Olacak şey değildi, oldu ama...

Yılların yaşlandıramadığı, ya da kendisinin kendisini öyle sandığı babam; 2,25 hipermetrop 2,5 derece miyop gözlüklerine, astigmatına(1) hatta katarakt ameliyatına(2) bakmaksızın, melekelerini yitirmiş(3), reflekslerinin zayıflamış(3) olduğuna aldırmaksızın, yetmişleri geçen yaşına rağmen, direksiyona neredeyse abanarak çok iyi araba kullandığı inancındaydı.

Üstelik yıllar yılı neredeyse kendisi gibi emekliliği hak etmiş, eski model, belki de ilk imalât yerli otomobilimizle arası çok iyi, hatta mükemmeldi!

Yola besmele ile çıkardı, Allah var, Allah'a inancı sonsuzdu babamın. Ancak...

Arabanın neredeyse çiziksiz, darbesiz yeri yok gibiydi! Her yılın Temmuz aylarında neredeyse üç aylık maaşının tümünü arabasının vergilerini, varsa egzoz, fenni muayenelerini, özürlerini kapatmak için harcamaktan çekinmezdi, üstelik umurunda olmaksızın.

Yola çıktığında herhangi bir nedenle yavaşlaması gerekirken, ani fren yapıp da arkasındaki araba kendine çarptığında asla ve kat'a(1) suçlu değildi. İner, arabasına bakar;

“Arkadan siz çarptınız canım! ‘Takip Mesafesi(2)’ denen bir şey var canım, değil mi?”

Ve hiçbir eklentisi olmayan bir olay yaşamamış gibi arabasına biner, yoluna devam ederdi. Kalabalık şehir trafiğinde ben, “Takip Mesafesine” akıl erdiremezdim!

Tersi olay yaşamışsak, yani biz bir arabaya çarpmışsak suç yine kendisinde değildi, masumdu(1);

“Öyle aniden fren mi yapılır canım?” ya da; "Bak, genç arkadaşım (kim, yaşı ve cinsiyeti ne olursa olsun) döneceksen sinyal vermeliydin be canım!” derdi.

Göze batar bir hasar yoksa herkes yoluna devam ederdi, keyfe keder(2) de olsa onarımı gereken bir hasar olursa Trafik Polisini beklemeye gerek görmezdi. Cüzdanının birkaç gözüne yerleştirdiği, daha doğrusu gizli-saklı istiflediği(3) paralardan hangisini uygun görürse onu açarak kazayı yaşayana gösterir, duygu sömürüsü(2) eşliğinde;

“Tüm param bu kadar! Ses etme! Razı ol! Bana bile beş kuruş kalmadı, hadi canım kardeşim!” ya da boyuna, boşuna(3), cinsiyetine, yaşına bakarak; “Kızım, Delikanlı, Kardeşim, Beyefendi, Hanımefendi” sözlerinden hangisi gerekli ise o sözü sarf ederdi.

Ha! Hasar; “Yandı gülüm kelen helva(2)!” modunda ise, arabanın torpido gözündeki Selman Ustanın kartlarından birini verir, cep telefonunu açar, çarptığı arabanın plâka numarasını verirken, duygu sömürüsüne destek için telefonunun sözüm ona ağzını kapatır, her kim olursa olsun; “Adınız neydi, canım kardeşim?” diye sorar, o ismi de Selman Ustaya iletirken;

“Sakın beş kuruş bile alma, telefon et, haber ver, hepsini banka hesabına yatıracağım!” derdi. Karşısındaki zaman kaybını ve arabasız kalmayı unuturdu, ya da unutmak mecburiyetinde kalır veyahut da babam oralı olmazdı.

Bilirdi ki; Selman Usta gelenin ağzından girer, burnundan çıkar, gelenlerle usulüne göre Trafik Kaza Raporu düzenler, imzalatır, babamın imzasını bekler, sigortadan parasını alırdı.

Eksik kalan, kalabilecek olan kısmı mı? Kaz gelen yerden tavuk esirgenir(4) miydi? Doğal olarak o kısmı da babam cebinden tamamlardı.

İşte bu nedenledir ki, hiçbir yıl Kasko Sigortadan indirimli tarife uygulama hakkımızı kullanmamız mümkün olamazdı! Babamın mahareti(1) ve yaşının gereği hiçbir yılımızın vukuatsız geçmesi mümkün değildi! Üstelik özellikle söylemem gerekli ki; yıllar yılı bu yaşlara ulaşmama rağmen bana, sabit fikirli olarak(3) söyledikleri de hâlâ hatırımda.

Eee! Evlâtlarından gelin-güvey olanları saymaya gerek yokken, leyleklerin(!) son anda, herhalde hasbelkader(1) tekne kazıntısı(2) olarak nüfuslarına kattığı bebe idim ben. Hatta öyle ki; benden yaşça büyük yeğenlerimin “Dayı! Amca!” diyerek ellerimi öpmek için eğilmeleri üzüyordu beni. Onların elimi öpmelerindense ben sarılıp öpüyordum onları.

Köstekleyenler(3) olsa da, destekleyenlerin(3) çokluğu nedeniyle okumuş, şöyle ya da böyle eğitimli olduğuna inanan, askerliğini yapmış, elinde altın bileziği olmasa da, kimseye muhtaç olmayacak bir biçimde bir devlet memuruydum.

Ama babama göre değil, hem asla! Eh, babam gibi olmasa da annemin bu yaşlarımda bile; “Kuzucuğu, bebişi, bebeciği, bebesi” idim ben. Ancak itiraf etmekte gecikmeyeyim ki; annem çok zaman, çok konuda başarılı olma olasılığı az olsa da kontenjandan benim tarafıma yönelir, kısmen de olsa sözüm ona taraf tutardı (diyebilirim)!

Böyle günlerden biriydi, futbol maçına gitmeyi düşünmüştüm. Her zamanki gibi, annemin babamdan bir şeyler, örneğin pazardan aldığı ıspanağı ayıklamasını istediği zamanlardaki gibi, sırf firarının onaylanması için;

“Oğlum seni ben götüreyim, neymiş o otobüslerde sıkış-tepiş(2) diyerek duygu sömürüsü katkılı gösteriş sığınağı olarak beni kullanmayı istemişti. Bu; ıspanak felâketinden; ayıklama, yıkama, sap-yaprak ayırma, soğanını, havuçlarını soyup hazırlama, pirincini ıslatma dertlerinden azat edilmesi anlamında demekti.

Ayrıca tehdit anlamında değildi! Onlar benim de eşek kadar oluşumu, bu yaşlara gelmemi göz ardı ederek(3), malûm bebektim ya hâlâ, tehdit etmenin; “Başım ağrıyor!” anlamına geldiğini bildiğimi bilmiyorlardı (sanırım)!

Yola çıktık babamla, istemesem de babam istediği için zorunlu olarak. Park yerinden, sokaktan çıkmamız sorun yaratmamış gibi görünse de, tekerleklerden birinin kaldırıma süründüğünü söylemezsem olmaz!

Gözlerinde gözlükler, ayağının biri debriyaj pedalı üstünde aport(1) vaziyette, direksiyona neredeyse tüm bedeni ile abanmış, sağ kaldırımla orta şeridin kendine göre sağından trafiğe aldırmaksızın ilerliyorduk.

Nedenine gelince; uzun soluklu bir münakaşanın yaşandığı, sinyal vermeksizin duran bir dolmuş minibüsüne hafifçe de olsa dokunmasının bedelini, dayak yemeksizin, neredeyse oldukça pahalı ödemekten zor kurtarmıştı kendisini, sözüm ona karşısındakilerin ve meraklıların yaşına, başına ve arabasına bakarak hürmet etmeleri, ya da acımaları nedeniyle.

Çarptığı arabanın arkasından gelen dolmuşların, yolcularını umursamaksızın trafiğin canına okurcasına durup, bir arada konuşup bağırış-çağırış ve tespitleri, haksızlığının ispatı gibiydi.

Bu arada nasıl olduğunu anlayamadığı Trafik Polislerinin, minibüs şoförünü “ % 1000” gibi saçma bir varsayımla(1) haklı görmeleri nedeniyle tanzim edilen raporu okumaya bile gerek görmeksizin imzalamıştı.

Çünkü aslanlar ve kartallar tek başınaydılar yaşamda (yaşlanmış olsalar da). Ancak kargalar çalmak ve hak yemek için topluca uçarlardı, çakallar ve sırtlanlar sürüyle dolaşırlardı leş peşlerinde(5)

Her şeye rağmen o günden sonra babamın orta şerit hevesi hiç bitip tükenmemişti. Yolun rahatlamasının gerektiği zamanlarda, eğer durumu da müsaitse, sağ şeride geçip dinlenirdi, arkadaki insanların haklarını yememiş olmak için!

Bu gün de, öyle günlerden biri idi (sanıyorum)! Farkı; yolların olağan tatil günlerine göre daha kalabalık ve belki de Sevgililer, Anneler, Babalar Günü gibi günlerden birinin olup da acele edenlerin nüfusunun çok olması idi (galiba)!

Babam her zamanki sağ kaldırımın en solunda, sol orta şeride de yanaşık olarak gidiyordu, trafiğin yoğunluğuna aldırmaksızın.

Israrlı bir korna sesi, yol istiyor gibiydi. Arkama döndüğünde farlarını yakıp yakıp söndürüyor olduğunu gördüm. Pencereden çıkarttığı koluyla işaretler yapıyor, herhalde iyi şeyler söylemiyor, belki de bağırıyor olsa gerekti, ağzını görmediğim halde.

Acelem olsa, ben de babamın yaşattığını yaşatsam, herhalde benim de farklı bir tepkim olmazdı, gibime geliyor. Ama ne de olsa direksiyondaki babamdı!

Duymasa da, görmese de, hissetmiş olsa gerek ki, yolu açmak için sağ sinyal ile belki de belediye otobüsleri için ayrılmış cebe girdi. Arkamızdaki araba da hemen önümüze geçip durdu ve şoförü babamın kapısını açtı, söylenerek, öyle ki neredeyse küfrün bini bir para olarak diyeceğim bir şekilde.

Arabadaki endişeli yüzlerini fark ettiğim karısı ve çocuğu diyebileceklerimin ve arkamıza-önümüze yığılan, olayı yatıştırma modundaki insan birikiminden etkilenmiş gibi değildi genç, gür bıyıklı, pehlivan yapılı adam.

Bir şeyler olacağı belli gibiydi, ummadığım, herhalde silkeler, yumruklar, tekmeler gibi hareketleri yaşatacağını düşündüğüm o adam tarafından. Ama babam sakin gibiydi;

“Burası dağ başımı, efendim? Buyurun yol sizin!” sözleri çalındı kulağıma, kapımı açtığımda. Ve “Ne oluyor?” dememe fırsat kalmadan, tüm insanların gözleri önünde arka arkaya patlayan silâh ve babamın “Ah!” sesleri ile asabiyetin sessizliği karıştı birbirine.

Önümüzdeki arabanın kapısı açıldı, endişe dolu yüzler bu kez hayret dolu bakışlara çevrilmiş olarak indiler. Hemen çocuğu tuttum, hüznüm sinir küpümü doldurmuş olarak, belki de bir bakıma nefsi müdafaa(2) gibi.

Çünkü ne silâhım ve ne de olduğum yerden göremediğim babam nedeniyle yaşadığım travmanın(1) etkisindeydim. Genç kadın elimi tutarcasına siper olmaya çalıştı çocuğa;

“Onu bırak, beni al!”

“Göz kırpmadan babamın canına okuyan bu adam, seni de karısıymış falan aldırmaz kurşuna dizip elden çıkartır, ama oğluna kıyamaz!”

Çılgın gibi düşünceli bir moda dönüşmüş silâhlı adam, belki öfkesinin kurbanı olarak pişmanlığı yaşarcasına yere doğru bakıyordu, muhtemelen sinirleri yatışmış, asabiyeti yok olmuş gibiydi.

Gene de seyircilerin(!) hiç birinin müdahale etmey, ya da bir şeyler söylemeye cesareti yoktu. Ancak insanlar ikilem(1) içinde olsalar da, ikilemin ikincisini defetmek(3) için sadece; “Ya olacak, ya da olacak!” derlerdi ya hani, ben de o cesareti yaşadım;

"Bak, kötü adam! Yanlışlığının cezasını bu kadar şahit varken hapishanelerde çürüyerek tüketeceksin. Ama sana bir şans; bu çocuğun boynunun bir hareketimle kırılmamasını ve ölmemesini sağlayacak sebep olarak…”

Genç kız bağırarak elimi yeniden tutmaya çalışırken, fısıldadım;

“Ben katil değilim bayan, hele ki anında babamın hıncını almayı(3) düşünecek kadar. Canımı yakanın oğlu da olsa ona babamın karşılığı olarak kıymaktansa ben yok olurum, ama yerde yatan babam ve benim bir şeyler söylemem gerek!”

Kenara itekledim genç kadını ve çocuğu, evet her ikisini de ve ağzımda tur atmaya başladı dilim;

“Şans tanımak isterdim sana, ama hiç yoktan yere öylesine bir hüzün yaşattın ki bana, kısasa kısas(6) hakkım yok! Tercih senin; ya bu kadar kalabalığın şahitliği ile hapishanelerde çürüyeceksin eşine ve çocuğuna kötü bir gelecek bırakarak, ya da hemen intihar et! Sen bilirsin, yaşam hakkını kendin gasp ettin(3)!”

Ağzına namluyu dayayan adam, ateşlediğinde genç kadın ve o çocuk üstüne kapaklandılar; “Ağabey!” diyerek. Cep telefonumu açtım polise;

“Bir cinayet, bir intihar, pazarın hemen ötesindeki otobüs durağında...” dedim.

Genç kız üzerime geldi, daha babama sarılmadan, yumruklamaya başladı beni;

“Katil değilim, diyorsun, ama ağabeyimi sen zorladın, katili sensin!”

Yanılmıştım, karı, koca, çocuk demiştim, üç kardeş çıkmışlardı, öfkeyle kalkıp zararla oturan bir ağabeyin kardeşleri idi onlar, isimlerini bile bilmediğim...

Aynı anda çıktılar farklı iki bölümünden gasılhanenin(1) aynı musallalara(1) arka arkaya yerleştirildiler, sanki dünyada hep beraberlermiş gibisine.

“Er kişiler niyetine!” aynı anda kıldırdı imam cenaze namazlarını ve sordu;

“Nasıl bilirdiniz?” diye. İçimden sadece;

“Babam için iyi bilirdim!” dedim.

Ve gene bana göre olmamasını arzuladığım bir tesadüf; yan yana defnedileceklerdi. Konuşmalarına, daha doğrusu o adam hiddet, şiddet, asabiyet, kin ve nefretlerine devam edecek miydi; Münkir ve Nekir’ in(6) gelişinde de, bilinmez.

Genç kızın ağabeyinin, kendisinin ve küçük çocuğun isimlerini karakolda öğrenmiştim, öğürürcesine(3) hain bakışlarla kin ve nefret dolu. Anlayamadığım; nedenini bilememekti. Ben ne idim ve ne yapmıştım ki onlara; Fatin, Fatma ve Fatih'e?

Fatin’e bir anlık öfkesinin ceremesini(1) çekmesinin gerektiğini hatırlatmıştım, üstelik hiçbir suçu olmayan babamın ölümüyle canımın yandığı o anda, sadece. O da gereğini gerçekleştirmişti, bence doğru olan da o idi, her ne kadar babamı yitirmiş olduğum için hüznüm hafiflemiş, azalmış, yok olmamışsa da.

Mezarlıkta iki yanda toplanmıştı cenaze sahipleri, ortalarından bir devlet sınırı geçer gibi yahut da azgın suları olan coşkun, derin bir ırmak varmış gibi.

Bizler ayrılmadan evvel, acelesi varmış gibi hoca talkın(1) vermeye başlamıştı bile. Annem ayrılamaz tavrındaydı, tıpkı Fatma gibi. İkisi de nefretlerini birbirine kusma modunda gibiydiler, hissettiğim kadarıyla.

O sınıra yaklaştım, o coşkun ırmağı adımladım, birini sağıma, birini soluma alıp dikilerek. Toprak henüz toprak-toprak kokmaya bile başlamamıştı, belki de toprak; dün kendi gibi olanların, ilerilerde yine kendi gibi olacaklarının sevinci içinde olsa gerekti!

Bilmem neden, kahır dolu gözlerinden(2), sitemli bakışlarından(2) ve simsiyaha yakın mor yüzünden etkilenmiş olur, olabilir yahut da karakoldaki ifadeleri sırasında tutanaklara da ilişen genç kızın o sözleri nedeniyle abla-kardeş olan onlara acımış olabilir miydim?

Rahmetli Fatin, onların tek barınağı, tek dayanağı imiş. Anne ve babalarını yitirdikten sonra onlara hem babalık, hem annelik, hem de ne gerekiyorsa onu yapan biri olarak. Düşündüm, Fatin’in yaşadıkları nedeniyle birikmiş öfkesi olabilir miydi içindeki ve babamın hareketiyle limite ulaşan(3)?

Ve üstelik gerçek olarak inkâr etmeden söylemeliyim ki, o hapishanede geçireceği kirli bir geleceği kardeşlerine yaşatmaktansa intihar edecek kadar hassasiyet içinde olsa gerekti.

Ağabeylerini yitirdikten sonra yaşamak için sosyal güvencelerinin ne olacağı da, aç-açıkta kalıp(3)-kalmayacakları da düşüncelerimde yer ediyordu. Hele ki genç kız neyse ne de, delikanlı aklımdan çıkmaz gibiydi, belki ve muhtemelen yaşama ihtimali olan belirsizlik okumasına engel olacak mıydı?

Buna sebep ben mi olacaktım, en uç noktada gözüküyor olsam da? Her ne kadar; kendi düşen ağlamaz denmiş olsa da, onları bu hale düşüren toprak altında olanın, onlar için ağlaması mümkün değildi ki?

Çıktığımız mahkemede; “Annenin, babanın adları, senin adın ne?” sözünden başka bir şey kalmamıştı aklımda. Hâkim birkaç kez sormuştu adımı, ben de “Emin” demiştim. Hâkim son kez, azarlarcasına, “Tam olarak adınızı soruyorum!” deyince o zaman adım; “Mehmet Emin” demiştim.

Hem zaten onun kardeşiyle, benim de ailemle birlikte mahkemeye çağırılmamıza akıl erdirememiştim. Ölen de öldürülen de mezarlarda idiler, o halde soruşturulan neydi ki? Meğer dosya kapanacakmış...

Dosya kapandı.

İnsanın bazen basireti bağlanıyor(3). Ya da etkilenmemesi gerektiği halde, önüne geçemediği bir duygusallık yaşıyordu, kısa, çok kısa bir an için olsa da.

Dağılan kalabalıktan sonra ve ben o nehir üzerindeyken, annemin hayret dolu bakışlarına aldırmaksızın, babamın mezarının üstündeki buketten bir beyaz karanfili Fatin’in mezarı üzerine bıraktım.

Fatma bu jestimin(1) altında kalmak istemedi galiba. O da, Fatin’in mezarı üstündeki buketten bir beyaz karanfili alarak babamın mezarı üzerine koyarken, elini kalbinin üzerine koyup anneme;

“Hepimizin başı sağ olsun! Bu andan itibaren yanlışlar, ya da doğrular hiç fark etmeyecek!” dedi ve Fatih’in elinden bundan sonraki tek desteğiymiş gibi tutarak uzaklaştı.

Rahmetliler, ahirette idiler, cennet-cehennem kavramını yaşamamızın hak olmadığı bilinciyle. İnsan ister mezarlıklarda, ister camilerde, isterse kendi kendineyken, Tanrı ile araya mesafe koymamalıydı, aksi takdirde araya başka şeylerin eklenmesi kaçınılmazdı(7)

Bağışlamanın hangi tarafın hakkı olduğuna dair kesin bir kanaatim olmamasına rağmen, bu hakkın bize ait olduğu düşüncesiyle; bağışlamanın kalbin sadakası(8) olduğunu düşünerek, annemle birlikte bağışlamamızın gerektiğini aklımdan geçirdim.

Her ne kadar insanların öfkesini bağışlamakla aldığına(9) inanıyor olsam da, karşımdakinin bunu kabulleneceği konusunda sıkıntı çeker gibiydim.

Ve her ne olursa olsun, daha önce yaşadıkları gibi nasıl yaşayacaklarına, Fatih’in okuyup okuyamayacağına ait düşüncelerimle merhamet etmemin gerektiği inancını yaşar gibiydim; çünkü merhamet asla buz tutmazdı(10)!

İki olay yansıdı beynime babamın ölüm ilâmını(2) alırken. Benimkisi önemli değildi, ama onlar için önemli olduğuna inandığım ve insan olarak beni rahatlatan. Fatin intihar etmiş olsa da,  çocukların babalarından aldıkları yetim maaşı devam edecekti. Gerçekten karşındaki düşmanın bile olsa, onların darda kalmamış(3) olmaları ana-oğul olarak bizi rahatlatmıştı, diyebilirim.

Ben, biz ne kadar insani düşünceler taşıyor olsak da, o genç kızın bakışlarının tümünü hatırladıkça farklı duygular içindeymişim gibi hissediyordum kendimi, uzaklarda olduğunu düşünüp karşılaşmıyor, karşılaşmayacak olsak da…

Unutamıyordum, yanlış bir tesadüf, kin dolu olsa da o yeşil, yosun yeşili gözlerin, ağaç kabuğu saçların sahibi güzel kızı. Görevime gittiğimde bindiğim otobüsteki tüm genç kızlar, yolda yürürken rastladığım, ya da karşıma çıkan yaşlı-genç tüm onlar o idi sadece ve sanki.

Tek farkla, hepsi haşince, haince, sinirli, kin, nefret dolu bakmıyorlardı. Gökyüzünün mavisi gibi gülümseyenler de vardı, bir hârın(1) yakışına hayret eder gibi bakanlar da. Gökyüzünün mavisi de o idi, hâr da…

Yakıştıramadığım, sadece sinirli, hatta kin dolu bakışlarını üzerimden çekmeyenlerdi, gün boyu, günler boyu çekinmeksizin beynimi meşgul eden hep o vardı karşımda. Üstelik ağaçlar uğuldarken, kuşlar o uğultulara kulak vermeksizin onun ismini şakırken, bulutlar yer değiştirme zahmetlerine katlanırlarken, tek isim yer alıyordu tümünün belleklerinde; Fatma!

Karakolda tanzim edilen elimde olan tutanağa göre, ev adresini biliyordum, ama çekinmiyor, korkuyordum neredeyse, umutlanma hakkımın bile olamayacağı bir varsayım içindeydim.

Öyle ki; olmayacak bir his, ama gördüğüm her yosun yeşili gözlü, ağaç kabuğu kahve, koyu kahve siyaha yakın uzun saçlı, uzun boylu, boyunlu, sinirli dudaklarda (bence) dua etmeyi bilmeyen kıpırdayışlarla, hatta burnunun açılıp kapanan kanatlarıyla karşımdaki o olanlar, hep o idi.

Eriyordum...

Bunun farkında olan bir tek ben değildim. Neyi bildiğini bilmeyen annem de farkındaydı eriyişimin. Babamın ölümünün beni sarstığı düşüncesindeydi.

Oysa ilâmı alır almaz yaptığım ilk iş, bundan sonraki yaşamımıza egemen olma tahayyülündeki(1) arabayı elden çıkarmam olmuştu, ucuz-pahalı, rızalı-rızasız düşünmeksizin, Selman Ustanın desteğinde. Umudum ötesinde umudum olmasa da annemin bana, benim anneme yeteceğimiz düşüncesindeydim...

“Oğlum, babanın kırkı!” dedi annem.

“Kur’an’da yer almayan, dindışı, hatta bid’at(13) diyeceğimiz kandil geceleri gibi bir mevlit(13) düşünüyorsan, bu Arap-Emevi âdetini(1) unut gitsin, çünkü ben yokum anne. Ama babamın mezarını ziyaret edelim diyorsan, hayhay!”

Mezarını ziyarete gittik babamın, in-bin otobüs, dolmuş zorlukları ve “Dayan dizlerim, tabanlarım dayan!” demekte bile zorlanan “Uf! Pufl” sözleriyle sıkıntılarını saklamaya çalışan annem;

“Oğul, bir daha kaldıramam ben bu yükü. Eski-meski babanın arabası yetiyordu bize, yarından tezi yok, kredi-mredi ile nasıl olursa olsun bir araba al kendine ve beni de taşı arada sırada da olsa. Babandan aldığım maaşla taksitler benden, peşinata da katkım olur. Baban ne götürdü ki gittiği yere, ben mi götüreceğim ki oğul? Hepsi senin nasıl olsa!”

Mezarlıkların önündeki kanepelerden birinde soluklanırken tane tane dökülmüştü sözler annemin dudaklarından.

Eh! Annemi kırmaktansa, dişimi kırardım, mezarlık dönüşü hemen çabalara başlamak boynuma borçtu!

Mezarlara bakılıyordu topluca! Ya da çiçeğe ihtiyacı olanlar(!) mezarların üstlerindekileri bakım şeklinde hallediveriyorlardı, mal sahipleri(!) mezarların başından ayrılır ayrılmaz.

Aynı kaderi paylaşan iki mezarın üstünde birer adet beyaz karanfil vardı, taze, henüz dalından koparılmış gibi. Ben de getirdiğimiz papatyalardan iki sapı babamın katilinin mezarına bıraktım, hatırladım onun adı Fatin’di ve henüz toprak altındaydılar, mezar taşları olmaksızın, başlarında işaret tahtaları olan.

Yaşamımızın ötelerinde “Kim öle, kim kala!” serüveninde olacaktık mutlaka. Her giden yanında hiçbir şey götüremese de, bazıları bazı şeyleri yanında götürüyordu, belki de bilmeden. Örneğin iyilikleri, kötülükleri gibi bilmediğimiz, belki kendilerinin bile bilmediği, hatırlamakta zorluk çekecekleri...

Peki, benim için bu karanfil umutlanmamın işareti olabilir miydi? Yaşanan; bir özrü, bir acıyı paylaşmak mıydı sadece? Bir karanfil tanesiyle insan ne umutlar yaşıyordu, o papatyalardan haberi olmasa da, yanlış da olsa ölümün yaşandığı 40. Günde…

Ve insanlar yanlış yapmayı göze almışlarsa hiçbir sorunun yanıtı kendilerini, yani beni ilgilendirmiyordu, tek bir konu, tek bir görüntü ve korku hariç! Karşıma geçip hak etmediğim(3) halde kin kusması, uzatacağım eli iteklemesi değil, kendini benden esirgemesiydi korkum!

Elimde olmaksızın ve onu hak etmediğimi bile bile onu düşünüyor, unutamıyordum bir türlü. Yaşamım; engelleyemediğim bir karanlığa bürünmüştü, sanki o güneşti ve sadece o aydınlatabilirdi beni, aydınlığım o olabilirdi sadece

Bazı, bazen hiç gerekmediği halde serseri bir mayın(2) gibi dolaşıyordum caddelerde, sokaklarda sapık gibi, yanımdan geçenlerin korkuyla irkildikleri(3).

Ve mutluluğum onun perdesinin olduğuna inandığım, daha doğrusu bildiğim pencerenin ışığı idi.

O pencerenin çerçevesinin de onun ağaç kabuğu, ya da kestane rengi saçları gibi renginin olması mutluluğumdu.

Şair; “Yeşil pencerenden bir gül at bana, ışıklarla dolsun kalbimin içi…(12) demiş, bence kahverengi penceresinden papatya, gelincik, menekşe, çiğdem hangisi olursa olsun atsa da olurdu kalbimin içinin ışıklarla dolup, karanlığımın sona ermesine hasret, aradan geçen zamanın uzunluğunu hissedemeksizin...

Hüznümü dağıtmama engel olamayacak olsa da, hiç olmazsa kendimi kapıp koyuverip beynimi uyutmak olmasa da gevşetecek şey amatör küme futbol müsabakaları idi; “Ah baba!” diye hayıflandığım.

Annem sıkı sıkıya tembihlemiş bir kâğıda not ettirmişti, maçtan dönüşümde marketten almam gerekenleri. “Unutma ha!” şeklinde belki de yanlış anladığım tehdit tonuyla. Aklımda bir tek mısır unu kalmıştı, not kâğıdını nasıl yitirdiğimi hatırlayamadığımı söylememe gerek yok, sanırım.

Muhtemelen maç için pantolonumu değiştirirken ötekinin cebinde unutmuş olsam gerekti. Bu da, küçük bir pantomimin(1) hediyesi olacaktı bana, ne yapayım?

Hemen eklemeliyim ki, fanatik(1) bir takım taraftarı değildim. Kırmızı-beyaz, yoğun beyaz, yoğun kırmızı formalı takımlar favorimdi(1), ister sonuncu, ister küme düşmeye aday takım olsunlar, umurumda olmaksızın. Malûm Türk Bayrağımız da kırmızı-beyazdı ya!

Dönüşte markete uğradım, sokağımızın hemen öte başındaki. Liste yoktu cebimde, ama hiç olmazsa mısır unu aklımdaydı ya. Annemden yiyeceğim alınmayan siparişler için fırça yeme hakkım saklı kalacak olsa da.

Markete uğramış, paketi almış ve kasaya gelmiştim ki, inanamadım gözlerime, gökte ararken yerde karşıma çıkan bir melek görünümündeydi o, aklımın ucundan bile geçirmemin mümkün olamayacağı. Tüm kasiyerleri de, görevlileri de tanırdım oysaki selâmlarla, şakalarla ve özellikle sataşmalarımla.

Örneğin köy ekmeği ile kasaya gelir; “Teyzen köy ekmeği ısmarlamıştı, bak bakalım bu köy ekmeği mi?” derdim. Ya da “Süt şişesinin kapağındaki tarihi okuturdum; “Bak bakalım, okumam-yazmam yok, tarihi kaçmış?”

Veyahut da iki tane aldığım bir şeyin birinin bedava olmasının gerektiğini, küsuratlı hesaplar(2) için “Abla (Abi) memlekete gidecem, yol parası olarak bana kalsın!” derdim ve benzerleri gibi.

Evet, kasanın arkasındaki o idi, yeni başlamış olsa gerekti bu işe, daha önce görmemiştim çünkü onu, beyaz bir gömlek, kırmızı bir fular, yakasında Atatürk'le şekillendirilmiş Türk Bayrağı rozeti vardı…

Şaşkındım, dilim tutulmuştu, önce elimdeki paket düşmüş, sonra elimde hazırladığım bozuk paralar saçılmıştı dört bir tarafa (sanırım). Ben eğilip toplama gayretini yaşarken, o gülümseyerek, arkamdaki müşteriye;

"Şaşkın beyefendinin işi uzun sürecek galiba, isterseniz diğer kasaya yönelin efendim!” dediğinde yaşadığım iki farklılıktan birincisi mısır unu yerine, galeta unu, ya da tozu her neyse onu almış olmamdı. İkincisi ise peşimde başka müşteri olmaması nedeniyle rahatlığım;

“Demek ki gülümseyebiliyormuşsunuz. Gülümsemenin size yakıştığım, üstelik beni annemden bir fırça yemekten kurtardığınızı da belirtmeliyim?”

“Neden? Ne alâka yani?”

“Annem galeta unu değil, mısır unu sipariş etmişti çünkü. İyi ki şaşırdım. Yani iyi ki şaşırttınız beni!”

Sustu, mısır ununun olduğu rafı bile tarif etmedi, suskunluğunda bozuk paralarımı toplama işlemini tamamlamış gibiydim, eksiklere aldırış etmeden.

Mısır ununu alıp geri döndüğümde kasasında “Kapalı” işareti vardı ve kasanın hesap dökümüne ait işlemi gerçekleştirme çabasında gibiydi, nöbetinin sonuna ulaşmıştım galiba. Gözlerini fiş ve paralardan ayırmaksızın, dudaklarını kıpırdatırken, yan masayı işaretledi.

Parasını ödeyip mısır ununu aldığımda elindeki kasa fişleri ve paralarla muhtemelen muhasebe ya da patronluk tarafına yönelmişti!

Bekledim dışarı çıkışını. Tanrımın bahşettiği bu şansı geri tepmemeli, en iyi şekilde kullanma azmini yaşamalıydım. Taş atıp da kolum mu yorulacak modunda değil, “Ya olacak, ya da olacak!” şeklindeydi tavrım.

“Fatma!” dedim tüm cesaretimle ve cesaretim yerlerde sürünmeye başlayınca metazori(1) “Hanım!” kelimesini eklemek zorunda hissettim kendimi, sonrasında devam etmeye çalıştım;

“İzniniz olursa sizi evinize ben bırakabilir miyim?”

“Hayır, desem?”

"Ne olur demeyin, dememeye gayret edin, bu cesareti yaşarken, iki-üç kelimeyi uç uca eklemem için bir şans vermeyi deneyin bana. Sonra ne derseniz ona uyayım, bir kere için, bir kerecik ‘Evet!’ demeyi deneyin, sitemsiz, kahırsız, nefretsiz… Lütfen...

“İkimiz de aynı acıları yaşarken, yararı olmayacak bir tavır…

Peki! Gene de kaybım da, kazancım da olmayacak madem...”

Yürümeye başladık, aramızda neredeyse sesimi duyuramayacak kadar kilometrelerce mesafe varmışçasına!

“Bir acılar zinciri karşılaştırdı bizi, hiç de hak etmediğim halde ‘Katil’ simgesini(1) damgasını yakıştırdınız bana, üstelik nefretinizi, kinininizi de beraber aktarır gibi!”

“Yani, haksızım öyle mi?”

“Bunu; mantıklı düşünebilirseniz(3), buna gayret ederseniz eğer, haklı olmadığınızı kendinize itiraf edeceğinizi umuyorum!”

“Sitem değil, hakaret ettiğinizin farkında mısınız siz? Mantıklı düşünemeyen bir insan gibi mi görünüyorum?! O halde böyle bir itirafı hiç ummayın!”

“Hiç de insaflı davranmıyorsunuz. Peki, anlatayım içimden geçenleri, ya da anlatmaya gayret edeyim. O günlerden sonra günlerce herkesler içinde, her yerlerde sizi aradım. Çünkü o acıları yaşarken etkilemiştiniz beni. Mezarlıklarda beyaz karanfillerle aynı dünyayı yaşadığımızı, hatta yaklaştığımızı, yakınlaştığımızı hissettim, ya da öyle düşünmek için şansımı zorladım…”

“Bilip, görüp, hissettiğim konular bunlar. . .

Devam etmenize gerek yok!”

“Evinizi, telefon numaranızı bilmeme rağmen tüm caddelerde, sokaklarda her riski göğüsleyerek, edepsizliğimle sizi rahatsız etmemek için defalarca geçtim kapınızın önünden!”

“Neden?”

“Bilmeyin, bilmenize de gerek yok, zaten. Tavrınız sizin beni iteklediğinizi emrediyor bana. Ama bilin ki, sizin kaldırımlarınızda, sizin pencerenizde ve ışıklarınızda sizi bilmek mutlu ediyordu beni, hâlâ bu duygular içindeyim, hak etmiyor olsam da, hak etmediğimi söyleseniz de. Ama sizi markette görmem aklımı yitirmeme neden oldu!”

“Şimdi pek öyle gibi gözükmüyorsunuz, ama o anda paralarınızı düşürmenizin izahı bu olsa gerek!”

“O; ilk kez gülen yüzünüzü görmemin şaşkınlığı idi. Üstelik sizin gibi güzel bir hanıma haddimi aşarak bakışımla...”

“Netice?”

“Hep böyle kısa cümlelerle mi konuşursunuz? Peki, netice şu Fatma! İsmini tek başına söylediğim için bana kızma lütfen! İstemezsen bu karşılaşmamız ilk olmasa da son olsun istersen, saygı duyarım, ama bil ki senden etkilendim, hoşlandım, hatta seviyorum ve ömrümü adayacak kadar da sevmeye devam etmek istiyorum seni. Eğer elimi uzattığımda elini çekmezsen bu ömür senin, yok kabul etmezsen de bu ömür gene senin, ölümüme kadar...

“Bir görüşte, bir gülümseme ertesinde çok şey istediğinin farkında mısın?”

Sen? O halde karşımda “Sen” vardı!

“Haklısın! Değil mi? Ben kimim ki? İşte evine geldik güzel kız! Sen beni, rüyalarında bile görmeyi kısıtlamışsın kendine. Benimse sana karşı aczim dolaysıyla mücadele etmek için dermanım(1) yok, aradan geçen boş günler beni bitkinleştirdi(3). Haydi, Allah rahatlık versin sana da, Fatih’e de, aydınlık ve sağlıklı günler...

Ne cevap verdi, ne de tekrar geriye döndü, evine girdi. İnme(1) inmişti ayaklarıma, yürüyemiyor, ayrılamıyordum oralardan.

Sokak lâmbasının desteğinde o kakao kahverengi penceresinin perdesi kımıldadı sanki karanlığında odanın. Sonra onun nefesinin doluştuğuna inandığım oda aydınlandı, perde arkasından siluetini bile esirgerken.

Benim gördüğümü sandığım şey hayal olsa gerekti, insanın gözleri açıkken rüya görmesi mümkün olmayacağına göre.

Ümitsizliğim, onun düşüncelerinde tüm rüya ve hülyaların bana yasaklanmamış olmasaydı. Hoş, o beni kendisine yasaklasa da ben onu rüyalarımda görmekten, hayalimde şekillendirmekten vazgeçmezdim ki, hem kimse vazgeçiremezdi beni, kendisi bile. Sadece dünyamda onun dünyasını karartmamayı yeğlerdim(3) görünmez olarak, bu da o kadar zor olmazdı gibime geliyordu.

Mademki reddedilmiştim, sokak, cadde dolaşmaya, bir papatya atmasını beklediğim kahverengi pencerelere bakmaya, marketten alışveriş yapmama gerek var mıydı? Elinin tersini göstermiş, sırtını dönmüştü.

Hem insanlarda izan(1) denilen bir anlayış, akıl denilen bir obje(1) olmalıydı, ağabeyi babamın katili değil, ben ağabeyinin katili idim sanki. O halde onun nasıl gönlünün sultanı olabilirdim ki? Aynı yastığa bir ömür boyu baş koymak, hatta bunu düşünmek hele?

Gerçekten insan hayallerine sınır koymasını(13) bilmeliydi, bilmeyenlere elin kızı böyle öğretirdi dünyanın kaç bucak olduğunu(3), umutlarını karartarak...

Neler oldu, hatırımda değil. Annem sormuştu, cevaplamamıştım, daha doğrusu “Babamı özlüyorum!” demiştim, yalanla, dolanla(2), neyi veya kimi özlediğimi anlatmak istemeksizin.

Varsın o gene kahırla dudaklarını büzsün, sitemle gözlerini karartsındı, ama o ağaç kabuğu saçlarını uzaktan da olsa görsem, bir çağlayan gibi, ama nefret dolu olduğuna inandığım çağıldayan sesi ulaşsaydı kulağıma, keşke.

 Varsın can olarak kavuşmayayım(14) ama ahiretimde ona ulaşmamı hiçbir şey engelleyemezdi ki, Tanrının hoşgörüsünde(1).

Zaman mefhumunu(1) yitirmiştim varlığımın tüm zerrelerinde. Çünkü yaşam benim için hiçbir şey ifade etmiyordu, yaşam; Fatma demekti, “Keşke” kelimesine saklanmanın, sığınmanın imkânı olmayan. Yaşamda birbirinin olması mümkün olmayan insanların, bahtlarının(1) da şu veya bu şekilde karşılaşmaları gerçekten ne kadar tuhaftı...

“Saklanma, gerçeğine dön!”

Bu kadardı cep telefonuma ulaşan mesaj. Ben kendimi akıllı sanıyordum, bir budala olarak. Karakoldaki tutanağın bir örneği sadece bende mi vardı? İnsanların en büyük eksikliği kendindeki özelliğin karşılarındakilerde de olabileceğini düşünmemeleriydi.

İşkence(1) ve çekince(1) ile dolaştı parmağım cep telefonumun tuşları üzerinde. Ben “Alo!” diyemeden sesi ulaştı bana, dünyada tarif edemeyeceğim bir şekilde;

“Elini uzat, demiştin. Elim avuçlarında. Mesaideyim!” dedikten sonra kapandı telefon.

Dünyada insanları en çok mutlu eden tek kelimenin “Evet!” olduğunu düşünüyordum, ama “Hayır” ı unutmaksızın.

Akşamı dar-kıt(2) ettim. Yüreğim yerine sığmaz gibiydi, umutla. Sanki çarpıntısı ceketimin üstünden bile belli oluyor gibiydi, bana göre.

Elimde tek bir beyaz karanfil…

Tanrıya ibadet eder gibi bekliyordum onu kapısında. Marketin sahibi o muydu? Bana ne? Bildiğim; benim onun olduğumdu, her ne kadar; “Bildiğim, bilmediğimdir!(15) denilmişse de.

Elini uzattı, sıcaklığını hissettim avuçlarımda(17) doyamayacağımı bile bile.

“Bana dünyaları bağışladın!”

“Keşke ben elimi uzatmadan önce sen bağışlasaydın dünyaları bana!”

“İstemedim mi sanıyorsun?”

“Saklanarak?”

“Ufacık da olsa bir umut ışığı görsem dizlerine kapanmaz mıydım?”

“Demek ki; ‘Hâlâ orada mısın?’ diye perdemi açıp kapatmam yeterli olmamış senin için. Oysa hayal et(17), umut et! Hayal et, ama hayallerinin esiri olma(13) demek istemiştim!”

“Telâfi etmeyi(3) istesem?”

“Böyle bir beyaz karanfili elime tutuşturup, elimin sıcaklığım zapt ederek; ‘Dedim ki, dedim ki...’ diyerek mi?”

“Ömrümü adadığımı söylesem?”

“Anlamadım, daha bugün bu gerçek olarak ikinci karşılaşmamız, acılardan sonra, o da ben istediğim için. Şimdi bu sözün ilân-ı aşk mı, evlenme teklifi mi? Beni tanımıyorsun bile! Yanlış mı? Sözlerimde bir yanlışlık var mı?”

“Bağışla! Bir söz var, tam olarak aklımda kalmamış; ‘Bir bakışın tüm dünyayı aydınlattığını belirten(18) ‘Dünyam seninle aydınlandı' söyleyebileceğim tek cümle bu. Ezelden yerleşmiş olmalısın gönlüme, yanlış bir tesadüfle de olsa farkına vardığım, ya da gönlüme girdiğin. Sevdim seni, seviyorum ve elinin sıcaklığını uzaklaştırsan bile sevmeğe devam edeceğim seni, sensiz dünyam karanlık, üstelik yaşadığımı da hissetmiyor olacağım!”

“O zaman dile seni hemen öldüreyim!”

“Neden, benim seni sevmekten başka ne suçum var ki?”

“Çünkü beni sevgide bu denli üstün tutmaya hakkın yok!”

“O zaman katilim olma, ben en kısa zaman içinde, hatta hemen, sen sırtını döner dönmez, yaratmam gereken ilk olasılıkla senin yerine ben kendi katilim olurum, sen de rahatlarsın, kim bilir belki de düğün-dernek-bayram yaparsın!”

“Ciddi misin?”

“Sen ne kadar ciddiysen!”

“Ben de seni seviyorum. O halde zamanı boşu boşuna geçirmeye gerek yok. Acı tanıştırdı bizi. Ama görünce aktın gönlüme, ben de unutamadım seni. Başsızım, çaresizim, sevgiyi sende bildim, tattım, hilafsız(1). İste beni benden; ‘Allah’ın izni, Peygamberimizin kavliyle.’ Ben de; ‘Verdim sana, beni!’ diyeyim!”

“Hemen şimdi, ayaküstü(1), diz çökmeksizin, bir kere bile sarılmadan, kucaklamadan, öpmeden, akıllı-uslu(2) bir kez bile dobra-dobra(3), açık-seçik(2) ‘Seni seviyorum!’ bile demeden, eline bir yüzük bile takamadan, üstelik Fatih’in iznini bile usulünce dilemeden, öyle mi?”

“Gece karanlık, gözlerimi görmesen de, yüreğimin çarpıntısını duyarak beni öpmeni engelleyen mi var? Sana yasak mı diyeceğim ki?”

Sarıldım.

“Öyle veresiye alışveriş eder gibi, dostlar alışverişte görsünler, yasak savar gibi(2) değil, içinden geldiği gibi, içten sevgilinmişim gibi sarılıp öp beni ki, ben de sana cevap vereyim, sana ait olacağımı ve olduğumu hissedeyim!”

Olur mu? Oldu bile! Gecikmiş olarak da, ilk adımı o atıp teşvik etmiş(3) olsa da ben de cesur olmuştum, mademki sevdiğim cesur olmamı emretmişti! Gene de çekinmiştim bizi bileceğinden emin olduğum Fatih’ten. Ayrıca, yıllar yılı çeşitli dilek, göndermelerde bulunan ve hatta bu konuda işkencelerini esirgemeyen annemden de.

Dünyada olmayacak şey yok. Acılar bile mutlulukların, heyecanların sebebi olabiliyor, yeter ki insanlar aynı yöne bakmayı(19) bilip öğrenmiş olsunlar. Ölümler bile gerçek aşk karşısında ıstırap vermek yerine mutluluğun başlangıcına neden olabiliyor, her zaman değilse bile, bizimkisi gibi, ancak siyah-beyaz(20) değil. Çünkü bu bizim hikâyemizdi; asil ve temiz(20).

Geçen zaman içinde Fatih’e kendimi kabul ettirmem zor olmamıştı, ne de olsa delikanlıydı, ben onun hiçbir şeyi olmayan basit bir “Enişte” olacaktım. Ama konu anneme gelince akan suların hemen durulacağını düşünmek abesle iştigal olacaktı(3).

Hangi anne, yavrusunu, kendisine yabancı olan biriyle üleşirdi ki? Tanıştırdım onu, annemle. Annem inanmadı, inanamadı, kereler, kerelerce sordu, sorguladı onu yolcu edip geri döndükten sonra bile hatta;

 “İyi düşündün mü oğlum?”

“Babanın katilinin kız kardeşi o!”

“Bir yanlış yapmadığından emin misin?”

“Bu kız içten pazarlıklı(2) gibi göründü bana!”

 “Hemen mi nişan, geciktin mi sanki?”

“Bari evlenmeden evvel, bir daha düşün, hem çok düşün! Ben babanla yalnızlığımı kendimle, babanın hayali ile üleşirim, ama sen iç güveyi(2) gibi yaşamaya tahammüllü olabilecek misin?”

Annemin son sözü yaralamıştı beni, özellikle yalnızlığı konusunda. Oysa biz her uygun vaktimizde birbirimizle beraberdik, bir çay içiminde, bir yemekte, bir yol üzeri, karanlıklarda karşılıklı olarak birbirimizi üleşirken...

Bir böyle zamanda Fatma;

“Hani ilk seferlerimizin birinde bir şeyler demiştin de ben de ‘Ciddi misin?’ gibi benzer şekilde cevaplamıştım. Hem komşulardan çekiniyorum, hem de sensizliğe tahammül edemiyorum artık!”

“Benim mi olmak istiyorsun?”

“Hemen değil! Sade bir nikâhla nikâhlın olayım önce, annenin yalnızlığa tahammüllü olması gerek gibime geliyor, ama bunu istemiyorum, senin de istemediğine adım gibi inanıyorum. Üstelik Fatih’in de, benim de anne sevgisine, kucağına, dizine ihtiyacımız var, özlemle. Annen ne zaman ve nasıl rıza gösterirse o zaman düğün-dernek yaparız...

Hem acele etmemize de gerek yok değil mi? Ben beni sana verdim, tüm varlığımla, bedenlerimizin beraber olması şart mı hemen? Üstelik sevdiklerimizi yitirmenin de üzerinden çok zaman geçmedi ki!”

Gün aldık, sade bir nikâh için. Sözleştik iki şahitle. Annem, Fatih, o, ben ve kırmamızın mümkün olamayacağı birkaç, bir kısım arkadaşlarımızla…

Memur gelip oturdu ve bana sordu öncelikle fuzuli sözlerden sonra;

“Evet!” dedim coşkuyla.

Karım olmasını arzuladığım, istediğim Fatma, yasta imiş gibi siyah bir tayyör ile yanımdaydı ve doğruldu yerinden;

“Hayır!” dedi ve ekledi tüm orada bulunanların sözüm ona şaşkın bakışlarına aldırmaksızın;

“Ben, bana hicranı yaşatanla yuva kurmayı düşünecek kadar yanlışlar içinde miyim? Sanırım bu sonuç herkes için yeterli ve geçerli…”

Ağır ağır doğruldum yerimden, şoke olmuşçasına(3) beklemiyormuş gibime ki, gerçekten böyle bir şey aklımdan ucundan bile geçmez, geçemezdi, inancımda.

Nefretle sevgi arasındaki çizginin çok ince olduğunu(21) anlamamışçasına yaşar gibiydim. Daha doğrusu yaşamım kutsanmadan(3) önce zehirlenmişti, ölümümün çeyrekçe önlerindeydim, ama söylemem gerekenleri de anında kurgulamıştım;

“O bakışlar, o tebessüm, o tavırlar, o gülüşler(22), o içten sandığım şiirler, sarılışlar, öpüşler hepsi mi sahteydi Fatma? İnanamıyorum, demek ki kinin sevginden de üstünmüş! Bu, senin hayatın, bir ara, hatta şu ana kadar bizim üleşeceğimiz hayatımızın da olacağına inanmıştım, yanılmışım, zoruma gitti. Haydi, yolun açık olsun Fatma!..

Keşke buraya kadar ulaşıp da beni, bizleri incitmeseydin, üzmeseydin, keşke dürüst olmayı deneseydin! Haydi, git ve gönlünce yaşa! Ben inancımla beni senin yaşamın için sürüklemeye çalışacağım. İnancım olmasa da, unutmaksızın, yaşamak için zerrece arzum da olmaksızın! Çünkü sevdiğimi, sevgimi unutmam asla mümkün değil!”

“O kadar kolay değil Emin!” derken çantasından çıkarttığı silâhı doğrulttu Fatma;

“Hatırlıyorsun, değil mi?”

“Galiba babamın katili olan silâh da, anlamı ne?”

“Yanlış o silâh bu, şimdi de senin katilin olacak!”

“Sakın ha! Sen de katil damgası yeme! Ver ben kullanayım o silâhı kendim için, sen de, ben de kurtulalım benden beraberce. Sensizlikle kalan ömrümü tüketmektense, cehennem azat olur benim için!”

Bir alkış koptu tüm salondan, belki de beklenendi. Fatma yaklaşıp kravatımdan tutup kendine doğru çekti beni, sanırım sevgiyle;

“Gel buraya, aşığım benim. Sana kıyacağımı, senin kendine kıyacağına izin vereceğimi nasıl düşünürsün ki? Silâh boş! Ben ömrümü adamayı dilediğime nasıl silâh doğrulturum ki? Hem sensiz nasıl yaşarım ki?”

Salondaki tepkisizliği ancak çözümlemeye çalışıyordum, annemin tebessümünde ve alkışlayanların gülücüklerinde.

Bu, bir oyundu, nikâh memuru, annem dâhil benim dışımda herkes haberliydi, bir cani(!) olan, beni ürküten ve sahiplenmek için varını yoğunu esirgemeyen Fatma sayesinde.

Herkes hazırlıklıydı, nikâh bile son servise göre hazırlanmıştı, bir nikâh memuru ile.

“Gelinliği giymeksizin senin olma arzusunu yaşamadan nasıl ‘Evet!’ derdim ki sana? Bak kızlar gelinliğimi getirecekler damat bey, sanırım beğeneceğin. Nikâhımız sizin evinizde ve biz bize gerçek olan bu nikâh memuru karşısında olacak…

Ne annene, ne nikâh memuruna, ne de çevremizdekilere kız, üstelik hepsine teşekkür et, senin beni, benim uğruma ölecek kadar sevdiğinin ispatına şahit oldukları için. Tek ve son bir söz; ben ebediyete kadar seninim, belki ezelden beri!”

Karım olmakta ısrarlı olan gelin adayı sözlerini tamamlamaya çalışırken bir patlama sesi duyduk, birbirimize sevgiyle ve hatta tüm varlığımızla, birbirimizi koruma içgüdüyle sarılıp irkilirken.

Fatih, nikâhlanacak olmamızın şerefine elindeki balonu şişirip patlatmıştı, nerden, nasıl akıl ettiyse. Gene de bu patlamanın karım olacağın aklından geçirdiği bir mizansen(1), ya da proje olduğundan şüphe etmeden geçemedim...

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Asabiyet; Sinirlilik hali.

Kin; Birine karşı duyulan ve öç almak amacını güden gizli düşmanlık.

Nefret; Bir kimseye, bir şeye karşı duyulan çok olumsuz duygu. Tiksinme, tiksinti.

Fatin; Zeki, akıllı, anlayışlı, zihni açık. Kökü; Fitnat, (Ancak Fitne; fitne çıkartan, dinden çıkartan, iğfal eden kelimesi ile karıştırılmamalı.)

Fatma; Sütten kesilmiş kız çocuğu. Bu işlemi uygulayan kadın.

Fatih; Fetheden, açan. Bir ülkeyi, şehri, kaleyi zapt eden kimse. Hüküm veren.

Selman; Barış içinde bulunma, huzur, erinç.

(1) Âdet; Töre. Bir topluluk içinde öteden beri uyulan ve uygulanan kural.

Aport; Avın ve kendilerine gösterilen şeyin üzerine atılıp getirmesi için köpeğe verilen bir komut olmakla beraber, hazırda bekleme, harekete geçme, anını bekleme anlamındadır.

Astigmat; Duru, açık, ayan-beyan göremeyen göz. Mutlaka gözlük takması gereken.

Ayaküstü; Ayakta durarak, oturmaksızın, hemen o anda, kısa bir sürede.

Baht; İyi olma, mutluluk, talihlilik.

Cereme; Başkası tarafından yapılan ya da kaza sonucu ortaya çıkan zararı ödeme.

Çekince; Tehlike. Ölüm ya da ölüme yakın büyük dokunca olasılığı taşıdığı için çekinmeyi gerektiren durum veya neden.

Derman; Bir şeyi yapabilme gücü. Bir hastalığı iyileştiren şey (İlâç).

Fanatik; Bağnaz. Bir öğretiye, bir dine, bir kimseye, bir şeye çok aşırı ölçüde, coşku ve tutkuyla bağlı olan.

Favori; Herhangi bir yarışta üstünlük sağlayacağına inanılan kimse, takım, hayvan, şey. En çok beğenilen. Yüzün iki yanına bırakılan sakal demeti.

Gasılhane (Gasilhane); Ölüleri yıkama yeri (Gassal; Ölü yıkayıcısı).

Hâr; Ateş. Sıcak, yanıcı, kızgın, yakıcı. Diken.

Hasbelkader; Rastlantı sonucu olarak, rastlantıyla, tesadüfen.

Hilâfsız (Hilafsız); Hiç kuşku duyulmayacak bir şekilde doğru, yalansız, dolansız, kesinlikle aykırılık, karşıtlık, terslik, zıt olmayan. İnanılması güç gibi görünse de gerçek olan.

Hoşgörü (Müsamaha); Tolerans. Tahammül. Kolaylık göstermek, iyi karşılamak, ayıplamamak, hatayı görmezden gelmek, göz yummak. Kırıcı ve aşağılayıcı olmamak, affedici olmak, kendi görüşlerimize aykırı olan görüşleri sabırla karşılamak. Kendine, düşüncelerine ters gelse bile başkalarının düşünce, fikir ve davranışlarına karşı anlayışlı davranma, rahatsız olmama, tepki göstermeme, sabırla katlanma.

İkilem; Dilemma. Kıyasımukassem. Değişik iki yapıda her iki durumda da doğru davranılmayacak iki olanak karşısında kalıp kişiyi, istemediği halde bunlardan birini yapmaya zorlayan durum. İki önermesi bulunan ve her iki önermesinin sonucu da aynı olan düşüncelerden birini seçme mantığı. Değişik yapıda iki öğenin birlikteliği. İki özellik gösteren durum. Bu durumlarda insan özellikle beğenip istemediği bir seçeneği seçmek zorunda kalmaktadır.

İnme; Vücudun bir bölümünde hareket ve duyumların yok olması durumu. Felç. Beyin krizi. Beyne kan akımının bozulması.

İşkence; Genelde marangozlukta ve tıpta işlenecek parçayı sıkıştırmaya yarayan ve üzerinde sıkma düzeni bulunan vida esasına göre çalışan çeşitli el aletleri. Bir kimseye, bir canlıya, maddi ya da manevi olarak yapılan eziyet, bir kimseye kanıt veya bilgi edinmek, ya da cezalandırmak amacıyla uygulanan her türlü acı verici ve onur kırıcı eylem.

İzan (İz’an); Anlayış, anlama yeteneği, basiret. Kavrayış. Terbiye, boyun eğme, söz dinleme, bildirme.

Kata (Kat’a); Asla, hiçbir zaman. Hiçbir şekilde.

Maharet; İşi yapmakta ustalık, eli yatkınlık, beceri, beceriklilik.

Masum; Suçsuz, günahsız, temiz, saf, kabahatsiz. Küçük çocuk.

Mefhum; Kavram. Bir olay, bir nitelik ya da nicelik üzerinde oluşan zihinsel kavram.

Metazori; “Zorla” demenin alafrangası olsa gerek! Zor kullanarak, zor altında kalarak.

Mizansen; Bir oyun düzeni. Bir şeyi, bir durumu, olduğundan değişik göstermek amacıyla hazırlanan düzen (Tiyatrolar için değişik anlamı vardır).

Musalla; Genelde Musalla Taşı şeklinde kullanılır. Cami avlularında tabutun konulduğu kıble duvarına yakın masa şeklindeki taş seki. Namaz kılmak için ayrılmış yer, namazgâh. Halk dilinde daha çok cenaze namazının kılındığı yer olarak bilinir (Ne doğan güne hükmüm geçer, Ne halden anlayan bulunur… şeklinde başlayan Cahit Sıtkı TARANCI’nın “GÜN EKSİLMESİN PENCEREMDEN” isimli şiirinin başlangıcından sonra “Neylersin ölüm herkesin başında / Uyudun, uyanmadın olacak / Kim bilir nerede, nasıl, kaç yaşında? / Bir namazlık saltanatın olacak, Taht misali o musalla taşında…”  dizeleri yer almaktadır. Şiir Münir Nurettin SELÇUK tarafından Türk Sanat Müziği eseri olarak Mahur Makamında bestelenmiştir).

Obje; Nesne. Görülebilen ve dokunulabilen herhangi bir şey. Konu.

Pandomima; Pandomim, ya da pantomim de denilmekte olup, kısaca sessiz tiyatro oyunu demek olup, el-kol-beden hareketleri ve yüz mimikleriyle belirtilir. Söz ironi olarak kavga, gürültü, patırtı, şamata, ağız bozularak, küfür edilmeden yanlış sözler söylenmesidir. Ki öyküde davranış bozukluğunun ifadesi olarak özellikle belirtilmiştir.

Simge; Belli bir insan topluluğunun uzaklaşarak, kendisine belli bir anlam yüklediği somut nesne, ya da işaret. Bir düşünceyi, soyut bir kavramı belirten somut nesne, ya da işaret (im).

Tahayyül; Hayalde canlandırma. İmgeleme.

Talkın; Ölü gömüldükten sonra mezarı başında imamın dinsel sözler söylediği kısa tören. Kur’an’da yeri yoktur ir bakıma mezara konulan ölüye sorgu meleklerine vereceği cevapların “kopya olarak” sunumu denebilir). Telkin şeklinde söylenmesi yanlış olup Telkin; Bilinçdışı bir sürecin aracılığıyla kişinin ruhsal ve fizyolojik alanıyla ilgili bir düşüncenin gerçekleştirilmesidir. Bir duyguyu, bir düşünceyi aşılama, kulağına koyma.

Travma; Canlı üzerine beden ve ruh açısından önemli ve etkili ruhsal yaralanma belirtileri bırakan durum.  Herhangi bir fiziksel etkenle oluşan doku ya da organın yapısının bozulması, yaralanma, incinme, zedelenme, sarsıntı, yara, bere.

Varsayım; Deneyle henüz kanıtlanmamış, doğrulanmamış olmakla birlikte, kanıtlanmadan, geçici ya da kalıcı olan,  kanıtlanabileceği umulan, mantıksal bir sonuç çıkarmaya dayanak olarak öne sürülen benimsenen kuramsal düşünce, önerme. Bir olayı açıklamada yararlanılan bilimsel ilke, hipotez.

(2) Açık Seçik; Çok açık ve belirli olarak. Açıkça, açık olarak, gizli olmadan. Çok kolay anlaşılır, çok belli, belirgin.

Akıllı Uslu; Ağırbaşlı, uslu olarak, akıllıca. Yaramaz olmayan, yaramazlık etmeyen.

Dar-Kıt; Yöresel olarak; Ancak. Sabırsızlıkla, her şeye boş vererek, umursamaksızın.

Duygu Sömürüsü; Karşısındaki kişinin kendisine acımasını ve istediğini yapmasını sağlamak amacıyla sergilenen durum, ya da davranışlar.  Birinin zayıf duygularından yararlanmak ya da ondan çıkar sağlamak. Merhamet dilenciliği.

İç Güveyi (İç Güveysi); Maddi açıdan daha güçlü olan tarafın kadın ve kadın tarafının olması durumunda erkek tarafından evliliğin kadının mevcut evinde (hatta ailece) sürdürülmesi hali. Damadın kız evine gelmesi, ya da damadın kız evinin gösterdiği yerde oturup yaşaması olarak da tarif edilebilir.

İçten Pazarlıklı; Alçak, korkak, namert, sadist.

Kahır Dolu Gözler; Üzüntüsünü, acısını, sitemin bakışlarıyla belli eden gözler.

Katarakt Ameliyatı (Operasyonu); “Lens Replasman Ameliyatı” Gözdeki katarakt denilen gözün doğal merceğinin çıkartılıp göz içi lens ile değiştirilmesi işlemi. Kristal mercek liflerinin zamanla metobolik değişiklikleri kataraktın gelişmesine ve görme bozukluğuna ve kaybına neden olmaktadır.

Keyfe Keder; Pek üzerinde durulmayan, önem verilmeyen, önemi olmayan.

Küsurâtlı (Küsuratlı) Hesap; Artan bölümü, geriye kalanları, artanları olan, yuvarlanabilen hesap.

Nefsi Müdafaa; Koruma. Nefis müdafaası.  Kendini, öz benliğini koruma,  savunma hakkı.

Ölüm İlâmı; Ölümün tescili olan, üstünde ölüm ile ilgili konuların yazılı olduğu mahkeme kararına ait belge.

Serseri Mayın; Belli bir hedefi olmayan, rastgele yerleştirilen mayın. Bu durumda dolaşan insan.

Sıkış Tepiş; Balık İstifi. Üst üste, çok sıkışık bir durumda. Sandviç gibi, kıpırdamaksızın bir arada.

Sitemli Bakışlar; Bir kimseye söz ya da hareketinin üzüntü, alınganlık, kırgınlık şeklinde duygular uyandırdığını söz söylemeksizin hareketle örneğin; sitem hissettiren yan bakışlarla, gamzelerini hareketlendirerek, başını sallayarak, burnundan soluyarak bakışlarında hiddeti de belirterek bakmak.

Takip Mesafesi; İki araç arasındaki hızın metre olarak yarısı kadar olması gereken mesafe. Karayolunda, aynı şeritte, birbiri ardında hareket halinde olan iki araç arasındaki mesafeye verilen ad. Öndeki aracın etkili freni halinde arkadaki aracın sürücüsü takip mesafesini yeterli tutmamışsa önündeki araca çarpmak zorunda kalır.

Tekne Kazıntısı (Tekne Kalıntısı);  Esas anlamından ayrı olarak, anne ve babanın ilerlemiş yaşlarında, yaşları oldukça ilerlemiş çocukları varken aileye katılan ve diğer çocuklarla aralarında en az 8-10 yaştan fazla fark olan, bu nedenle çok şımartılan, el üstünde tutulan, tüm arzuları yerine getirilen kız, oğlan fark etmeyen çocuk.

Yalan Dolan; Hile, düzen, dalavere, yolsuz davranışlar.

Yandı Gülüm Keten Helva; “Olanlar oldu, iş işten geçti!” anlamında olumsuz sonuçlar için kullanılan bir söz. Kaçırılmış bir fırsat da denilebilir.

Yasak Savar Gibi; Bir ihtiyacı, bir sevgi gösterisini geçici olarak karşılamak, şimdilik gibi bir varsayımla karşılayarak geçiştirme. Gönülsüz ya da üstünkörü yapar gibi.

(3) Abesle İştigal (Etmek); Yersiz, yararsız, boş ve anlamsız şeylerle vakit geçirmek.

Aç-Açıkta Kalmak; Yoksulluk içinde evsiz, barksız kalmak.

Basireti Bağlanmak; Gerçeği göremez bir duruma düşmek, iyi ve yerinde düşünememek, doğru yolu, gerçeği göremez durumda olmak,  görememek, alınabilecek uygun bir önlem varsa almamak, alamamak.

Bitkinleşmek; Bitkin duruma gelmek. Dermansız duruma gelmek.

Boyuna Bosuna Bakmak; Gösterişli, iriyarı oluşuna bakmak, süzmek, kişi hakkında geniş boyutlu fiziksel inceleme yapmak.

Darda Kalmamak; Para sıkıntısı içinde bulunmamak, paraca eli darlaşmamak, paraca sıkıntıya düşmemek. Herhangi bir yönden zor duruma düşmemek.

Defetmek; Kovmak. Savuşturmak, savmak, başından atmak, uzaklaştırmak, göndermek. İstenmeyen birini yanından uzaklaştırmak.

Desteklemek; Güçlendirmek. Pekiştirmek. Sağlamlaştırmak. Takviye etmek.

Dobra Dobra Söylemek; Hiçbir şeyden çekinmeden, sözü eğip-bükmeden, dosdoğru, açık açık konuşmak.

Dünyanın Kaç Bucak Olduğunu Öğrenmek; Kaba bir güçle, bilinen bir şeyi anlatmak.

Gasp Etmek; Zorla, izinsiz almak.

Gizli Saklı İstiflemek; Kimseye hissettirmeksizin değerli bir şeyi saklamak, yasadışı bir şekilde istiflemek. Genellikle aynı türden malları üst üste, düzgün bir biçimde görünüp bilinmeyecek, göze batmayacak şekilde yığmak, dizmek, sıralamak. Saklı bir şekilde stok etmek, stoklamak.

Göz Ardı Etmek (Edilmek); Gereken önemi vermemek, verilmemek.

Hak Etmemek; Bir emek karşılığı olarak alacağı bulunmamak, hak kazanamamak. Lâyık olduğu gerekli karşılığı görememek, alamamak.

Hınç Almak; Öç alma duygusu ile yüklü öfke duymak, yaşamak.

İrkilmek; Ürküp korkarak geri çekilir gibi olmak, ya da korkup şaşırarak duraksamak. Birikmek, toplanmak, yığılmak.

Kösteklemek; Bir işi yürümez duruma getirmek, engellemek (hayvan ayağına köstek vurmak).

Kutsanmak; Kutsallaştırılmak. Kutluluk dilenmek, takdis edilmek. Kutlu ve aziz kılınmak.

Limite Ulaşmak; Bir şeyin nicelik bakımından erişebileceği en son nokta ya da yere ulaşmak. Kısıtlamak, sınırlamak, belirlemek.

Mantıklı Düşünmek; Akla uygun, akıllıca, belirgin, aşırı olmayan, uygun, elverişli, akla uygun şekilde düşünmek, akılla kanıtlanan, sözü akla yakın bularak, anlaşma düşüncesi sağlamak, asgari müşterekte birleşecek şekilde düşünmek.

Melekelerini Yitirmek; Yetilerinde çeşitli nedenlerle zayıflama olmak. Tekrarlama sonucu kazanılan yatkınlık, alışkanlıklarında azalma.

Öğürmek; Kusarken ya da kusacak gibi olurken öğürtü sesi çıkarmak.

Reflekslerini Yitirmek; Doğuştan var olan ve dışarıdan gelen bir uyarı neticesinde husule gelen irade dışı hareket yapma yeteneğini kaybetmek.

Sabit Fikirli Olmak; Ön yargılı. Saplantılı. Statik düşünceli olmak.

Şok Olmak (Şoke Olmak, Şok Geçirmek, Şokta Olmak, Şok Yaşamak, Şoka Uğramak, Şoka Girmek); Şaşırmak, şaşakalmak, hoşa gitmeyecek bir şeyle karşılaşmak, şaşkına dönmek.

Telâfi Etmek; Ziyan olan, yok yere elden çıkan bir şeyin yerini onun değerinde bir şeyle doldurmak, zararı karşılamak. Yanlış ya da eksik olan bir şeyi düzeltmek, yerine geçirmek.

Yeğlemek; Bir şeyi, ötekilerden daha üstün, daha iyi, daha uygun görüp ona doğru yönelmek.

(4) Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez; Yaradılışı gereği her insan çıkarlarına düşkündür. Büyük çıkarlar beklenen yer için küçük fedakârlıklar yapılmalı, kimi sıkıntılara girilmeli ve bundan kaçınılmamalıdır.

(5) Karanlık aydınlıktan, yalan doğrudan kaçar. Güneş yalnız da olsa, etrafına ışık saçar. Üzülme, doğruların kaderidir yalnızlık, Kargalar sürü ile, kartallar yalnız uçar. Ömer HAYYAM 

(6) Kısasa Kısas; Kişiyi işlediği suçun aynısıyla cezalandırmak, zararı, zararla cevaplamak, bir bakıma kana kan, dişe diş, göze göz olayı. Bu konuda Kur’an’da Bakara Suresinde ayetler vardır. Münkir-Nekir; Kur’an’da yeri olmayan, hadislerde rivayet edilen, ölen bir insanı mezarda sorgulayan melekler. Sorgu Melekleri denilen bu meleklerin isimleridir; Münkir-Nekir’dir. Sordukları suallere Ahret (Ahiret, Kabir) Sualleri denmektedir. “Rabbin kim? Dinin ne? Kimin ümmetindensin, Kitabın ne? Kıblen neresi?” diye başlayan ve “Rabbim Allah!” cevabı verilmesi gerektiğine inanılan suallerdir.

(7) Tanrı ile araya mesafe koyarsanız, Tanrı araya başka şeyler doldurur. Soren KIERKEGAARD

(8) Bağışlama; kalbin sadakasıdır. Söz; Kur’an, Bakara Suresi, 263. Ayetine göre yorumlanmıştır; “Güzel bir söz ve kusurları bağışlama, ardından eziyet, gönül kırma gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah’ın kimsenin yardımına ihtiyacı yoktur. Sınırsız zengindir. O, ceza vermekte hiç acele etmeyendir! (Hemen cezalandırmaz, mühlet verir.”

(9) İnsanlar öfkelerini bağışlamakla alır. Bu sözü şu sözlerle yoğunlaştırarak düşünmüş olabilir miyim, ya da sözü söylediğini sandığım kişi düşünmüş olabilir miyim? “Bize yanlış davrandığını düşündüğümüz bir kimseyi affetmeliyiz. Bunu hak ettikleri için değil, bu haksızlıklara karşılık vermeye devam etmeyecek kadar kendimizi sevdiğimiz için.Miguel RUIZ “Kendimizin de affetmeye ihtiyacımız olduğunu hatırlayarak daima affetmeliyiz. Affetmemiz gerekenden çok daha fazla kez affedilmemiz gerekir, çünkü.”  Papa John Paul II. “Günahlar düzeltilemez, yalnızca affedilebilir.” Igor STRAVINSKI “Düşmanlarınızı daima affetmeniz söylenir. Çünkü onlarla ne zaman çalışmak zorunda kalacağınız bilemezsiniz”.  Lana TURNER Affedemeyen kişi sevemez.” Martin Luther KING

(10) Merhamet buz tutmaz; İnsanların bir başkasının acısından, hüznünden, hicranından duyduğu üzüntü ve acıma sıcak bir duygu olup başka herhangi bir şeyle kıyaslanmasının mümkün olmadığının, böylesi bir durumda insanların soğuk ve duygusuz kalmayacaklarının ifadesi olan deyim.

(11) Bidat; “Örneksiz bir şeyi yapmak, yepyeni bir iş ortaya koymak, genel kanaate aykırı davranışta bulunmak ve daha önce benzeri olmayan bir şeyi icat etmek” gibi anlamlara gelir, İslâm Hukukuna göre. Bir diğer bakıma göre ise, sevap beklenilmeden, dünya menfaati için bir şeyler yapmak, İslâm’a aykırı uygulamalarda bulunmak anlamına da gelmektedir. Geniş anlamda Bid’at; “Bir benzeri olmayan ve İslam’da olmadığı halde, sonradan ortaya çıkan, din ile alâkalı olup, Peygamber ve Ashab-ı Kiram dönemlerinde görülmeyip onunla amel edilmeyen, hatta ilâve ve eksiltme mahiyetinde olarak ibadet kabul edilen, göze ve akla hoş gelen dua. Kur’an okuma, namaz kılma, zikretme, düşünce, görüş ve amellerin, sünnete aykırı davranışların âdet haline getirilmesi. Kutlu Doğum Haftası, Mevlitler ve İslam’da din ile ilgisi olmayan, Kur’an’da görülmeyen, sünnette olmayan, İslâm Âlimlerince ve ashap tarafından bilinmeyen, din esaslarına göre ibadet vve davranış biçimleriyle ilgili her şey Bid’attır. Hazreti Muhammed’in bu konudaki; “Sonradan ortaya çıkan her şey bid’attır. Her bid’at sapıklıktır ve her sapıklık insanı ateşe sürükler!” sözü önemlidir.

Yedi, Kırk, Elli İki Mevlitleri; Şeriatta yeri olmamakla birlikte, Müslümanlar tarafından özel olarak kişinin ölümünün o günlerinde, kandil gecelerinde, asker uğurlarken, sünnet yapılırken, hac dönüşlerinde okunan Süleyman ÇELEBİ’ye ait bir şiirdir ki uzman bir görüşe göre dinimizde hiçbir yeri yoktur, hatta bid’attır. Bu günlerle ilgili genel olarak söylenen akla ve mantığa uygun bir şeyler yoktur. Sadece kırkıncı günlerde ölünün burnunun düştüğüne, elli ikinci günlerde ölülerin kemiklerinin etten ayrıldığına dair bir safsata vardır. Bu konuda en önemli sözlerden birini İbni Abidin adındaki bir İslam bilgini sarf etmiştir; "Ölüleri hayırla yâd etmek vaciptir. Ama onların arkasından 7., 40., ve 52. geceler bidattir. Muayyen gün ve gecelerde evlerde mevlit okutmak o mümin ölüye işkence etmek hükmündedir.” Aynı konu rahmetli Profesör Dr. Yaşar Nuri ÖZTÜRK Hocamız tarafından da defalarca ifade edilmiştir.

(12) Serenat (Serenad); Geceleyin, açık havada sevgi duyulan biri için bir müzik aracıyla verilen küçük konser. “Yeşil pencerenden bir gül at bana/Işıklarla dolsun kalbimin içi…” şeklinde başlayan Ahmet Muhip DRANAS şiiri. “Bir nisan akşamı, serin bir günün, şarkın bu sevimli, en güzel köyünün…” şeklinde başlayan Faruk Nafiz ÇAMLIBEL şiiri, “Kimdir bana gülümseyen yeşillik balkonundan/Demek gecelerden sonra nihayet gün doğuyor” şeklinde başlayan Cahit Sıtkı TARANCI şiiri. “Senden başka kimse bilmesin istiyorum/Gözlerimin nasıl aşka çağırdığını” şeklinde başlayan Ümit Yaşar OĞUZCAN şiiri… Serenat olarak iklimlere, mevsimlere yokluklara, yalnızlıklara, doğaya… ait şiirler özellikle amatör ve genç şairler tarafından dile getirilmişse de bence en duygusal serenatlar sevgililer içindir. Son olarak Zülfü Livaneli’nin bu isimde bir romanının olduğunu hatırlatmak isterim.

Belki gereksiz, ancak 1967 yılında “SERENAD” olarak benimde dizeler yoğunlaştırmaya çalıştığımı söylemek isterim (kemanla).

(13) Hayallerinin Esiri Olmamak; Rudyard KIPLING “EĞER (IF)” isimli şiirinde, (If you keep your head when all about you… şeklinde başlayan) “Çevrende herkes şaşırırsa, bunu da senden bilse, sen aklı başında kalabilirsen eğer… Eğer hayal edebilir ve hayallerinin esiri olmazsan” denilmekte. Rahmetli Bülent ECEVİT bu şiiri “ADAM OLMAK” olarak tercüme etmiş ve bu dizeyi; “Düşlere kapılmadan, düş kurabilir(sen)” şeklinde belirtmiştir. Bu konuda Mallarme, Baudalaire, Rimbaud, Varlaine, Valery ve Poe’nun sayılamayacak çok güzel sözleri vardır.

(14) Yıllardır ki, bir kılıcım kapalı kında, Kimsesizlik dört yanımda bir duvar gibi… ve; Sanıyorum saçlarımı okşuyor bir el, Kıpırdamak istemiyor gözkapaklarım, Yan odadan bir ses diyor gibi gel Ve hakikat bırakıyor hülyamı yarım! Varsın yine bir yudum su veren olmasın, Başucumda biri bana ‘Su yok!’ desin de!  “KİMSESİZLİK” Kemalettin KAMU

(15) Ben onlardan daha bilginim, çünkü onlar bir şey bilmedikleri halde bildiklerini sanıyorlar, ben ise bilmiyorum, ama bildiğimi de sanmıyorum, demek ki ben onlardan daha bilgiliyim, çünkü bilmediklerimi bildiğimi sanmıyorum. SOKRATES

(16) Avuçlarımda hâlâ sıcaklığın var, inan… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güfte ve Bestesi; Yusuf NALKESEN’e ait olup eser; Kürdili Hicazkâr Makamındadır.

(17) İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar… “DENİZİN TÜRKÜSÜ” Yahya Kemal BEYATLI (Şiirin en anlamlı en son dizesi).

(18) Duygular vardır, anlatılmayan, sevgiler vardır, kelimelere sığmayan, bakışlar vardır insanı ağlatan, insanlar vardır ki asla unutulmayan. İşte sen onlardansın! Victor HUGO

Bazen küçük bir bakış, insana dünyaları verir. Bazen küçük bir bakış, insanı cehennemin derinliklerine yollar. Jean-Jacques ROUSSEAU

(19) Sevmek insanların birbirlerine bakmaları değildir. Birlikte aynı yöne bakmalarıdır. André Paul Guillaume GIDE

İki insan birbirlerini sevdikleri zaman birbirlerine bakmazlar, aynı yöne bakarlar. Ginger ROGERS

Aşk, birbirine bakmak değil, birlikte aynı yöne bakmaktır. Antoine de Saint-EXUPERY

(20) Bizimkisi Bir Aşk Hikâyesi, / Siyah beyaz film gibi biraz… Kayahan AÇAR

İşte bu bizim hikâyemiz…  Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; için başlangıçta Ülkü AKER olmak üzere çeşitli kişilerin adları geçmekte, ancak Bestesi; Coşkun SABAH’a ait olup eser Acem Kürdi Makamındadır.

(21) Sevgi ile nefret arasının çok ince bir çizgiyle ayrıldığı… Hatice Mine BAHADIR’ın bir şiirinin ilk dizeleridir. “Tutku ile aşk arasında, / kalın bir çizgi vardır…” dedikten sonra son satırlarda isyan edercesine bu çizginin sevgi ile nefreti nankörce ayırdığını söyler.

(22) O tebessüm,  o tavırlar, o levendâne hiram… olarak başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Bedri Ziyâ AKTUNA’ya, Bestesi; İsmail Bahâ SÜRELSAN’a ait olup eser Acemâşiran Makamındadır.  Son kelime daha çok “Hiram” şeklinde kullanılan bir erkek ismidir, Farsça olan bu kelime salınmak, salınarak edalı yürümek anlamında kullanılmaktadır. Levendane; yakışıklı, gösterişli bir biçimde, levent gibi anlamındadır.