı beni, ben olarak yanına uygun görmedin, seni kambur, kel, gözlüklü olmanı bekleyecek kadar?”
Sözlerinin yeterli olduğuna kanaat getirerek, ama karşının da cevap vermesine imkân bırakmayacak şekilde anında devam etti;
"Neyse! Devam ederek alçalmayayım. Son olarak; seni hiçbir hakkım ve haddim olmamasına rağmen ölünceye kadar zihnimde muhafaza edip, hatırlayacağım. İstersen sen buna sevgi de, aşk de, ne dersen de, umurumda olacak bir hal değil…
Bir kız veya bir kadın olarak zavallılığım gibi görünse de bu benim gerçeğim. Nasıl biliyor ve arzuluyorsan öyle yaşa! Yaşamında biri varsa ya da olacaksa, ben hem bana, hem de sana gerekli değilim artık, sen mutlu olarak yaşa, mutlu, mesut ol ve seni birkaç dakika gereksizliklerle meşgul ettiğim için beni bağışla! Hoşça kal! Allahaısmarladık!”
Telefonunu cevap beklemeksizin kapattı, hem temelli. Kırgındı, üzgündü, hatta öfkeliydi genç kız. Kendinin onu niye arayamadığını söylemediğinin farkında değildi. Öncesinde onun da kendini arayıp aramadığını sormak aklından bile geçmemişti.
Oysa Refik ona; “Demek ki arayışlarıma cevap vermemenin nedeni telefonunu ve numaranı yitirmenmiş” dememiş miydi? Sır gibi verilen bu işareti nasıl unutmuş olabilirdi ki?
Aydoğan hemen geri dönmüştü, ama kapalı telefona ulaşmak mümkün müydü? Nurdoğan’ın kırıldığını hissetmişti. Nurdoğan, rüzgârın kırdığı daldan özür dilemesi(26) gibi yorumlayacaktı, eğer telefonunu kapatmamış ve onun seslenişi kulağına ulaşmış olsaydı.
Bir daha açmamak gibi bir niyetle telefonun SIM Kartını(27) da çıkartıp cüzdanına, boş telefon cihazını da çantasına yerleştirdi Nurdoğan, “Belki ilerilerde gerekebilir!” düşüncesiyle, özenle.
Evet, Leylâ, Zühre, Aslı, Jülyet olmasa da Nurdoğan’dı o da. Sevilmeyi, âşık olunmayı ve sevmeyi, âşık olmayı hak eden…
Ama karşısında fiziksel özelliklerini söyleyememekle beraber, bilmesi gerekeni bilmeyen bir…
bir…
sıfatını sevgisi nedeniyle belirleyemediği biri vardı, etkilendiği, ancak ölmekle ondan vazgeçeceğini sandığı.
Bildiği; ölmekle bile sevmekten kurtulamayacağı, bilmediği ise; sevenin uç boyuttaki sevgisi ile sevilmekten de hiçbir zaman kurtulamayacağı idi.
Ancak karşısındakine neler yapmasını beklediğini söylediğinin farkında değildi Nurdoğan.
“Devam ettiğim dershanemi, indiğim ve beklemeni dilediğim istasyonu, çevremi sokağımı araman gerekirdi” demek gibi. Acaba söylediklerinin sonuna;
“Bana ilgin varsa, benim seni sevdiğim, istediğim kadar, sen de beni seviyor istiyorsan…” deyip kendine yakışmıyor olsa bile “Salak, aptal, dangoloz(2)” ya da benzeri kelimeler eklese miydi sözlerinin sonuna?
“Hayır!” dedi kendi kendine. Zorla güzellik olmadığı gibi, olmayanı, ya da olmadığını sandığını da bir şeyi de beklemek yanlış değil miydi?
Umutsuz bir geçmiş vardı Nurdoğan’ın düşüncelerinde, unutmasının gerektiğini hissettiği, ama unutamama gafletini(2) yaşadığı.
“Keşke doğduğum günkü gibi kalsaydım, ağlarken çevremdeki gülücükleri hissetseydim(25) bugünlere ulaşmak istemeksizin. Acaba onun için öldüğümü bilse değil, hissetmese de duysa, matemi, yası olur muydu?”
Bu; ileriye bakınca yokluk gibi bir anlamı yaşatıyordu genç kızın kendisine. Gerçekten insanlar istedikleri şeyler için makul ve mantıklı düşüncelerden sapıyor, beyninin yorgunluğunda, hüzünle ideallerinden vazgeçmeyi düşünüyordu.
Eylemine başlamayı yeğledi(1), küskünce. Eve kapandı, pencere önündeki sedirde boş gözlerle nerelere baktığından habersizdi, üst katlarda otursaydık, keşke diye geçirdi aklından.
Bilmiyor muydu ki, ölüm için bile Tanrının izninin gerektiğini? Yok olmanın, bu dünyadan eksilmesinin gereğini cesaretiyle yerine getirmeyi diliyordu, ancak öncelikle o cesareti kendinde hissetmeli, onun öncesinde de cesaretini nasıl gerçekleştireceğinin yollarını araştırmalıydı. Annesinin babasının ikazlarına neredeyse omzunu silkerek, sözüm ona sırrını sakladığını sanarak;
“Biraz kırgınlığım var bedenimin üzerinde, artık soğuk mu aldım, ne?” diye geçiştirmişti onların ikazlarını.
Annesi ana yüreği taşıyordu, halden anlayan. Nurdoğan’ı dizlerine yatırıp saçlarını parmaklarıyla tarar gibi okşarken;
“Ufacık bir iki cümle kızım, eğer beni dinlersen!” dedikten sonra devam etti;
“Dünlerde ben de senin gibiydim, ama babana fırsat tanıdım. Yok öyle cilveler(2), kaş-göz oynatmalar(1) gibi değil. Sadece elimi uzattım ve ilgimi belli ettim. Sonuçta sen geldin dünyamıza. O nedenle saklanma, bırak bulsun seni, bulunmak iste sen de...
Ve eğer senin bu saklanışında seni hiç aramamış, bulmak istememişse, zaten seni hak etmiyor, demektir...
Şimdi telefonunu aç ve kontrol et! Aramış olsa da, olmasa da dediğim garibine gitmesin(1), son bir şans ver, unutmanın gerekliliği öncesinde. Aşk, fedakârlık ister(29), imkânsızlıkları göğüslemenin gereği gibi…”
Cep telefonunu açtı Nurdoğan. Aydoğan onu kereler, kerelerce aramıştı. Ulaşamayınca bu kez şansını mesajlarla denemek istemişti, mektuplar gibi! Üstelik bunlardan birinde ilk merdiven sohbetinde kendi dediğini yazmıştı, tırnak içinde; “Ayılıyom, bayılıyom!” şeklinde. Yazdıkları için herhalde telefonunun hafızası yeterli olmamış gibi geliyordu kendine.
Telefon ederek görüşmeyi ya akıl edemedi, ya da özellikle istemedi Nurdoğan, şansı karşısındaki yaratsın, “O beni arasın, tekrar!” dileğiyle. Aramakla bulunmazdı, meğerki rastgele(27). O zaman açardı telefonu ve ses gelmeden önce kapatırdı, kendisi değil, karşısındaki uzatmalıydı ona elini, annesinin hafızasının tersine.
Gene de sabit fikirli(8) gibiydi, sanki tek ve yalnız ızdırap çeken kendisiymiş gibi. Ona değil, kendine bir şans vermek için tıpkı mevlide gider gibi hazırlandı, giyindi, elini kolunu sallayarak.
Metro istasyonuna geldiğinde şaşkınlıktan küçük dilini yutacak gibi oldu. Karşısındaki o yakışıklı, dinç, bakımlı adam, tıp öğrencisi değil, neredeyse bir deri, bir kemik kalmış, saçı-sakalı birbirine karışmış, yapış yapış bir sokak dilencisi vardı sanki.
Titreyerek elini uzattı Aydoğan;
“Hak etmedim, ama beni zorla kabullenmeni de isteyemezdim senden. Sensiz olmaktansa, boş bir ömrü tüketmeye gayret etmektense, her şeye boş verip seni son bir defa görmeyi düşlemiştim. Allah’a şükürler olsun, bu kez ben sana ‘Allahaısmarladık!’ deme…”
“Diyemezsin! Bensizliği böylesine, bu kadar, bu şekilde yaşayacağın aklımın ucundan bile geçmedi. Gecikerek de olsa yazdıklarının tümünü okudum. Sensizliğin ne olduğunu ben de biliyorum. Benim ol Aydoğan, senin olmama izin ver, seni ne kadar çok sevdiğimi anlatmam zor…
Oku, okulunu bitir, senin göbekli, kel ve kocaman gözlüklü oluşunu görüp, izlememe izin ver! Ben doğarken ağlamışım bir kere, bir kez daha ağlamak istemiyorum, üstelik seni ağlatmayı da. Senden uzak kalmak benim için hazmedemeyeceğim(1) bir ölüm çünkü...”
Durdu mu, durakladı mı, içinden geçen coşkuyu mu frenlemek istedi, önemsizdi;
“Yanlış yapmışım, yanlış yaptım, bağışla ve öp beni, tut elimden, beni ben başıma bırakma, sensiz yaşayamayacağımı biliyorum ve kaderin yaşattığı tüm acıları yok etmek istiyorum. Haydi sarıl bana, öp beni tüm sevginle, hepsini, ama hepsini vererek, buna ve sana ihtiyacım var, beklemem gerekse de, hem ne kadar?!”
“Burada, herkesin ortasında, geçmişte ve tüm yaşadıklarımızı unutup hemen mi? Daha şu anda tüm güzelliklerinin yanında inkâr edemeyeceğim kokunu hissediyorum. Her gece baharın gülü gibi erişti bu koku tüm gönlüme, seni benle bırakmayan gözbebeğim, canım, meleğim olarak…”
“O halde istemesen de hemen metro merdivenlerine inelim, ilerimize umutla bakıp, yaşayacağımızı yaşamak için…”
YAZANIN NOTLARI:
(*) Öyküdeki eksiklik, bir ara Nurdoğan’ın düşüncesi olarak “Gelecek faturaya göre hatırında olan kendine ait aynı telefon numarasını yeniden kaydettirmek aklından geçmemiş olsa gerekti.” sözüyle fark edilmiştir, sanırım. Nurdoğan’ın bunu akıl edememiş olması tuhaf! Gelecek telefon faturası veya ekstresinden Aydoğan’ın telefon numarasını edinmesi mümkündü! Kişi kendi telefon numarasını ezberden biliyor olsa gerek! Unutmuş olsa da o da faturada kayıtlıdır, ya da otomatik ödemede ise, gider bankasından öğrenebilirdi.
Bir diğer konu, telefonun kendisi önemsiz olsa da, ilgili firmasına gidip yeni bir SIM Kart edinmesi mümkündü. Neyse! Nurdoğan’ın aşk yüzünden, kendisini yitirmiş olması dolaysıyla bu noktaları unutmuş olmasını hoş görüp, affedelim kendisini. Sonuçta mutlu yaşamayı öğrendiğine göre, bunu hak ediyor olsa gerek!
Ve metro istasyonunda son karşılaşma; Hiss-i kabl el vuku olamaz mı?
Alternatif; Aydoğan mesajlarında “yıllarca sürecek olsa da, her gün belirli saatlerde Metro İstasyonunda Aydoğan’ı bekleyeceğinden” bahsetmiş olabilirdi.
Nihayetinde; aşkta gurur da, alçalma da yoktur.
(*) Rıfkı; Yumuşak huylu, yavaş, ağır (kimse).
Refik (Erkek için); Arkadaş, dost, yoldaş, yardımcı (ayrıca; koca, eş).
Refika (Kadın için); Kari, eş.
Raife; Acıması olan, merhametli, esirgeyen.
(1) Ağaç (Direk,) Sap Gibi Dikilmek; Yalnız kalmak, terk edilmek. Desteksiz ve destekçisiz kalmak. Beklerken sıkılmak.
Aklının Ucundan (Kenarından, Köşesinden) Bile Geçmemek (Geçirmemek); Bir konuyu hiç düşünmemiş olmak.
Aşağılanmak; Aşağı düzeyde görülerek küçümsenmek, hor görülmek.
Avuç Açmak; Yardım istemek, dilenmek, para istemek, ya da para ister duruma düşmek.
Baltayı Taşa Vurmak; Biriyle konuşurken, farkında olmayarak, ya da boş bulunup ona dilmediği, muhtemelen dokunacak sözler söylemek, pot kırmak, çam devirmek.
Basireti Bağlanmak; Gerçeği göremez bir duruma düşmek, iyi ve yerinde düşünememek, doğru yolu, gerçeği göremez durumda olmak, görememek, alınabilecek uygun bir önlem varsa almamak, alamamak.
Can Yakmak; İnsana acı, üzüntü vermek, üzmek, sıkıntıya yol açmak. Eziyet etmek. Zulmetmek.
Çileden Çıkmak; Olup bitene dayanamayıp taşkınlık göstermek. Çok kızmak. Kendini tutamayacak derecede öfkelenmek.
Elleşmek; Birine dokunacak söz söylemek. Elle dokunmak. El sıkarak selâmlaşmak. El ile itişerek şakalaşmak. Yardımlaşmak. Birbirinin elini tutarak güç denemesi yapmak.
Garibine Gitmek; Tuhafına gitmek, yadırgamak.
Gözlerinin Feri Sönmek; Bakışların canlılığını yitirmesi.
Halt Etmek; Uygunsuz bir söz söylemek, uygunsuz davranmak, uygunsuz bir iş yapmak.
Hayal Meyal (Şöyle Böyle) Hatırlamak; Açık seçik olmayan, bulanık, flu bir görüntü gibi, belli belirsiz hatırlamak.
Hayıflanmak; Acınmak, yerinmek, esef etmek, kaybedilen bir fırsat için üzülmek.
Hazmedememek; Kimi durumlara katlanamama. Sindirim sisteminin besinleri iyi sindirememesi, sindirimin yeterli ve uygun olmaması, hazımsızlık durumu.
Kaş Göz İşareti Yapmak (Kaş Göz Etmek, Kaş Göz Oynatmak); Kaş ve göz hareketleriyle işaret vermek, isteğini bu yolla anlatmak.
Kılıflamak, Kılıf (Kılıfına, Yalanla) Uydurmak; Bir durum ve tutuma (özellikle yalana) biçim, şekil uydurmak.
Kıyas Etmek; Karşılaştırmak.
Kulak Şapırdatmak (Şarpıldatmak, Sallamak); Yerel olarak geçiştirmek, duymazdan gelmek, üstüne yatmak, dinlememek, önemsememek, üzerinde durmamak.
Kusmak; Kızgınlıkla ağır hakaretler etmek. Yanlış, telâfi etmesi mümkün olmayan sözler söylemek. Öfke ile geri dönülmesi mümkün olmayacak sözleri sarf etmek.
Küçük Dilini Yutmak; Çok şaşmak, hayrete düşmek, donakalmak, hiçbir şey söyleyemez hale gelmek.
Leş Gibi Olmak; Leş Gibi Kokmak, Çok pis, çok kötü, ağır, rahatsız edici bir şekilde kokmak, olmak.
Mahzun Kalmak; Üzgün, üzüntülü, hüzünlü, yoksun bir durumda olmak, kalmak, bırakılmak.
Pes Dedirtmek; Birini kurnazlığı karşısında savunmaktan ya da o eyleminden vaz geçirmek.
Saçmalamamak; Zırvalamamak. Gereksiz, tutarsız, saçma sapan, boş, anlamsız sözler söylememek veya bu tür davranışlarda bulunmamak.
Sindirememek; Hazmedememek. Tahammül edememek. Kimi durumlara katlanamama. Sindirim sisteminin besinleri iyi sindirememesi, sindirimin yeterli ve uygun olmaması, hazımsızlık durumu.
Sudan Çıkmış Sıçana Dönmek; Başarısız olmak, istediğini anlatamamak. Üstü başı çok ıslanmak, sırılsıklam olmak.
Şansı (Talihi) Yaver Gitmek; Talihli olmak, bahtı açık olmak. Şanslı olmak. Fırsatları, imkânları iyi değerlendirmek.
Şok Olmak (Şoke Olmak, Şok Geçirmek, Şokta Olmak, Şok Yaşamak, Şoka Uğramak, Şoka Girmek); Şaşırmak, şaşakalmak, hoşa gitmeyecek bir şeyle karşılaşmak, şaşkına dönmek.
Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak; Güç bir durumdan kurtulmaya çalışırken daha kötü bir durumla karşılaşmak.
Yeğlemek; Bir şeyi, ötekilerden daha üstün, daha iyi, daha uygun görüp ona doğru yönelmek.
Zırvalamak; Saçmalamak, gereksiz, tutarsız, saçma sapan, boş, anlamsız sözler söylemek veya bu tür davranışlarda bulunmak.
(2) Aheste; Ağır, yavaş.
Cilve; Genellikle kadınlar için kullanılan bir söz olup; hoşa gitmek, hoş görünmek için yapılan davranışlar, kırıtmak, nazlanmak.
Dangaloz (Dangoz); Türkçemizde böyle bir kelime yoktur, olsa olsa “Dangalak, düşüncesiz, budala, akıl yoksunu, hödük, boşboğaz)” demek yerine uydurulmuş olsa gerek.
Edep; İyiliğe, güzelliğe yönelttiği için insanın övgüye değer güzellikleri dinin gerekli gördüğü ve aklın güzel bulduğu bütün söz ve davranışlar ile uyulması gereken görgü kurallarını, göz önünde bulundurulması, izlenilmesi, bilinmesi gereken unsurlar…
Eks; Ex, Exitus kelimesinin kısaltılmışıdır. Yunanca ‘sız...’ anlamına gelen kelime olup tıp dilinde “Ölü, Ölmüş, cansız beden, göçmüş, yaşamını yitirmiş” ölü, ölümcül hasta, ölüm hali için kullanılır.
Gaflet; Gafil olma hali. Gafillik. Aymazlık. Dalgınlık. Dikkatsizlik. Boş bulunma. İhtiyatsızlık. Nefsin arzularına uyarak zamanı önemsiz şeylerle geçirmek.
Heves; Bir şeye karşı duyumsanan istek, eğilim, arzu. Gelip geçici istek.
İkilem; Dilemma. Kıyasımukassem. Değişik iki yapıda her iki durumda da doğru davranılmayacak iki olanak karşısında kalıp kişiyi, istemediği halde bunlardan birini yapmaya zorlayan durum. İki önermesi bulunan ve her iki önermesinin sonucu da aynı olan düşüncelerden birini seçme mantığı. Değişik yapıda iki öğenin birlikteliği. İki özellik gösteren durum. Bu durumlarda insan özellikle beğenip istemediği bir seçeneği seçmek zorunda kalmaktadır.
İsterik (Histerik); Aşırı istekli olma, çok isteme, istemekten kendini alamama, kendini kaybetme. Herhangi bir konuda duygularına hâkim olamama durumu. Bir şeyi her şeyden çok istemek, arzulamak.
Kisve; Kılık-kıyafet, hacıların Kâbe’de üstlerine giydikleri beyaz üstlük.
Manyaklık; Aptallık, çılgınlık, delilik, dengesizlik. Gülünç, garip, şaşırtıcı davranışları, duyguları, sözleri olan kimse eylemi.
Mazeret; Kendini veya başka birini özürlü göstermek için ileri sürülen sebep, özür, bahane. Bir kimseyi özürlü gösteren durum veya olay. Bir şeyden kurtulmak için ileri sürülen gerekçe.
Mazgal; Yağmur sularını, kanalizasyon şebekesine çekmek için kullanılan delik. Kale duvarlarındaki iç yanı geniş, dış yanı dar delik. Gözetleme deliği.
Meta; Satılmak amacıyla üretilen, alınır satılır mal. Ticaret malı.
Mukadder; Yazgıda var ve ilgili olan, alında yazılı olan (alınyazısı), ilâhi takdir, kader. Takdir edilmiş, kaderleşmesine verilmiş.
Mukaddes; Kutsal, mübarek, takdis edilmiş, muhterem, temiz, pak, aziz, yüce. Noksanı kusuru bulunmayan.
Mutaassıp; Bağnaz. Bir düşünceye ve anlayışa aşırı ölçüde körü körüne bağlanan ve ondan başka doğru bulunmadığına, bir düşünce ve inanışı kabul olmaması gerektiğine inanan kimse.
Mütehakkim; Hâkim olan, hükmeden, hükmünü zor kullanarak yürüten. Baskı, zorbalık yapan, etkileyen.
Nabız; Vuru. Yürek vuruşlarının sağladığı kan basıncı nedeniyle atardamarlara ve özellikle bilekteki atardamara parmakla basıldığında hissedilen kımıldama, kalbin gevşeyip asılmasıyla olan kıpırtı. Düşünce, eğilim, niyet.
Nesep; Baba soyu, soy ismin devamı. İnsanın anne ve babasıyla, dede ve ninesiyle soy bağı.
Obüs; Top ve havanların kimi özelliklerini taşıyan hem dikey, hem düşey mermi atabilen kısa namlulu top. Askerlikte silâh olan top çeşitlerinden biridir.
Plâtform; Yer, yüksekçe bir yer. Jeolojik bir yapı türü. Siyaset programlarında dayanılan düşünceler.
Rögar; Suyolu, lâğım, maden ocağı vb. yer altı yapılarının hava deliği. Çatı penceresi. Kanalizasyona inmek ve tıkanıklığı gidermek üzere yapılmış özel baca. Pis suların toplanıp akması, yeraltındaki temizleme parçalarını denetlemek, çeşitli doğrultulardan gelen boruları diğer bir doğrultuya yöneltmek için belirli aralıklarla yapılan ve rögar kapağı ile kapatılan baca, lâğım bacası.
Sadakat; İçten bağlılık, sağlam, güçlü dostluk.
Ucube; Şaşılacak derecede çirkin olan, çok acayip şey. Yapısı, kendi türünden canlılara benzemeyen canlı, şey.
Zifos; Yerden sıçrayan sulu çamur. İşe yaramaz, boş yararsız.
(3) Kur’an, Âl-i İmran Suresi, 145. Ayet; “Allah’ın izni olmaksızın hiçbir nefis için ölüm yoktur. O; süresi belirtilmiş bir yazıdır ve Allahümme inna ileyhi ve inna ileyhi raciun!...” Ölüm Duası.
Kur’an, Yunus Suresi, 56. Ayet; ”O hem can veren, hem can alandır. Ve hepiniz ona döndürülüp götürüleceksiniz.”
Kur’an, Yunus Suresi, 49. Ayet; “De ki; Ben kendime dahi Allah’ın dilediğinden başka ne bir yarar sağlama, ne bir zarar verme gücüne sahibim. Her ümmetin bir süresi (eceli) vardır. Süreleri (ecelleri) gelince artık, ne bir saat öne alınırlar, ne de geriye bırakılırlar.”
(4) Beyin Ölümü; Tam bir ölümü ifadelendiren ölümdür. Beyin ölümü; tüm beyin, beyincik ve hayati merkezlerin yer aldığı beyin sapı denilen özel beyin bölgesinin fonksiyonlarının geri dönülmez şekilde kaybolduğu ve mutlak ölümle sonuçlanan bir süreçtir. Beyin ölümü tablosundaki hastanın sadece kalbi atmaktadır, bir başka deyişle sadece nabzı ve kalp atımları alınabilmektedir. Dışarıdan izlenebilen tek yaşam işareti kalp atımlarıdır. Diğer yaşamsal fonksiyonları tıbbi destek ve solunum cihazıyla sağlanmaktadır.
(5) Kefenin Cebi Yok; Söylenir ki, Vehbi KOÇ, oğluna iki mektup vermiş, biri öldüğünde, diğeri mezardan dönüşünde. İlk mektupta; “Beni çoraplarımla gömün!” yazılıymış. Vasiyet yerine getirilmek istenmiş, ancak din âlimleri “Hayır!” demişler. İkinci mektubu açmış oğlu, mezardan dönüşte: “Gördün mü oğlum? Onca servetim olmasına rağmen, öteye bir çift çorap bile götüremedim!” yazılıymış.
(6) Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi... Kanuni Sultan Süleyman’ın “Muhibbi” mahlasıyla dile getirdiği dizeler.
(7) Hipokrat (Hippokrates) Yemini (Andı da denir); hekimlerin mesleklerine başlarken ettikleri bir yemin olup, mesleklerinin kendilerine sağladıklarını ifşa etmemek üzerine kurulu olup, ülkeden ülkeye değişim gösterir.
(8) Aşk-Meşk; İki kişinin karşılıklı duygularının iletişiminin anlatıldığı deyim. Meşk kelimesi asıl anlamı dışında sadece bir tamamlamadır.
Cinsel Obje; Genel olarak insan görünümlü, insanlıktan uzak erkeklerin kadınlardan üstünmüş gibi, hatta kadınların kendileri için yaratıldığını düşünür, cinsel açlığını gideren bir varlık gibi görmesi.
Cinsi Sapık; Kadınları taciz edip rahatsız eden ve bunun yanında erkeği tahrik edip kuyruksallayan tipler. Yurdum insanı tarafından seksüel sapkınlar için kullanılan tanımlama.
İçler Acısı; Oldukça üzücü, çok acıklı.
İçten Pazarlıklı; Alçak, korkak, namert, sadist.
Makul ve Mantıklı Sebep; Akla uygun, akıllıca, belirgin, aşırı olmayan, uygun, elverişli sebep(ler).
Menfi Tavır; Ters, sonuçsuz davranış, tutum, durum. Olumsuz, negatif yapay davranış. Büyükleniş.
Necip Olsa, Necep olsa (Necepolsa, Necebolsa); Nihayetinde, sonuçta, netice olarak, nice olsa anlamında yerel bir deyiş.
Piri Fâni; Yaşlı ve zayıf adam. Dünyayı terk etmiş ihtiyar.
Sabit Fikirli; Ön yargılı. Saplantılı. Statik düşünceli.
Sinir Küpü; Çok sinirli kimse.
Umut fakirin ekmeği; Fakir olan kimseler, kısa süre sonra durumlarının değişeceğini düşünerek avunurlar. Fakir insanlar aç kalsalar bile onları umutları doyurur, umutlar yaşatır (Umut fakirin ekmeği, ye Mehmet ye! TÜRK ATASÖZÜ).
Yandı Gülüm Keten Helva; “Olanlar oldu, iş işten geçti!” anlamında olumsuz sonuçlar için kullanılan bir söz. Kaçırılmış bir fırsat da denilebilir.
Yayan Yapıldak; Herhangi bir vasıta olmaksızın çıplak ayakla, yayan ve yalınayak, ya da yayan ve yalınayak gibi, yalınayak yürüyerek.
(9) Münkir-Nekir; Kur’an’da yeri olmayan, hadislerde rivayet edilen, ölen bir insanı mezarda sorgulayan melekler. Sorgu Melekleri denilen bu meleklerin isimleridir; Münkir-Nekir’dir. Sordukları suallere Ahret (Ahiret, Kabir) Sualleri denmektedir. “Rabbin kim? Dinin ne? Kimin ümmetindensin, Kitabın ne? Kıblen neresi?” diye başlayan ve “Rabbim Allah!” cevabı verilmesi gerektiğine inanılan suallerdir.
(10) Yalanın bini bir para; Kısa süre içinde fazla yalan söyleyen, ağzında yalan yer etmiş kimseler için söylenen söz.
(11) Mevlit (Mevlid); Hazreti Peygamberin doğumunu anlatan Süleyman Çelebi tarafından hazırlanan bir şiirdir. Mevlitte bu dizeler şöyledir: “Geldi bir akkuş kanadıyla revan / arkamı sığadı kuvvetle heman” şeklinde olup ek bilgi mevlidin bu bölümü okunurken insanlar âdettir ayağa kalkar, ellerini bağlayıp dua okununcaya kadar ayakta dururlar. Evde dinleniyorsa karılar, kocalarının sırtlarını sıvazlarlar, ya da mevlitte okunduğu gibi sığazlarlar. Rahmetli Prof. Dr. Yaşar Nuri ÖZTÜRK’ün bir söylemini de kaydetmek istiyorum; “Kandil geceleri, Kutlu Doğum Haftası Kur’an da yer almaz. Ne Peygamberimiz, ne de dört halife devrelerinde kutlanmamıştır. Din dışıdır, Bid’attır Mevlitler ve İslam’da din ile ilgisi olmayan, Kur’an’da görülmeyen, sünnette olmayan, İslâm Âlimlerince ve ashap tarafından bilinmeyen, din esaslarına göre ibadet ve davranış biçimleriyle ilgili her şey Bid’attır. Hazreti Muhammed’in bu konudaki; “Sonradan ortaya çıkan her şey bid’attır. Her bid’at sapıklıktır ve her sapıklık insanı ateşe sürükler!” sözü önemlidir.
(12) Kazın Ayağı Öyle Değil; “İşin aslı öyle değil, bu kadar basit değil” anlamında kullandığımız bir deyim. Aslı; “Kaziye-i anha öyle değil!” şeklinde olup, “Önerme öyle yapılmaz!” demek gibi bir anlamı söylenmekte.
(13) Alman Usulü; Toplu halde gidilen, bir toplu harcamanın ödemesinde gidere herkesin eşit miktarda katılması, ya da yemek yenecek, içki içilecekse bir yerde herkesin kendi giderini kendi ödemesi yöntemi.
(14) Bindik bir alâmete, gidiyoruz kıyamete; Genelde ani değişimlere ve yeniliklere karşı söylenen, insanların korkmasına ve endişelenmesine sebep olan belirsiz durumları anlatmak için kullanılan şaşkınlık belirten bir söz.
(15) Nazar Değmesin; Nazardan çekinenlerin dillerine yakışan bir dua.
Kurşun Dökmek; Nazardan hastalandığına inanılan kişi iyileşsin, biri bir yerlere gidecekse, kazadan, belâdan uzak olsun diye bir kapta eritilen kurşunun o kişinin başının üzerinden çevirerek su dolu bir kabın içine boşaltmak.
Elem Tere Fiş; Genelde Kem Gözlere Şiş ekiyle söylenen; Nazar değmesin, hasetle ve kıskançlıkla düşünenler zarar vermesin anlamında söylenen batıl (hurafe) söz. Mana ağırlaştırılmak için işaret parmağının diziyle tahtaya vurulur. Tercihan üç kere…
(16) Hurafe; Batıl İtikat (Batıl İnanç). Boş inanç. Yanlış İnanç. Hatalı Düşünce. Korku, umarsızlık, çağrışım gibi nedenlerle beliren, geleceği bilmek isteğiyle rastlanılan benzerlikleri iyilik, ya da kötülüğün ön belirtileri olarak değerlendirilen, bilimin ve dinin kabullenmediği doğaüstü güçleri tasarımlayan, kuşaktan kuşağa geçen yanlış inanışlar. Dinde kesinlikle yeri olmayan, fakat günlük hayatta dinin bir parçasıymış gibi gösterilen ve gerçekte dindışı olan, hatta dinin özüne ters düşen kimi inanç ve davranış biçimleri. Nazar Boncuğu gibi… Sonradan uydurulan ve genellikle İslam’ın gerçeğiyle bağdaşmaz çarpık davranış biçimlerini ifade eden hikâye ve sözlerdir.
(17) Kalp Kalbe Karşıdır; İnsan kalbi, diğer birinin kendine karşı sevgi mi, nefret mi beslediğini hisseder, sevgi varsa sevgi, nefret varsa soğukluk demektir.
Uyandım seninle birden… şeklinde başlayan “Kalp kalbe karşıdır, derler” Aslı GÜNGÖR
Kalp kalbe karşıdır derler, onun için sormadım… Güftesi; Turhan TAŞAN’a, Bestesi; Coşkun SABAH’a ait olan Türk Sanat Müziği eseri Hicaz Makamındadır.
(18) Cihar Atıp, Şeş Oynamak; Hile yapmak. Üçkâğıtçılık yapıldığının belirtisi olabilir mi? Yani olanla, olması gereken yerine uygulamanın kişinin lehine olan davranışı biçiminde yorumlanabilir belki.
Katakulli Yapmak; (Argoda) Yalan-dolan, hile, dolap, tuzak, düzen yapmak.
Ya Herrü, Ya Merrü: Genelde “Ya herro, ya merro” şeklinde kullanılan bu deyim. “Her şey olacağına varır, inceldiği yerden kopsun, ne olursa olsun, sonucuna katlanılacak bir olgu” Bir işe girişirken her türlü kötü olasılığın sonuç ne olursa olsun gibi göze alındığını belirtmek için kullanılan söz dizisi denilebilecek bir deyimdir.
(19) Her canlı ölümü tadacaktır. Kur’an, Âl-i İmran Suresi, 185. Ayeti, Ankebut Suresi. 57. Ayeti, Enbiya Suresi. 35. Ayeti; “Küllü nefsin zâlikâtül mevt” olarak Kur’an’da üç yerde geçen ayetin tefsiri; “Her canlı ölümü tadacaktır! Sonra bize döndürüleceksiniz”
Ölüm bize ne uzak, bize ne yakın ölüm / Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm. Erdem BAYAZIT
Günün birinde hepimiz sonsuza dek susacağız. Onun için sevdiklerinize şimdi; “Seni seviyorum!” demekten çekinmeyin. George ELLIOT
Sevgi ve onun hükmettiği aşk dışında hiçbir şey sonsuz değildir, olmayacaktır da! Erol KARATEKİN
(20) Denize düşen yılana sarılır; Çaresiz kalındığı zamanlarda beş para etmez insanlardan yardım alınmak zorunda kalındığının ifadesi. Büyük bir tehlike içinde bulunan insanın çaresizliğinde kendisine yardım imkânı bulunmayan, hatta tehlikeli şeylerden bile yardım umar.
(21) İstiklâl Marşımızın beşinci kıtası son iki mısraını hatırlamadan geçemedim; “Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk’ın, / Kim bilir belki yarın, belki yarından da yakın…”
(22) Tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer; kürkçü dükkânıdır; İnsan, ne denli başına buyruk yaşarsa yaşasın sonunda bağlı olduğu çevreye dönmek zorunda kalır. Meslek ya da alışkanlık gereği olan sonuçtan kaçınılamaz. Bir bakıma; “İnsan doğduğu yerde değil, doyduğu yerde yaşar!” deyimi ile zıtlaşmadır.
(23) Yalan; Vesile olmuşken üç çeşit olan yalanları sıralamaya çalışayım: Yanlışlıkla ve doğru zannedilerek söylenen yalan, bile bile söylenen yalan (ki Nurdoğan'ın yalanını bu sınıfta düşünmek uygun), mümkün olabilecek geleceğe ait bir şey için söylenen yalan.
Yalan, diğer yalanlara önderlik eder ve yalanlar büyüdükçe pisleşir; Söz alıntıdır. Diğer bir kısım yalanlar; Uydurmak, Üstünü Örtmek, Örtbas Etmek, Blöf Yapmak, Dikkat Çekmek, Abartmak, Hayranlık, Saklamak, Aldatmak, Alışkanlık, Masumane bir şekilde uydurmak, İhtiyaç için, Örnek alınarak, Amaçsız, Patolojik, Psikolojik, Sosyolojik, Kendini koruma amaçlı… Ancak, insan yalanı söylediğinde, bir başka ortamda söz konusu olduğunda yalanı takviye etmesi gerekir. Bu doğruyu söyleyemeyecek durumda olacağımıza göre yeni bir yalanı ve daha sonra diğer bir yalanı aklımızda tutmamızı gerektirir ki, hiçbir insan çok yalanları aklında tutacak kadar zeki değildir. Dolaysıyla bir gerçeğin, yani doğrunun ortaya çıkması onun pisleşmiş olduğunun delili olmaz mı?
Yalanın adı; Dünyada; vefa, Siyasette; vaad, Ticarette; reklâm, Felsefede; safsata, Edebiyatta; mecaz, Gazetecilikte; haber, Gençlikte; aşk…
(24) Bir musibet, bin nasihatten evlâdır. Bin nasihatten, bir musibet yeğdir. Yanlış bir yol tutmuş insanlara verilmiş nasihatlerin, öğütlerin fayda etmediği, ancak başına gelen bir felâketin onu doğru yola getirmekte daha etkili olduğuna dair TÜRK ATASÖZÜ
(25) Git! Mutlu olacaksan… Güfte ve Bestesi; Zekâi TUNCA’ya ait olan “Gözyaşımda saklısın, ağlayamam ben…” diye başlayan eserinin ikinci kıtasının başlangıcı; “Git! Mutlu olacaksan, beni düşünme…” şeklindedir. Bir diğer yerinde ise “Beni burda bırak git, git, gidebilirsen!” denmektedir.
(26) Rüzgâr ne kadar özür dilerse dilesin, dal kırılmıştı bir kere. Dal rüzgârı affetse bile, kırılmıştır bir kere şeklinde kırılganlığı anlatan sözler (“Rüzgâr Özür Dilese De Dal Kırıldı Bir Kere” Halil ATILGAN tarafından yazılan bir kitap ismi).
(27) SIM Kart (Subscriper Identfy Module, Abone Kimlik Modülü; Günümüzde tüketiciye sunulan cep telefonlarından birinin GSM (Global System for Mobile) denilen sistematik çalışmasının eseri bir bakıma mikroçip şeklinde tüm bilgilerin üzerinde toplandığı kart. Cep telefonlarının kimlik kartı denebilir. Telefonun numarasını, pin kodunu ve o kişinin rehberi kayıtlıdır. SIM Kartı yoksa telefon mobil ağa bağlanamaz. CDMA (Code Division Multiple Access) telefonlar; SIM Karta ihtiyaç duymamaktadır.
(28) Sözler şu dizeleri hatırlattı bana; Hatırlar mısın? Doğduğun zaman, sen ağlardın, gülerdi âlem, Öyle bir yaşam sür ki mevtin sana hande olsun halka matem. Mehmet Akif ERSOY
(29) Aşk; bir mucizedir. (Ayşen BOZKUŞ), Aşk; en güzel mucizedir. (Sibel KARA) Diğerleri (Bir-iki örnek); Deliliktir. (William SHAKESPEARE), İbadettir. (Suzan KURAN), Açgözlülüktür. (Oscar WILDE) Canın belâsıdır. (FUZULİ), Şuur bozukluğudur. (PLÂTON) , Örgütlenmektir. (Ece AYHAN) Aşk; Fedakârlıktır. Erol KARATEKİN Aşk; Mucizedir. Erol KARATEKİN…
Uğruna fedakârlık yapmadığın sevgiyi, yüreğinde taşıyıp da kendine yük etme! Can YÜCEL
Aşk; masumiyet, fedakârlık ve inançla örülmüş bir peri masalı… Kristin HANNAH
(30) Aramakla bulunmaz meğerki rastgele; Eski deyim olarak; Tesadüf yoktur, tevafuk vardır. Yaşamda oluşan olayların bir sebebinin, bir sağlayıcısının olduğunu, insanın sadece olmakla bunun gerçekleştiğinin ifadesidir.