Yaşamımın ilk basamaklarında, ayaklarım henüz yere ulaştığında, komşu çocuğu kardeşin üç tekerlekli bisiklete bindiğini görünce başlamıştı bisiklet özencim(1)...
Komşumuzun kızı Simay, bisiklete binerken, dili dışarıda iki tarafına salınıp(2) sallanarak bakınmayı da ihmal etmiyordu. Bu; haset(1) dolu, kendisine özenilmesini isteyen bir bakış değildi, küçücük aklımla hissettiğim kadarıyla. Bisikletin yeni alınmış olmasının ve başarıyla kullanmasının heyecanı olsa gerekti.
Elimden tutan annem, özenerek bakışımın(2) teessürünü yaşayarak, belki de;
“Birkaç adım da Soner ağabeyin binsin mi Simay?” demek üzereyken, Simay’ı evinin penceresinden izleyen annesi;
“Kızım dikkatli kullan, sakın düşme, başkasını da bindirme, daha ‘şu kadar liraya’ yeni aldık!” diyerek gerekli bilgiyi ve mesajı ulaştırmış ve başını eğen annem muhtemelen hüzünlenmiş, kahrolmuştu.
Çünkü değil bisiklet almak, hele ki ‘şu kadar para ayırmak’ zordu, karnımızı doyurmak bile ancak mümkün olabiliyordu bizler için. Zayıf ve düşük maaşlı bir devlet memuru olan babam, hafta sonlarında çeşitli işlerde boy göstermesine rağmen ancak kıt-kanaat geçinebiliyorduk(2), sözün doğusu…
Çocuk dimağından(1) geçenler sözle değilse de, nefesi ve bakışlarıyla anlatıyordu içinden geçenleri, özellikle annesine. Karşının annesinin bakışları, anlamsız seslenişi, benim durgunluğum ve yaradılışımın bende yaşattığı çocuksu davranışlar annemi etkilemiş olsa gerekti.
Eve gelince “Belagate Sandığı(3)” ya da kavanozu dediği anlamını bilmesem de bir ara “Ölümlük-Dirimlik(3)” diyerek tasarruflarını biriktirdiğini sandığım kavanozu açıp içindekileri sayıp sonra elleri ile yüzünü kapatıp ağladığını kapı aralığından görmüş, o yaşın gereği sebebini bilmeksizin ona katılma isteğiyle koynuna büzülmüştüm.
Akşam babam gelince konunun açıklanması zor olmadı. Babam;
“Kocaman adam olmama çeyrek kaldığını, biraz daha büyümemin gerektiğini, o zaman iki tekerlekli, elden düşme, ikinci el bisiklet almak için gayretli olacağını” vaat etti. Ancak onun bu vaadini gerçekleştirmesi ancak ortaokul ikinci sınıflara ulaştığımda gerçekleşti. Annemin ve kenardan-köşeden de olsa benim katkılarımla.
Ben gazete sattım, pazarlarda su-simit-gazoz sattım, annem sırf benim arzumu karşılamak için gündeliklere(1) gitti!
Ancak öncesinde itiraf gibi söylemem gerekli ki, kendi Belagate Sandığımda(!) biriktirdiğim ufak-tefek harçlıklarla, meydanda bisiklet turu attıran Mehmet Emin Amcanın kısa boylu iki tekerlekli bisikletlerine binmiştim, bir bakıma üç tekerlekli bisikletler yerine çağ atlayarak(2)!
Sonralarında kadro, ya da destek sütunu denen yerden ayağımı pedala sokarak en sonra da kız bisikleti denilen üst borusu olmayan bisikletlerle dengede kalmayı ve bisiklet kullanmayı “Çok iyi” hatta övünmek gibi olmasın “mükemmele yakın” bir profesyonel gibi öğrenmiştim!
Bu öğrenişimde Mehmet Emin Amcanın katkısını inkâr etmem mümkün değil. Çünkü bisikletlerin tümünü o dar dükkâna sığdırması mümkün değildi Özellikle akşamları bir kısmını evine götürmek ve bahçesinde kilitlemek, sabahları ise doğal olarak o bisikletlerin dükkâna getirilmesi gerekiyordu.
Ve ben bu görevin kompetanı(1) gibi sabah-akşam bu işlevi(1) yerine getiriyordum. Yük olmadığı zamanlarda parkta bir-iki tur atmak bana sağlanan bahşişti, önceleri çocuk olarak, sonralarında okulların tatil olduğu zamanlarda.
Tabiidir ev ile dükkân arası yakın değildi, ama gelirken-giderken bisikletle uzun olan yollar(!) yayan gidip gelmelerde duvarlardan, çağıllardan(1) atlayarak koşarak gitmekle, kestirmelerden yararlanmak suretiyle kısalıyordu!
Bir de çekinmeksizin söylemem gerek ki, izin aldığım için yahut da Mehmet Emin Amca izin verdiği için servislerde gerek akşamları, gerekse sabahları son bisikletleri getirip-götürmemde kısıtlama olmadığı ve “Kontenjan hakkımı(3) kullandığım için” getirip-götürmem biraz daha uzun vakit alıyordu.
Bunu az-birazdan fazla olarak da yorumlamam mümkün, Mehmet Emin Amcanın engin hoşgörüsünü(3) lehime kullanarak!
Bisiklet bir tutkuydu benim için. Bisiklete sahip olduktan sonra dur-durak bilmeksizin gün boyu bisikletimle beraberdim. Ancak her şeyde bir sınır olduğunu düşünmemem, derslerimde aksamalar olması dolaysıyla babam, bisikletime kilit vurmasının gerektiğini güzel sözlerle(!) ikna etmek maksadıyla popomu okşama ötesinde uygun bir tarifle anlatmıştı!
Babam, hava engel yaratacak şekilde bozuk değilse, hafta sonlarında ikişer saat izinli olacağım vaadini de belirtmişti, bu arada! Beni bisikletimden uzak tutmamak, belki bilinçli bir duygu sömürüsü(3) yapmak için bisikletimi gözümün önüne, balkona koymuş ve üşümesin diye(!) de üstünü örtmek için plâstik bir örtü alıp örtmüştü!
Hüdaverdi adını koyduğum, markasını, modelini bilmediğim bisikletim, sabah-akşam hal ve hatırını sorduğum bir arkadaş gibiydi benim için!
Her hafta sonu, kar-kış-buz-soğuk olmayan günlere sahiptik ben ve bisikletim. Dünyadaki en mutlu çocuk ben, en mutlu arkadaş da Hüdaverdi idi, kışın hafta sonlarında iki saatlik beraberliğimizde, yazın ise imkân buldukça her daim.
Çünkü ailem üç kişi olsa da, babamın güçsüzlüğü nedeniyle evimize de gelmesini istediğimiz teknoloji için annemin şu an adını aklıma getiremediğim o kavanozunu gereğince takviye etmek(2) için benim de bir bakıma katkı yapmam gerekiyordu.
İçimdeki en büyük hayal hep yakınlarda kısa turlar yapmak yerine, uygun zamanları yaratıp şehir içinde, hatta yolların solundan ve banketlerden giderek önce yakın, sonra ulaşabileceğim diğer şehirlere gitmekti.
Babamın izniyle gerçekleştirdiğim ilkinde aldığım keyfi anlatmam mümkün değil, diğerlerinde ise bu keyif katmerleştikçe katmerleşti(2).
İnsanların doyumsuzluğunu(1) ilk kez bu uzayan bisiklet yolculuklarımda öğrendim. İnanılmaz keyifler; “Daha, daha, daha da…” diyerek yönlendirme çabasını yaşatıyordu, amatörce.
Aslında sonradan öğrendiğim kadarıyla yolda bisiklet turu benim yaptığım gibi en çok tutulan bisiklet spor dalıymış ve etaplı, mesafeli, zamana karşı vb. olarak yarışları da yapılırmış.
Düşünecektim. Mademki merakım vardı, eğer ekonomik sıkıntılarımla da baş edebilirsem zevk ve keyif almak için bu klâsik yarışlara neden kalkışmayaydım ki?
“Ekonomik sıkıntılar” deyince duraklamam gerekiyordu. Çünkü televizyonda izlediğim yarışlar “Kulağımın çekilmesi(2)” anlamına geliyordu. Kimse evindeki tişört ve pantolonu altına giydiği don ya da şortla yarışlara katılmıyordu ki!
Öncelikle böyle Hüdaverdi gibi ikinci el bisiklet değil uygun bisiklete sahip olmalıydı ki, bu rüya idi benim için, hayalden öte…
Ve dediğim gibi olay, yani böyle düzenlenecek bir yanşa katılmak için öncelikle o yarışı bitirecek sağlık, efor(1), gayret ve bir kısım malzemeler gerekiyordu. Meselâ kıyafet, şort, tişört, kask(1), eldiven, spor ayakkabısı ve benzeri gibi ve bisiklet için gerekecek her türlü bakım ve kullanma malzemesi…
Zaman geçmiş, lisede okumaya başlamıştım. Aynı minval(1) üzere ve fakat bir kısım gelişmelerle. Babamla çalışan abiler;
“Bir sürü kurum, kuruluş var, madem Soner bisiklete meraklı, o halde bisiklet sporu için de bir deneme yapsa fena mı olur?” demişler.
Babamın aklına da yatmış bu düşünce, elimden tutup beni, Bisiklet Federasyonuna götürdü.
“Ooo! Hoş geldin, biz de yıllardır senin gibi birini bekliyorduk!” demeyeceklerdi, ya!
Klâsik söz, babam; “Eti sizin, kemiği benim!” deyip sırtını dönüp gitmişti, beni o abi ve emsalleri ile baş başa bırakarak! Allah’a şükür ki eve dönüş için yol param vardı cebimde!
Sırası gelmişken neden Soner olduğumu ifadelendirmeye çalışayım, evin tek çocuğu olmama rağmen. Benden önceki ağabeyim yaşamayınca, ben doğduğumda “İlki yaşamadı, bu sonuncusu olsun, sonsuza kadar yaşasın!” dileğiyle koymuşlar bu ismi bana.
Abiler özellikle merakımı ve kabiliyetimi fark etmiş olmalıydılar ki, daha başlangıçtan itibaren yol paramı vererek, öğle yemeklerimi ısmarlayarak önce bilgilendirmişler sonra da nasıl temin edebileceğimi kara kara düşündüğüm spor malzemeleri ve federasyona ait bisikletle ödüllendirmişlerdi beni, hem de kısa bir zaman içinde.
Bu yönlendirilişte üstüme titreyen İlkay Ağabeyin sonsuz tahammülünü, öğretme çabasını, antrenmanlardaki elimden tutmasını, aktarmaya çalıştığı tecrübe ve katkılarını inkâr edersem, Allah taş yapar beni!
Gün boyu antrenman yapıyordum, önceleri hafiften, sonraları günbegün(1) artarak; artırarak beden hareketleri, eğilip-kalkma, düşüp-kalkma, su içme, takip mesafesi(3) ve takip gibi. Bu arada bu sporun inceliklerini ve yarışları öğretmeye çalışmışlardı tekrar ederek.
Örneğin; hiç bilmediğim, sadece televizyonda ağzı açık ayran delisi(3) gibi izlediğim yarışların çeşitlerini, tek ve takım halinde yapıldığını öğrenmiştim; düz yolda, dağlık arazide, velodrom(1) denilen pistlerde, kapalı salonlarda ve çeşitli kıstaslarla(1), günlük-saatlik, saate karşı, belirli bir mesafe, tur atlama şeklinde. ![]()
Özellikle engebeli arazilerde yapılan dağ bisikletçiliği ya da sporu ilgimi çoktan daha çok çekmişti, bunun çeşitli tipleri vardı ve İlkay Ağabey gerek kibrit çöpünden yaptığı resimlerle, çizimlerle, gerek slayt projeksiyonlarla(3) beni aydınlatmada hiçbir kritere(1) önem vermemezlik etmemişti.
Ve ben öğrenmekten mutlu, gereken bilgileri beynime yerleştirmiş olmaktan dolayı sevinçliydim; engebeli arazilerde, yol ya da arazi turları, yokuş aşağı, kros(1), serbest, engel atlama, teknik denemeler gibi tiplerden birinden birine İlkay Ağabeyin yönlendirişine göre ve en kısa zamanda katılmayı düşlüyordum zihnimde.
Tek yabana atılmaması gereken konu; bu yarışları görmek, denemek ve sonrasında başarılı olmaktı.
Bu arada sanırım ki gördükleri ilerleme nedeniyle, başka bir şey aklıma gelmiyordu çünkü, belki de İlkay Ağabeyin himmetleriyle yepyeni iki tam takım bisiklet sporu malzemesi ile donatmışlardı beni. Bu arada zimmetli(1) olarak ve sadece kulüpte kullanmam için bir adet pist ve bir adet dağ bisikleti vererek velodromda defalarca, kerelerce, sıkılmaksızın sınamışlardı beni.
Gururlandığımı söylemem abes sayılmamalı, bende ışık görmeseler bu kadar uğraşırlar mıydı benimle? Ancak hemen eklemem gerek ki; okula devam etme zamanları olduğu için hafta içindeki çok saatleri bana bırakmışlardı özellikle derslerime çalışmam için.
Hafta sonlarında bütünüm onlara ait gibiydi, ağabeylikleriyle eğitimime esirgemeksizin devamlı katkıda bulunmaları benim için nimetti ve belki ukalalık gibi görünebilir, ama büyüyünce(!) yani ilerleyen zamanda iyi bir sporcu olacağıma inanıyordum.
Bu arada sınıfımı geçmiş, yaz tatilini yine ağabeyler sayesinde iyi değerlendireceğime, değerIendirdiğime inanarak ve fakat hiçbir yarışa katılmaksızın tekrar kış sezonuna yönelmiştim. Biliyordum ki, hamdım, benim pişmemin henüz tamamlanmadığını düşünüyor olsa gerekti ağabeyler.
Okul başlamış, son sınıfa başlamıştım, kritik(1) bir dönemdi yaşadığım. Spor, Hüdaverdi ile bisiklet hakkımı kullanmam, dersler ve hatta evin bütçesine katkı için bulduğum işlerde çalışma zamanını yaşamaya başlamıştım.
İnsanlar her ne kadar bazı konularda, bazı şeyleri kendilerinden sakınsalar bile, ancak geleneksel ve yaşanmışlık içinde yer alan kaba bir deyimle; “Kader ağlarını örmüşse(5)” ya da bir diğer deyişle “Alnına yazılmışsa(5)” olacakların önüne geçemiyordu.
Örneğin Simay çoktan çok uzaklaşmıştı zihnimden, sanki büyüdükçe ilgimden uzaklaşmış da sonraları vazgeçmiştim gibi. Oysa yaşamım boyunca o üç tekerlekli bisikletin hüznünü ve kaprisli annesinin o yakışıksız tavrını zihnimden asla silmeyecektim, silemeyecektim değil. ![]()
Buna hayırlı bir olay sebep olmuştu demeliyim. Çünkü kirada olan evimize ev sahibimiz uçuk bir kira artırım talebiyle gelmişti. Babam; “Lanet olsun!(6)” yerine sinir yüklenişiyle “Nalet olsun!(6)” diyerek, ev kirasını peşin olarak ödediğinden gecekondu mahallesinden kendisine uzak, ancak daha ucuz kiralık bir eve taşınmamıza önayak olmuş(3) ve inanılması güç olsa da işyerine benim ikinci el Hüdaverdi’mle gider-gelir olmuştu.
Eğer Cumartesi-Pazarlar fazla mesaiye kalmazsa benim için hava hoştu. Bisiklet kullanmasını engelleyecek bir hava durumu varsa, o hava durumuna göre çok zaman yürüyerek bazen de otobüslerle gidiyordu işyerine. Çünkü dolmuş kullanma lüksünü(!) kendisi kendisine yasaklamıştı.
Bu konu vesile olmuşken ayıplarımızı da saklamamamız gerektiğini düşünüyorum; düşüp-yaralanmak-berelenmek, bisiklet omuzda bazen sekerek, bazen topallayarak olağanmış gibi eve döndüğümüz çok zamanlar oldu baba, oğul ayrı ayrı...
Ancak en enteresan, hatta bugünkü hayatımı şekillendirmeme bile sebep olan olayı anlatmadan geçmem kendime karşı haksızlık ve saygısızlık olacak gibime gelir.
Hani bir tabir vardır, önce de söylediğim gibi; “Ağzı açık ayran delisi” ya da daha önce yaşadığım zihnimde kırıntısı da olsa kalmış şekilde Simay’ın dilini çıkartarak neşelenmesi gibi.
Tam o örnek bisikletimle hakkım olan hafta sonu iki saatlik iznimi kullanıyordum, sokak aralarından caddelere, yine sokak aralıklarına doğru, bazen Hüdaverdi’nin gidonunu ellerimden azat ederek, kendi başına bırakarak.
İşte yaralanmalarımın, berelenmelerimin birinci sebebi benim ellerimi gidondan bırakmam değil(!) Hüdaverdi’nin bir başka bisikleti görüp aşka gelmesi, çapkınlığının depreşmesi(2) ve sonucunda onun da beni bırakmasıydı! Ancak anlatmak istediğim bu değil...
Pazar gününün sakinliği ile Hüdaverdi’nin cömertliğini üleşerek ehlen ve sehlen(3) hevesimi alma gayretindeydim, Sokakların kimsesizlikten usandığı bir vakitte nereden çıktığını anlayamadığım bir sokak köpeği, havlayarak üstüme doğru yönelmişti.
Eee! Yiğitliğin % 99'u kaçmak, % 1 'i hiç görünmemekti! O % 1 şansımı yitirdiğime göre kalan şansımı denemekten başka çarem yoktu. Ben pedala bastıkça, köpek de vites büyütüyordu ve o daha süratli olduğu için, “Olur böyle vakalar, köpek Soner’i yakalar!” pozisyonundaydı ve düşünüyordum ki mutlaka tadıma bakacak, ısrarından vazgeçmeyecekti!
Olmadık, bilip de o an yapmaya gayret etsem, yapamayacağım bir hareketi gerçekleştirdi Hüdaverdi, arkama dönüp kovalayan köpeğin benim mi, Hüdaverdi’nin mi tadına bakmaya niyetli olduğunu gözlemlerken gidon hâkimiyetimi yitirmiş, toparlamaya çalışırken arka tekerim, asfaltta patinaj yapan bir araç gibi ses çıkarmıştı.
O mağrur(1), sprinterliği(1) ile korku yaratan, tadıma ya da tadımıza bakma çabasındaki köpek, kuyruğunu bacakları arasına sıkıştırarak sesini çılgınca yükselterek, belki de ağlayarak, altına kaçırmak dâhil (belki) kayboluvermişti birden.
Sanırım soluk soluğa olduğunu da düşünebilirdim tıpkı benim gibi!
Bazen seyrettiğim filmlerde araçların oldukları yerde, lâstiklerinden dumanlar tüttürerek dönüşlerini merak ederdim. Peki ben şimdi, sonrasında ne işime yarayacaktıysa köpekten kurtuluşumu sağlayan bu kader oyununu nasıl öğrenebilirdim ki?
İnsanların sık sık “Havlayan köpek ısırmaz!” yanlışlığı köpeklerle karşılaşması ve tekerini kaydırarak ondan kendini kurtarması gerekmezdi ki? Hem belki o köpek sesten korkmuş olsa da diğer köpeklerin de aynı sesten ürkeceklerini düşünmek ne kadar doğru olabilirdi ki?
Gene de çalışmayı ve o hareketi yapmayı öğrenmeyi kafama koydum…
O olay sonrası evime doğru geriye dönerken genç bir kıza rastladım sırtından, hani emsalim diyebileceğim, kolunun altında kitaplan olan…
Yanından geçerken merakla yüzüne bakma mecburiyetindeydim sanki. Oysa özellikle annemle beraberken yahut da yalnız sokağa çıkarken ana tembihatlı(1) olarak başımı kaldırmazdım yukarılara. Yaşıma aldırmayan annem;
“Ya kız kardeşin olsaydı, ya bana biri senin birine baktığın gibi baksaydı, şöyle, ya da böyle!” diyerek eline geçen tüm zamanlarda kulağımı çekercesine başımın öne eğik olmasını isterdi.
Öyle ki; kendimi çok zaman gözleri ile insan yiyen yamyamlara benzetirdim (sanki, demem gerekiyor!)
Anne sözü, kesin emirdi, ay parçası gibi güzel de olsa bakmamam hele, hele ki gönlüme yerleştirmeye kalkışmamam gerekti. Ama neden? Bir anlık dalgınlığım olsa gerek(!) bu tembihat beynimden pas geçmişti.
Ben bakmıştım yüzüne, oysa o şöyle bir başını kaldırmış, sonra umursamaz bir şekilde yürümesine devam etmişti. O bir ana sığan bakış, gençlik heyecanı bana yemişti, “Bir bakış baktın…(7)” notalarında...
Ondan sonraki çok Cumartesi-Pazarlarda aynı sokaktan, yerlerden geçtim bisikletimle, aynı bakışlar için. Hani; yer yarılmış da içine girmişti! O; ya uzaydan gelip o an yeryüzünde görünüp kendi uzayına çekilmiş, ya da Tanrının izniyle beş-on dakikalığa dünyaya gelip bana görünüp tekrar kendi Melekler Dünyasına dönmüş olsa gerekti.
Saçmalamak parayla olsaydı her halde Karun olurdum ve emrimdekilere; “Bir bakışıyla beni elden ayaktan düşüreni bulup...”
Yok, böyle bir şey olmamalıydı, kendim hak edip, kendi emeğimle kazanmalıydım, kazanmak istediğimi. Beni böyle çürütecekmiş, şaşılaştıracakmış(2), kör-kütük sarhoş edecekmiş(2) gibi bırakan o hayalet olarak düşündüğümü umurumda olmaksızın, mutlaka bulacaktım.
Günler geçmeye görsün bir, durdurabilene aşk olsun. Lise son sınıfta derslerin ağırlığından dem vurmak uygun değil, ama biraz sekerek mezun olmuştum, kesinlikle bütünlemeye kalmaksızın.
Bu teklememe sebep birazcık da ağabeyler, özellikle İlkay Ağabeydi.
“Gel istikbalin için yarış!” diyorlardı, sık sık antrenman yapmamı sağlayıp, sonra da salon yarışlarına katıyorlardı beni, hani “Gazozuna” diyeceğim yarışlara. Ama o kadar gayret etmeme rağmen derecelere giremiyordum.
Ha belki iki kişi yarışsak mutlaka ikinci, üç kişi yarışsak mutlaka üçüncü olarak dereceye girerdim!
Kendime iftira edip haksızlık etmeyeyim, pardon! Başarımı inkâr etmem ayıp kaçar! Bir yarışta tüm bisikletler birbirine girmişti, malûm etkilenmemiştim, en sonlarda olduğum için.
Önümdekiyle ben kenardan sıyırttırıp önümde giden bir önümdeki sonuncunun arkasından ikinci olmayı başarmıştım, iki-üç dakikalık fark vardı aramızda, ama olsundu, ilk kez dereceye girmiştim ya, bu da bana yetmişti, ağabeyleri bilmem!
Kereler, kerelerden sonra bir dağ bisikleti yarışına katılacaktık takım olarak, söylemeye gerek yok, bir ağabey sakatlanınca hiç umut olmasa da ben katılacaktım yarışa. Kendi bisikletim yoktu, emanet bisikletim vardı, üstüme zimmetli, onunla yarışacaktım.
Bir kısım ağabeyler, arkadaşlar, bisikletlerini de yükleyerek arabalarıyla çıkmışlardı yola. Ben ve benim gibi cıbıl(1) iki arkadaş ise uçakla gidecektik oraya. Hem ilk kez dokunaklı bir yarışa katılacak, hem de ilk kez uçağa binecektim!
Bu nedenle hem telaşlı, hem meraklı, hem de endişeliydim, düşüncelerime azıcık olsa da(!) sevincimi de ekleyebilirim.
Bisikleti yanında olan, bisikletini kimseye emanet etmeyen, uçağa yüklenirken bile dikkatle takip eden tek yolcu bendim.
Anonslar…
“İyi yolculuklar!” dilekleriyle uçak pistin başına geldi, ağladı, hıçkırdı, kükredi, harekete hazır yerinde tepinen bir kısrak gibi silkelendi, sesi yükseldi, ilerlemeye başladık, muhtemelen benim duyulmayan dualarımla, hem her bakımdan...
Birden ses kesildi, daha pistin ortalarında tepinmekten vazgeçen uçak, pistin sonunda aynen benim bisikletle kayıp çıkardığım ses gibi ses çıkartarak, bir yarış otosu gibi yerinde 90o döndü ve durdu.
İniş takımlarında bir arızayı gören kaptanlar uçmayı ve bizleri tehlikeye atmayı düşünmemişlerdi.
Yeni bir uçağa aktarıldık ve yüklenen bagajlarımızın da kontrolünden sonra yaklaşık iki buçuk-üç saatlik bir gecikmeyle uçtuk ve konduk. Özel bir itina ile ilk uçağa yerleştirdiğim bisikletim yoktu!
“Öteki uçakta kalmış, yarın öğleye elinize ulaşır!” dediler.
Geçmiş ola!
Bu demekti ki, yarış benim için başlamadan bitmiş, üstelik kulübe boşu boşuna yük olmuştum, üzgündüm. Hüznümü gören İlkay Ağabey ağlamaklı halimden etkilenmişti. Anlattım yaşadığım sorunu.
“Merak üzülme! Böyle konular için tedbirliyiz, yedek bisikletlerimiz var. Onu senin altına bir şartla veririm, eğer dereceye gireceğine söz verirsen!”
“Affedersin hocam, şeyimden solusam da, terimi son damlasına kadar akıtıp mutlaka başarılı olacağım!” dedim, sarılıp elini öpmeye yöneldiğimde, çenemden başımı kaldırıp alnımdan öptü.
Bisikletimi yitirdiğimi anladığım ana kadar “Lây! Lây! Lom!(8)” olan vasıfsız, acemi işçiliğim farz olarak ya ustalık, ya da ustalık mertebesine yükselmek zorundaydı! Bu hem öyle bir zorunluluktu ki, hemen o anda “Milli bir sporcu olmayı” bile geçirmiştim, aklımdan.
“Aç tavuk kendini darın ambarında görürmüş” felsefesi...
Abiler, “Kaybettiysem, bedelini nasıl öderim!” endişesini yaşadığım bisiklet için, gönderilmemesini, kargoda muhafaza edilmesini rica ederek gereğini yapmışlardı.
Ayrıca yarışın yapılacağı yer memleketleri olduğu için, birkaç gün daha orada kalmayı yeğleyen sporcular nedeniyle arabalarda boş yer olduğunu, dönüşte beraber olabileceğimizi söyleyip tekrar teşvik etmek gereğini hissetmişlerdi…
“Başarılı oldun, oldun, arabalarımızdan biriyle geri götürürüz seni, olamadın, artık pedal çevirerek mi, ya da yayan mı gelirsin arkamızdan, tercih senin!..”
“Korkunun dağları beklediğinden” mi, “Emirin demiri kestiğinden” mi nedir, umulmadık bir başarı ile arabalarla dönmüştüm geriye…
Övünmek gibi olmasın; “Sen neymişsin be abi?” takdir cümleleri ve ufak-tefek üstündeki hediyeler, şilt(1), madalya ve bir aylık kiramız miktarı bir ödülle evime yönelmiştim. Babam izin verdiği için sevinçli, annem başarılı olduğum için neşeliydi.
Mağrur olmak yakışmazdı bana. “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!” sözünden ötürü. Ancak kadrolu ve bir kısım şeyler için devamlılık mecburiyeti olan bir sporcu olmuştum, aileme yük olmaksızın.
Bu, ne evimizi, ne de kimliğimizi değiştirme zorunluluğum olmayan bir hareketti. Önümde engel olarak gördüğüm tek unsur Üniversite Sınavlarında başarı gösterip Spor Akademisine girmekti...
Hüdaverdi’yi değiştirmek, yenilemek hiç içimden gelmemişti. O benim, ilk göz ağrımdı(3). Üstelik onu satmaz, atamazdım. Onu sarıp sarmalayarak depoya, kömürlüğe bile koyamazdım, balkonumuzda muhafaza ederdim, gibime geliyordu, hem son göz ağrım olarak da, meğerki yeni bir bisikletim olsa da...
“İnsan hafızası unutmaya mahkûmdur! (9)” denmiş, ama unutmamıştım, o beni bir bakışıyla deli-divaneye çevireni(2).
Hüdaverdi ile baygın, dalgın, şaşkın bir şekilde dolaşırken rastladım tekrar ona. Köpeğin korkusu ile sehven başardığımı, ilgisini çekmek için tam yanından geçerken yapmayı denedim, yaptım da, o sesi çıkararak, ancak ilgisini çekerek değil, korkmasına neden olarak.
Kitapları dağılmış, o kaldırım kenarına çökmüş, başparmağı ile damağını kaldırdıktan sonra ağlamaya başlamıştı. Kitaplarını toplamaya çalışırken bir taraftan da söz yetiştirmeye çalışıyordum.
“Bağışlayın lütfen! Sadece ilginizi çekmeye çalışmıştım. Korkutup, üzüp ağlamanıza neden olduğum için üzgünüm, lütfen affedin!”
Kitaplarını toplarken en ilgisiz, en mantıksız, en meraksız bir insanın bile dikkat etmesi gereken bir şeyi budalaca aklıma getirememiştim ilgimi çektiğini bilmeme rağmen. Aptal bir âşık gibi kitaplardan, defterlerden adını, okulunu öğrenmeme başarısını hakkıyla yerine getirmiştim!
Gözlerini silme gayreti ile yumruk yaptığında, tek kelime döküldü dudaklarından;
“Terbiyesiz!”
Öyle güzel deniz mavisi gözlere, çiy(1) damlaları gibi gözyaşları bu kadar mı yakışırdı? “Terbiyesiz!” demiş olsa da o dudaklara(10) o gamzeler(1) o kadar mı güzellik katardı?
Hüdaverdi’yi onu korkuttuğum kaldırıma yan yatırdım ve peşi sıra yürüme gayretini yaşarken, bile bile, hem isteyerek yalvarma moduna geçtim;
“Yalvarırım bağışla, ben ettim, sen etme! Özür...”
Sözümü tamamlamama imkân vermedi, yine yüzüme bakmaksızın, bu kez daha sitemli bir şekilde dişlerini gıcırdatarak söylendi;
“Ahlâksız!”
“Peşinden koşturma beni, lütfen. Bir kere yüzüme bak ve sonra ne söyleyeceksen söyle, başımı eğeyim!”
“Edepsiz ukala!”
“Tamam, ‘Terbiyesiz’ adım, ‘Ahlâksız’ soyadım, ‘Edepsiz ukala...’ İşte ona yer bulamadım!”
Yine başını çevirmeksizin söylendi;
“O da unvanınız olsun bari. Evime yaklaştık, biraz da olsa insanlığınız, insafınız varsa ayrılın peşimden! Madem ilgimi çekmek istemişsiniz, o halde bana mahallemden, sokağımdan söz gelmesini ister misiniz? İstemezsiniz sanırım, ummak istiyorum.”
Söylenecek, cevaplanacak tek bir söz vardı, beni görmemek, bana bakmamak için direnen genç kıza karşı;
“Peki, hemen!”
Gittiği yönü çizmiştim sadece beynime. Aldığım terbiye, verdiğim sözü tutmamı gerektiriyordu, Hüdaverdi’ye yönelirken.
Hüdaverdi yoktu yerinde. Hırsız ben deli dolu yaşam biçimini solumağa çalışırken bisikletimi çalmıştı, tıpkı adını bile bilmediğim genç kızın benim kalbimi çalıp, beni kalpsiz bıraktığı gibi ve ben eve süklüm-püklüm(4), ben başıma dönmüştüm, nedenini asla kimselere anlatamayacak bir şekilde.
Annem; “Canın sağ olsun oğul!” Babam; “Tabanvaya(1) binersin artık, tabanlarına kuvvet!” demişti.
Aklım da bende değildi. Hüdaverdi’yi yitirdiğim yeri, onu kaybettiğim yeri şöyle-böyle hatırlıyordum, yani hatırlıyordum sadece. Okula gider gibi yapıp sabahın erken vakitlerinde kenarlarda, köşelerde(11), kaldırımlarda, banketlerde, sokaklarda aramaya başladım…
Hüdaverdi’yi değil, korkuttuğum, ismini bile bilmediğim genç kızı...
Herkes sabah telaşı içindeydi, sadece arayış dolu bakışlarımı fark eden, pencere pervazındaki önce çiçekleri sulama gayretinde olan, sonra bir şeyleri silkeleme amacıyla başını uzatan, gözlerimizin çakıştığı teyze, beklediğini hissetmem için yerinde beklemişti. Seslendi;
“Birine mi baktın, birini mi arıyorsun oğul?”
“Bir arkadaşımı arıyordum, evini unutmuşum, belki rastlarım diye onun için bakınıyordum!”
“Oğlan mı, kız mı?”
“Şey...”
“Anlaşıldı, kız! Senin emsal mi?”
“Aşağı-yukarı...”
“Adı ne o kızın?”
“Söylemesem olmaz mı?” Bilmiyorum yerine, en geçerli yalan olsa gerekti.
“Te! 22 numarada bir kız var; adı Hilye, ama o olamaz daha yeni nişanlandı.”
Bir gazetenin ilân sayfası, ya da Mahalle Muhtarı gibiydi teyze, maşallahı vardı.
“Berideki 11 numaradaki Müzeyyen Öğretmen de olamaz, o hem senden büyük, hem de evli-barklı, çoluklu-çocuklu...”
“5 numara? I-ıh! 6 numara? Hayır! Başka, Başka?”
"Başka aklıma gelmiyor oğul, bir de benim küçük kızım var; Sonay. O da arkadaşın olamaz, çünkü ağabeyi İlkay’ın korkusuna başı yerde gider-gelir okuluna, hem senin akranın değil, senden de epeyi küçük. O arkadaşının bu sokakta oturduğuna emin misin oğlum?”
“Herhalde sokağı şaşırmış olmalıyım teyze!” derken yalanımı saklama gayretimin Muhtar Teyzenin(!) gözlerinden kaçmayacağı aklımın ucundan bile geçmezdi. Hani bir söz vardı, “Senin yürümeye çalıştığın yollardan biz çoktan geçtik!(12)” der gibi.
Aslında İlkay ismi yabancım değildi, kulüpteki İlkay Ağabeyden dolayı, eğer aklıma gelen, yani Sonay onun kardeşiyse ki, böyle bir şey olacağı aklımdan geçmemesine rağmen tereddüt ve endişelerimi yok etmem mümkün değildi, o zaman yandı gülüm keten helva, demek çaresizliğinin daniskasını(3) yaşayacağım demekti.
Nankör bir kedi gibi gözlerimi yumarak, bir sokak köpeği gibi kuyruğumu bacaklarımın arasına sıkıştırarak değil, üniversite sınavları için ön çalışma olarak koltuğumun altına sıkıştırdığım kitaplarla belki hocalardan bir-ikisine rastlarım diye okula yöneldim.
Maksadım hayır dualarını almak değil, yokluk nedeniyle herhangi bir dershaneye gidemediğim için aktarabilecekleri bilgilerden nasiplenmek(2) idi.
Buna bir başka neden belki aradığımı bulmak için aynı sokakta sık sık gezinirken Muhtar Teyzenin dikkatini çekmemek idi. Uygun değildi zihnine kazıdığını sandığım görüntümü silmem, çünkü tek bir yalanımla tüm kapıları kapattığım düşüncesindeydim.
Hafta sonunda Hüdaverdi artık olmadığından program harici hamlığımı gidermek için kulübe gittim. İlkay Ağabey hayretle baktı yüzüme. İlkay isminin yabancı olmaması yüzüme sanki manalı manalı gibi bakışı beni tedirgin etmiş(2) olsa da, söylemem gerekeni söylemeliyim diye düşündüm;
“Bisikletimi çaldırdım. Bu nedenle formumu yitirmemek için antrenman yapmaya geldim!”
Antrenman yapmaya gelmeme memnun mu olmuştu, yoksa bisikletimi yitirdiğime üzülmüş müydü de, bana mı öyle gelmişti, bilmediğim, hatırlayamadığım bir şeyler mi vardı çözümlemem mümkün olmayacak?
Antrenman sonrası, duşumu alıp gitmek üzereyken İlkay Ağabey;
“Biraz bekle, beraber çıkalım. Bizim tavan arasında benim eski bisikletlerden vardı, çürümemiş, kullanılabilir durumda ise, sağına soluna bakar, tamamlarsın, her ne kadar senin Hüdaverdi’nin yerini tutmazsa da ayaklarını yerden keser, idare edersin hiç olmazsa. Gene de istediğin zaman antrenmana gelebilirsin.”
İlkay Ağabeye Hüdaverdi’yi ne zaman ve nasıl anlattığımı hatırlayamadım, soramazdım da, üstelik beni şoke edecek(2) bir gerçekle karşılaşacağım aklımın ucundan bile geçmezdi.
Eve ulaştık!
İlkay Ağabey Muhtar Teyzenin oğlu idi, korktuğum başıma gelmişti, “Bu kadar tesadüf bir arada olmaz!” diyebileceğim bir şekilde.
Ve muhtemeldir ki (asla çok konuşkan, dedikoducu, lâfazan(1) demek anlamını vermek istediğim, anlaşılmasın) birkaç gün evvel yaşadıklarını çocuklarına anlatmış olsa gerekti.
Ki, şimdi biz bize, göz göze karşılaşınca mutlaka derin bir iç çekişle “Hı?!” diye sorgu, sitem yüklü bir sesleniş olacaktı dudaklarında.
Olmadı ama. Muhtar Teyze yani Pelin Anne misafirliğe gitmişti. “Yolcudur Abbas, sağa sola bakmaz!” teranesiyle bisikletlerin iskelet mi, sadece gövde ve lâstikler mi, her neyse onları alıp hemen araziye uymam(2) gerekiyordu.
İlkay Ağabey merdiven üstünden örümcek ağları ile bezenmiş, tozlu bisiklet parçalarını indirirken, dış kapıda dönen anahtar sesi, mahcubiyetimin ufkumu karartması(2) gibiydi.
“Hah! Sonay! Kız kardeşim geldi!” dedi İlkay Ağabey.
O; o idi! Beni görünce gözleri hayretle açılan. İlkay Ağabeye sırtımı dönüp elimi dudağıma götürüp “Sus!” ve iki elimi birleştirerek “Ne olur?” işareti yaptığımda Ağabey üstündeki tozları silkelemeye çalışıyor, bir taraftan da konuşuyordu;
“Siz zaten tanışıyorsunuz herhalde! Sonay’ı kulüpte görmüş olmalısın. Ayrıca o derece aldığın yarışta da taraftarın olduğunu öğrenmişsindir mutlaka!”
Sonay’ın başı önüne eğikti, bir ara kaldırdı başını, sadece gülümsedim, karşısındakine ıstırap çektirmekten zevk aldığına inandığım sadist kıza. İlkay Ağabey;
“Başka verebileceğim bir şey kalmadı!” deyince; tüm bisiklet artıklarını ceplerime, koynuma doldurup, gövdeleri iki omzuma asıp, lâstikleri ellerime aldığımda İlkay Ağabeyin;
“Kalaydın, birer çay içeydik!” sözlerine teşekkür ederek kapı dışına yöneldiğimde Sonay da peşimde gibiydi, fısıldadım;
“Yarın, aynı yer, aynı saat?”
Aynı sessizlikle cevapladı, ekleriyle;
“Avucunu yala! Keşke ilk karşılaştığın andan sonra melankoliye(13) kapılmayıp başını kaldırabilseydin...”
Cümlesini acaba “İlgilendiğinin de seninle ilgilendiğini fark ederdin!” diye mi tamamlayacaktı acaba? İçimden geçen tamamlayıcı cümle bu idi, eğer İlkay Ağabey;
“Sonay! Leş gibiyim kapıyı açarsan banyoya yöneleyim!” demeseydi. Hem İlkay Ağabeyin tebessümünü de hissetmem mümkün değildi, arkamda gözlerim yoktu ki!
Tüm öğleden sonra, düşüncelerimi beynimden kovmak için parama kıyarak, annemden borç alarak, gerekli parçaları alıp, verilenleri yıkayıp yağlayarak İlkay Ağabey sayesinde iki ayrı bisiklete sahip oldum. “Hüdaverdi 2” benim, “Hüdaverdi 3” ise babamındı.
“Avucunu yala!” demesine rağmen insan umutsuz olursa, nasıl yaşardı ki? Umut biterse yaşam biterdi zaten! Ya bisiklet hayatım bitecekti, ya ömrümü sevgi yoksulluğuyla, ya da sevdiğime tüm söylemek istediklerimi söyleyip ona kavuşmakla ve gerçekten yaşayacaktım.
Bunun için tüm gereklilik, Hüdaverdi 2, tekerimi kaydırıp ilgisini çekmeğe çalıştığım yer ve o saatte elimdeki çiçeklerle onu beklemek, unut etmekti...
Gözlerime inanamadım önce. Pelin Anne, İlkay Ağabey ve o aynı anda karşımda idiler, ben onu beklerken. Ben dut yemiş bülbül, ya da ağzı açık ayran delisi gibi onlara bakarken;
“Çiçeği gönlünü verdiğine verebilirsin arkadaşım, biz evimizde aile olarak her şeyi biz bize konuşuruz. Sonay seni biliyor, sen Sonay’ı fark etmiyordun. Annemin de, benim de dikkatlerimizden kaçmadı varlığın, sen bizi bilmezken biz seni biliyorduk…
Üstelik senin hakkında bilmediğimizi sandığın çok şeyi bilerek...
O muhteşem fren bizi anında sana yönlendirdi. Şimdi mademki birbirinizi biliyor, tanıyor ve istiyorsunuz, o halde vakit şimdi bizim eve gelip çay içerek bu anı kutlamak!..
Sonrasında aynı tezahüratı ailelerce hep beraber tekrarlarız. Tek dileğimiz, üniversiteyi bitirinceye kadar sabırlı olmanız...”
Biraz duraklar gibi oldu İlkay ağabey, bizlerin başlarının eğikliğinde ve sonra sanki hatırlamışçasına;
“Bakarsınız sizin mutluluğunuz benim de gönlümün sultanına(3) erişmeme neden olabilir. Hemen ekleyeyim ki, iyi bir gözlemci olan ve değişiklikleri anında ‘Şıp!’ diye bilen(2) ve gerçekleşmesi için çaba gösteren annem de, sizler de bana yardımcı olursunuz…”
Sonrası...
İlkay Ağabey annesinin desteği ile güzel bir evlilik yaptı ve gecikme telâşı ile hemen bir, arkasından bir bebeği daha oldu, biz evlenmeden, daha doğrusu bizim üniversiteyi bitirip evlenmemize izin verilinceye kadar.
Biz üniversiteyi bitirdik ve evlendik, Pelin anne yaşarken.
Bizim kızımızı da gördükten sonra, Kur’an’daki “Her canlı ölümü tadacaktır!(14)” ayeti gereği Pelin Anneyi yitirdik.
Kızımıza İlknur adım koyduk, ikincisine de Tanrı nasip ederse eğer, kız oğlan fark etmeksizin Sonnur adım koymayı ahdetti(2) Sonay, tıpkı bebeğimizin dayısı ve kendisinin isminin şekillendiği gibi.
Yaşananların tümü yaşamın tüm gereklilikleri birçok eksiğinin olduğuna inandığım bizim hikâyemizin günbegün eksiklerini aralara çıkmalar yaparak eklemeye çalışacağım. Kim bilir uzar, belki roman bile olur yaşadığımız, yaşayacaklarımız.
Kimin yaşamı roman değildir ki zaten? Ancak bizim yaşamımız gerçekten küçücük bir hikâye, sayfalara sığacak kadar küçük, ama aşk varlığı ile dünyalara sığmayacak kadar büyük…
Son bir söz (daha) yaşamımızla ilgili farklı olan bazı şeyleri hatırladıkça herkesler gibi birbirimize, daha doğrusu ben eşime; “Aşkım, hayatım, bir tanem, gönlümün sultanı, içişleri bakanım” yerine; “Sadist” diyordum, biz bizeyken, o da aynen yanıtlıyordu beni; “Gafil!(1)” diyerek…
YAZANIN NOTLARI:
(*) Hüdaverdi; Allah verdi. Çocuk özlemi çeken ailelerin genellikle ilk çocuklarına verdikleri ad.
Hilye; Genellikle kız çocuklarına takılan bir isim olup; “Süs, ziynet, kolye ve ayrıca yaratılış, sûret ve güzel vasıflar, sıfatlar” anlamlarını da taşır. Bir yazı stili olarak da belirtilen bu isim Peygamberimizin vasıflarını belirten, anlatan eserler anlamında da kullanılmaktadır.
(*) Bisikletle ilgili bilgiler dağarcığımdan, bu sporu yapmış genç bir arkadaşımdan öğrendiklerim ve internet sahasından aktarabildiklerimdir.
(1) Cıbıl, Cıbır; Gerçekçi bir deyişle, yöresel şive olarak; Cıbır. Orhan Veli KANIK’ın “Cep delik, cepken delik…” tarifine uygun geçim darlığı, yokluk çeken, züğürt, yoksul, zayıf, cılız, işsiz, güçsüz, terbiyesiz, şımarık. Eskiden kullanılan başka anlamları da vardır.
Çağıl; Taşlarla örülmüş duvar, sınır. Harç veya çamur kullanmadan örülmüş duvar. Küçük taş, iri taş, çakıl yığını. Olmamış meyve. O çağda yaşayan.
Çiy; Şebnem. Havada buğu durumundayken, akşamın, gecenin serinliğiyle yere inen ya da bitki yaprakları üzerinde toplanan su damlacıkları.
Dimağ; Beyin. Bilinç. Zihin. Kafatasının üst bölümünde, beyin zarı ile örtülü, iki yarım yuvar biçiminde sinir kütlesinden oluşan, duyum ve bilinç merkezlerinin bulunduğu organ.
Doyumsuzluk; Var olanla, eldekiyle yetinmeme, her zaman daha çoğunu isteme.
Efor; Bedensel, ya da zihinsel güç, çaba, emek.
Gafil; Aymaz. Çevresinde olup bitenlerin, olayların ayırımına varamayan, gerçekleri göremeyen, sezemeyen. Habersiz ve hazırlıksız olduğu, beklenmediği sırada istemediği bir duruma düşen. Geleceğini, ilerisini düşünmeyen.
Gamze; Bazı insanların çenelerinde, yanaklarında doğal olarak bulunan özellikle güldüklerinde daha iyi görülen çukur. Süzgün ve yan bakış. Göz süzme.
Gün-be-gün (Günbegün); Günden güne.
Gündelik; Her gün olan, her günkü, günlük. Her gün yayımlanan, her gün çıkan. Günlük ev işlerine gitme, ev işlerinde ev kadınına bir gün için yardımcı olma (Daha ziyade gündelikçi olarak kullanılır. Öyküdeki anlamı).
Haset; Çekememezlik, kıskançlık. Bir kimsenin sahip olduğu mevki, şan, şöhret, sıhhat gibi manevi, mal-mülk gibi maddi nimetlerini çekememek, bunlardan rahatsız olmak, sahip olanın bunlara malik olmamasını arzulamak, dilemek, istemek.
İşlev; Fonksiyon. Bir nesnenin gördüğü iş, nesnenin iş görme kabiliyeti, görev.
Kask; Başı yaralanmalara karşı koruyan başlık. Genellikle sert bir yüzey malzemesi ile iç kısmında yer alan, darbe alıcı daha yumuşak malzemelerden üretilen koruyucu bir şapka olup, çeşitleri vardır.
Kıstas; Ölçüt, kriter. Bir şeyi, bir testi, bir etkinliği, nesneyi değerlendirirken başvurulan ölçü ya da kural.
Kompetan; Uzman, yetkili, yetkin.
Kriter; Ölçüt, kıstas. Bir şeyi, bir testi, bir etkinliği, nesneyi değerlendirirken başvurulan ölçü ya da kural.
Kritik; Çok tehlikeli, kaygı veren, bunalımlı. Eleştiri.
Kros; Kırlarda ve ormanlarda hendeklerden, yükseltilerden, çukurlardan, akarsulardan geçerek doğada ve arazide yapılan koşu. Doğa ve arazi koşullarında yapılan spor.
Lâfazan; Geveze. Çok konuşan. Çenesi düşük. Lâfçı. Lâkırdıcı. Zevzek, çaçaron, boşboğaz, sır saklamaktan aciz.
Mağrur; Kendisini önemseyen, kendini beğenmiş, kendine çok güvenen, büyüklenen, böbürlenen, kurumlu, kibirli, büyüklenme belirtisi olan, gururlu, gurur belirten.
Minval; Biçim, usul, yol, tarz.
Özenç; İstek, imrenme.
Sprinter; Kısa mesafe koşucusu, yarışçı, sürat koşucu. Atletizmde 60, 100, 200, 400 metre koşularına katılan atlet.
Şilt; Üzerine genellikle bir kurum veya kuruluşun adı, işareti kazılmış olan ve armağan olarak bir kimse ya da takıma verilen levha.
Tabanvay (la Gitmek); (Bir yere) Yürüyerek (Gitmek).
Tembihat; Tembihler. Uyarılar. Bir şeyin belli bir biçim, yol ya da şekilde yapılmasını söyleme, bunu üstüne basa basa hatırlatma, mecbur etme, uyarma, uyarı, uyarım.
Velodrom; Pist bisikleti yarışlarının yapıldığı spor tesisi. Olimpik bisiklet branşlarından biri olan pist bisikletinde değişik mesafe ve tarzlarda yarışlar yapılmaktadır.
Zimmetli; Bir görevlinin yükümlülüğü ile ilgili belirli bir süre için kendisine tanınan hak (Zimmet; Üstünde olan şey. Kurum ve kuruluşlarda çalışanlara veya para işleri ile uğraşan görevliye imza karşılığı teslim edilen para ya da eşya. Kişinin yasal olmayan yollardan üzerine geçirip ödemeye mecbur olduğu para).
(2) Ahdetmek; Bir işi ne olursa olsun yapmak için kendine söz vermek.
Araziye Uymak; Arazi olmak. Kendini belli etmeyecek şekilde kaybolmak. Topluluğa, ortama, çevreye uymak.
Çağ Atlamak; Bir toplum veya ülke için köklü bir dönüşüm geçirmek, çağın önüne geçmek.
Çapkınlığı Depreşmek; Hovardalık Yapma için istek duymak, kendini bu konuda göstermeye çalışmak; Geçici aşklar yaşamaya yeltenmeye çalışmak, çapkınlık arzusunu belli etmek. Zevkleri için para harcama görüntüsü vermek.
Deli Divaneye Çevirmek; Çılgınlaştırmak, kişiyi aşırı derecede delirecek hale sokmak. Zapt edilmesi güç bir duruma getirmek.
Katmerleşmek; Kat kat olmak, katmerli duruma gelmek, katmerlenmek, Sorunların üst üste gelmesi.
Kıt Kanaat Geçinmek; Yokluk içinde ve güçlükle yaşamaya çalışmak.
Körkütük Sarhoş Olmak; Kendini bilemeyecek kadar sarhoş olmak.
Kulağını Çekmek; Hata yapan bir kişiyi olumsuz hareket ve davranışının, yaptıklarının doğru olmadığını belirtmek amacıyla verilen küçük bir ceza. Ceza anlamında uyarmak, öğüt vermek.
Nasiplenmek; Birinin payına, hissesine düşeni elde edebilmesi. Sahiplenmek. Kısmet, talih, baht, günlük kazanç elde etmek, yararlanmak.
Önayak Olmak; Diğerlerine örnek olmak üzere bir işe ilk önce başlamak.
Özenerek Bakmak; Bir şeyi yapmak, elde etmek, sahiplenmek için kıskanma dışında bakmak.
Salınıp Sallanmak; Yürürken uygun hareketlerle, hafifçe bir sağa bir sola eğilmek.
Şaşılaştırmak; Şaşı duruma getirmek, merak ve endişe içinde gözleri şaşı hale gelmek, şaşı olmak.
Şıp Diye Bilmek; Ansızın, beklenmeyen bir anda, olanı bitenin ne olduğunu fark edip bilmek.
Şoke Etmek; Şaşırtmak, şaşakalmasına, şaşkınlaşmasına neden olmak.
Takviye Yapmak (Etmek); Desteklemek. Güçlendirmek. Pekiştirmek. Sağlamlaştırmak.
Tedirgin Etmek; Rahatını, huzurunu kaçırmak, bizar etmek.
Ufku Karartmak (Daraltmak); İleriyi görememek, bakış açısı kısıtlı olmak. Hevessiz, gelecek için karamsar olmak.
(3) Ağzı Açık Ayran Delisi; Yeni gördüğü her şeye alık alık, aptal aptal, yeniymiş gibi bakan, anlamsız bir hayranlıkla seyredip şaşıran, basit şeyleri bile aval aval izleyen, amaçsız, serseri bir şekilde, ne yaptığı belli olmaz bir şekilde dolaşan, çevreye aptalca ve hayranlıkla ve merak ederek bakan kişinin tarifi.
Belagate Sandığı; Daha çok Belâgade, Belegade Sandığı şekillerinde Osmanlının ilk kurulduğu ya da hüküm sürdüğü yörelerde (Bilecik ve ilçesi Söğüt, Bursa ve ilçesi İnegöl dolaylarında) kullanılan bir sözdür. Yedek akçaların, kıymetli evrakın, belgelerin ve anıların saklandığı yer anlamında kullanılmakta, ayrıca “Ölümlük-Dirimlik” ya da “Kefen Parası” denilen tasarrufların saklandığı kavanoz, kutu ya da sandık olarak söylenen yerel bir deyiş.
Çaresizliğin Daniskası; Çaresizlikte daha kötüsü olamaz durumda olmak.
Duygu Sömürüsü; Karşısındaki kişinin kendisine acımasını ve istediğini yapmasını sağlamak amacıyla sergilenen durum, ya da davranışlar. Birinin zayıf duygularından yararlanmak ya da ondan çıkar sağlamak. Merhamet dilenciliği.
Ehlen Ve Sehlen; Arapçada “Hoş geldiniz, merhaba!” anlamında olmakla beraber Türkçemizde “Yavaş-yavaş, ıngıdık-ıngıdık, dinlene-dinlene” gibi anlamlarda kullanılan bir deyim.
Engin Hoşgörü; Affetme, kolaylaştırma, ayıp ve kusurları örtme, başkalarının düşünce ve davranışlarına sınırsız bir anlayış gösterme. Anlayışlı olma. İstenilen veya söylenilen bir şeyi olağanüstü bir davranış ve şekille hoşgörüyle karşılama. İstenilen bir şeyi veya söylenilen bir sözü amaç düşünmeksizin hoşgörüyle karşılama.
Gönlünün Sultanı; Sevdiği, âşık olduğu, ya da âşık olacağının simgesel ismi, görüntüsü.
İlk Göz Ağrısı; Herhangi bir şeyin ilk olması anlamını taşır. Kişinin ilk arabası ilk göz ağrısı olabilir. Ancak genel anlamda, ilk gönül yakınlığı duyulan, ilk yapılan ve ilk elde edilen şey, ilk yan yana gelinen, ilk doğan çocuk, ilk sevgili ya da ilk olan ne ise o demek İlk sevilen, ilk âşık olunan kişi. Bu sözlerle yapılmış film, tiyatro eseri, dizi, şarkı, şiir ve sözler çok miktardadır.
Kontenjan Hakkı; Bir yararlanma ya da yükümlülük işinde, o işin kapsamına girenlerin sahip oldukları haklar. Bir kimsenin ya da bir kuruluşun seçip almakta kullanabileceği, yararlanabileceği birim olarak sayılar ya da miktarlar.
Ölümlük-Dirimlik; Ölmeden önce ihtiyat olarak, ya da ölüm döşeğinde ağır hasta yatarken kefen parası gibi, kimseye muhtaç olmamak için elde tutulan para, ziynet, mal ya da herhangi bir şey.
Slayt Projeksiyon; Slayt Projektör, Saydam Resim Göstericisi de denmekte. Harici kaynaktan (bilgisayar vb. gibi) alınan saydam resimleri sinyaller aracılığıyla perdeye yansıtmakta kullanılan gösterici çeşidi.
Süklüm Püklüm; Suç işlemiş gibi utanç veya korku içinde büzülmüş olarak.
Takip Mesafesi; İki araç arasındaki hızın metre olarak yarısı kadar olması gereken mesafe.
(5) Kaderin Önüne Geçilmez (Kader Ağlarını Örer); İnsanların bazı şeylerin olmaması için tedbir almaları doğaldır. Ancak alınan tedbire karşın Tanrı olması gerekeni gerçekleştirecekse gerçekleştiriyor mutlaka. Örneğin; belki öykü, belki masal, uçağın düşeceğini rüyasında gören biri uçak biletini iptal ettiriyor, ancak uçağın düştüğü vakitte kendisi de kalp krizi geçirip ölüyor. Kader ağlarını örmüşse, kaderin değişmesinin, kaderin önüne geçilemediğinin ifadesidir yaşanan.
Alnına Yazılmak; Bir olayın başına gelmesini Allah’ın buyurmuş olduğuna inanmak.
(6) Lânet olsun; (Yöresel olarak; Nâlet olsun!) “Tanrının sevgisinden yoksun kalsın!” anlamında ilenme sözü.
(7) Bağdat Yolu diye ünlenen, “Bir bakış baktın, kalbimi yaktın” şeklinde başlayan “Sen bir şahinsin, ben garip serçe” nakaratıyla gönüllere yerleşen Rast Makamındaki Türk Sanat Müziği eserinin Beste ve Güftesi; Cevat ÜLTANIR’a aittir.
(8) Lây-Lây-Lôm; Önemli olayları önemsemeyen, umursamayan, dünyadan haberi olmayan, sorunlarla ilgilenmeyen, gamsız tasasız insan tipi.
(9) Hafıza-i Beşer Nisyan İle Maluldür; Türk Atasözü olup; insan hafızası unutur, ya da hafızamızın eksikliği unutkanlığı doğurur, unutkanlık bir insanlık gereğidir, gibi anlamları vardır. Bir de; insanın özellikle kötü anları, kötü anıları unutması gerekliliğini belirtir şekilde kullanılmaktadır. (Türk Dil Kurumunun Türkçe Sözlük adlı eserinde Atasözü; “Uzun deneme ve gözlemlere dayanılarak kısaca söylenmiş ve halka mal olmuş öğüt, darbımesel!” olarak tarif edilmiştir.)
(10) O dudaklar yine, yaz geldi de bülbülleşiyor… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Mustafa Nafiz IRMAK’a (Bazı kaynaklarca Vecdi BİNGÖL’e ait olduğu belirtilmekte) Bestesi; Sadettin KAYNAK’a ait olup eser; Rast Makamındadır. Bence en güzel bölümü; “Ah gülüyorsun sana bülbül bakarak imreniyor…” benzetmesi olsa gerek. Ve kanımca bu şarkıyı da en iyi seslendiren sanatkârlar başlangıçta Hamiyet YÜCESES ve sonra Merve ALVER daha sonra da Umut AKYÜREK’tir.
(11) Ömrümce hep adım adım, her yerde seni aradım, ben kalbimden başka yerde seni bulamadım… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Mehmet ERBULAN’a, Bestesi; İrfan ÖZBAKIR’a ait olup eser Rast Makamındadır. Eserin bir bölümünde (üçüncü mısrada) “Kenarlarda, köşelerde, kadehlerde, şişelerde” diye başlayan dizeler vardır.
(12) Senin gittiğin yollardan, ben dönüyordum; “Senden daha bilgili ve ayrıcalıklıyım” anlamında bir söz. (Benzeri; “Senin bildiğin kadar, benim unutmuşluğum var! Sen kısa donla gezerken…”)
(13) Melânkoli; Karasevda, kara duygu. Ruhsal bir hastalık. Ruhsal ve bedensel kimi duygularda yavaşlama, işinde başarısızlık. Psikolojik depresyon denilen akıl hastalığı yanında bir kısım fizyolojik hata ve rahatsızlıklar. İrsiyet önemlidir. Belirtileri; hassaslaşma, çabuk duygulanma, durup dururken ağlama, heyecanlanma, sinirlenme, endişelenme, güvensizlik. Ortada hiçbir sebep yokken, durduk yerde üzülmek, hatta ağlamak. Bir yandan yalnızlığı seçmek, diğer yandan insanlarla beraber olamayışının hüznünü yaşamak... Toplumlaşmaktan bir yere, bir kimseye bağlı olmaktan korkmak. Hüzünlü bir şarkı duyduğunda hiçbir yaşanmışlığı olmamasına rağmen acı çekmek. Güzel bir anı hep hatırında tutmak...
(14) Kur’an, Âl-i İmran Suresi, 185. Ayeti, Ankebut Suresi. 57. Ayeti, Enbiya Suresi. 35. Ayeti; “Her canlı ölümü tadacaktır.” Küllü nefsin zâlikâtül mevt olarak Kur’an’da üç yerde geçen ayetin tefsiri; “Her canlı ölümü tadacaktır! Sonra bize döndürüleceksiniz”