Bu; benim Şâkir’imin, talihsiz oğlumun, yaşamımın tek dayanağının(1) anlattıklarından birkaç parça, onun ağzından derlemeye(2) çalıştığım, sonunu istemesem de yaşadığım hüzünle bitirmem gereken.
O anlattı onun ağzından derlemeye çalışacaklarımı; satır-satır, kelime-kelime, cümle-cümle, ben de hepsini nakşettim(2) beynime, anlatmaya başlayayım şöyle…
Karşıdan gördüğüm, arkasından dumanlar tüten araba tanıdık gibi geldi bana uzaklardan. Koşarak yanına yaklaştığımda plâkasından arabanın Arif Emmiye(1) ait olduğundan emin oldum.
Trafik lâmbasının yeşile dönmesini bekliyorlardı, kendilerine doğru hayretle bakanlara aldırmaksızın ve farkında değillerdi bagaj tarafından tüten dumanların.
Sağ taraftaki kapıları açıp; “Çabuk çıkın!” diye bağırdım. Biliyordum ki; LPG(1) ile çalışan bir araba idi ve araç her an patlayabilirdi. Yine biliyordum ki; Arif Emmi de, Arife Gadi(1) de eli sıkı(5) tabiri yakışacak şekilde çok tutumlu(!) demenin ötesinde insanlar olduklarından, araçlarında sadece yangın tüpü değil, radyo-teyp bile yoktu.
Hatta tarihler 27 Aralık(4) olmasına rağmen lâstiklerinin yaz lâstiği olduğuna dair yemin bile edebilirdim.
Arabadan önce küçük kızı çıkartıp uygun bir mesafeye götürdükten sonra aslında Arif Emminin kızı ve damadı olan sadece abla ve enişte olarak görüp, bilip, tanıdığım, tesadüfen orada bulunan arabadan uzaklaşmış caddede olan öncelikle ablası olan genç insanlara teslim ettim onu.
Can korkusu taşıyan Arife Gadi de peşlerinden gelmek, kocasını yalnız bırakmamak ikilemi(1) içinde olmakla beraber onlara katılmak zaruretini(1) hissetmiş olsa gerekti; “Mal elden gidiyor!” şeklinde hayıflanma(2) hakkını da kullanarak. “Mal canın yongasıydı ya!” ne demekse? Arif Emmi ise alık alık bakınırken(2) “Arabadan bir şeyler kurtarabilir miyim?” derdinde olsa gerekti.
Çocuğu teslim ettiğim enişte dediğime bağırdım;
“Enişte, gelen arabaları yan yola yönlendir!” dedikten sonra gelen arabaların birinden yangın tüpünü alıp bagaja püskürtmek üzereyken Emmim yetişti; “Dur bi dakka!” deyip beni kenarlara savurdu âdeta(1) iteklemek yerine.
Emminin o tavrını gören park etmiş arabalarından yangın tüplerini almış birkaç kişi daha “Yangın çıkarsa” diye herhalde hazırda beklerken muhtemel olayı fark edip uzaklaşırlarken Emmimin dikkatini çekmek için bağırma amacında gibiydiler.
Yine olayı gören, ya da hisseden yahut da haberdar edilen yol kenarına araçlarını park edenler de mal kaygısı ile araçlarını uzaklaştırma derdini yaşıyorlardı;
“Amca! Dur! Açma! Yapma!”
Arif Emmi de mal kaygısında muhteris(1) bir insandı, kesinkes(1) biliyorum. Araç içerisinden topladıkları, toparladıkları yetmemiş, doymamış gibi, beklemesi ve yapmaması gereken şeyi yaptı, bagajda da menfaati(1) için bir şeyler olduğu düşüncesiyle olsa gerek bagaj kapağını açtı ve..
Booom!
Hayretten açılan gözlerimiz önünde Arif Emmi için yapılacak hiçbir şey kalmadığı belli olmuştu!
Benim o telâş içinde akıl edemediğimi, ya taksi durağındaki, ya da park halindeki araba sahiplerinden biri, ya da birileri akıl etmiş, ambulans ve itfaiyeye haber vermişti. Onlar geldiklerinde Emmi için sonuç; “Geçmiş ola! Allah rahmet etsin!” muhtemelen de “Nur içinde yatsın!” idi, gene de gelenler onun bedeninden kalanlarla, parçalarını toplama ve mavi renkli bir torbaya koyma gayretini yaşadılar.
Yasalardan habersizdim, bilmem de gerekmiyordu zaten, üstelik aklımın da ereceğini hiç sanmıyordum. Neticede ben bir lise öğrencisiydim ve amacım mühendis olup annemi rahat ettirmekti.
Ayrıca 18 yaşımı doldurmak için de sabırsızdım. Şöyle ki; emekli oluşundan sonra bir Sürücü Kursunda öğretmenlik yapan rahmetli babamdan şoförlüğü, araçlara ait teknik bilgileri, hatta ilk yardımı bile öğrenmiştim, ama babam bugünlerimi göremeden rahmetli olmuştu.
Kapımızın önündeki, üstü tenteyle örtülü babama ait arabayı örtüsünü açıp birkaç adım ileri-geri oynatıyor, bazen dakikalarca çalıştırıyordum, ama asla trafiğe çıkmıyordum, çıkamıyordum, benzin almak için bile, yasalara saygım nedeniyle.
Gösterge ışığı yanar yanmaz ya elimde bidonla benzin almaya gidiyor, ya da komşumuz abi, müsaitse onunla birlikte yıkatıp, yağlatıp, benzinini doldurup geri dönüyorduk, eğer park ettiğimiz yere bir başka araba park etmişse, bütün kaldırım kenarları bana aitti, oraya park ediyordu abi.
Arabayı kullanmayışımın nedeni babamın; “Sen dikkatli olabilirsin, kurallara da uymuş olabilirsin, ama ya karşındaki, karşında olması gereken değilse, o zaman suçlu sensin! Çünkü ehliyetin yok!” demesiydi.
Nitekim ehliyeti olmayan bir kamyon şoförü ders verdiği bir öğrenci ile birlikte babamın ve o genç kızın katili olmuştu.
Hâlâ hapiste olan adamın, bana, bize faydası yoktu ki, babamı geri getirmezdi ki hapse girmesi ile. Annemle birlikte babasızlığa tahammüllü olmayı öğrendik, kısa zaman içinde.
Ele-güne muhtaç değildik, babamın emekli maaşı, dul ve yetim aylığı olarak bize verilmişti, köyden ara sıra para almaksızın gönderilenler de geçimimize katkı oluyordu, karınca kararınca(3).
Yaşadığım olay nedeniyle gücüme giden şey, köylümüz olan, ara sıra gönderilenleri getiren Arif Emmi ve ailesinin babamı yitirişimiz sonucunda neredeyse kapımızın önünden geçip de anneme uğramamış olmaları idi.
Köyden şehire bir vesile ile geliyorlar, akrabalıkta sınır tanımadığımızı bilmelerine rağmen anneme “Nasılsın?” demek için uğramıyorlardı.
Bu olay, Tanrının onları cezalandırmasına neden olmuş olabilir miydi? Dini bilgilerim -şimdilik- kısıtlıydı, ama Tanrının da bu kadar zalim olabileceği aklımın ucundan bile geçmiyordu(2)!
27 Aralık olan kazanın tarihini bugün bile nasıl hatırladığıma gelince; Atatürk hayranıyım, ben Atatürk çocuğuyum çünkü. Atatürk’ümün yaşadığı her özel gün başımdadır. Resmi bayramlarda, 10 Kasımlarda Anıtkabirde, 27 Aralıklarda Atatürk Koşularında...
Kazanın olduğu gün de Atatürk Koşusundan dönüyordum, ne sırt numaramın, ne de aldığım derecenin önemi vardı. Yorgun, ama Ata’mla yaşamış olmaktan dolayı mutlu ve hatta huzurlu idim.
Aracın patlaması; Arif Emminin parçalanması, Arife Gadinin de “Adam!” deyip yığılması ile sona ermemişti.
Enişte dediğim patlayan aracın başında kalmış, anne kızlar ambulanslardan biri ile şoföründen öğrendiğim kadarıyla hastaneye yönelmişlerdi.
Terliydim, hem oldukça. Hem de anneme haber vermeliydim, ne de olsa uzaktan-yakından akrabalarıydı onlar. Koşu ritmim(3) uygun değildi, ama yine de eve koşarak geldim, olayı anneme kısaca haber verdim, yalap-şalap(3) duş alıp çamaşırlarımı değiştirdikten sonra annemle birlikte hastaneye yöneldik.
Zaruret olmasına rağmen babamın arabasını kullanmak geçmedi içimden, ehliyetsiz.
Hastaneye ulaştığımızda küçük kız burnunu çekiyordu, ağlayarak hem. Anne, muntazam soluklarla, gözleri kapalı sedyede yatıyor, büyük kız hüzünlü bir şekilde annesine bakıyordu. Ama o kadar...
Biz onları arayıp bulduğumuzda o abla aynı derin hüzün ve ıstırapla(1) annemle kucaklaşırken hıçkırıklarını zapt edemez olmuştu. Annem sesini çıkarmadı, belki de çıkarmak istemedi, içinden bir şeyler geçirmiş olsa da.
Doktorlar geldiler, Arife Gadinin sağını-solunu, kalbini-ciğerlerini, nabzını-tansiyonunu, gözlerini açıp göz kapaklarına bakıp ölçtüler, biçtiler, bir kürdan ya da toplu iğne ile tepkisiz ayaklarını gıdıklamaya çalıştılar ve tekerlekli sedyenin diğer odaya götürülmesini ve hastanın yer değiştirmesini emrettiler!
Hastabakıcı bir yerlere, muhtemelen bir özel odaya doğru yöneldi, biz de peşinden. Odaya ulaştığımızda annemin, ablanın ve benim de hastabakıcıya yardımcı olmamız gerekti, tekerlekli sedyeden somyaya o güçlü bedeni aktarmak için, ne de olsa vasfı belirli bir köy kadını idi, annemin neredeyse bir buçuk katı kadar…
Temiz ve bakımlı bir odaydı, Arife Gadi ile ulaştığımız yer. Küçük kız, odada başka bir şey bulunmadığı için kaloriferin yanına çömelmiş, belki de neden “Tekne Kazıntısı(3)” olduğunun düşüncesi içinde olsa gerekti. Gördüğüm kadarıyla ablası ile kendisi arasında en az 20-25 yıl, ya da daha fazla yaş farkı olsa gerekti.
Odaya girdiğimizden beri hissettiğim, ama göremediğim bir hareketlilik vardı. Olup da olmamaya, ya da fark edilip de fark edilmemeye çalışılan bir şey gibi. Ve yakaladım onu, bir arı gibi göründü bana, perde kornejinin uç tarafına doğru gizlenmiş, kırmızı-siyahlı-sarılı ve sanki hain bakışlı(5) bir arı idi o, hem de kocamandan öte kocaman, sarıca arı(5), hatta eşek arısı ötesinde, pehlivan yapılı bir arı…
Sinirlendim, masa üzerindeki havlu kâğıdı attım üzerine, tomarıyla, o arı hareket vaktinin geldiğine inanmış gibiydi, hızla yükseldi, Arife Gadinin üzerine pike yaptı ve ayaklarının arasına bir yük almış gibi açık kapıdan koridora doğru yöneldi sanki bir ara bana bakmış da gülümsemiş gibi dışarıya çıkıp, gökyüzünde kayboldu!
Herkes anlamsız bir şekilde bana bakıyordu, yaşadığımı sandığım gördüğüm bir hayal, yoksa bir rüya mıydı, bilmiyorum. Ancak Arife Gadinin yatağının başında duran monitörde(1), arının odayı terk edişinin sonucu düz bir çizginin oluşmasıydı, çabalara rağmen konumu değişmeyen.
Bizim dışarıya çıkmamızı emreden doktorlar ellerindeki iki et dövme aleti gibi şeylerle Arife Gadinin başına gelip onu birkaç kez yerinde hoplattırdıktan sonra başlarını sallayıp monitörü kapattılar ve üstünü örttüler.
Dışarı çıkarken tek cümleleri; “Başınız sağ olsun!” şeklindeydi, biri yanında duran hastabakıcıya Eks(1) diye fısıldadı ayrıca.
Aynı hastabakıcı ile enişte kafalarını kapıdan içeriye doğru uzattılar, bu kez cenazeyi yeni ölecek hastalar için(!) yatağı boşaltmak amacıyla morga indirmek çabasıyla.
Küçük kız şaşkın ve kimsesizdi, ilgilenen yoktu, ellerinden tuttum, sonra öptüm avuçlarından; “Merakın olmasın, ben burdayım!” dedim, sonrasında gözyaşlarını kurutmak istercesine gözlerinden öptüm.
Düşünüyordum, bir vaaz, ya da Cuma hutbesinden aklımda kalanlarla;
“Tanrı meleklerini görevlendirirken, Azrail’e de; “Emanetleri alıp getirmesini” emretmiş. Azrail; “Çok ağır görev, nasıl?” deyince de; “Sen git, ben sebebini yaratırım!” demiş, bu konuşmayı kim, nereden, nasıl öğrenip uydurduysa!
Ve benim dışımda kimsenin görmediğini düşündüğüm o sarılı-siyahlı-kırmızılı arı, aklını yitirmiş Arife Gadiyi “Dünyaya ağırlığı olmasın!” diye emanetini alıp götürmüştü. Yani aklım ancak bu kadar çalışıvermişti.
Meselâ o arının taşıdığı yük, Arife Gadinin ruhu olabilir miydi? Ve dönüp bana gülümser tavrının nedeni neydi? Sıranın bana geldiği miydi acaba? Ne zaman? Nasıl? Nerede ve bu yaşlarda hem niçin?
Düşünerek yorulmuştum, hem bunalmak(2) bana yakışmazdı, höykürmeler(2) arasında küçük kızın eli elimdeydi, onu teselli etmek için, bazen eğilerek, bazen kucaklayarak elini çevirip avucundan öpüyordum, engel olamadığım, olmayı arzulamadığım sevgimle.
Onun bu yaşında mutluluğunu değil, ama yitirdiklerine rağmen hüznünün ötesinde neşesini, sevincini hissediyordum sanki.
Sahi, bu küçük kızın adı neydi? Daha önce görememiş olmamın sebebi; büyümeye çalışan bu küçük kızın bir tekne kazıntısı olması mıydı? Günahtan korkan, ancak doğumu da engellenemeyen, muhtemelen; “Bu yaşta çocuk sahibi olmak...
Tövbe neuzibillah(1) başımıza taş yağacak(3)!” denerek horlanmış(2), aşağılanmış(2) olsa gerekti, sevgiye, korunmaya ihtiyacı vardı ve avuçlarından öpmem, kucaklamam onu bana yakınlaştırmıştı.
Sonsuz hiçbir şey, sonsuzluk, neticesizlik yoktu...
Damat, yani benim için enişte ne gerekiyorsa yapmış, halletmişti. Hurda arabanın elden çıkarılması, raporuna göre trafikten kaydının düşürülmesi, cenazelerin kaldırılması ve gerekli ödemelerin yapılması...
Hani, kaba bir ünlem; “Kaz gelecek yerden, tavuğu esirgenmemesi(6)” gibi bir yaklaşım. Babadan, anneden büyük kızına kalan öncelikle para, ziynet, ev, tarla, bağ-bahçe…
Kısaca ve hükmen; tekne kazıntısının haberi ve hakkı olmayacak her şey.
Bütün bu çabalar içindeyken küçük kız bizim yanımızda, bizimleydi ve özellikle avucu dudaklarımda uyuyordu.
Üstelik abla;
“Kendi çocuklarıma bile zor bakıyorum, verelim bu kızı Yetiştirme Yurduna(7)!” demiş. Kandaş(1), karındaş(1), kardeş olan bir ablanın maddi benimsemeler için kardeşini inkâr edeceği(4) aklımın ucundan bile geçmemişti.
Anneme baktım, başını eğince düşüncemi açıkladım, küçük kızın Şekûr olan ismini Şekûra olarak öğrenerek;
“Enişte! Şekûra kızımızın yasal haklarını, mahkeme, noter her neyse o vasıtayla bize devredin, nüfus kâğıdını ve neleri varsa giysi, oyuncak bize verin. Benim henüz ehliyetim yok, bizim arabayla beraberce gidip alalım, dönelim, hem Şekûra da yeğenleri ile vedalaşmış olur...
Onun hakkı olarak aklınızdan geçen bir şeyler varsa onlar da size kalsın. Sonrasında siz sağ, biz selâmet, Tanrı ne yazdı ise o olur. Onu okuturuz, büyütürüz. Doğal olarak sizden koparmamız asla mümkün değil, istediğiniz zaman, istediğiniz kadar görebilirsiniz onu!”
Şaşkınlıklarının ayyuka çıktığını(2) hissettiğim derin bir sessizlik oldu...
Ve sonra istediğimiz, belki de istedikleri oldu…
Neticede annemin can yoldaşı(3), kızı oldu Şekûra. Ben büyüdüm, 18 yaşımı geçtim, Sürücü Belgemi aldım, liseyi bitirdim önce, sonra da üniversiteyi.
Şekûra da, yani kardeşim de büyüdü, bazen soy isimlerimiz sakınca yaratır gibi olduysa da. Her dini bayramda annesinin ve babasının temsili mezarına götürdüm onu. Ablasını, yeğenlerini pas geçmek olmazdı, uğrardık, ama yoldan geçerken uğrayan yabancılar gibi, karşımızdakilerin ilgisizliği ile çoluk-çocuk…
Hani bir söz vardı; “Yol sıra gidip, çay sıra dönmek(8)” gibi. Annem ısrar ederdi, “Mutlaka uğrayalım!” diye. Ama her seferinde mezar ziyaretimizin değil, karşımızdakilerin ilgisizliğinin hüznü ile dönerdik köyden, evimize
Özellikle Şekûra’yı teselli etmek hep benim görevim olurdu, başlangıçlardan bugünlere kadar, başını göğsüme yaslayıp avuçlarını öperek, gözyaşlarını dudaklarımla kurutarak.
Bazen annem gibi “Kızım!” diyerek, bazen “Kuzum, Cici Kız, Küçük Abla, Kardeşim, Şekûra, Bir tanem, Biriciğim!” gibi ağzımı doldurduğuna inandığım sözlerle, artık hangisi rastlarsa.
Evimizdeki ilk gününden bugüne kadar ayrı odası vardı Şekûra’nın. İlköğretimin bitişinden itibaren kapısı kapalı ise ne annem, ne de ben hiçbir şekilde rahatsız etmez olmuştuk onu, sebep her ne olursa olsun! Çünkü kapısında gözümüze sokarcasına astığı “Ders çalışıyorum!” yazısı ve içinden ok geçmeyen bir kalp resmi vardı, ana-oğul mazeret olarak sığındığına inandığımız.
Eee! Genç kızdı artık, hülyaları, rüyaları, mutlaka çekinceleri olacaktı tabii, kendinin kendiyle paylaştığı, ya da paylaşmayı yaşadığı, gerçek olarak benim bilmediğim, hatta anlayamadığım, belki de gerzekliğimin(1) eseri aklımdan bile geçmeyen...
Benim ve annemin odalarımızın kapıları her zaman açıktı, zaten sokak kapımızdan başka ne kapalı, ne de kilitli hiçbir yerimiz, şeyimiz yoktu.
Yaşamımı iki varlık dolduruyordu; annem ve Şekûra...
Onların arasına bir yabancıyı iliştirmek aklımın ucundan bile geçmiyordu. Bir gönül dostu, bir sevgili, benim yaşlarımda aşağı-yukarı her genç adamın sahiplenme durumunda olduğu, hissettiğim kadarıyla, karşımdakilerin de düşündüğü, ama benim hiç umurumda olmayan. Benim dünyamda iki gönül dostu sevgilim vardı annem ve kardeşim Şekûra.
Şekûra’nın ilk günden sahiplenip terk edemediği, belki de güzel denilecek bir alışkanlığı vardı, kocaman abla bir kız olmasına rağmen; koynuma büzülmek, avuçlarını öptürmek ve gözlerini dudaklarımla buluşturmak...
Belki çok abartılmış gibi görünebilir, ama sanki ekmek-su gibi muhtaç olduğu bir davranışı idi bu, hem her günün sabahında yüzünü yıkadıktan sonra ve akşamında yatmadan önce.
Canı pek sıkılmazdı kardeşimin. Belki annesini, babasını hatırladığında, her şeye rağmen ablasını ve yeğenlerini özlediğinde biraz...
Bazı bazen çözemediği matematik, fizik, kimya problemleri onu üzer gibi olur, evdeysem kapısını açık tutarak yanıma gelir ve avucunu uzatırdı.
Öperdim, elimden tutar, odasına götürür, genelde aklımın erdiği, unutmadığım problem ya da problemleri çözdüğümde gözlerini yakınlaştırırdı dudaklarıma mükâfat gibi, ikramiye gibi. Ben mutlu olurdum, sanırım o da sevinmek yerine mutlu olmayı öğrenmiş olmalıydı…
Yaşamımız kendi halinde devam ediyordu derken; “Askersin!” dediler, çağırdılar beni, ben de gittim!
Hissedilmiş olsa gerekti askere gidişim, birileri tarafından. Şekûra’nın yasal ablası, eniştesi ve yanlarında tanımadığı efendi görünüşlü, ancak süklüm-püklüm(3) mizaçlı(1) genç bir adam baskın yapmışlardı evimize ve genç adamı gösterip;
“Bu genç adam senin nişanlın, kocan olacak adam Şekûra!” demişler, daha “Ya Allah! Bismillah!” demeden.
Annem oldukça sakin bir şekilde, Şekûra’nın bugünlere bizimle nasıl ulaştığından bahsetmeksizin;
“Benim, ben başıma, hem Şekûra’nın ve Şakîr’in fikirlerini öğrenmeksizin müspet, ya da menfi herhangi bir şey söylemem mümkün değil. Siz ablasısınız, ne düşünmüşseniz, onun kardeşinizin yararına olduğundan eminim…
Ancak ağabeyi askerde, gelsin, enine-boyuna düşünüp(2), size sonucu bildirelim. Ayrıca tüm yasal haklarınızdan vazgeçtiğinize dair mahkemeden ve noterden alınmış belgelerimizi de hatırlatmayı uygun görüyorum.”
Şekûra telgraf olarak iki-üç satır karalamıştı bana, kısaca; “Yetiş! Ablamlar beni evlendirmek istiyorlar!” anlamında. Şâkir kalbinin aniden ve neden ıstırapla attığını bilememişti...
Yaşamı çeyrek asra ancak sığan Şâkir’imin anlattıkları, gördüklerim, duyduklarım, hissettiklerim, yaşadıklarım ve “Keşke yaşamasaydım!” dediklerimi ancak bu kadar özetleyebildim ve yaşadıklarıma dönüyorum:
Bilmem hiç kediniz, köpeğiniz, ya da kümes hayvanlarınız, kafes kuşlarınız oldu mu? Ayak seslerinizi hisseder, kokunuzu alır, geldiğiniz tarafa yönelirler. Dilekleri asla, yem, mama, su değildir…
Yaşadıkları sevgiye, şefkate özlemleridir, ayak seslerinden, kokunuzdan beklentileri…
Başka hiçbir şey ilgilendirmez onları, ayak sesleriniz, sesleriniz sonra, kokularınız ve bir yudum da olsa kucakladığınızda, ya da herhangi bir şekilde ilginizi belli ettiğinizde.
Benzetme belki tuhaf! Yalnız, yapayalnız otururken birden bire hareketlendi Şekûra, kapıya yöneldi. O ayak seslerini, o soluğu, o kokuyu yani Şâkir’i hissetmiş olsa gerekti. Kapının yanına dikildi, yanılmadığından emin gibiydi, ama gene de zilin sesini duyup kapıyı hemen açma modunda idi.
Oysa bir anne olarak itiraf etmeliyim ki; ne o ses, ne o koku, ne o soluk ulaşmamıştı bana.
Zil çaldı, heyecan, özlem ve beklenti ile açtı kapıyı, tüm bedeninin ağırlığını Şâkir’e yüklediğinin farkında olmaksızın sarıldı bedenine, yıkıp devirecekmiş gibi.
“Şâkir! Şâkir, çok özledim seni!”
Dikkatimi çekti, adını söylüyordu oğlumun, daha önceki “Ağabey!” deyişlerini unutmuşçasına. Bir an gizli gizli mektup yazdığı ve yakınlaştıkları bile geçti aklımdan, haksızca.
Oysa gerçekten bu konuda bazı değil, çok şeyde haksızdım. Çünkü benim kocamla yaşadığım şey “Görücülük” sonucuydu, bir bakıma sonradan yaşanan bir “Sevgi birlikteliği” diyebileceğim.
Sahi ve gerçekten yaşamımda ilk kez düşünüyordum; sevmiş miydik kocamla birbirimizi? Yoksa sadece karılık, kocalık görevlerimizi mi yapmıştık basitçe?
Dul kaldıktan sonra kocamı hiç aramadığıma, hatta ölüm yıldönümlerinde bile Şâkir’in ısrarı ile mezarını ziyaret ettiğime göre, kendime karşı kendi gerçeğimi itiraf etmeliydim, yalana sığınmadan. Ama oğlum her şeyimdi, hayatım ve beni hayata bağlayan, oysa şimdi hiç olduğumun farkındayım.
Şekûr, farkında olmaksızın bana hayatımın dersini vermişti, bir hareketle. Benim bilmediğim, hatta hissetmediğim, yaşamadığım sevgi böyle bir şey olsa gerekti, yaşanan.
Bırakayım duygularımı...
Şekûr sadece ismini çığırmıyordu oğlumun, başının neresine rastlarsa rastlasın, boğacak gibi olmasına aldırmaksızın, sanki birkaç dakika sonra elinden kaçacakmış gibi saçlarını, kulaklarını, burnunu, belki çekinerek de olsa diye düşündüğüm dudaklarını öpüyordu, hiçbir şeyi umursamadan, umursamaksızın.
Şâkir elindeki asker bavulunu ancak iliştirebilmişti yere.
“Dur, çılgın kız! Leş gibi kokuyorum, soyunup döküneyim, banyo yapayım, ondan sonra istediğin gibi, istediğin kadar yiyebilirsin beni, artık öğle yemeği yerine mi, akşam yemeği yerine mi, sen bilirsin. Giderken söylemiştim sana; ‘Özleme, beni sıkıntıya sokma!’ diye! Hatta ‘Yazma, çizme, söyleme!’ bile demiştim...
Seni üzmüşler galiba, üzerinde zerrece hakları olmayanlar. Seni bizden kimse senin rızan olmaksızın alamaz, hem hiçbir şekilde. Ben sana destek olurum, söyle, karşındakileri ‘kırk katırla mı, kırk satırla(9)’ mı cezalandırayım?..
Veyahut da emret, zimmetli(1) silâhım yanımda, seni üzenleri birer mermi ile o malûm cennete(10) mi göndereyim?”
“Sen katil olursan, o zaman biz ne oluruz?”
“Düşünmem gerek, ama önce üstüme sinen şu kokuyu yok edeyim, izin verin!”
Sözlerim üzerine kontenjandan elimi öptü oğlum, unutmamış tıpkı eskisi gibi de sarılmıştı. Ne de olsa gönülde annenin ve kardeşin yerleri ayrıydı. Yoksa bakışlardan hissetmeye çalıştığım kadarıyla, birbirinden habersiz, “Birbirine sevgi ile bilmediğim aşk kelimesinin gerçeği ile bağlı çocuklarım!” mı, demem gerekti?
Umurumda değildi, ikisi de evlâdımdı, netice itibariyle şu ya da bu şekilde, herhalde anne olmamı ikisi de bugünkü gibi isterlerdi gibime geliyordu. Ben anneydim, anneliğimi bilirdim, onlar da benim anneleri olduğumu…
Mevlâ'm neyler, neylerse güzel eylerdi(11), bildiğim kadarıyla.
Ben düşünürken, ya da yaşamı kurgulama çabasındayken, kim bilir nasıl soyunan oğlum banyoya girmiş, Şekûr elinde havlu, bornoz ve iç çamaşırları ile oğlumun banyodan çıkışını bekliyordu.
Hayret edilecek bir şey ki; sesinin güzel olduğunu sanıp banyoda, şarkı dediği şeyleri çığıran oğlumun sesi ulaşmıyordu dışarıya, sadece su sesi vardı, dünyadaki üç tatlı sesten biri olarak;
“Dünyada tatlılar
ya da tatlılıklar kaça ayrılır?
ya da kaç tanedir?
Bilmiyorum.
Ama bildiğim şu ki;
Su sesi, yani denizin sesi,
Kuşların sesi, yani kadın sesi (anlamında)
Güneşin, ayın ışıltısı, para sesi yerine
Ve sonrasında
sevenin sesi
çağıl-çağıl çağlayan,
ağıl-ağıl ağlayan
ve
gülüm-gülüm gülümseyen.(12)”
Şâkir öksürdü içeriden, banyo kapısını aralayarak, Şekûr uzattı bornozu, havluları ve sesini esirgemeyerek;
“Hani haber verecektin abi, sırtını keseleyecektim?”
“Sen kocaman ablacık kız oldun, ben eşek kadar asker adam, sen utanırsın, ben utanırım, olmaz!”
Boğazımı temizler gibi yaptım, öksürürcesine;
“Ben de görevinden özlemiş olarak gelenin sırtına kese vurmasını bilmeyen eşeğin anası… Eşek olma havamda değilim hiç!”
“Aman anne espriye de dayanamıyorsun, eşeklerin mühendis ve teğmen oldukları nerede görülmüş ki?”
“Anlaşıldı! Haydi, sıhhatler olsun oğlum, ben salondayım!”
“Sıhhatler olsun öpücüğü yok mu?” dedi oğlum, kızıma bakarak.
“Sonra...
Hadi gel, sırtını keseleyemedim, hiç olmazsa saçlarını kurulamama izin ver!”
“Gerçek mi? Çok mu istiyorsun? Çok mu özledin beni?” sözleri çınladı kulağımda.
“Yaşamımın bugüne kadarki evresinde(1), hiçbir şeyi, hiç kimseyi bu kadar özlemedim. Beni kurtar abi, ben sensiz yaşayamam. Annem olmaksızın yaşam haram bana. Ne dersen yaparım, ‘Otur!’ dersen oturur, ‘Kalk!’ dersen kalkar, ‘Öl!’ dersen, ömrümü sana adamışım, saniye geciktirmem, ölürüm senin için…”
Duygularını frenleme, ya da hapsetme isteğinde olsa gerekti oğlum.
“Çok küçük, kocaman bir ablasın Şekûr. Önünde yaşanacak o kadar uzun ve güzel günler var ki, ya da olacak…”
“Başlangıcımdan bugüne kadarki tüm güzel günlerim sizin eseriniz. Bundan sonra da güzel günlerim olacaksa seninle ve annemle olsun dilerim. Bu gece ister yanında, ister diz çökerek yanı başında, istersen yakınında olmak, yaşadıklarını anlatmanı, nasihatlerini ve vaatlerini duymak istiyorum…
Beni elin şoparına(1) feda etme Şâkir. Ben ne ablamı, ne eniştemi bilmedim, hatta tanımamışım. Tehdit ettiler(2), ‘Kaçırırız, hakkımız var!’ benzeri çok kötü sözler sarf ettiler. Abla ve eniştemin istekleri ya da tehditleri karşılığı o zibidi(1) oğlanın çocuklarını doğurmak için koynuna girmeme izin verirsen, ya beni öldür öncesinde, ya da azat olmam için bırak beni, intihar edeyim(13).”
“Öncesinde duymamış olmaya çalıştım, sen bana ‘Abi!’ yerine ‘Şâkir’ mi dedin?”
“Evet! Ne var ki bunda? Kendimi seninle eşit görmemin sakıncası ne?”
“Konu sadece eşitlik mi?”
“Ne düşünüyor, ya da düşünmek istiyorsan benim içimden de geçen aynı. Sana tükenmeyecek bir sevgim var. Ancak tekrar edeyim. Geldiğinin kokusunu mutlaka almışlardır, bana çullanmak(2) ve sahiplenmek(2) isteyenler…
Eğer sözünü değil, herhangi bir şeyini, yanlış niyetini hissedersem, benim için ömrümün hiçbir değeri yok, yok ederim kendimi, gerçekten bilmeni isterim!”
“Yok, daha neler? Birincisi; bu kadar mı kahırlısın ablana? İkincisi; böyle şeylere kafanı yorma! Önce okulunu bitir, sonrası Allah Kerim!”
“Yani okulumu bitirinceye kadar sessizlik, sonrasında bir kümese gurk tavuk(14) gibi hapsedilmek, öyle mi?”
“Neden yarısı dolu bardağa, diğer tarafından bakmayı denemiyorsun ki? Nasibin(1) olanı belki seversin, akıllı, güzel, zeki çocukların olsa fena mı olur?”
“Ciddi misin?”
“Olmalıyım!”
“Peki, onların geldikleri ana kadar ben yokum, iyi geceler, Allah rahatlık versin. Benim için de rahatlık olabilir mi? Olsun, sen ne nasıl düşünürsen Şâkir!”
“Beni korkutma!”
İnsan gözünü budaktan, sözünü dudaktan sakınmamalı(15), tavrında olsa gerekti Şekûr, ya da içindekilerin hiç olmazsa bir kısmını hissettirme, anne olarak hissettiğim;
“Sen korkmasını, acımasını ve en kötüsü bazı şeyleri bilmez, bilmek istemez, hissetmezsin ki Şâkir!”
Odasına çekildi Şekûr, hissettiğim kadarıyla.
Oysa galiba “Diz çökeyim, yanı başında, yanında seninle olayım!” anlamında sözler sarf etmişti oğluma, unutmam mümkün değil…
Gecenin bir vaktinde kalktığımda, üstlerini örtme içgüdüsüyle yataklarına kaydı gözlerim. Şekûr yoktu yatağında, üstelik yorganı, yatağı bozulmamıştı bile. Şâkir’e baktığımda, yanında, yanı başında yorganın üstünde gördüm Şekûr'ü.
Sadece avucu oğlumun dudaklarında idi, ikisinin birbirlerine karışan aynı ritimdeki soluklarında…
Yorganını getirip üstüne örttüm, düşünmek düşüncemi erteleyerek.
Sabah kim, nasıl kalktı, bilmiyorum, herhalde mutlu olsalar gerekti, hissetmekte oldukça geciktiğim...
Kahvaltımız bitmişti, masayı toparlıyorduk, hazırlıklı olmamız gerekiyordu, her ihtimale karşı. Hem her bakımdan…
Kapının zili çaldı, hiçbirimizin hareketlenmeye niyet etmediği, üstelik de hayret etme hakkımızı kullanmadığımız, çünkü belâ “Geliyorum!” demez, “Gelirdi!”
Gelmişlerdi, üstelik bu kez süslü-püslü, ellerinde kutular ve paketlerle. Niyetlerinin; “Allah’ın emri, Peygamberin kavliyle” başlayan bir cümle olacağı kesin gibiydi sahte gülücüklerinde, bana göre.
“Ya verirsiniz, ya da biz alırız!” modunda gibiydiler, “Zorla” diyecek kadar kaba düşünceleri de var mıydı, bilmem mümkün değildi.
Enişte öksürerek boğazını temizleme çabasıyla konuşmaya başlamayı hissettirmeye çalışırken, kısa, kesin bir sözle konuyu başlamadan bitirmek gereğini hissettim, bunun gelenleri savuşturmak için bir gerekçe mi, yoksa “Kıza da, ağabeyine de soralım, düşünelim! Kararı ona göre verelim!” anlamında mı diye düşünmüştüm, pek aklımda değil!
“Bizlere bir hafta müsaade, sonra gene gelin, buyurun!” dedim.
Gelenler, kesin sonuç alma gayret ve ümidinde olsalar gerekti, yerlerinden ne kımıldadılar, ne hareket ettiler, ne de ayağa kalktılar. Yerli kat malikleri gibi ısıttıkları minderleri terk etmek gibi bir düşünceleri yok gibiydi.
Şekûr, belki sözlerimi gelin olmasını makul ve mantıklı(3) gördüğüm şeklinde yanlış yorumladığı için, belki de misafir diyemeyeceğim gelenlerin katı tavırlarından dolayı olsa gerek, başı önüne eğik, yerinden doğruldu, geri dönmeyecekmiş gibi bir tavırla kalktı, salondan çıkıp odasına yöneldi.
Biraz sonra bir silâh sesi geldi odasından.
Masa üzerindeki notu sonradan gördüm, oğlum da görmüş müydü, bilemiyorum;
“Hakkım olmayan, farkında olmayan benim gönlümün sahibine, benim hakkım yok. O halde neden yaşayayım ki?”
Oğlum can havliyle sesin geldiği mekâna ulaşma çabasını yaşadı, tüm gücüyle ve biraz sonra elinde silâhla gelip, silâhı gelenlere doğrulttu;
“Onun katili, intiharına sebep olan sizlersiniz!” dediğinde ilk kurşunla damat adayının sonunu getirmişti, sonra enişteye yöneltti tabancayı, onu da Mevlâ’sına kavuşturdu, damat adayı gibi tek kurşunla alnından. Abla kaçma telâşı içindeyken, kaçmasına imkân tanımaksızın onu da sırtından, muhtemelen kalbinden kapaklandırmıştı zemin üstüne, hayretle açıldığına inandığım gözlerime bakmaksızın.
Şâkir silâh konusunda iyi bir komando(1) eğitimi almış olsa gerekti, mermileri şaşkınlık yaratmamıştı, dilediği yerlere ulaşmıştı (galiba).
Şekûr’ün odasına yöneldi, hayret ettiğimi anlamamışçasına.
Düşüncem oydu ki; Şekûr, olması mümkün olmayacak bazı gerçekleri tavır ve sözlerim dolaysıyla yanlış anlayıp yorumlayıp Şâkir’in tabancasıyla intihar etmişti.
Ve onu öyle gören Şâkir, dengesini ve dimağını yitirmiş, sinirlerine egemen olamamış ve misafir dememin mümkün olmadığı gelenlerin tümünü katletmişti.
Benim gözlerime aldırmaksızın odasına yöneldi Şâkir, Şekûr onun yatağında idi boylu boyunca, kan gölü ortasında görüp yaşadığım.
Bir el silâh sesi daha duydum, şaşkın bir şekilde yerimden kalkamazken. Heyecanla odasına yöneldiğimde Şâkir, Şekûr’ün kan gölüne uzanmış, Şekûr’ün avuçlarından birini dudaklarına yerleştirmiş ve şakağına dayadığı silâhla hiç olmazsa kanlarıyla, avuç ve dudağıyla beraber olmayı düşünmüş olsa gerekti.
Evdeki beş ölüden korkmuyor, üstelik ağlasam mı, sızlasam mı, ilensem(2) mi, bilmeksizin polisi aradım. Ben bende değildim. Sevginin bu kadar yüceleştiği, birbirine kavuşamama olasılığına karşın canlarını umursamayan oğluma ve kızıma aşk konusunda hak veriyorum.
Ancak beni yaşamda yalnız bıraktıkları, ömrümü tek başıma tüketmem için el ele ahrete yöneldikleri için affedemiyordum onları, Tanrım affetsin dualarımla.
Tanrı Kur’an’da ölümü tarif etmiş(16) ancak; “İntihar edenin cenaze namazını kılın, affedip affetmemek şanımdandır(17)” gibi bir sözü umurumda değildi.
Seven ve birbirlerini kendilerini yok edecek kadar sevdiklerinin farkında olmayan iki genç peş peşe ahrete yönelmişlerdi. Birbiri ile beraber olduktan sonra onlar için cennetin de, cehennemin de önemli olmadığını, olmayacağını düşünüyordum.
Bense onlar kadar cesur değildim, aşk nedir bilmiyordum ki! Allah'ın verdiği ömrü, hiç umurumda olmasa, yaşam için hiçbir arzum olmasa bile bir an önce tüketmek için gayretli olacaktım, biliyordum ki ölüm; iyi olanların defterini dürmezdi(18)…
YAZANIN NOTLARI:
(*) Şekûr, (Şekûra, Şakire şeklinde de söylenir) Şâkir kelimesinin mübalâğa ve süreklilik ifade eden şekli olup “Kullarına yaptıkları ibadetin karşılığı olarak çok mükâfat ve nimet veren, az veya çok her itaati ödüllendiren, çok ve devamlı nimet ihsan eden” demektir. [Kur’an’da Bakara(58) ve Nisa(147) Ayetlerde geçmektedir]. Ek bir bilgi vermek gerekirse, eskiden gazetelerin özellikle Ölüm İlânlarında harflerin dizilerini hazırlayanların (Mürettip; Dizgici. Eskiden yayınevlerinde, matbaalarda kurşundan yapılmış harfleri dizenlere verilen ad) doğru yazılmasının insaflarına bırakıldığı çoğu kez yanlış veya inceltme işaretsiz yazılmaya mahkûm olan isimlerden biriydi, tıpkı Şükûfe gibi) .
Şâkir (Erkek); Şükreden, nankörlük etmeyen. Nimet verene, iyilik yapana teşekkür eden, çalışanı ödüllendiren, durumundan memnun olan [Kur’an’da Bakara(58) ve Nisa(147) Ayetlerde geçmektedir]. (Şakira; Kolombiyalı, aslen Lübnan asıllı Shakira’nın isminin aslı olduğunu düşünmekteyim!)
Arif; Çok anlayışlı ve sezgili, üstün kavrayışlı, bilgili, tecrübeli, çok tanınmış, meşhur, bilgi sahibi.
Arife; Belli bir olayın, belli bir günün öncesi, bir önceki günü ya da yakın günleri Herhangi bir dini günden önceki gün (Arife de denir. Ayrıca Arif isminin hanımlar için kullanılan şekli).
(1) Âdeta; Alışıla geldiği gibi, her zaman olduğu üzere, basbayağı, hemen hemen, sanki, enikonu, neredeyse (Sporda; olağan yürüyüşle).
Dayanak; İstinatgâh. Mesnet. Destek. Dayanılacak, destek alınacak şey. Dayanma ayağı.
Eks; Ex, Exitus kelimesinin kısaltılmışıdır. Yunanca ‘sız...’ anlamına gelen kelime olup tıp dilinde “Ölü, Ölmüş, cansız beden, göçmüş, yaşamını yitirmiş” ölü, ölümcül hasta, ölüm hali için kullanılır.
Emmi; Amca.
Evre; Bir işte, bir olayda birbiri ardınca beliren değişik durumların her biri, bir işin, bir olayın her bir aşaması. Tekrarlı olaylarda bir dönem içindeki her bir nokta, konum, ya da durum.
Gadi; Yaşlı kadınlar için sözüne güvenilir, mert anlamlarında yöresel bir deyiş (Bazı yörelerde “Dudu” gibi “Yenge” anlamında da kullanılmaktadır).
Gerzeklik; Geri zekâlılık, zekâsının yaşından geride olma durumu.
Istırap (Izdırap); Üzüntü, sıkıntı, keder.
İkilem; Dilemma. Kıyasımukassem. Değişik iki yapıda her iki durumda da doğru davranılmayacak iki olanak karşısında kalıp kişiyi, istemediği halde bunlardan birini yapmaya zorlayan durum. İki önermesi bulunan ve her iki önermesinin sonucu da aynı olan düşüncelerden birini seçme mantığı. Değişik yapıda iki öğenin birlikteliği. İki özellik gösteren durum. Bu durumlarda insan özellikle beğenip istemediği bir seçeneği seçmek zorunda kalmaktadır.
Kandaş; Aynı soydan gelen, aynı kanı taşıyanlardan her biri.
Karındaş; Kardeş.
Komando; Özel yetiştirilmiş askerlerden oluşan birlik. Bu birlikte görevli asker. Vurucu kuvvet.
LPG; Sıkıştırılmış Petrol Gazı (Liquified Petroleum Gas); Bütan ve propan gazlarının karışımıdır. Petrolün rafinerilerde işlenmesiyle ve doğal gaz yataklarından elde edilir.
Mizaç; Huy. Gerçek yeteneği, yatkınlığı belirleyen psikolojik özelliklerin tümü. İnsan bedeninin fizyolojik yapısı. Sağlık.
Monitör; Ses dalgası iletiminde, iletimi kesmeden ve bozmadan niteliğini denetleyen düzenek. Yetiştirici.
Muhteris; Aşırı tutkuları olan. Hırslı. İhtiraslı.
Nasip; Birinin payına, hissesine düşen, elde edebildiği, sahiplendiği şey. Kısmet, talih, baht, günlük kazanç.
Neuzibillah; Allah’a sığınırım, Allah’a sığınırız. Allah korusun. Tanrı korusun, Tanrıya sığınırım (İnsanların anlamını bilmeksizin bir tehlike anında yanlış kullandığı söz).
Şopar; Genel olarak, Çingene çocukları için kullanılan çingenelerin çocuklarına seslenme sözü olmakla birlikte, “şımarık, küstah, yaramaz, edepsiz çocuk” gibi daha ziyade anneye düşkün çocuklar için kullanılan bir söz.
Zaruret; Zorunluluk, zorunluk, gereklilik. Sıkıntı, yokluk, fakirlik.
Zibidi; Gülünç olacak derecede kısa ve dar giyinmiş olan, yersiz ve zamansız davranışları olan.
Zimmetli; Bir görevlinin yükümlülüğü ile ilgili belirli bir süre için kendisine tanınan hak (Zimmet; Üstünde olan şey. Kurum ve kuruluşlarda çalışanlara veya para işleri ile uğraşan görevliye imza karşılığı teslim edilen para ya da eşya. Kişinin yasal olmayan yollardan üzerine geçirip ödemeye mecbur olduğu para).
(2) Aklının Ucundan (Kenarından, Köşesinden) Bile Geçmemek (Geçirmemek); Bir konuyu hiç düşünmemiş olmak.
Alık Alık Bakmak; Aptalca, şaşkın şaşkın bakmak.
Aşağılanmak; Aşağı düzeyde görülerek küçümsenmek, hor görülmek.
Ayyuka Çıkmak; Sesin yükselmesi durumu, açığa çıkmak.
Bunalmak; Aşırı ölçüde sıkılmak, çok sıkıntı duymak. Güçlükle soluk alıp vermek, solu almakta güçlük çekmek.
Çullanmak; Alta almak için birinin üstüne atılmak, saldırmak. Birini bezdirecek, bıktıracak derecede tedirgin etmek, birini sözle üstüne gitmek, sözle saldırmak.
Derlemek; Düzgün bir şekilde toplayıp bir araya getirmek, dağınıklıktan kurtarıp toplamak. Seçerek bir araya getirmek.
Enine Boyuna (Boylu Boyunca) Düşünmek; Bütün ayrıntılarına inerek, her yönüyle, bütün olasılıkları göz önüne alarak eksiksizce düşünmek.
Hayıflanmak; Acınmak, yerinmek, esef etmek, kaybedilen bir fırsat için üzülmek.
Horlanmak, Hor görülmek; Değersiz bulunmak, aşağılanmak, önemsenmemek.
Höykürmek (Heykirmek, Hökünmek); Yüksek sesle ağlamak, heyecanlı ve kızgın bir şekilde bağırarak konuşmak, korkudan bağırmak, haykırmak.
İlenmek; Bir kimsenin kötü bir duruma düşmesini gönülden geçirmek, ya da bunu açıkça söylemek, bir kimse için kötü dilekte bulunmak.
Nakşetmek; Kalıcı ve etkili olmasını sağlamak. Süslemek, bezemek, nakış yapmak.
Sahiplenmek; Kendisinin olduğunu öne sürmek. Göz kulak olmak, korumak, sahip olma.
Tehdit Etmek; Gözdağı vermek, korkutmak.
(3) Başımıza taş yağacak; Bir felâketi, bir belayı yaşama ihtimalinden bahsetme.
Can Yoldaşı; Yalnızlıktan kurtulmak için birlikte yaşanılan kimse, ya da benzeri.
Eli Sıkı; Kolay para harcamayan, cimri, çok tutumlu kişi.
Hain Bakışlı; Sinsi, ihanet eder gibi, kin tutar gibi, kötülük amaçlı bakışları olan kimse.
Karınca Kararınca (Karınca Kaderince, Kararında, Kararınca); Az da olsa elden geldiğince.
Koşu Ritmi; Bir koşunun yararlı olması veya koşulacak mesafeye göre kazanma olasılığı için belirli bir ritimle koşulmasının gerekliliğinin ifadesi.
Makul ve Mantıklı; Akla uygun, akıllıca, belirgin, aşırı olmayan, uygun, elverişli, akla uygun iş gören, akılla kanıtlanan, sözü akla yakın.
Süklüm Püklüm; Suç işlemiş gibi utanç veya korku içinde büzülmüş olarak.
Tekne Kazıntısı (Tekne Kalıntısı); Esas anlamından ayrı olarak, anne ve babanın ilerlemiş yaşlarında, yaşları oldukça ilerlemiş çocukları varken aileye katılan ve diğer çocuklarla aralarında en az 8-10 yaştan fazla fark olan, bu nedenle çok şımartılan, el üstünde tutulan, tüm arzuları yerine getirilen kız, oğlan fark etmeyen çocuk.
Yalap Şalap (Yalap Çalap); Yalapşap. Baştan savma, üstün körü, yarım yamalak.
(4) 27 ARALIK 1919; Mustafa Kemal Paşa ve temsil heyetini oluşturan arkadaşları bugün Ankara'ya gelmişlerdir.
(5) Eşek Arısı (Vespa); Bir yaban arısı cinsi. Aslında “Sarıca Arısı” demek gerek. Gövdesi kızılımsı, sarı ve siyah çizgili ve iri yapılıdır.
(6) Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez; Yaradılışı gereği her insan çıkarlarına düşkündür. Büyük çıkarlar beklenen yer için küçük fedakârlıklar yapılmalı, kimi sıkıntılara girilmeli ve bundan kaçınılmamalıdır.
(7) Yetiştirme Yurdu; Annesi ve babası olmayan ya da anne ve babasınca bırakılan ve devletçe korunması gereken 7-18 yaşlarındaki çocukların barındırılıp yetiştirildiği eğitim kurumu.
(8) Çay Sıra Gidip, Yol Sıra Gelmek; Herhangi bir işi isteksiz olarak yapmak.
(9) Kırk Katır, Kırk Satır; Kırk satır ile idam edileceğini sana ve seçenek olarak kendine kırk katır sunulduğunu zanneden adam adamın tercihi kırk katır olmuş. Bedeninin her bir parçası ayrı yönlere giden katırlar nedeniyle parçalanarak idam edilmiş. Maksat hataların cezasız kalmayacağının ifadesi, bir bakıma ölümlerden ölüm beğen tarzında bir seçim.
(10) Malûm Cennet; Eşek Cenneti. Öbür Dünya. Cezaevi, Hapishane.
(11) Bir işi murâd etme / Olduysa inâd etme / Haktandır o red etme / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler… Erzurumlu İbrahim HAKKI
Bu söze ek olarak şu sözü de eklemek istiyorum; Yol bitmiş midir ki sonu hayr ya da şer ola… / Hele görelim ne doğrular eğrile, ne eğriler doğrula… Yunus EMRE
(12) KARATEKİN, Erol. 2013 Yılı “ÜÇ SES Mİ DÜNYADA TATLIDIR YALNIZ?” (Öyküde; şiirin aslında yer alan “bebek “ sözü bu öykü için “sevenin” olarak değiştirildi).
(13) Kur’an Nisa Suresi,48. Ayet; “Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun dışında kalanları ise dilediği kimseler için bağışlar. (Yorum; İntihar eden bir kimsenin bile ahirette affedileceğini Allah’ın bileceği üzerine bir söz).
(14) Gurk Tavuk Gibi; Tavuğun civciv çıkarması için yumurtaları üzerine oturup, sadece ihtiyaçları için hava alması gibi bu tipteki insanın da hareketsiz, becerisiz, mesnetsiz, kıpırdamaksızın yerinde olduğu gibi durması. Veyahut da bir kadının sadece doğurganlığı nedeniyle evlenmesinin şart olduğu gibi bir anlamda şaşırtıcı bir söz.
(15) İnsan gözünü budaktan, sözünü dudaktan sakınmamalı; Gözünü budaktan sakınmamak; Tehlikeli işlere girişmekten sakınmamak anlamında görünse de insan gözünü budaktan sakınmalı, her ne sebeple olursa olsun. Hele ki sözleri, iki dudak arasından çıktığında geri dönüşü olamayacak bir söz ise mutlaka sakınmalı. Bu nedenle sözün; “İnsan gözünü budaktan, sözünü dudaktan sakınmalı, esirgemeli, iyi düşünmeli!” şeklinde olması kanısındayım.
(16) Kur’an, Âl-i İmran Suresi, 145. Ayet; “Allah’ın izni olmaksızın hiçbir nefis için ölüm yoktur. O; süresi belirtilmiş bir yazıdır ve Allahümme inna ileyhi ve inna ileyhi raciun!...” Ölüm Duası.
Kur’an, Yunus Suresi, 49. Ayet; “De ki; Ben kendime dahi Allah’ın dilediğinden başka ne bir yarar sağlama, ne bir zarar verme gücüne sahibim. Her ümmetin bir süresi (eceli) vardır. Süreleri (ecelleri) gelince artık, ne bir saat öne alınırlar, ne de geriye bırakılırlar.”
Kur’an, Yunus Suresi, 56. Ayet; ”O hem can veren, hem can alandır. Ve hepiniz ona döndürülüp götürüleceksiniz.”
Kur’an, Âl-i İmran Suresi, 185. Ayeti, Ankebut Suresi. 57. Ayeti, Enbiya Suresi. 35. Ayeti; “Her canlı ölümü tadacaktır.” “Küllü nefsin zâlikâtül mevt” olarak Kur’an’da üç yerde geçen ayetin tefsiri; “Her canlı ölümü tadacaktır! Sonra bize döndürüleceksiniz”
Kur’an, Nisa Suresi, 43. Ve 93. Ayeti; “Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası içinde ebedi kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap ve lânet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” Peygamberimize mal edilen bir hadise göre ise; “Kıyamet gününde insanlar arasında ilk görülecek dava; kan davasıdır.” Buna göre insanın kendisini öldürmesi (intihar etmesi) de aynı düşünce içine hapsolmaz mı?
(17) İntihar Üzerine; Diyanet şöyle bir cevap vermiştir; ”İntihar, büyük günahlardandır. Canına kıymanın, katil olmaktan farkı yoktur, hatta daha kötüdür. Ancak bunu helâl saymadıkça intihar eden kişi İslam dininden çıkmış olmaz. Dinden çıkmayı gerektiren bir davranışta bulunmamış olan, her Müslümanın cenaze namazı kılınır”
(18) Ölüm, iyi insanların defterini dürmez (İyi insanların sevap defteri daima açık kalır, sevapları yaptığı iyilikler nedeniyle devamlı olarak yazılır). ALINTI