Hayatta her şey olacağına varır, kim demişse. Cihar atıp şeş oynaman(1), katakulli yapıp yön değiştirmen(1), sağ gösterip sol vurman(1) asla önemli değildir. Buna "Kader(2)” ismi verir at gözlüğü takanlar(1) ve çevrelerine öyle bakanlar.

Hani neredeyse bırak Boğazları vapurla geçmek, okyanusu bile yüzerek geçeceğini sanır bu görünümdeki insanlar…

Şöyle bir benzetme yapmak daha uygun olur gibime gelir; dumanla işaretleşerek, ya da bağırarak haberleşmek; telefon ya da çağdaş uygarlığın getirdiği diğer yeniliklerle haberleşmeye göre memnudur(2), günahtır, haramdır.

Çok mu sert oldu, o halde değiştireyim hemen; “Ne lüzumu var?” şeklinde safsatalarla(2), dar görüşlerle geçmişten medet umup(1), bugünü ve geleceği, hatta cumhuriyeti, demokrasiyi bile inkâr revaçtadır(2) bu gibiler için...

Be kardeşlerim, camiden ezan hoparlörle duyurulur, ayaklarının gücü yetmeyecektir asansöre binersin, lâvaboda bile cep telefonuyla arayanlarla haberleşirsin, kağnı, eşek, at, deve yoktur, otobüse zamanın kısıtlıdır uçağa binersin. Teknolojiyi inkâr etmek, dünü özlemek niyedir?

Bilmez, bilmediğini de yanına kâr sayar ve bu dar kafalı(3), mankafalıları(2) aydınlatmayı istemek, bazı şeyleri izah ederek bilgilendirmeye çalışmak en zor konulardan biridir, hatta deveye hendek atlatmaktan(1) bile zor...

“Bu bir lisan-ı hafidir…(4) demiş şair. Yeniliklere karşı, tamamen zıt, bağnaz(2), dini dar(3), dar-kıt beyinli(3), dünya görüşü olmayan, üstelik çevresi kendiyle kaplı insanlarla doludur bu gibilerin. Herhangi bir konuda; ister sınamak için, ister gerçekten öğrenmek için;

“Neden?” dersin. “Güzele bakmanın” değil, “Güzel bakmanın sevap olduğunu” bilirsin her nerede yazılıysa, ama recmi(5) anlatamazlar, kadının şahitliği(6), mirastan alacağı(6) pay hakkında Kur’an’da yazılı hükümler için verecekleri cevap için makul ve mantıklı(3), dini herhangi bir gerçek yoktur, anında.

“Şey!” derler, “Bir inceleyelim, sonra anlatalım!” diye eklerler, ama cevap çıkmaz, üstünkörü bile olsa, her karşılaştığınızda manalı bir şekilde yüzlerine bakmanıza rağmen.

Suskunluk egemendir dillerine, her nedense? Felsefesini, gerekçesini tam anlamıyla bilememekten dolayıdır sanırım suskunlukları. Oysa “Saat kaç?” dersin, “Üç!” denir örneğin. Gerçek bu kadar bilgi alanlarındadır insanların...

Kendi yaşam biçimini kabul edip de bu yaşam biçimi dışına çıkmak için hiç niyetleri olmayan bu tip insanlara “Aç mısın?” diye sorduğunda; “Eh!” denildiğinde, ne denmek istediğini anlayamazsın, aç mıdır, tok mudur, yarı aç, yarı tok mudur, “Evet mi? Hayır mı?” yaratamazsın zihninde bir şeyleri...

Ya da şöyle söylemeye çalışayım; “İyi misin?” diye sorduğunuzda; “Önce bana bu imkânı verdiğiniz için...” diye, ya da “Sabah kalktığımda şöyle şöyle...” diye başlanan bir cümle mutlaka, mutlaka ve mutlaka gelecek yanlışlıkların, yanlışların ve yalanların işareti olacaktır. Kanaatim bu, bilinmeli demek boş bir çabam gibi görünebilir...

İşte bu söylediklerime emsal;

“Gerçekten seviyor musun beni?" dedim, beni sevdiğinden, bana kul köle olduğundan yüzde bin(!) emin olduğum karşımdakine.

“Gerekli mi bu soruyu sorman?” dedi karşımdaki.

Konuyu anladığımı zannettim, mademki istediğim cevabı anında vermemişti, sevgi değil, rahat bir istikbaldi düşüncesi, ne de olsa varlıklı ve zengin bir ailenin çocuğuydum ya, bilinen, haksızlık ettiğimi bile bile…

Saklamam gereksiz, Nevay ilgimi olağandan fazla çeken, gösterişli, güzel ve iyi bir kızdı. Saklamadığı tatar(2) kökenli olmasının en güzel örneklerinden biriydi. Çekik gözleri(3), dolikosefal(2) kafa yapısı, yatık durmamakta direnen gür siyah saçları, nasırlı intibaını(2) veren elleriyle gönlümde taht kumuştu(1).

Bir bakıma aklımda kaldığınca inançla söyleyebilirim ki; “Zillullahi ruyi zemin(7) idi.

Biz bize, yalnızken kucakladığımda göğüslerini bedenimde hisseder, öpüşünde nefesim kesilir gibi olur, heyecanlanırdım.

Ve en önemlisi; “Gerekli mi bu soruyu sorman?” deyişinin hemen ertesinde;

“Mademki söylememi çok istiyorsun, seni çok seviyorum, canın yerine geldi mi, endişelerin tükendi mi?” gibi cümlelerle beynimi yıkarcasına donatmıştı(1).

Şüphe, zalimlere musallat olan bir eylemmiş ve benim gibi zalimler en çok sevdiklerinden şüphe ederlermiş(8). Sevgi ile nefret arasında da çok ince bir çizgi varmış(9), anlayamadığım. Peki, ya kıskançlık(10)?

Yok, öyle Nevay ile başkaları arasındaki davranışları kıskanmak gibi bir şey değil, içimden geçen. Düpedüz Nevay’ı kıskanıyordum kendimden. O sevgiye lâyıktı ben bunu ona verdiğimi zannediyordum. Ancak hissettiğim ona karşı bir eksikliğimdi. Nedenini bilmediğim ya da bilip de kendime bile itiraf etmekten çekindiğim.

Onun beni, benim onu sevdiğimden daha fazla sevdiğine inanıp da, bu inancı şüphe kelimesi ile örtmeye çalışmam yanlış değil miydi?

Nevay, ekonomik durumu düzgün olmayan, babası Demir Çelik fabrikasında ustabaşı olan bir ailenin kızıydı. Üniversitede bursla okuyordu ve çok başarılıydı, hatta “Göze batacak kadar başarılıydı!” desem yanlışlığım olmaz.

Ancak başarısı kadar da gururuna düşkündü, ona vermek istediğim tüm hediyeleri kabul etmemiş, reddetmişti, çiçekler hariç, o da buket değil, tane ise.

Arabama bir kere binmemiş, binmek istememişti. Ancak iftiharla söylemem gerek ki, her karşılaşmamızda beni öpmüş, biz bizeyken nefesimi kesmekten mutlu olmuştu, daha doğru bir deyişle mutlu olmuştuk, oluyorduk da...

Ben buna lâyık mıydım, peki? Tereddütlerimin bunaklığını yaşıyordum(1). Kalbimle bedenim arasında bir çekişme vardı, seviyor muydum, istiyor muydum? Aşk mıydı yaşadığım, ihtiyaç mıydı, korunmak, sığınmak, şefkat dilemek(1) gibi?

Bilememek gerçekten kahırdı...

Kişi sevmişse, seviyorsa karşısındaki dünya güzeli bir ilâheydi, tapınacağı.

Oysa tapılanılana ulaşmayı düşlemek, düşünmek bile hacimsiz, boyutsuz bir imkânsızlık değil miydi? “Gel!” desem gelinmeyecek, “Geleyim!” desem gitmem mümkün olmayacak gibi…

Nevay’ı görmezsem boş geçiyordu günüm, görürsem yaşadığım inancını yaşıyordum. O olmadığında kendimden uzaktım, yaşadığımın bile farkında değildim. O; Jülyet, Zühre, Aslı idi, ama ben ne Romeo, ne Tahir, ne de Kerem olmayı bilemiyor, beceremiyordum, ya da daha doğru bir deyişle hak ettiğimi düşünemiyordum dimağımda(2), diyeyim.

“Ne düşünüyorsun?”

“Seni...”

“Yanındayım ya koca bebek! Kendine gelmen için illâ ki seni sevdiğimi söylemem, sarılmam, öpmem mi gerek?”

“Senin sevgini hak ettiğim konusunda endişem var, seni ne çok sevdiğimi yeterince anlatamıyorum gibime geliyor!”

“Tasalanma, ben ikimiz için de sevmesini bilirim, çünkü avuçlarımda değilsin, gönlümdesin, ne zaman benden uzaklaşırsan uzaklaş sevgim kazaya uğramaz, ama ben o zaman ölürüm(11)! Ancak endişelerini de ışıklandırmaya çalışacağım, saklamaksızın. Her ne kadar dediğine göre gönlünün sultanı olsam da, olmaya çalışsam da benimle olan yakınlığının ancak mezuniyetimize kadar süreceğini sanıyorum...

Çünkü kendi çevrenden, kendi kültüründen, kendi kulübünden, şu an inkâr edecek gibi olsan da benim gibi yoksul bir çevreden değil, kendi varlıklı çevrenden birinin gönlünün sultanı olacak biri için ailen zorlayacaktır seni, hem her bakımdan…

Benim işte o zaman yaşamak için ne gayem, ne de arzum olacak. Ben buna hazırım zaten...”

“Ben o kadar zavallı ve güçsüzüm yani?”

“Bir evin tek pırlantası, tek geleceği, falan, filân. Ailen belki beni de tahsilin süresince gönül oyuncağın olarak görmüşlerdir, onun için ses çıkarmamışlardır, kim bilir? Üstelik sen bolluğa, varlığa, her türlü lükse ve istediklerine sahip olmaya alışmışsın…

Benimle birlikteliğin için ‘Başının çaresine bak!’ derlerse ne yaparsın, hiç düşündün mü? En iyisi sevgimizi, daha doğrusu sevgini tarihe göm! Benim seni unutmam mümkün değil, ama sen beni unut, yaşamını kendine göre düzenle!”

“Bugün zırvalama günün galiba. Sen, neler söylediğinin farkında mısın? Benim yerime de nasıl düşünürsün ki? Ben seni unutmak için sevmedim ki(12)? Nasıl böyle düşünürsün ki? Varlıklı olmamı bahane edip sen istediğin için seni terk edeceğimden nasıl umutlanırsın ki? Gerçekten ciddi misin?”

“Bugün için yanımda, yakınımdasın, ama yarın için ciddiyetimden şüphe etmemen hem bugün, hem yarınlar için dileğim. Ben o filozofun(13) dediği gibi bugünü yaşıyorum, bugünü yaşamaktan da memnunum. Dünleri yaşadık mutluyum, bugünleri yaşıyoruz mutluyum, ama yarın ve yarınlar için şüpheliyim!”

“Neden?”

“Söylediğim gibi yokluğu bilmeyen bir ana kuzususun. Ve ben bir kâğıt mendil gibi, kullanılmış ya da kullanılmamış olması önemli olmayan bir şekilde bir kenara atılmaktansa, haddimi bilerek(14), gönül vitrininde(3) yerimi muhafaza etmekten hoşnut kalacağım, zaten doğrusu da bu, değil mi?”

“Saçmala lütfen!”

“Şimdilik peki! Dönelim bugünümüze, bugünlerimize, dolu dolu yaşayalım, elimizdekileri biriktirmeksizin. Haydi, sar kollarını boynuma, boşa geçmesin bugünümüz, hatta bir anımız bile. Zaman geçiyor, ne durdurmamız, ne de tasarruf etmemiz mümkün değil. Dediğim gibi; dün bizimdi, bugün bizim, yarına çok var,  hem belli değil, şüpheli!”

Elini uzattı, büzüldü koynuma, bir kedinin eniğini muhafaza etmesi gibi sardım, sarmaladım onu, sanki üşüyecek, sanki kucağımdan düşecekmiş gibi.

“Seni seviyorum!” dediğimde sadece suskunca baktı gözlerime ve başını kaldırıp öptü, diğerlerinden farklı, sanki ebede gidercesine vedalaşıyormuş gibi...

Bir insanın içi temizse yaşadıklarında da, düşündüklerinde de, hayallerinde de safiyet(2) inkâr edilemez, hele ki zaman göz açıp kapatıncaya kadar tüketilmişse. Zaten kural değil midir; geçmesin istenen(15), dursun istenen zamanın çabuk geçmesi ve geçsin istenen zamanın ise yerinde sayması(16)?

Ve insanın tabiatında vardır çok istenen bir şeyle, hiç istenmeyen bir şeyin aynı anda şekillenmesi gibi. Nasıl mı? Gayet basit! Çok istediğimiz bir şekilde mezun olmak, Nevay’ın ayrılık için plânlarının gerçekleşmesi olacaktı.

Bir diğer benzetişi gerçeğin gerçeği olan hayattan şöyle vasıflandırabiliriz; İnsan nefes alarak yaşar, ancak alınan her nefes ölüme doğru atılan bir adım, bizi ölüme yaklaştıran bir nefes değil midir(17)?

Dikkatimi çeken iki unsurdan bahsetmem gerek, mezuniyetimize çeyrekler vardı, her gün muntazam olarak görüşüyorduk Nevay’la. Gözlemlediğim; Nevay’ın zayıflıyor oluşu yanında, derslerine karşı lakaytlığı(2) idi,

Evvelden, aldığı notlarda sekizlerde, dokuzlarda hüzünlenen Nevay, geçerli notlar aldığında “Allah bereket versin!” tavrında idi.

Gene de mezun oldukl Diploma töreni, ufak bir şölen ve sonrası evli evine, köylü köyüne idi. Nevay tören için aldığım elbiseyi ve basit bir yüzüğü bile kabul etmemiş, sadece; “Cebindeki tükenmez kalemi ver hediye, daha doğrusu hatıra olarak!” demişti.

Kalem, eşantiyon(2) olarak verilmiş, ucuz bile denmeyecek değersiz bir kalemdi, hayret etmiştim tavrına. Aslında bu tavrına asla hayret etmemem gerekti, birincisi; bu güne kadar hiçbir hediyemi kabul etmemişti.

İkincisi; kanaatkâr(2) idi, asla aç değildi ve imkânsızlıkları dolaysıyla törene de katılamayacağını adım gibi biliyordum, desem yeri. Bunu belki de özenle plânlamış da olabilirdi, ayrılmayı çok önceden kabullendiği için...

Şölendeydim. Bilemezdim onun beni son bir kere daha uzaklardan görmek istediğini ve izlediğini. Annemin ısrarı ile zengin ailelerden birkaçının kızlarıyla dans edip konuşmak zorunda kalmıştım ve o bunu zihnine not etmiş olmalıydı, tıpkı öncesinde düşüncelerinde belirttiği gibi...

“Herkes haddini bilmeli, davul bile dengi dengine çalarmış. Benimkisi, bile bile yaptığım en büyük yanlışlık; ‘Ben demiştim!’ diye düşünmeme rağmen, yine de umutlanmamı engelleyememekti.

Seni bensiz gördüm. İyi yaşa, mutlu ol! Bu satırlar ve kalem dışında benden sana zerre kadar hatıra kalmayacak. Ne mektuplarım, ne de resimlerim var(18), hatırımda kalan.

Ha! Benim sonumu merak ediyorsun değil mi? Yazayım. Biliyorsun, babam Demir Çelik Fabrikasında usta, yüksek fırınlar(19), konverterler(19) konularında da oldukça deneyimli, bilgili ve öğretici olduğunu, özellikle Bessemer(19) denilen tipler konusunda...

Ben de hepsini öğrendim, biliyorum ve sen bu satırları okuduğunda; ‘Bir varmış, bir yokmuş’lar içinde olacağımı bil!

Senin olmayan, senin Nevay.”

Yazdıklarının tümü bu kadardı Nevay’ın, nasılını, nedenini bilip anlayamadığım intiharı öncesinde.

Bana güvenmemişti Nevay. Onu sevdiğime, onsuz olamayacağıma inanmamıştı. Bir görünüş için karar vermişti, öncesinde geleceğine bunu çizdiği için.

Ben onun kadar cesur değildim, sonum için. Bu nedenle yaşadıkları son ana kadar evlilik konusunda anne ve babamın ısrarları olmasına rağmen neslim kurudu, çilem bitmedi ve ben hâlâ ömrümü tüketmeye çalışıyorum...

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Nevay; Yeni ay anlamında bir kız ismi (Aynı şekilde bir kız ismi olan Neval ile karıştırılmamalı. Neval; Şans, talih, kısmet, bağışlama, bahşiş anlamlarındadır).

(*) Tarihi hatırlayamıyorum. Yaklaşık 60 yıl öncesine ait bir haber.  Mizansen, kurgu, öykü de olabilir. Okul görevi için fırına gelen öğrenci fırına düşer ve yüksek ısı dolaysıyla bir anda yok olur. Bu öyküyü kaleme aldığımda o haberi hatırladım, araştırdım, ancak bulamadım.

Ayrıca ilginç ölüler için ansiklopedi yazılsa, sanırım birkaç cilt olur düşüncesindeyim. “Hangisini yazsam ki, en iyisi internette dolaşmak!” desem?

(1) At Gözlüğü Takmak; Çevresinde ne olup bittiğini anlamaktan uzak olmak, olup bitenleri değerlendirememek ya da değerlendirmekten kaçınmak.

Beynini Yıkarcasına Donatmak; Olayların ya da seslerin insanın aklını beynini diğer unsurları silecek şekilde meşgul etmesi, yorması. Başka türlü düşünmeye imkân vermemesi.

Cihar Atıp, Şeş Oynamak; Hile yapmak. Üçkâğıtçılık yapıldığının belirtisi olabilir mi? Yani olanla, olması gereken yerine uygulamanın kişinin lehine olan davranışı biçiminde yorumlanabilir belki.

Deveye Hendek Atlattırmak; Birisine yapamayacağı bir işi yaptırmaya çalışmak anlamında bir deyim.

Gönlünde Taht Kurmak; Birisi (veya herkes) tarafından çok sevilmek, sayılır olmak Bırakamam seni ben, yanımdan gidemezsin… diye başlayan Şemsettin POLAT’ın sözlerini yazdığı, Bestesini; Orhan AKDENİZ’in hazırladığı şarkının bir bölümünde “Taht kurmuşsun kalbime, en güzel yerindesin” denmektedir).

Katakulli Yaparak Yön Değiştirmek; (Argoda) Yalan-dolan, hile, dolap, desise, kurgu, tuzak düzen ile söylediğinden farklı bir duruma geçmek. Var!” derken  “Yok!” demek.

Medet Ummak (Dilemek); Yardım beklemek. (Medet: Zor bir dönem geçiren birinin, birinden çare dilemesi, yardım istemesi).

Sağ gösterip sol vurmak; İkiyüzlülük yapmak. Şaşırtmak. Beklemediği yerden darbe indirmek, hata yaptırtmak, kazık atmak. Kalleşlik. Umulmadık davranış.

Şefkat Dilemek; Doğru sözleri seçerek yalvarmak, arzulamak, istemek, konuşmak, saygı ve sevgi özlemi duymak, hareketler ifadelendirmek, kendimize karşıdakinden sevgi, merhamet dilemek.

Tereddütlerin Bunaklığını Yaşamak; Genelde 65-70 yaşlarından sonraki insanların beynin normal fonksiyonlarının azalmasıyla ortaya çıkan unutkanlık, şaşkınlık, kararsızlık, duraksama, gerçek dünyayla bağların kopması hali şeklinde ruhsal bozuklukları yaşamak.

(2) Bağnaz; Fanatik.  Bir öğretiye, bir dine, bir kimseye, bir şeye çok aşırı ölçüde, coşku ve tutkuyla bağlı olan.

Brakisefal; Mezosefal. Antropoloji bilimine göre; Kısa kafalı.

Dimağ; Beyin. Bilinç. Zihin. Kafatasının üst bölümünde, beyin zarı ile örtülü, iki yarım yuvar biçiminde sinir kütlesinden oluşan, duyum ve bilinç merkezlerinin bulunduğu organ.

Dolikosefal; Antropoloji bilimine göre; Uzun kafalı.

Eşantiyon; Bir ürün ya da malın niteliklerini tanıtmak için ondan verilen bir örnek.

İntibaa; İzlenim. Bir durum veya olayın duyular yoluyla insan üzerinde bıraktığı etki, imaj. Uyaranların, duyu organları ve ilişkili sinirler üzerindeki etkileri.

Kader; Alınyazısı, yazgı. Kaçınılması mümkün olmayan talih.

Kanaatkâr; Az şeyle, elinde olanlarla, bulunanlarla yetinen.

Lâkayt;  Aldırışsız, ilgisiz, umursamaz.

Mankafa; Anlayışsız, aptal, kendi isteği ile kendisini dışarıdan gelecek olan bilgilere kapatmış, tekdüze yaşayan ve bildiğini okuyan, cahil, düşüncesi, anlayışı kıt, hatta eksik, yok olmuş, aptal, ahmak insan tipi. Hiçbir şey bilmeyip, nedenine de inemediğinden yok sayıp, çevresine de bilgiçlik satıp kendisine inanılmasını isteyendir.

Memnu; Yasaklanmış olan, yasak.

Revaç; Geçerli ve değerli olma, herkesçe istenme.

Safiyet; Katışıksızlık, saflık, temizlik, arılık. Masumiyet.

Safsata; Kıyas-ı Batıl. Bir düşünceyi ortaya koyarken, anlatmaya, anlamaya çalışırken yapılan yanlışlar, sahtelikler, gerçek olmayan yanlış şeyler.

Tatar; Daha çok Rusya (ve de kısmen Türkiye’de) yaşayan Türk Halkı. Postacı.

(3) Dar Kafalı; Geniş düşünemeyen, anlayışı ve kavrayışı kıt, anlayışsız.

Dar-Kıt Beyinli; Ancak bazı şeylere aklı erebilecek kadar beyni çalışabilen.

Dini Dar (Müslüman); Aklını kullanamayan, aklını neredeyse başkalarının emrine sunmuş iradesiz, kişiliksiz kişi. Bağlı bulunduğu grubun, kişilerin, dini kullanan kimliğin emirleri ve komutlarıyla hareket eden, hiçbir konuda re’sen,  yani kendi başına karar veremeyen çobanı tarafından güdülen varlık.

Gönül Vitrini; Kişinin gönül verdiğinin (ya da şipşak-ayran gönüllü ise gönül verdiklerinin) sergilendiği yer(!)

Gözleri Çekik; Yarı kapanmış gibi göz kapaklarının arası dar olan.

Makul ve Mantıklı; Akla uygun, akıllıca, belirgin, aşırı olmayan, uygun, elverişli, akla uygun iş gören, akılla kanıtlanan, sözü akla yakın.

(4) Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden, / Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak… Bu bir lisân-ı hafidir ki ruha dolmakta / Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta. Ahmet HAŞİM’in “MERDİVEN” şiirinin ilk iki dizesidir.

(5) Recm (ya da Recim); Kur’an’da ifade olarak yeri olmayan, kafatasçı, gelenekçilerle, Kur’an’da belirtilen İslam’ı ve denilenleri savunanlar arasında zıtlık yaratan bir konu. Genel olarak; zina yapan, erkek veya kadının taşlanarak öldürülmesi anlamını taşımaktadır. 

(6) İslâm’da Kadın-Erkek Eşitsizliği; İslâm Hukuku (Fıkıh); “Zina, içki ve hırsızlık gibi ceza gerektiren suçlarda ve kısasa kısas gibi suçlarda kadını muaf tutmuş, onun şahitliğini kabul etmemiştir… Aynı hukuka göre; Alışveriş, ticaret, nikâh, talâk gibi davalarda ise iki erkek yoksa bir erkekle iki kadının şahitliği şart koşulmuştur.

Kur’an, Nisa Suresi, 11. Ayet; “Allah size çocuklarınızın miras taksimi hususunda erkeklerin paylarının, kızların iki katı olmasını emretmektedir…”

Kur’an; Bakara Suresi, 282. Ayet Meali, “Erkeklerinizden iki şahit tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa şahitlerden razı olacağınız bir erkek unuttuğunda, şaşırdığında diğeri ona hatırlatacak iki kadın olabilir…”

Kur’an; Nisa Suresi, 34. Ayet Meali; Erkekler, kadınlar üzerinde hâkimdirler. O sebeple ki erkekleri, kadınlardan üstün kılmıştır…”

(7) Zillullahi ruyi zemin; “Tanrının yeryüzündeki gölgesi” anlamında bir söz

(8) Şüphe ve güvensizlik en ziyade zalimlerde bulunan bir hastalıktır. Zalimler en çok sevdiklerinden şüphe ederler. AKHILLEUS

(9) Sevgi ile nefret arasının çok ince bir çizgiyle ayrıldığı… Hatice Mine BAHADIR’ın bir şiirinin ilk dizeleridir. “Tutku ile aşk arasında, / kalın bir çizgi vardır…” dedikten sonra son satırlarda isyan edercesine bu çizginin sevgi ile nefreti nankörce ayırdığını söyler.

Sevgi ile nefret arasında çok ince bir çizgi vardır. Birisinden nefret ediyorsanız ve bir gün onu yenemeyeceğinizi anladığınız zaman onu sevmeye başlarsınız. Ve yine birini seviyorsanız ve bir gün onu yenebileceğinizi düşündüğünüz zaman ondan nefret etmeye başlarsınız. Peyami SAFA

(10)  Pek gereği yok, ancak bir iki kıskançlık sözünü alıntılayayım istedim;

Kıskançlık, bir güvenin kumaşı yemesi gibi, insanı yer, bitirir. Ioannis HRISOSTOMOS (John CHRYSOSTOM)

Her insanda mutlaka kıskançlık vardır, ama bu karşısındakini yok edecek şekilde olmamalıdır…  Muazzez İlmiye ÇIĞ

Kıskançlık, insanı alçaltan ve küçülten bir duygudur. Lev Nikolayeviç TOLSTOY

Kıskançlık yılan zehrinden daha beterdir. Çünkü yılan zehri sadece bir kişiyi, kıskançlık ise hem başkasını hem de kendisini zehirler. John LUBBOCK

Kıskançlık eğer yanıcılık özelikleri taşısaydı, dünyada hiçbir yakıta ihtiyaç kalmazdı. Yugoslav ATASÖZÜ

Kıskançlıkla kuruntunun gözleri son derece keskindir. Kıskançlığımızı ancak sevgi ile yenebiliriz.  Johann Wolfgang Von GOETHE

Kıskançlık ruhun hapsidir! Hazreti ALİ

(11) Olsa senin elinden bil ki benim ölümüm, / Ne şikâyet ederim ne de üzülürüm, / Ne zamanki kollarında bir yabancı görürüm, / Ben o zaman sevgilim, ben o zaman ölürüm!  Orhan GENCEBAY

(12) Ben seni unutmak için sevmedim… “Aşk bu mu?”  nakaratıyla ünlenen Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; İlhan Behlül BEKTAŞ’a, Bestesi;  Amir ATEŞ’e ait olup eser Segâh Makamındadır.

(13) Dale CARNEGIE; (1888-1955) Amerikalı yazar, hatip, kişisel gelişimci, iletişim uzmanı. En önemli eseri; “How To Win Friends and Influence People (Dost Kazanma ve İnsanları Etkileme Sanatı)”Üzüntüyü Bırak, Yaşamaya Bak” adlı eserinde; “Dünya üç gündür; dün, bugün, yarın. Dün geçti. Yarının geleceği belli değil. Öyleyse bugünün kıymetini bil! Gün Geçmez bölmelerde yaşa!” demekte.

(14) Haddini Bilmek; Neler yapabileceğini, gücünün ve yeteneğinin nelere yeteceğini bilerek onun ötesine geçmemek, ölçüsünü bilmek. Mevlânâ Celâleddîn-i Rumî’ ye sormuşlar; “O kadar yazarsın, o kadar okursun, ne bilirsin?” diye. Şu cevabı vermiş; “Haddimi bilirim!”

(15) Geçmesin günümüz sevgilim yasla… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Dr. Necdet Beye, Bestesi; Münir Nurettin SELÇUK’a ait olup eser Nihavent Makamındadır.

Geçsin günler, haftalar, / Aylar, mevsimler, yıllar… / Zaman sanki bir rüzgâr /  ve bir su gibi aksın  / Sen gözlerimde bir renk , / Kulaklarımda bir ses / ve içimde bir nefes / Olarak kalacaksın… Birçoğumuzun Zeki MÜREN’e ait olduğunu sandığı HATIRA isimli Rast Makamındaki Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Enis Behiç KORYÜREK’e, Bestesi; Erol SAYAN’a aittir. 

(16) Gurbete düştüğüm günlerden beri… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güfte Sahibi bilinmemektedir. Eser Muzaffer İLKAR tarafından Nihavent Makamında bestelenmiştir. “Zaman ister dursun, ister yürüsün…” bir mısraıdır.

(17) İnsan her adımını mezardan uzaklaşmak için atar. Yine her adımda mezara bir adım daha yaklaşır. Her nefesi hayatı uzatmak için alır, yine her nefeste hayatından bir nefeslik zamanı azaltır. Namık KEMAL

(18) Kalbe dolan o ilk bakış unutulmaz… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Mehmet GÖKKAYA’ya, Bestesi; Erol SAYAN’a ait olup şarkı Nihavent Makamındadır. Ve içinde; “Birkaç mektup, birkaç resim”  vardır.

(19) Bessemer (Fırını); Yüksek Fırın değil Konverterdir. Mucidinin adını taşıyan, yumurta şeklinde etrafı kil veya dolomit astarlı çelik üretilen yaklaşık 8-10 ton yük alabilen çok yüksek ısılı bir fırın tipidir.

Konverter; Çok yüksek ısılı fırın tipi. Çevirgeç. Anahtar. Bir şeyi (Televizyon ölçüsü, akım, bilgi, elektrik çevrimini) değiştirip diğer bir biçime geçiren araç.

Yüksek Fırın; Metal cevherlerini işletmekte kullanılan dikey izabe fırını. Cevher ve yakıt fırının tavanından kesintisiz bir şekilde eklenirken, hava ise fırının alt kısmından üflenir. Bu sayede kimyasal tepkimeler maden cevherinin fırında tavanından tabanına doğru hareket ettiği bütün süre boyunca gerçekleşir.