Düpedüz(1) ekmişti arkadaşım beni. Oysa teklif ondan gelmişti; “Felekten bir gece çalalım!(2)” diye. Neymiş? Nezle olmuşmuş! Yahu sen şuna; “İçişleri Bakanından(3) izin alamadım!” desene, çok zaman olduğu gibi. Sanki tanımıyorum ikinizi de. Pardon üçünüzü de demem gerek, dünyalar tatlısı o küçük kızı, Arzu’yu neden unutabilir ve nasıl tasnif dışı bırakırdım(2) ki?
Arkadaşım Akın tam bir hanım köylü(3), evcimen(1) bir erkek ve baba idi, karısına ve kızına deliler gibi âşık...
Katıksız bir sevgi ile birbirine kenetlenmiş bir aile tarifi içinde tam kapsamıyla yer almışlardı, bana göre. Ayrıca memnuniyetle(!) “kılıbık” deme hakkımı saklı tutarak söylemem gerekirse evde “Son sözü söyleyen” delifişek(1) bir aile reisiydi Akın!
İçişleri Bakanı Azra; “Gitmeyeceksin! Yapmayacaksın! İçmeyeceksin!” dedi mi, “Peki hatunum, tatlım, kıymetlim, bir tanem, hayatımın ışığı” gibi tüm yağcılık esintili cümleleri peş peşe sıralardı, yanında kim olursa olsun. Çünkü son sözü söylemek kendisinin hakkıydı! Eee! Ne de olsa ilkokuldan başlayıp bugünlere eksilmeksizin ulaşan bir sevgi birlikteliğinde, karısının onun ruhunu bile okumasından(2) daha doğal ne olabilirdi ki?
Ancak Azra, çok kereler beni yemeğe davet etmesine, pehpehlemesine(4) ve ince doğranmış(!) imalarla(3) benim varlığıma tahammülsüzlüğünü(1) ispat etme çabasını göstermemesine(!) rağmen, % 100 eminim ki kocasını baştan çıkaranın(2) ben olduğum kanaatindeydi, hem de su götürmez bir şekilde.
Birkaç konuyu peş peşe sıralamam yararlı olacak...
Birincisi; her üçümüz de aynı köyün çocuklarıydık, yan yana komşu üç ev ve ilkokul dâhil, sadece yediklerimiz, içtiklerimiz ve yataklarımız ayrıydı.
Sonrasında köyden okumak için çıkan Müzeyyen Ablanın okuyup büyük adam olması, yaz tatillerinde toprağını unutmayıp herkese okumayı önermesi nedeniyle başlangıçta Akın’ın ailesinin destek, teşvik ve iteklemesi, sonra bizlerin aile taraflarımızın uygun görüşleriyle şehirde okuduk. Öyle hep beraber köye git-gel şeklinde değil, biz yurtta idik, Azra yakın bir akrabasında...
Söylemeye gerek var mı bilmem; Azra da, Akın da, çevrenin, daha doğusu Azra’nın yakın akrabasının söz etme olasılığı nedeniyle, sabahlan evin köşesinde birbirine teslim oluyorlar, akşam tatillerinde ise, istemeseler de, istemeye istemeye de olsa birbirlerini azat ediyorlardı!
Gerçek şu ki; asla “El işte, göz oynaşta(3)!” tavırları yoktu, ortaokul, lise yıllarımızdaki beraberliklerinde kendimize has yaşantımızda. Kendi dünyamız vardı, sadece üçümüzün üleştiğimiz, ancak Azra ve Akın’ın içten içe üleştikleri.
Bu duruma şöyle bir eklenti daha yapabilirim. Hafta sonlarında köy minibüsüyle köye giderken, hafta başlarında okula dönerken vıgıl-vıgıl(3), fısıl-fisıl(3), bıkıp-usanmaksızın ne konuşurlardı, onların önündeki sırada oturmama rağmen ben bile duyamaz-anlayamazdım.
Zaten buna ne hakkım vardı, ne de terbiyem müsait olurdu. Aklımda kalan, ya da sadece bildiğimi sandığım şey; her ikisinin de “Aşkım!” kelimesini kullanmaktan sakınmalarıydı, banal bulmuş olabilirlerdi ki; evlendiklerinden sonra da bu sözü ağızlarından asla işitmedim.
Ve ben o yaşta, onlar için; “Allah esirgesin, nazar değmesin!” diye dua ediyordum, içtenlikle. Benim bugünlere kadar sap(3) gibi ortalıklarda kalmamın nedeni; onların yaşadıklarına özenip, aynı olmasa da hiç olmazsa benzeri diyebileceğim bir sevgi ile karşılaşmamış olmamdı.
Bunların ertesinde üçüncü sırada diyeceğim, liseyi bitirme sıramızdı. Üniversite gibi sınavlar için Azra koca şehirde bir kız okulunu işaretlemişti yüksekokul olarak. Hiçbir zaman ve hiçbir şekilde ayrılığa tahammülü olmayan Akın’ın da aynı şehirde aynı üniversitenin fakültelerini işaretlediğini en havai(1) insan bile değil tahmin etmek, doğrudan doğruya bilebilirdi. Ben de bildim tabii! Hem Kanber’siz düğün olur muydu(4)?
Evet, Athos, Porthos, Aramis gibi “Üç Silâhşorlar(5)” değilsek de toplam 2+1 olan gençlerdik. O kazık gibi sırıtan(2)o birinin de ben olduğum anlaşılmıştır herhalde!
Bir sır vermem gerekirse; benim aldığım burs bana yetiyordu da, onlara mutlaka burslarından ek olarak evlerinden takviye gerekiyordu. Kitaplar pahalıydı, defter-kalem falan eğitim malzemeleri gerekiyordu...
Yalan! Her gün dakikalarca vır-vır konuşmaya(2), hafta sonlarında gezmeye nakit mi dayanırdı ki? Farkında olunduğu gibi, vakti gelince ödeneceği vaat edilen, ancak hiç ummadığım borç takviyesinden bahsetmiyorum!
İlk o zamanlar fark ettim Akın’ın şiirler yazdığını, ancak benden saklayıp sakındığını da. Netice itibariyle şiirlerin sahibi belliydi, ben de dımdızlak(1) durup yaşama hakkımı kullandığından ne hırsız, ne eşkıya ne de sakınılacak bir öcü(1) idim.
Ayrıca söylemem gerekli ki sesi de güzeldi Akın’ın, edebiyat yanında. Sanki o yanındaymış gibi; “Sen olmasaydın eğer, aşka inanmazdım(6)!” diye Türk Sanat Müziğini yorumladığında gerçekten ona acımak geçmişti içimden, hani kavuşamazsa, verem-kanser olur ölür, diye düşünüyordum.
Tabiidir ki tek başına ölmezdi. Arkasından sürüklenirdi öteki de. Bu, elime geçen bir karalamadan edindiğim kanaat, şöyle ki;
Yaşamda
Tanrının hoşgörüsünü
abartmamak gerek yaşam için
eğer seviyorsan
ve seviliyorsan
bu ‘yaşam’ demektir
ki ve bu;
Tanrının hoşgörüsü yanında
mucizesidir de…(7)”
Tüm bunları neden mi söyledim? “Özendiğim için” diyeyim kısaca, bende de olmasını dilediğim halde olmayan, olması konusunda da geniş boyutlu bir tereddüdüm olduğu için.
Zaman olduğu yerde durmuyordu, bizler de büyüdük, yani okuduk, özellikle benim adam olma gibi bir iddiam olmamasına rağmen mezun olduk ve her zaman şanssızlığından yakınan, ancak yaşamdaki en büyük şansın kendisine rastladığını görmeyen, düşüncelerinde ihanet gizli Akın, bir türküyü kendi kafasına göre değiştirip söylemeye başlamıştı;
“Efkârlı günlerimde geldi çattı askerlik(8)!” şeklinde ve mırıldanışından hissettiğim kadarıyla “Senden ayrı yaşayamam…(9)” ezgileri.
Vatan borcu kutsaldı. Ayrılık zordu (sanırım) ikisi için de, Azra; Öğretim Görevlisi olarak okulunda kalmıştı. Biz ise tesadüf mü, şans mı, kader mi, her ne denirse aynı Yedek Subay Okulunda idik Akın’la kıta hazırlığı için.
Zaman geçti kuraları çektik. Şans yüzüme gülmüştü aynı şehri çekmiştim kur’ada. Akın’ın ise şans yüzüne ağlamıştı! Azra ile telefonla bile görüşmelerinin zor olduğu bir yerlerdi, gitmesi gereken dağ başı.
Nasıl ki demokrasilerde çare tükenmez, kimsenin haberinin olmaması dilek, söz ve düşüncesiyle kuralarımızı değiştirdik, o zamanlar bu işlemlere “Becayiş(1)” denirdi, şimdi ne deniyor, bilemiyorum.
Ben nasıl olsa gelecek düşüncesi olmayan sapın tekiydim. Ya da kısaca; kızarmış parmak patatese saplanmış spagetti gibi bir şeydim, desem. (Söz bana ait değil doğal olarak, ama hoş bir benzetme, tartışılmaz!)
Oysa sevenler ayrılmamalıydı, kıt, zayıf, aciz felsefeme(1) göre. Nasıl olsa Türk Bayrağı her yerde dalgalanıyordu, vatan her yerde vatandı ve kutsaldı.
Bana göre Akın’ın tek yanlışlığı, bir ara ağzından kaçırdığına inanmak istediğim, ancak bile bile söylediğine emin olduğum bu kura değişikliğini karısına söylemesi idi.
Öyle ki, öncesinde dediğim gibi, Azra’nın bana düşkünlüğü, kocasını baştan çıkarmam dolaysıyla tüm sitem, kin ve garezlerine(1) karşın, tahsil yıllarımızdakine göre artmış gibiydi.
Bizim oralarda bazı âdetler(1) vardır. Meselâ askerliğini yapmamış olanlara kız vermezler, iki gönül bir olsa da, ailelerin rızaları olsa da. Gelin mutlaka ata biner, berber davul çalar, şeker saçılır ve diğerleri...
Önemli olan köyün birbirine karşı sevgisiydi. Düğün olur tüm köy katılır. Cenaze olur, tüm köy hüzünlenir, Tanrının gazabından korkulur, kimse ağlamaz.
Bu söylediklerimden âdet dışı olan askerlik sonrası durumunu kapsamamıştı Azra ve Akın. Evlendiler hemen, Akın’ın bu askerlik durumu belli olur olmaz. El-elden, ailelerinin destekleriyle ve köy düğünü ile olmuştu, şehirden katılanlar göz ardı edilmeksizin(2) birbirine kavuşmaları.
Ben katılamadım o günlerine mahzun olarak(2), kendimi yalnız sayıp mahzun içerken(10) uzakta, çok uzaklardaydım çünkü. Dağlar beni, ben dağları bekliyordum.
Üstelik “İbibikler öter ötmez(11)” gidip-gelmem zordu, hem “Bekleyenim de yoktu, razıyım kavuşmasam(12)” diyeceğim.
Elime, “Düğünlerindeki bensizliklerini belirten” davetiye yerine mektup gelince o mutlu günlerinde yanlarında bulunamamaktan dolayı hüzünlenmiştim.
Operasyonlar(1) için daima hazırlıklıydık. Sigara içmek yasaktı, karşının termal dürbünle(3) tespitlerine karşılık hedef olmamak için. Keza, içki de yasaktı, efkârlanıp(3) sadece şarkının sözlerini değiştirmekle yetindim; “Öksüz sanırım kendimi ben, sizden uzakta, bu mutlu gününüze katılamadığım için(13)” dedim, ranzama oturup ayaklarımı postallarımla birlikte sandalyeye uzatırken.
Tanrı tüm insanları mükemmel yaratmamış bence. Bir kısmında fiziksel, bir kısmında mantıksal, ruhsal, düşünsel ya da zekâ-akıl eksiklikleri vasıflamış! Benimki hangi sınıfa girer, pek tarif ve çözümü geçmiyor aklımdan, çünkü hiç kimsenin fotoğrafları yoktu yanımda, babamın-anneminkiler dâhil.
Gene de sevdiklerimin düğün fotoğraflarını göndermelerini istemek, düşünmek abuk bir düşünce(3) gibi gelmiyordu bana. Ben bunu gururuma yedirip istemedim, onlar mutluluklarının sarhoşluğuyla akıl edemediler (galiba).
Sayılı gün çabuk geçermiş, “Bir de bana sor(13)!” demek abes, yaşamdan bir beklentim olmadığından olsa gerek. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunamayacağının(14) bilincindeydim.
Askerlik sonrası için de bir bilgi birikimim, tasavvurum da yoktu, insanın “Ne oldum dememesi, ne olacağım demesi” düşüncesi yanlıştı, tabiidir ki bana göre. “Gün geçmez bölmelerde sadece yaşadığı günü kurgulaması(15)” gerektiği düşüncesindeydim.
Bitti ama askerliğim. Doğal olarak Akın’ın da...
Hani öncelerde Müzeyyen Ablamız vardı ya, onun katkısıyla eş durumundan dolayı Akın şehirde kalmıştı, her ne deniyorsa, o şekilde, ben gene “Kara bahtım, kem talihim... Ağustosta suya girsem buz olur(16)!” türküsüyle uzak bir yerlere tayin oldum öncesinde, hem onlardan oldukça uzaktan da uzak...
Sonrasında gerek uzmanlıkla ilgili bir kısım düşünce ve çalışmalarım...
Ya da kısaca ve dürüstçe söylemeliyim ki; Müzeyyen Ablanın inkâr edilemeyecek çaba ve katkılarıyla, üstelik iyi bir unvanla tepeden inme(3) olarak o koca şehre atanmıştım, Azra ve Akın’ın hemen yakınlarına, yanı başlarının biraz kenarlarına...
Sağ olsunlar Azra ve Akın bir kısım edinimler ve kefaletler konusunda oldukça yardımcı oldular bana. Üstelik; “Gözden ırak olan, gönülden de ırak olur!(17)” felsefesi ile kendilerine oldukça yakın bir yerde özellikle yengem başına sarılacakları tahmin etmeksizin ev kiralamamı da sağlamışlardı.
Başlangıçta sorunum, sorunlarım yoktu. Ancak kış geldiğinde odun-kömür-soba üçgeninde doğrusu sıkıntılarım oldu.
Oysa Akın’ın evi merkezi ısıtma sistemli idi ve her daim(3) sıcak suyu olan. O halde postu oraya sermemden(2) daha doğal ne olabilirdi ki? İsterlerse onlar da bütün yaz bende misafir kalabilirlerdi.
Bu, benim başlangıçlarda kendi başıma, sonralarda dünyamıza “Hoş gelen” ve her geçen gün beni yaşlandırmak için çaba gösterip büyüyen Arzu ile birlikte, sahiplendiğim odada kalmam konusunda sıkıntı yaratmıyordu (sanırım).
Evin kirası dışında bir giderim yok sayılırdı. Ekmek Akın’dan, su Azra’dan, sevgi Arzu’dandı. Yemekler bir kaşık fazla yapılıyordu, gel keyfim gel! Kendimi asalak bir menfaattar gibi görmüyordum, her nedense?
Oysa benim gibilere “Tufeyli(1)-Asalak” gibi bir şeyler denildiği çok iyi hatırımdaydı.
Elektik onlar için yanıyordu zaten. Benim harcadığım bir gıdım su idi! Havlum, tıraş takımım ve bir-iki takım çamaşırım ve elbiselerimin bir kısmı, benim odamdaki(!) dolabımda hazır duruyordu.
Yalnızlığımın tepe yaptığı bir kış gününde dünyamıza ilişmişti Arzu. Sanırım o gün sadece biz değil, tüm ülkem, tüm dünya mutlu olmuştu onun dünyaya gelmesinden dolayı, bana göre.
Azra’nın Akın’a düşkünlüğünü tarif gerekirse söze şöyle başlasam ne demek istediğim anlaşılır herhalde;
“Selâmetle gittin mi Akın?” Allah’ın her günü mesaide yerine oturur oturmaz günün mana ve ehemmiyetine uygun(!) işine başlamadan önce bu telefonu alması mecburiyetti! Buna her sabah kapıdan çıkarlarken, her akşam dönüşlerinde daha kapıda kucaklaşmalarını eklememde de hiçbir sakınca yok!
Nereden mi biliyorum? Eee! Azra’nın sitem katkılı izinleriyle masa kurduğumuzda akşam gelip gece yatısına da kaldığımdan ve kışları mecburen(!) ikamet ettiğimden dolayı desem?
Böyle yatıya kaldığım günlerde Arzu ile aynı odayı; “Kurban olam sana!(18)” tezahüratıyla(1) paylaşmak mutluluğumdu.
İnanıyordum ki; dünyada Azra ve Akın’dan mutlu bir başka çift daha yoktur. Ve özenirdim; “Benim de böyle bir yuvam olacak mı?” diye…
Arzu büyüdü, bizlerin de yolun yarısını geçmemiz(19) dolaysıyla tek-tük(3) de olsa beyazlar oluştu saçlarımızda, kar yağmış gibi.
Akın, akşamları sakal tıraşı olurdu kaideye uygun olarak. Onlarda kaldığımda ben de akşamdan tıraş olurdum, kural dışı(20).
Buna mecburdum da. Çünkü Arzu küçükken; “Şakalin batîı!” gibi bir seslenişle kucaklarken, öperken “Sakalımın uzunluğunu” fısıldardı kulağıma.
Büyüdü, artık kocaman bir kız oldu, ilkokullara bile başladı! Gene de her beraber olduğumuzda sakalımı kontrol eder; “Tıraş olmuşsun, hadi gene iyi tarafıma geldin, kucaklayıp öpebilirsin, dayı amca!” derdi.
Beni, annesinin ve babasının kardeşi gibi görmesinden dolayı mutluydum. Sanırım; Arzu’nun en çok kullandığı “İyi tarafıma geldin!” cümlesi Türk sözlük ve edebiyatına onun sayesinde girmiş olsa gerekti!
Arzu; üçümüzün de yaşamındaki tek sevgili idi, “Allah nazardan saklasın!” İyi bir öğretmen olan annesinin, beni ısrarla, tenkitle, hatta tehditle bildirilerine rağmen alıp getirdiğim çikolatalı pasta için asla “Hayır!” demez, ellere(!) yani; anne ve babasına pastadan ufak birer dilim verirken, literatüre(1) eklediği o muhteşem cümleyle; “Hadi gene iyi tarafıma geldin!” diyerek kendisine ayırdığı kadar büyük bir dilimi de bana verirdi.
Geleceğimi öğrendiğinde, çok sevdiğim patates salatasını yapar, masada önüme yerleştirirken o sözü mutlaka eksiksiz kullanırdı; “Hadi gene iyi tarafıma geldin, hepsi senin dayı amca!”
Bir-iki söz daha ailemden, kendimden ve sonra bana, yani ki ailem saydığım Arzu, Azra ve Akın’a yani bize döneceğim.
Azra’nın en kızdığı olaylardan biri geğirmek(2) ve gaz kaçırmak idi. Arzu daha küçükken, sesini ya da kokusunu duyup hissettiğinde;
“İçinden pırtlattın, annemi de tırlattın! Helva isteriz, alırsın!” derdi şiir gibi. Arzu’nun geleceği belli idi, babası gibi şiire ilk adım atışlarından. Şimdilerde ise bu durumlarda anlaşılacağından emin bir şekilde görünür(!) şekilde öksürmekle yetiniyordu, o kadar.
Bu nedenle Akın soda içmek için bile lâvaboya giderdi ve kapısı ihtiyaç halinde çalınınca da; “İnsan var!” derdi yüksek sesle, nedenini anlayamazdım. Bir evin lâvabosunda insandan başka kim olabilirdi ki?
Biz de ağzımızı yıkayacağız, değil mi? Ben de Arzu gibi “Öh hö!” derdim ve Akın’ın yüksek müsaadeleriyle bir kenarda dişlerimi fırçalardım. Bu vesileyle bu evimde(!) diş fırçamın da olduğunu anlatmış oluyorum, değil mi?
Azra’nın çok başarılı olduğu ikinci konu; Akın’ın yalanlarını hemen yakalıyor olmasıydı. Gerçi çocukluktan başlamış bir ömürde bu doğal değil miydi? Şifresi; “Gözlerin seğiriyor, dudakların titriyor, kekeliyorsun, şakakların atıyor!” gibi seçeneği çok bir tespit ve sonrasında; “Dımı dımı dım da dım dım yâr, / Gıy gıy gıy da gıy gıy yâr! (21)” demesiydi, ahenkle.
Her kadının, tabiidir Azra’nın da inkâr etmeksizin doğal olarak kabulleneceği gibi içmemize ses etmesiydi. Tek farkla, eklentisi, konumumuzdan ve futbol sohbetlerimizden, şişenin dibini görmemizden nefret ederdi.
Ve sözünü esirgemeksizin tehdit ederdi;
“Şişenin dibini görmeye(2) çalışmayın! Arzu benim yerime boyunuzun ölçüsünü alır(2), nasıl olsa!” şeklinde.
Olayın sonucundan haberdar olmak basitti, tehdidin ekiyle. Korku dağları bekler ya, Akın gecenin kör vaktinde de olsa boş şişeyi çöp konteynırına(3) atardı. Bir-iki kere geri dönüşüm için ayrı bir poşete koyduğunda Kontrol Çavuşu(!) Azra tarafından yakalanmıştı. Zaten ne zaman paçasını ıslatır(2) gibi olursa suçu, günahı, kabahati(1) her ne denirse onu benim üzerime atardı!
Tehdit deyince, sonucu öyle silâhlı bir çatışma değildi!
“Yalan söylersen bilirim, biliyorsun, şişenin dibine vuracaksınız salondaki kanepeler sizin, üzerlerinize battaniye almayı da unutmayın. Üç kuruşluk zevk için beş kuruşluk hasta olup da analı-kızlı bizleri üzmeyin!”
Sözlerinin tümü böyle değilse de, tercüme olarak aşağı-yukarı böyleydi ve sonucunda Azra mutlaka “Küsme Hakkını” kesinlikle ve arzuyla kullanırdı ve o hakkı kullanması için Arzu’yu da destekler, yardımcı olurdu!
Uzun lafın kısası(3); “Azra, Akın ve Arzu’nun anlatmakla bitmeyecek bir birliktelikleri vardı!” diyeyim kısaca.
Vaktim kalırsa Arzu’nun derslerini ertelemesinin mümkün olacağı Cumartesi-Pazarlarda tavla oynadığımızdan ve mahsusçuktan(!) defalarca yenildiğimden, çok zaman tiyatroya, sinemaya götürdüğümden, gaflet(1), dalalet(1) ve hatta hıyanetle(1) (!) bir kere de futbol maçına götürüp gerekli dersi aldığımdan da bahsedebilirim. Çikolatalı pastadan daha önce bahsetmiştim, zaten.
Nereden nereye, bir “Ekilmiştim!” dediğim sonbahar akşamında? Evimi kaloriferli bir evle değiştirmiştim. Yine öksüzlük şarkıları çığrıştırıyordum zihnimde aşk değil, arkadaşsız olmaktan dolayı. Piyanodaki müzisyenin ne çaldığından habersizdim.
Yakışıklı sayılmazdım, ama yüzüne bakılmayacak kadar da çirkin ve tipsiz değildim. Ne aradığım bulmuş, ne de arayanlar, rastlamak isteyenler beni bulmuşlardı, hatta koca şehre yerleştikten sonra da.
Her ne kadar başlangıçlarda Azra ve Akın’ın vurdumduymaz(1) hareketleri ile karşılaşmış olsam da, saçıma karlar yağdıktan(22), içimden geçmiyor, ama belki de kaloriferli evime taşınmadan evvel evlerini ikametgâh olarak kullanışımdaki sıkıntılarından dolayı olsa gerek, adaylar göstermişlerdi o zamanlar bana.
Aslında aday adayları demem gerek, çünkü belirli bir yaştan sonra leblebinin kırığı, üzümün çöpü, armudun sapı, eriğin çekirdeği olduğunu bilmez gibiydiler arkadaşlarım. Ben göremedim, karşımdakilerin çoğu da beni görememiş olmalıydılar, gözlerimde gözlükler, saçımda fark edilen eksiklikler ve renk değişiklikleri nedeniyle!
Velhasıl kelâm(3), anlaşılmıştır durumum. Kişinin kendisini övmesi yanlış, biliyorum, ama ak-aktır, kara-karadır, gri olabilirler mi, ya da açık kara, koyu beyaz gibi? Yanlıştı bu düşünceler...
Ayrıca az-biraz çenem düşüktür(3), bu nedenle çevremde pek sevilmezdim gibime gelirdi, özellikle üst makamlar tarafından. Uzmanlığım konusunda dehâ(1) değilsem de bildiğim çoktu ve iyi bir yayın(23) takipçisi ve iyi bir yayım(23) koordinatörüydüm(1).
“Yap!” derlerdi bana “Yapmam!” der, ilgili yayını gösterir, “Yazılı emir” isterdim. İşte, şimdi övünebilirim, istediğim o yazılı emri bugüne kadar veren bir babayiğit çıkmadı. Aslında bir bakıma kendime yakıştırdığım unvan “Persona Non Grata(24)” idi, kendime nereden yakıştırdıysam?
Günlerden bir gün, birkaç teknik eleman ve müdür arkadaşla birlikte, kulağımız çekilerek, ne yapmamız gerektiği üflenerek anlatılarak bakanlıklar arası bir toplantıya katıldık.
Konu; traktör ve araç alımı üzerine, daha doğusu ithalâtı (dışalımı) idi. Öyle ki Türkiye’nin kendisine has üretimi nedeniyle traktör yeterli değildi ve asıl fiyatı örneğin 100 olan traktör karaborsada 300’e gidiyordu, üretimle ihtiyacın karşılanamaması nedeniyle.
“Ortak Makine Kullanımı(25)” komünistlikti(1)! 10 dönüm arazisi olan bile; “Parasıyla değil mi?” deyip kredili, bir bakıma mal mukabili de diyeceğimiz “Kliring Sistemi(26)” ile traktör edinmek istiyordu. Bakan her ağzını açışında “Traktör” deyip bir başka kelime telâffuz etmiyordu(2).
Nitekim açış konuşmaları bölümünde tüm müsteşarlar(27) aynı konuya değinmişlerdi, ağız birliği etmişlercesine(2). Tek-tük cılız sesler kendi aralarında fısıldaşıyorlardı, ancak cesur değillerdi.
Sonuçta traktör, hatta araç ithali için izin verilmesine karar verildikten sonra; “Kişisel fikrini söylemek isteyen var mı?” denilince o cesur adam ben oldum, hem de tek başıma.
“Kişisel dediniz, fikir benim, Bakanlığım adına da konuşmuyorum. Yapmayın, etmeyin bayanlar, beyler...
Türkiye’miz özellikle bu Kliring Sistemi ithalâtla traktör ve araç hurdalığına, mezbahasına dönecek..
Ve yine özellikle belirtmemde yarar var ki, bu sistem dolaysıyla çiftçi traktörünü her ne şekilde almış olursa olsun, yabancı paranın değeri arttıkça üstüne bindikleri traktöre neden zam geldiğini anlatamayız!”
Doğal olarak sözlerim; insanların, ne teknisyen, ne de bürokrat demeye içim elvermiyor bir kulaklarından girip diğer kulaklarından çıktı(2). Hem zaten söylesem tesiri yoktu, sussam da gönlüm razı değildi(28).
Sadece bir genç kız, olası ki yeni mezun, heyecanlı ve fakat benim düşünceme göre hayalperest, idealist benimle zıtlaşmayı(2), yeğledi(4), alınan kararın doğruluğuna inanıp desteklercesine. Onun sözleri de benim zihnimde yer etmedi, benim sözlerim için olduğu gibi, onun sözleri de benim bir kulağımdan girip diğer kulağımdan çıktı.
Plâtformda(1) birbirimizden uzak olmamıza rağmen güzel olduğu kanaatini yaşadım, onun bakışları düşmanca gibiydi sanki.
“Otur, oturduğun yerde salak(1)! Yaşına başına rağmen, sen ne bilirsin ki?” der gibiydi.
Zayıf, cılız seslere(3) rağmen destek olmaksızın sinsice sinmiş(2) insanlardan sonra çıktım toplantıdan. O karşımdaydı, salonda;
“Vaktiniz uygunsa, söylediklerimin dışındakileri de anlatmak isterim!”
“Hem vaktim, hem de gereği yok kızım! Pardon hanımefendi! Eğer yolumuz gene çakışırsa bir 5-10 yıl kadar sonra suratınızın aldığı şekli görmek isterim, aslında haklı olmak içimden hiç gelmese de...
Yine de son bir cümle daha aktarmak isterim, bana ait olmayan; ‘Bilgisiz ve dayanıksız inanma, yapaydır!(29)’ İnanın!”
Fısıltı Gazetesi(3) anında yörüngesine oturmuştu(2). Çünkü ağzı olan konuşuyordu(30). Ertesi günün başlangıcında Bakanın Özel Kalemi telefon etti;
“Bakan seni çağırdı!” diye...
Odasına gittim, masasının yanındaki seccadeye oturmuş, hangi vaktin namazını kıldığını anlayamadığım oturuş ertesinde dua ediyordu, ben ayakta dikilirken. Sonunda ehlen ve sehlen(3) yerinden doğulup masasına oturmadan;
“Kulaklarıma ulaşanlar doğu mu? Bakanlığımızın politikasına ters bir şeyler!”
“Doğrudur efendim, benim kişisel görüşüm. İlerilerde Bakanlığımın ve başımızda Bakan olarak kim olursa olsun, başını oldukça ağrıtacak bir konu bu, düşünceme göre!”
“Yanlış!”
“Doğruluğunu şu an ispat edemem efendim!”
“O halde askerliğini yaptığın yere git!”
“Bu vatan bizim, üzerinde Türk Bayrağı dalgalanan. Ben orada da yani Türkiye’mde kazanır, vatanıma orada hizmet eder, orada yer-içerim. Ama benim duyduğum yanlış değilse, sizin oğlunuz ve gelininiz bir başka ülkenin bayrağı altında çalışıyorlarmış...”
Sözümü bitirmeme fırsat kalmaksızın masasının üstündeki kalem, tel zımba, delikli zımba, kalem gibi ne varsa üzerime doğru atarken silâhını çıkardı belinden, masa üstüne koyarken bağırdı;
“Defol!”
“Ölüm Allah'ın emri korkmam, siz de benim gibi geleceğinizden korkmuyorsanız, elinize aldığınızı ateşlemekten çekinmeyin. Yerinden çıkartılan silâh tehdit için kullanılıp yerine konmaz efendim. Sadece Kur’an’daki o ayeti(31) hatırlayın, eğer ki inancınıza göre öldürme hakkınız varsa, mademki Müslümansınız, ya da o görünümdesiniz...”
Tekrarladı sözlerini;
“Defol! Gözüm görmesin bir daha seni!”
Maalesef; “Okyanusa karşı ıslık çalınmayacağı(32)” bilincini yitirmişim, haklı olduğuma inandığım konu da olsa.
Öğleden sonra tayin emrim elimdeydi!
Dünyada başarı kazanmanın iki yolu vardı, aklından faydalanmak, ya da başkalarının akılsızlığından faydalanmak(33).
Ben, ikisini de uyguladım.
“Param yok!” dedim, “Yolluğumun verilmesini bekleyeceğimi” söyledim. Maksadım hainlik etmek, gecikmek, mehil müddeti(3) denilen vıddır-vızık(3) şeyi kullanmak değildi.
Üç-beş parça eşyamı toplamak yanında, yarım kalmış devletime karşı sorumluluğum olan başladığım bir sürü iş ve rapor vardı, gittiğim yerde çalışıp tamamlamamın mümkün olamayacağı.
Maksadım raporlarımı ve işlerimi toparlayıp(2), tamamlayıp genç arkadaşlara devretmekti, gece yarılarına kadar çalışmam gerekse de.
Sonrası…
Sonrası benim için çözümsüzlüktü. Bu kadar yıl, özel şirketlerin sunduğu bir sürü maddi-manevi imkânları göz ardı edip devlete çalıştıktan sonra, herhalde özel sektöre yönelip “Peki, madem çok ısrar ettiniz, kabul!” diyemezdim değil, demezdim, eğilmezdim.
Daha sonrası...
Daha sonra ne oldu bilemem, bilmem de mümkün değil, bizzat müsteşar masama kadar geldi;
“Çalışmaya devam et, tayinin durdu!” dedi.
Sevindim, içimde saklamaksızın, müsteşar da insandı nihayet, sarıldım, karşılık verdi o da. O zaman çalışmalarımdaki doğruluğun, son ana kadar yarım olanları bitirme arzum dolaysıyla gece-gündüz demeksizin çalışmalarımın yayımı için tayinimin durdurulduğunu o söyledi, ben de anladım!..
Akşam ya erken geldi, ya da ben erken getirdim akşamı, sinirlerimin boşalması için olsa gerek.
Lokantada oturduğum masada daha bir yudum ziftlenmemişken(2) zihnimden geçen bunlardı, sıralı, ya da sırası karmakarışık(1). Üstelik parlamento(1) dışında kalan bakanı, yurtdışında görevlendirilen müsteşarı ve toplantıda benimle zıtlaşan o güzel kızı hatırlayarak, ancak cisimlerini beynimde şekillendirme zahmetine katılmaksızın, belki de içimden gelmediğinden düşünme moduna girmiştim.
Bu düşünceler içindeyken dikkatimi çekti gelip de karşımdaki masaya yalnız başına oturan o genç kız. Kımızı şarap ısmarlamıştı, garsonun ve benim bakışlarıma ve çeşnisine(1) aldırmaksızın garsonun elinden şişeyi almış, bardağını doldurmuş, bir anda fondip yapıp(2), ikinci bardağı doldurup dinlenmeye bırakmıştı, camdan dışarıya dalgınca bakıp düşünmeye devam ederken.
Garsonun; “Emriniz?” diye sorusunu ilk seferde belki duymamış, belki hissetmemiş, ikinci seslenişinde ise tek kelimeyle “Sonra!” diye cevaplamıştı, zorlarcasına hem kendini.
“İnsan beşer, bazen şaşar! (34)” Ya da şimdi yaşadıklarımın daha önceden yaşamış gibi gelir kendine, “dejavu(1)” der gibi ancak sonrasını hatırlaması mümkün olmaz. Hem zaten ilerimizi görseydik yaşamımızın da, ölümümüzün de tadı mı olurdu ki?!
Karşımdaki genç kızı bir yerlerden tanıyor gibiydim, ancak çıkartamıyordum. Benzetmiş olamazdım, zihnimdeydi, hem de pırıl pırıl. Hafızama, beynime güveniyor olmama rağmen hatırlamakta zorluk çekiyordum, o pencereden bakarken, yan profilden(!)(3) görüşüme göre, zihnimdeki görüntüyle özdeşleyemiyor(2), üst üste getiremiyordum. Dönsün istedim, döndü, manasız bakışlarla...
Onda iz bırakan biri olmadığım kanaatini yaşadım. Oysa bende silinmeyecek izleri vardı. Beynimi biraz zora koştum. Gerçek değildim, duygusal bir erişimim olmasa da, meslektaş olarak bu mesleki odanın lokantasında beraber olduğumuza göre, kimdi o?
Şair; “Tek satırla da şair olunur(35)!” demiş, o halde tek bakışla da olsa insan murat edip(2), niyet ederse istediğini kazanabilir, ya da elde edebilirdi, değil mi?
Beynim yıllardır ilk defa zorlanıyordu ki, buna alışkın değildi. Ama nihayetinde başarıya ulaşmıştı. Benim o gün; “Traktör ithalâtı yapmayın!” diye direndiğim ve bugün kötü sonuçlarını, daha tahmin ettiğim yıllar gelmeden gördüğümüz konuda “Yapmalıyız!” diyerek yolumu kesip kendisini tasdiklemem, fikrini desteklemem için beni aydınlatmaya çalışan o genç kızdı, adını, sanını bilmediğim...
Yüzüme baksın, gözlerimiz çakışsın, karşılaşsın istiyordum. Tanrının sevgili kulu değilsem de, kenara atılıp israf edilecek(2) bir kulu da olmadığımdan kısa bir süre içinde karşılaştı bakışlarımız. Sadece;
“Yanınıza geleyim mi, gelebilir miyim?” diye bencilliğin dostluğun zehri olduğunu(36) bilmezcesine bencilce işaret yaptığımda, elinin tersiyle “Git!” ya da “Gelme!” anlamında işaret yaptı ve şarap kadehine uzandı tekrar. Centilmen ve haddini bilen(2) biri olarak; “Yalnızca kendimi düşündüğüm için utandım(37). Boynumu bükmek(2) zorundaydım, büktüm de...
Aradan geçen zamanın farkında değilim, hatıralarla boğuşurken, ben de ilk kadehin canına okumuş, hesabımı görmüş, can sıkıntısı ile hesabı ödeyip lokali(1) terk etmeyi plânlarken karşımda bir karaltı oluştu. Sonra masama elinde şarap kadehi ile oturduğunda, merak edercesine sordu;
“Evet! Neden?”
“Hüzünlüsünüz yardımcı olayım istedim...”
“Sadece bu mu?”
“Hayır, doğrusu sizi bir toplantıdan hatırladım meslektaşım!”
“Nasıl bir toplantıda? Hem adım Aysun!”
“Memnun oldum, ben de Mahsun! Toplantıyı hatırlatmam gerekirse Bakanlıkların temsilcileriyle yapılan traktör dış alımı meselesiydi, bir bakıma ‘Paran oldukça öde!’ gibi.”
“Hatırlayamadım, açar mısınız?”
“Tarihi tam olarak hatırımda değil, hani herkes kurumunu söylerken, Orman Bakanlığı temsilcisi ‘Ormandan geldim!’ demişti de gülüşmüştük!”
“Eee?”
“Ben kişisel olarak ‘Böyle ithalât olmasın!’ demiştim, siz ‘Olsun!’ demiştiniz ve zıtlaşmıştık, sonra da nedenlerini açıklamak istercesine yolumu kesmiştiniz ve. ben; ‘5-10 yıl sonra görüşelim!’ demiştim, hatırlayabildiniz mi?”
“Beynimi zorluyorum!”
“Ben de işte böyle bazen uzun cümleler kurarım, anlatamam, tam noktayı koyarım, bu sefer de duymayan kalmaz!(38) İsterseniz siz beyninizi zorlamayın, beni dinleyin isterseniz...”
“İstiyorum!”
“O karar sonrası Romanya, Polonya ve hatta Hindistan'dan kalitesiz traktörler aldık, anlaşmalar gereği. Şu anda Türkiye Traktör Mezarlığına döndü. Oysa benzinsiz, yağsız kaldığımız, kuyrukların oluştuğu zamanlardaki politik kararları göz önüne alarak(2) kendimiz kendimize yetmiş olsaydık, dünyanın döviz kaybıyla karşılaştığımız bu mezarlığı üleşmeyecek, görmeyecektik!”
“Yani hata benim mi?”
“Asla! Sadece bir öngörümü(1), o gün yanılmış olmayı dilememe rağmen ispat etme gayreti. Keşke, siz ve dolaysıyla sizin gibi düşünenler haklı olsaydınız da ne bu traktör mezarlığı ne de dövizlerimiz heba olmasaydı(2)!”
“Anladım.”
“Peki, eskiyi unutmaya çalışıp bugüne dönelim mi?”
“Utanarak da olsa peki...”
“Neden utanacakmışsınız ki? Elini masaya vurup ‘Evet!’ diyenler, sizi yanlış bilgilerle donatıp yanlış yönlendirenler utansınlar! Kendinize haksızlık yapmayın lütfen! Şimdi kendi kadehlerimize yönelelim. Masamı paylaşırsanız, onur duyarım, ‘Hayır!’ derseniz de saygı duyarım! Arkadaşım, eşinin kaprisi(1) nedeniyle beni ekti, yalnızlığım ondandır…
Ama siz alışkın olmadığınıza emin olduğum bir şekilde ilk bardağı fondip yaptınız, fark ettim. Nedenini anlatıp dinlenmek, rahat etmek isterseniz, sizi sözleriniz sona erinceye kadar, sözlerinizi kesmeksizin, ses çıkarmaksızın dinlerim.”
“Özel bir durum!”
“Peki, sustum!”
“Hayır! Destekleyin ki, içimi dökeyim, boşaltayım!”
“Peki, o halde devam edin, lütfen! Yalnız şunu âcizane olarak önermeme izin verin; sadece bir iki dize, ‘Sen!’ dememi bağışlamanız dileğiyle;
“Serbest bırak, hatta azat et!
Bir: Beyninin hücrelerini,
İki: Kalbinin sesini,
Üç: Gönlünün boşluğunu...
Bak, o zaman rahatlayacaksın! Ne gibi mi olacaksın?
Ben söylemeyeyim!
Sen bil! (39)”
“Aldatıldığımı, yanlışlığı öğendim!”
“Ne zaman, ne kadar?”
“Bu gün, onu bir başka, çıtı-pıtı(3), güzel, genç bir kızla gördüm, sarmaş-dolaş(3), ses etmeksizin ve sadece ayrıldığımızı ilettim mesajla. Bende bulamadığını, bir başkasında bulanın dizlerine kapanmayacak kadar onuruma düşkünüm…
Aslında suskunluğum da asaletimdendir(40). Hem suskunluk bence soylu bir meydan okuma, ama soysuz insanlara, hak etmeyenlere asla işlemediğine(40) inandığım, onun için arkadaşım bile demeğe lüzum görmediğim...”
“Bağışlayın hanımefendi...”
“Aysun!”
“Peki Aysun! Haddim değil, ama bir söz vardır, bırak gitsin, geri dönerse senindir, dönmezse zaten hiç senin olmamıştır(41), gibi bir şeydi galiba, aklımda yanlış kalmadıysa. Hem üzülmek sizin zararınızadır sadece. Üstelik üzüntü, kanserdir(42), demiş birileri, kim, nerde, niçin, ne zaman, bilmiyorum…
Ve eğer gene aklımda yanlış kalmadıysa; Gerilim altında bunalıma düşme(43), bir bakıma terk edilme gibi düşünmek aklımdan geçiyorsa da, terk ettiğini düşünmek bana daha doyurucu gözüküyor, bu senin asabi sorunlar yaşamana sebep olur(43) ve sağlığını yitirirsin...
Ayrıca dünü unut, bugünü yaşa, yarın için umutlan(16), her ne kadar filozof; ‘Yarını düşünme!’ demişse de. Bırak ve hayatını yaşa. Dersen ki ara sıra teselli ol, yardımcı olmaya çalışırım, hatta arkadaşım Akın ve eşi Azra da...”
“Üzülmüyorum, üstelik beklentim de yok ve bana ihanet edeni sadece unutmak geçiyor aklımdan. Bu nedenle söylediklerinizi uygulamaya çalışıp deneyeceğim.”
“Deneyin! Yitireceğiniz bir şey yok! Hem izniniz olursa sormak isterim...”
“Her neyse, sorun, merak ettim!”
“O gün, o toplantıda zıtlaştığımız konulardan pişman mısınız? Yani Türkiye’mizin traktör ve taşıt parkının mezarlık olduğu gerçeği konusunda...”
“Hayır, desem inanacak mısınız?”
“Maalesef, hayır!”
“Bugünleri yaşadığımız ve gördüklerim için ‘Evet! ‘ desem?”
“İçtenlikle inanırım, bugünleri dünlerden gördüğüme inandığınız için.”
“O halde ne için bitirelim bardaklarımızdakileri fondip yaparak?”
“Haklı çıkmak önemli değil, keşke siz haklı olsaydınız, ben kaybetseydim Türkiye’m adına. Ama siyaset bu, sanırım herkesin kendini suçsuz olarak yorumlayıp, sorumsuz gördüğü...
O halde mutlaka öncelerinizde defalarca söylenmiştir, ama benim gözümde ilk kez ‘güzelliğinize’ desem?”
“Zere(1) arkadaşlarım içki masalarında ‘İçelim, güzelleşelim!’ derlerdi, sanırım siz de aynı yanlışın içindesiniz!” derken gözlerini benden kaçırır, kaçırmak ister gibiydi sanki(44).
“Evet, içtim, ama güzelliğinizi söylemek içkinin hatırına değil, içimden gelen bir ses. Jest(1), espri, yağcılık, yalakalık, ya da centilmenlik duygulan ile bir iltifat değil!..
Ve ben sizin gibi bir güzelle bugüne kadar karşılaşmamış olmanın hüznünü yaşıyorum, şimdi ise mutluluğunu, işte benim bilemediğim bu...
Öğrenmek için de eğer izninizi alabilirsem ne kadar sürecek onu da bilemiyorum.”
“O halde içinizden geçtiği gibi tezahürat yapın, ilk defa içmeyi denedim, şu an pişmanım ve sizi artık anlayamıyorum.”
“Bence aç karnına, yanında hiçbir katkı olmaksızın şaraba bu kadar ve öylesine yüklenirseniz olacağı bu işte! Sarhoş musun? Kusacak gibi misin?”
“Bilmiyorum, yaşamımda ilk defa denediğim bir yanlışlık kinimle, hüznümle, ben başıma, ben, beni benimle ilk defa paylaştım, böylesine bilip anlamadığım bir şişeyi, miktarını, âdâbını bilmeksizin...(2)”
“Ve sarhoş oldunuz!”
“Sanırım!”
“Sakın ola bana güvenmeyin, sizi taşıyamam!”
“Küfesi olan bir hamal da bulamaz mısınız?”
“Olur, ama adresinizi verin, sizi bir taksiyle evinize bırakayım. ‘Bıraktırayım!’ diyemiyorum, çünkü en masum(1) görünen birini bile baştan çıkartacak kadar güzelsiniz. Sizi başkalarına emanet etmek içimden geçmiyor...”
“Asla! Eli-yüzü düzgün, içkisi-sigarası, aşkta-meşkte(3) gözü olmayan biri olarak tanınıyorum, oturduğum sitede. Bu itibarımı(1) yitirmek istemem. Siz beni, söz verip evinize götürün!”
“Ne gibi?”
“Sarhoşken bana dokunmayacağınız, iffetime(1), namusuma(1) halel getirmeyeceğiniz(2) gibi...”
“Gerçekten zayıf bir anında bir genç kızı baştan çıkaracak(2), cinsel gerekliliklerini tatmin edecek biri gibi mi düşündünüz beni?”
“Erkek milleti değil misiniz? Hepiniz aynısınız! Elinize geçen en ufak fırsatı, şansı bile değerIendirmeyi isteyecek...”
“Yanlış Aysun! Misafirim olacaksın, senin namusun bana emanet. Evime geleceksin ve kardeşim Azra seni misafir edecek, umuyorum!”
“Sağ ol!”
“Sen sağ ol! Ya da beraberce sağ olalım.”
Son sözlerimi duydu, duyabildi mi bilemiyorum, taksiye bindiğimizde başını omuzuma dayamış, kendinden geçmiş gibiydi ve herhalde yaşadıklarını beyninde muhafaza etmemesinin gerektiğini düşünemeyecek gibi bir şekilde iç çekiyordu ara sıra.
Önce Akın’a uğradım, bindiğimiz taksinin anahtarını “Kusura bakma!” diye alarak, sanki şoförün yedek anahtarının olduğunu düşünemeyecek kadar saflıkla. Kendini bana emanet edeni, ben bir başkasına asla emanet etmez, edemezdim!
Azra, makul ve mantıklı(3) karşıladı; “Sevgilisinden ayrılmış, sarhoş kız!” şeklinde anlatımımı. “Peki!” deyip evimde kalmaya rıza göstermiş, ancak kocasının kulağını da çekmeyi unutmamıştı;
“Boşarım seni, eğer bakkaldan bira-mira alıp bensizliğini kutlarsan!”
Mazereti hazırdı Akın’ın zaten;
“Ben vallahi almadım, almam da. Mahsun çeler aklımı(2), ben her zaman masumum, bilirsin!” diyecekti. Azra da; her zamanki sitemi ile;
“Bilirim! Bilirim! Bilmez miyim hiç!” diyecekti ve doğal olarak, benim yüküm bu konuda tamam olduğundan(2), belki de çok nadiren(1) olduğu gibi “Cilâ Olayı(3)” olarak ona katılıp bira şişelerini saklayıp suçu üstlenecektim.
Bilmediğim kendine gelip uyanan Aysun’u Azra’nın işlemesiydi;
“Sana âşık, sarhoş kafayla, hem de ilk görüşte!”
Oysa hem ikinci görüşümdü, öncesinde bilmediğim, hem de; onun mu, benim mi söylediğimi hatırlayamadığım “İçelim, güzelleşelim!” ve “Güzelsin!” sözü dışında tek bir kelime bile dökülmemiş olmasıydı dudaklarımdan, sarhoş kafayla da olsa.
Ancak gönlümü inkâr etmem asla mümkün değildi, hem dediğim gibi ilk değilse de, bu ikinci görüşümde.
İki kadın, uyur-uyanık, sabaha kadar, ya da sabahta neler konuşmuşlardı, bilemem.
Ancak içki esrikliği(1) ile gece uykumun takıntısı “Güzellik Uykuma(3)” devam ederken, Azra’nın şarkısı ilişti kulağına, ta ilkokullardan kalan;
“Tembel çocuk! Haydi kalk! Artık sabah oldu! Tıraş ol! O genç güzel kız seni senin evinde bekliyor. ‘Kahvaltı edip, iki cümleyi uç uca ekleyelim(2), ondan sonra herkes kendi yoluna!’ diyor…
Artık herkes kendi yoluna mı gider, yoksa o yolu beraber mi devam edersiniz, o size kalmış! Ama bana kalırsa; ‘Elindekini değil, evindekini gönlüne hapset, kaçırma!’ derim!”
Bilmecelere meraklı Azra’nın ne demek istediğini uykulu halimle bir çırpıda anlayamamıştım(2), tıpkı Homongolos’a(45) sığınma çabasında yaşadığımı sandığım dar dünyam gibi.
Ve alıklık(1) bedelli olsaydı, bende olanı asla satamazdım!
Ve ben ayılma gayreti ile ayrılırken eklemek zorunluluğunu hissetti Azra;
“Hem fark ettiğim özel bir durumu söyleyeyim ki; o kız Aysun, sen Mahsun. İkiniz de Tanrının aynı dünyaya ay olarak sunduğu bebekler olmalısınız, Bu; kanımca doğduğunuzda ayrı yerlerde olsanız da Tanrının sizi birbirinize yazdığının ispatı Sadece karşılaşmanız gecikmiş, bence tüm kusur o kadar!”
Öylesine yakıştırmıştı ki Azra; Mah ve Ay’ın aynı anlamda “Sun” şeklinde kavuştuğunu yahut da kavuşmalarının gereğini.
Eve gittiğimde giyinmişti, ben uykumu kısıtlamaksızın devam etme çabasındayken, sanırım Azra’nın katkısı olmuştu, Aysun’a.
“Çaydanlığı ocağa koyup, altını yaktım. Kahvaltıyı evinde mi etmek istersin, yoksa bir yere götürür müsün beni? Bence akşam, akıllı-uslu bir şekilde teşekkür edemediğim için, ‘Evinde oturalım!’ derim. Zaten masamızı da hazırladım. İstersen ömür boyu da hazırlamaya gayret ederim!”
Tanrı, akıl ve zekâ dağıtırken ya beni es geçmiş, ya da unutmuştu beni bir kenarda, herhalde. Aksi takdirde gerzekliğimin(1), gabiliğimin(1) tarifi ne olabilirdi, aval aval yüzüne bakarken(2).
“Burada olalım, sağ ol!” dedim sadece ve kısaca.
Bir genç kız, yalnızlığı yaşadığım evimde bana kahvaltı ısmarlıyor(!) ve ben tepkimi sadece bir “Sağ ol!” cümlesi içine sıkıştırma gayreti yaşıyordum. Banallik, düşüncelerime sığdıramayacağım, “Zekâ noksanlığı(3)” ile donatılmış, aklıma gelmeyen tüm eklentiler benim için söylenmiş olsa gerekti ve bu eklentiler azat olmayı bekler gibiydiler.
Ancak benim gibi yalnızlıktan bunalmış, bıkmış olanların da yalnızlıklarına ihanet etme hakları vardı, değil mi? “Teşekkür edemedim, demiştin, Şimdi etmek ister misin masaya oturmadan evvel!”
“Tabii...” dedi, durakladı, cümlesinin sonunu nasıl bağlayacağını bilmez gibi. Yerinden kalktı, ayağa kalkmamı bekledi sanırım, sarıldı bana, bence tam sırasıydı, sarıldım, yüzünü çevirdim ve öptüm onu;
“Bunun anlamı ne?”
“Sen yalnız, ben yalnız, birleştirelim yaşamımızı...”
“Yalnız bir gece sonunda, sevmeden, âşık olmadan ve üstelik doğrudan doğruya değil, gizli-saklı bir evlenme teklifi ile mi?”
“Benim olmayı dile, ömrümce severim seni.”
“İyi dürüst, hatta mükemmel bir insansın, bir insanın kendisini emanet edebileceği kadar. Sözlerine güvenir ve anlatılanlara da inanırım, ama... “
“Anlatılanlara?..”
“Bazen sabahlar olmak bilmez iki kadın bir araya gelince, bir erkeği çekiştirecek değiller ya, hele onlardan biri, doğma-büyüme, kardeş gibi bugüne kadar beraberse...
Ve de beni bir gecede, bir anda birbirinin olması gerektiğine inandırmışsa, dilemişse. Ama sevgi dediğin, himmetine sığınmak istediğin aşk olmazsa, nasıl mutlu olabilir ki insan?”
“Ben mutlu olacağıma, seni mutlu edeceğime inanıyorum, Söyle istediğin kadar süre vereyim sana, düşün, taşın, beni sevmeyi düşle ve sonra evlen benimle. Yalnız yitirmeyelim önümüzdeki yılları, beraber yürüyelim aynı yolları. Söyle, ne kadar zaman dilersin?”
“Seni anlamam, bilmem ve sevmem için; ‘Seninle bir dakika…’ yeter bana!...”
YAZANIN NOTLARI:
(*) Traktör ve Traktör Mezarlığı konusu, Şu anda rahmetli olduğunu bildiğim Bakanın namaz kılması, pantolonunun arkasındaki silâhı göstermesi, evrakı fırlatması, bu konu ile ilgili bir toplantıda Orman Bakanlığından katılan görevli elemanın; “Ormandan geldiğini” söylemesi gerçek olarak yaşanmıştır.
Sağ-sol kavgalarının ayyuka çıktığı devirlerde okuduğum gazete ve fikirlerim nedeniyle sürgün yaşama olasılığım da vardı, gerçekten durdurulma nedenini bilemediğim. Tek fark; öncesinde memurum olan kişinin o zaman amirim olmasıydı.
Laik bir Türkiye'deydik, ama o günlerin deyişiyle; Din “Yavaş-yavaş!” siyasete alet olmaya başlamıştı.
(*) Seninle bir dakika, umutlandırıyor beni… Semiha YANKI’nın 1975 Eurovision Şarkı Yarışmasında memleketimizi temsil ettiği şarkı olup, maalesef o yarışmada aldığı 3 puanla sonuncu olmuştu.
(*) Azra; Temiz, masum. El değmemiş bakire kız. Delinmemiş inci. Ayak basılmamış kum.
Mahsun; Hüzünlü, tasalı. Kaygılı, mükedder. Güçlendirilmiş, güçlü. Sarp, sağlam. (Aile, sanırım ismi “Mahzun” şeklinde yorumlamış olmalı. Ancak öykünün adabına uygun olması için değişiklik yapmadım. Kısaca; yazanın kusuru yoktur, diyebilirim!)
(1) Âdet; Töre. Bir topluluk içinde öteden beri uyulan ve uygulanan kural.
Alıklık; Akılsızlık, aptallık, bönlük, budalalık, salaklık, sersemlik, şaşkınlık.
Asalak; Tufeyli. Başkalarının sırtından geçinen, menfaatlenen, emek vermeden bir şeylere sahip olan.
Becayiş; Karşılıklı yer değiştirme.
Çeşni; Tadımlık. Hoşa giden tat, lezzet. Değişiklik.
Dalalet; Sapınç, sapkınlık. İnanç ve düşüncelere ters düşen, doğru yoldan ayrılan kaide ve düşünceler.
Deha (Dehâ); Yüksek zekâ. İnsan zekâsının erişebileceği en son kerte. Yaratıcı zekâ, yaratıcı kişilik, herhangi bir alanda, özellikle de bilim, sanat ve yazında yaratıcı güç.
Dejavu; Yaşanan bir olayı veya anı daha önceden bire bir oranında tekrarlandığı yaşanmışlık halini, hissini yaşamak. Görülen bir yerin daha önceden görülmüş olma duygusu. Pek çok kişide zaman zaman yaşanmaktadır
Delifişek; Delicesine işler yapan, şımarık, atılgan, delişmen.
Dımdızlak; Elindeki her şeylerini kaybetmiş, imkânlarını yitirmiş. Çırılçıplak. Tepesinde hiç saçı kalmamış.
Düpedüz; Çok düz ve doğru bir biçimde, dümdüz olarak. Yalın, basit, süssüz, sade. Başka bir amaç gütmeden, açıktan açığa, açıkçası, gerçekten.
Esriklik; Sarhoş olma durumu.
Evcimen; Evine, ailesine çok bağlı olan. Ev işlerini iyi bilen, becerikli, hamarat. Aklı başında, sakin.
Felsefe; Düşünce Bilimi. Bilgeliği İnceleme. Var olanların varlığı, kaynağı, anlamı ve nedeni üzerine düşünme ve bilginin bilimsel olarak araştırılması. Bir bilgi alanının ya da bilimin temelini oluşturan ilkeler bütünü.
Gabilik; Ahmaklık, anlayışsızlık, bönlük, geri kafalılık.
Gaflet; Gafil olma hali. Gafillik. Aymazlık. Dalgınlık. Dikkatsizlik. Boş bulunma. İhtiyatsızlık. Nefsin arzularına uyarak zamanı önemsiz şeylerle geçirmek.
Garez; Birine karşı kötülük etme isteği, kin, düşmanlık. Amaç.
Gerzeklik; Geri zekâlılık, zekâsı yaşından geride olma durumu.
Havai; Ciddi olmayan, ciddi işlerle uğraşmayan, ciddi işler yapmayan, dilediği gibi davranan, uçarı, hoppa. Hava ile ilgili, havada bulunan, açık mavi renk ve bu renkte bulunan. Değersiz, boş.
Hıyanet; Kutsal sayılan şeylere el uzatma, kötülük etme veya karşı davranma, hainlik, ihanet. Güveni kötüye kullanma, aldatma, vefasızlık.
İffet; Namus. Harama yaklaşmamak, helâl olmayan söz ve fiillerden kaçınmak. Cinsel konularda ahlâk kurallarına bağlılık.
İtibar; Saygınlık, kredi. İnanç. Saygı görme, değerli bulunma. Prestij. (Borç istemede) güvenilir olma. Başkalarından saygı görme, çevresinde saygı uyandırma.
Jest; Genellikle yerinde yapılan ve beğenilen davranış. Herhangi bir şeyi açıklamak için genellikle bedenin, özellikle el-kol ya da başın anlam taşıyan, ya da taşımayan hareketi. İçgüdüsel ya da istençli hareket.
Kabahat; Uygunsuz, yakışıksız iş, kusur, suç. Hafif hapis, hafif para cezası, ya da kısa süre meslekten, zanaattan alıkonmayla cezalandırılan hafif suç.
Karmakarışık; Çok düzensiz, çok dağınık bir biçimde. İç içe girmiş durumda olan, çok karışık.
Komünistlik; Özel mülkiyetin olmadığı, bütün malların üretim araçlarının topluma ait olduğu, bunların herkesin ortaklaşa kullandığı toplum düzeninin ifadesi. Böyle bir düzenin kurulması amacını güden siyasal, ekonomik ve toplumsal öğreti bilimi.
Koordinatör; İrtibat Sorumlusu. Faaliyetleri ilerletmek ve koordine etmek için iki kuruluş arasında irtibat kuran kişi.
Literatür; Edebiyat. Yazın. Herhangi bir bilim dalında yazılmış olan yazı -ya da- yapıtların tümü.
Lokal; Asıl anlamı; Belli bir bölgeye, belli bir yere değin ve ilgili yerel, bölgesel olmakla beraber, öyküdeki anlamı bir dernek ya da kuruluşun üyelerinin buluşması için ayrılmış yer anlamındadır. Ayrıca hekimlikte vücudun belli bir bölgesine ait demektir (Lokal anestezi gibi).
Masum; Suçsuz, günahsız, temiz, saf, kabahatsiz. Küçük çocuk.
Nadiren; Seyrek olarak, ara sıra, pek az, seyrek. Binde bir.
Namus; Toplum içinde onur ve Ahlâk Kurallarına sıkı sıkıya bağlılık. Doğruluk, dürüstlük, ahlaklılık, erdemlilik. İslâm ile ilgili Cinsellik Kurallarına bağlılık.
Operasyon; İşlem. Elde edilecek sonuç için alınan önlem ve yürütülen işlerin tümü. Ameliyat.
Öcü; Ağız ya da burundan çıkan herhangi bir ifrazatın bedenin, ya da elbiselerin herhangi bir yerine yapışıp kurumuş halinin çocuk dilinde ifadesi. Ayrıca; küçük çocukları korkutmak için uydurulup kurgulanmış, hayali yaratık, umacı, mömücü.
Öngörü; İleriyi görebilme yeteneği. Bir işin ileride ne durum alacağını kestirebilme, önceden anlayabilme.
Parlamento; Belirli sürelerde ve belirli bir süre için, yurttaşların oylarıyla seçilen milletvekillerinin oluşturduğu, ülkenin yasalarını yapan, devlet bütçesini çıkaran, hükümetini denetleyen ve anayasaya göre daha başka görevleri ve yetkileri bulunan meclis. Bu meclisin görev yaptığı yapı.
Plâtform; Yer, yüksekçe bir yer. Jeolojik bir yapı türü. Siyaset programlarında dayanılan düşünceler.
Salak; Giyiniş ve davranışlarından akılsız olduğu anlaşılan, aptal. Sağcı dünya görüşünü benimsemiş.
Tahammülsüzlük; Güçlü ve zorlayıcı etkenlere karşılık verememe, karşı koyabilme imkânsızlığı., dayanamama, direnememe, katlanamama.
Tezahürat; Bağırıp çağırarak, alkışlayıp tempo tutarak yapılan eylem.
Vurdumduymaz; Adamsendeci. Önemsememe, değer vermemek gibi davranışlar içinde olma
Zere; “Zaten”, ya da “zira” anlamında ve bazen de “sakın” anlamında kullanılan yöresel bir kelimedir.
(2) Âdâp (Adap) Bilmemek; İyiliğe, güzelliğe yönelttiği için insanın övgüye değer güzellikleri bilmemek, anlayamamak.
Ağız Birliği Etmek; Söz birliği etmek. Aynı konuda konuşmak, fikir beyan etmek. Uyuşmak.
Aklını Çelmek; Kişiyi kendi kararından ve düşüncesinden yoksun bırakarak başka bir yola sokmak.
Aval Aval Yüzüne Bakmak; Aptalca, aptal aptal yüzüne bakmak. Saflığı sersemlik derecesinde olan. (Ticari senetlerde ödemesi gerekenin ödememesi durumunda üçüncü bir kişinin ödemek için söz veya güvence vermesi anlamındaki “Aval” kelimesi ile ilintisi yoktur).
Baştan Çıkarmak; Körü yola sürüklemek, kandırmak, ayartmak.
Bir Çırpıda Anlayamamak; Hemen, çabucak, ele alır almaz, bir davranışta anlayamamak.
Bir Kulağından Girip, Öteki Kulağından Çıkmak; Söylenen söze önem vermemek, kulak asmamak, umursamamak.
Boyun Bükmek (Boynunu Bükmek); Acınacak halde, çaresiz kalmak. Bir durumu, bir işi ister istemez kabul etmek. Bitkilerde canlılığını yitirmek.
Boyunun Ölçüsünü Almak; Övündüğü kadar olmamak, yetersizliğinin, beceriksizliğinin derecesini görmek.
Dinin gerekli gördüğü ve aklın güzel bulduğu bütün söz ve davranışlar ile uyulması gereken görgü kurallarını, göz önünde bulunduramamak, izleyememek, bilinmesi gereken yol, yordam, yöntem gibi unsurlardan haberdar olamamak…
Efkârlanmak; Üzüntüye düşmek, tasalanmak. Sıkıntı hissetmek.
Felekten Gece Çalmak; Her şeyi bir kenara bırakıp eğlenceli hoşça vakit geçirmek (Yanlış aklımda kalmadıysa; “Seni özlemekten yoruldum…” diye başlayan “Felekten bir gece çalsak, diyorum!” şeklinde bir Türk Sanat Müziği eseri vardı).
Fondip Yapmak (Fondiplemek); Bardaktaki tüm içeceği bir kerede içmek.
Geğirmek; Midede oluşmuş olan gazı ağızdan sesli bir biçimde çıkarmak.
Göz Ardı Etmek (Edilmek); Gereken önemi vermemek, verilmemek.
Göz Önüne Almak; Gündemde yer almayı sağlamak. Unutmamak, olduğu gibi hatırlamayı mümkün kılmak. Sürekli denetim altında tutmak. Kolayca ulaşılacak bir yerde bırakmak, bulunmak.
Haddini Bilmek; Neler yapabileceğini, gücünün ve yeteneğinin nelere yeteceğini bilerek onun ötesine geçmemek, ölçüsünü bilmek. Mevlânâ Celâleddîn-i Rumî’ ye sormuşlar; “O kadar yazarsın, o kadar okursun, ne bilirsin?” diye. Şu cevabı vermiş; “Haddimi bilirim!”
Halel Getirmemek; Zarara uğratmamak, bozulmasına engel olmak.
Heba Olmak (Etmek), Heder Olmak (Etmek); Boşa, boşuna gitmek. Yok olmak. Ziyan olmak.
İki Lâfı (İki Sözü, İki Kelimeyi, İki Cümleyi) Uç Uca (Ard Arda) Eklemek; Uygun bir zaman dilimi içinde kişilerin zaman kısıtlaması olmaksızın düşüncelerini, duygularını, düzgün bir şekilde anlatmaları, sohbet etmeleri.
İsraf Etmek, Sahip olunan bir şeyi yok etmek, zayi etmek, dine veya dünyaya meşru bir faydası olmayacak şekilde gerektiğinden daha fazla kullanmak ya da harcamak. Yararlanılabilecek bir şeyi atmak, yakmak, yırtmak, kesmek, kırmak bir israftır.
Kazık Gibi Dikilip Sırıtmak; Dimdik ve sert bir şekilde ayakta dururken ağzını açıp yayarak gülmek, sırıtmak.
Mahzun Olmak; Üzgün, üzüntülü, hüzünlü olmak.
Murat Etmek; Dilemek, istemek, istek duymak.
Özdeşleşmek; Özdeş durumuna gelmek (Özdeş; Her türlü nitelik yönünden ayırt edilemeyecek kadar/gibi eş, eşit, benzer olan. Bir ve aynı olan, bir ve aynı anlamda olan).
Paçasını Islatmak; Herhangi bir durumda kişinin yaptığı yanlışlık, hata, suç, kabahat (ki; genelde bir başkası üzerine atılması muhtemel bir olaydır!)
Pehpehlemek; Beğenmenin ve şaşkınlığın belli edilmesi.
Postu Sermek; Kısa bir süre kalmak için gittiği yerde, istenmediği halde uzun süre kalmak.
Ruhunu Okumak, Bilmek; Konu veya kişi ile ilgili tüm bilgilere sahip olmak. Çok şeyi değil, her şeyi bilmek.
Sinsice Sinmek; Kaçıp saklanmak, gizlenmek, ortadan yok olmak, kaybolmak, bir yerlere sinmek. Kendini göstermemek için büzülmek, saklanmak, pusmak. Korku, yılgınlık gibi nedenlerle konuşamamak ya da tepki göstermemek.
Şişenin Dibini Görmek; Alkol ve muhabbetin koyu olduğu bir masada çakırkeyf olmanın, kafayı bulmanın ötesinde şişede kalanı da bitirip bir bakıma küfelik, körkütük, zilzurna sarhoş olmak.
Tasnif Dışı Bırakmak; Sınıflara ayırmaktan vazgeçmek. Sınıflandırmayı, sıralamayı yapmamak, geriye bırakmak.
Telâffuz Etmek; Söyleyiş şeklini, sesleniş tarzını gerçekleştirmek.
Toparlamak; Toplu bir duruma sokmak, bir araya getirmek, toplamak. Neler üzerinde durulacağını düşünerek onları bir araya getirmeye çalışmak.
Vır Vır Konuşmak; İpe sapa gelmez bir biçimde durmadan konuşmak.
Yeğlemek; Bir şeyi, ötekilerden daha üstün, daha iyi, daha uygun görüp ona doğru yönelmek.
Yörüngesine Oturmak; Yoluna girmek. İstenilen konuma getirilmiş, yönlendirilmiş olmak. Herhangi bir uydunun yörüngesinde hareket etmeye başlaması.
Yükü Tamam Olmak; İçki masasında belirli bir içki miktarın yeterliliğinin ifadesi. İçebileceğinin azami miktarına ulaşmak. Bu kanaati yaşayıp, söylenmek.
Zıtlaşmak; Birbirine karşı ters davranmak, zıt gitmek. Birbirine karşıt olmak, karşıtlaşmak.
Ziftlenmek; (Hakaret anlamında) Yemek yemek, içki içmek. Ziftle kaplanmak.
(3) Abuk Bir Düşünce; Türkçemizde “Abuk” diye bir kelime yok, abuk sabuk denebilir. Deyim; “Akla mantığa uygun olmayan, bilinçsizce, heyecanlarla uygulamaya konulmak istenen bir düşünce” olarak belirtilebilir.
Aşk-Meşk; İki kişinin karşılıklı duygularının iletişiminin anlatıldığı deyim. Meşk kelimesi asıl anlamı dışında sadece bir tamamlamadır.
Cılız Sesler; Çok güçsüz, zayıf, cansız, âdeta duyulmayacak gibi, sessize yakın, fısıltı gibi çıkarılan sesler.
Cilâ Olayı; Sert bir içkiden (Rakı) içilen hafif (Bira) içki.
Çenesi Düşük; Geveze, yerli-yersiz çok konuşan, gereksiz sözler söyleyen, susmasını bilmeyen, karşısındakini bıktıran.
Çıtı Pıtı; Minyon, ince, küçük, cici, Ufak tefek ve sevimli.
Çöp Konteyneri; Evsel ve katı atıkların geçici olarak toplanması için şehrin uygun yerlerine konulan çöp kabı.
Ehlen Ve Sehlen; Arapçada “Hoş geldiniz, merhaba!” anlamında olmakla beraber Türkçemizde “Yavaş-yavaş, ıngıdık-ıngıdık, dinlene-dinlene” gibi anlamlarda kullanılan bir deyim.
El İşte, Göz Oynaşta; Aslı, “Eli işte, gözü oynaşta” şeklindedir. Ahilik sufilik anlamlarını bir kenara bırakırsak; “İşini kemaliyle yapmayan, üşengeç, aklı fikri aşkta meşkte, iş yaparken sağa-sola bakınan, aklı fikri başka yerde olan” İş yapar gibi görünüyor, ama aklı başka yerde.
Fısıl Fısıl; Kimsenin duyamayacağı denli alçak bir sesle, fısıltı halinde, fısıldayarak.
Fısıltı Gazetesi; Toplumun ilgilendiği ama ondan saklanan bir konuyla ilgili olarak kulaktan kulağa yayılan dedikodu ve onun yayılma biçimi.
Güzellik Uykusu (Kestirmesi); Genellikle asıl anlamı dışında günün herhangi bir saatinde uyuklamak, ya da uyumak anlamında mecazi olarak söylenmektedir.
Hanım Köylü; Eşinin yöresine yerleşip uyum sağlayan erkek.
Her Daim; Sürekli olarak, her zaman, daima.
İçişleri (Bakanı); Bir kuruluşun yönetimi ile ilgili işler olmakla birlikte Yöresel ve mizahi olarak evin kadınına verilen bir özellik bir erkeğin eşi için söylediği sözlerden biri. “Komutan, ayal, başkan, tatlım, kıymetlim (datlım-kıymatlım), bir tanem [bidenem], gönlümün sultanı, hanım, hatun” gibi deyişler, bu deyişlerin sahiplenme eki olan “ım, im” gibi eklentilileri de var tabii. Ayrıca gençlerin söyledikleri “Aşkım, hayatım, sevgilim, gülüm, canım, güzelim” deyişleri yaşlıların ifadesi olamaz. Keza kaba anlamda “karı, kız [gız], len, ülen, reis” kelimeleri de sosyal bir ailenin dilleri için ayıp olsa gerektir.) Konuyla ilgili olarak, eskilerin eşlerine söylediği şu sözleri de kaydetmemde yarar var gibime gelir: “Sevdiğim, parıldayan ay’ım, can dostum, en yakınım, güzellerin şahı, sultanım. Hayatımın, yaşamımın sebebi, cennetim, Kevser şarabım. Baharım, sevincim, günlerimin anlamı, gönlüme nakşolmuş resim gibi sevgilim, benim gülen gülüm. Sevinç kaynağım, eğlenceli meclisim, nurlu parlak ışığım, meşalem. Turuncum, narım, narenciyem, hayatımın aydınlığı. Gönlümün sultanı, varlığımın anlamı, tüm ülkelere bedel sevdiğim…." Kısaca; Ülkenin içerdeki yönetim, güvenlik vb. gibi işleriyle alâkasızdır.
İnce Doğranmış İma; Dikkatli bir şekilde, incitme amaçlı olmayıp dikkat çekmek için dolaylı olarak anlatma, üstünü oldukçanın ötesinde kapatarak söyleme, ifade etme, anlatma. Örneğin; “Anladın mı?” yerine, “Anlatabildim mi?” deyip sonuna bir sevgi kelimesi ekleyerek ifade.
Makul ve Mantıklı; Akla uygun, akıllıca, belirgin, aşırı olmayan, uygun, elverişli, akla uygun iş gören, akılla kanıtlanan, sözü akla yakın.
Mehil Müddeti (Süresi); Devlet memurlarının ilk defa, yeniden, ya da yer değiştirme suretiyle atamalarında kullanılan bir deyim olup “Atama işleminin tebliği tarihinden itibaren göreve başlanması gereken son gün mesai bitimine kadar olan süredir.”
Sap Gibi; Öyküdeki anlamı “Sap gibi işe yaramaz bir halde durmak”. Otlarda toprak üstünde bulunan ve bitkinin dal, yaprak, çiçek gibi bölümlerini taşıyan, ağaçlarda odunlaşarak gövde durumunu alan bölüm. Meyveyi, çiçeği, yaprağı dala bağlayan bölüm. (Ayrıca; Uluslararası bir terim olarak SAP; Bir şirketin herhangi bir bölümünün veya herhangi bir sürecinin bilgisayar ortamına dökülmüş halidir)
Sarmaş Dolaş; Birbirine iyice sarılıp kucaklaşmış bir hal ve biçimde, neredeyse kucak kucağa.
Tek Tük; Az, seyrek, seyrek olarak.
Tepeden İnme; Yüksek bir makam tarafından, itiraz edilmesi imkânsız bir şekilde yapılan iş. Birdenbire gelen ve kaçınılması imkânsız olan beklenmedik, şaşırtıcı şey.
Termal (İnfrared) Dürbün; Görüntüleme yöntemi olarak gözle görülmeyen kızıl ötesi IR (Isıl, termal) enerjiyi esas alan ve görüntünün genel yapısını belirten güvenlik amaçlı sistem.
Uzun Lâfın Kısası; Özetle, kısaca, sözü uzatmayarak.
Velhasıl Kelâm; Velhasıl, Elhasıl, velhasılıkelam, Kısacası.
Vıddır-Vızık; Vıttır-vızık şeklinde de kullanılan bu deyim; uyduruk, dikkati çekmeyecek şeyler anlamındadır.
Vıgıl Vıgıl; Usandıracak, anlaşılmayacak bir şekilde hızlıca konuşma, söylenme.
Zekâ Noksanlığı; Zekâ Yoksulluğu. Zekâsı pek gelişmemiş, zekâ yoksunu. Görüntü olarak; aptallık, alıklık, ahmaklık.
(4) Kambersiz Düğün Olmaz; Her işin içinde bulunan, her türlü eğlenceye, işe, çalışmaya, konuya katılan, çevresindekileri umursamaksızın kendi olmadan bir iş yapılmayacağına inandıran kimse için alay yollu bir söz.
(5) Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için; Alexsandre DUMAS’ın “ÜÇ SİLAHŞORLAR” romanındaki kahramanlara ait bir slogan. (Üç Silahşor; Athos, Porthos, Aramis idi ve sonrasında aralarına D’artagnan katılmıştır.)
(6) Sen olmasaydın eğer, aşka inanmazdım… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güfte ve Bestesi; Yesari Asım ARSOY’a ait olup eser Hüzzam Makamındadır.
(7) KARATEKİN, Erol. 2014 Yılı. “YAŞAM SÖYLEMLERİ” nden.
(8) Oy Trabizon, Trabizon, içi kalaylı kazan, diye başlayan (Tarbızan, Trabzan şeklinde de söylenen) ve o yöreye ait türkünün bir dizesidir; “Efkârlı günlerimde geldi çattı Ramazan!”
(9) Senden ayrı yaşayamam çünkü çok sevdim seni… Güfte sahibi bilinmeyen Bestesi; Hüseyin COŞKUNER’e ait Rast Makamında Türk Sanat Müziği eseri.
(10) Yalnız bırakıp gitme bu akşam… diye başlayan; “Öksüz sanırım kendimi ben sensiz içerken…” şeklinde devam eden Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Ahmet Refik ALTINAY’a, Bestesi; Mısırlı İbrahim Efendiye ait olup eser Uşşak Makamındadır.
(11) Karagözlüm efkârlanma gül gayri, ibibikler öter ötmez ordayım! Sütler kaymak tutar tutmaz ordayım. Tüfekleri çatar çatmaz ordayım… Bekir Sıtkı ERDOĞAN’ın “KIŞLADA BAHAR” isimli şiirinden bölümler olup eser, Münir Nurettin SELÇUK, Gültekin ÇEKİ, Erol SAYAN, Yusuf NALKESEN tarafından Nihavent, Rast ve Kürdilihicazkâr Makamların Türk Sanat Müziği eseri olarak bestelenmiştir.
(12) Düştüğün yollar gibi sonsuzdur benim tasam, bekleyenim olsa da razıyım kavuşmasam… Faruk Nafiz ÇAMLIBEL, “YOLCU ve ARABACI” Şiir; Suat SAYIN tarafından Türk Sanat Müziği olarakUşşak Makamında bestelenmiştir.
(13) Bir de bana sor; “İzin ver de, dertlerimi anlatayım!” anlamında Erol EVGİN’e ait bir şarkı ve bir Tv Dizisi.
(14) Kıssadan hisse; Görünüşe aldırmayacaksınız ve aldanmayacaksınız! Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunamaz. Uğur MUMCU
(15) Dale CARNEGIE; (1888-1955) Amerikalı yazar, hatip, kişisel gelişimci, iletişim uzmanı. En önemli eseri; “How To Win Friends and Influence People (Dost Kazanma ve İnsanları Etkileme Sanatı)” “Üzüntüyü Bırak, Yaşamaya Bak” adlı eserinde; “Dünya üç gündür; dün, bugün, yarın. Dün geçti. Yarının geleceği belli değil. Öyleyse bugünün kıymetini bil! Gün Geçmez bölmelerde yaşa!” demekte.
(16) Kara bahtım kem talihim, Taşa bassam iz olur… diye başlayan Adana Yöresi Türküsünü Aziz ŞENSES isimli üstat derlemiştir. Ağustosta suya girsem, balta kesmez buz olur, eklentisidir.
(17) Dediler ki; Gözden ırak olan gönülden de ırak olur. Dedim ki; Gönüle giren, gözden ırak olsa ne olur? Mevlânâ Celâleddîn-î RÛMÎ
(18) Kurban Olam (Olayım); Aşırı sevgi ve hayranlığın anlatımı. Yalvarmak şeklinde de kullanılan bir deyim.
Sinek Yavrusuna; “Kurban olurum o karabacaklara, beyaz duvarlarda yürüyorlar!” dermiş. Herkesin kendi yarattığı şey, çirkin de olsa gözüne güzel görünürmüş anlamındadır.
(19) Yolun Yarısını Geçmek; İnsanların genelde yaş fobisinde ısrarları ile ömürlerinin yarısını geçtiklerinin ifadesi ki, bu genelde 70 yıllık ömrün yarısı olarak şekillendirilmektedir. Bu konuyu Cahit Sıtkı dizelerinde özetlemeye çalışmış. Ancak konu sadece yaş değildir. Başlanmış bir işin, bitirilmesi gereken zaman öncesinde belirli bir yere gelindiğinin memnuniyeti olarak da ifade edilebilir. “İşin yarısı bitti, daha zamanımız çok…” şeklinde bir benzetiş. “Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder. / Dante gibi ortasındayız ömrün. / Delikanlı çağımızdaki cevher, / Yalvarmak, yakarmak nafile bugün, / Gözünün yaşına bakmadan gider… Cahit Sıtkı TARANCI “OTUZ BEŞ YAŞ ŞİİRİ”
(20) Evlinin ahmağı (şaşkını) sabah, bekârın ahmağı (şaşkını) akşam tıraş olurmuş; Sabah tıraş olan işine, akşam tıraş olan eşine. Atasözü olmayan öneri niteliğinde bir deyişin iki çeşidi.
(21) Dımı dımı dım da dım dım yâr, / Gıy gıy gıy da gıy gıy yâr… Sivas yöresine ait türkü.
(22) Saçıma karlar yağdı, boşuna yaz beklemek; “Dilşad olacak diye kaç yıl avuttu felek?” diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Turgut YARKENT’e, Bestesi; Avni ANIL’a ait olup eser Hicaz Makamındadır.
(23) Yayım; Neşir. Yayma, basıp dağıtma işi, yayınlanan, yani okunacak şeylerin dinleyicilere ulaştırılması. Matbaa ve televizyon Yayım yapar.
Yayın; Neşriyat. Basılıp satışa çıkarılan gazete, dergi, kitap gibi okunacak elde edilen nesne, Radyo ya da televizyon aracılığıyla halka sunulan, duyurulan, iletilen şey. Kitap, dergi ise Yayındır.
(24) Persona Non Grata (Lâtince); Devletlerarası ilişkilerde bir ülkeye girmesi veya o ülkede kalması ülkenin yerel hükümeti tarafından yasaklanan yabancı kişi. İstenmeyen adam.
(25) Ortak Makine Kullanımı; Sınırlı işletme büyüklüğü ve sermaye yetersizliği nedeniyle makine satın alamayan işletmelerin makine ihtiyacını karşılamak ve makine sahibi olan işletmelerin sahip oldukları makinelerin atıl mekanizasyon kapasitelerini değerlendirmek amacıyla, tarım alet ve makinelerini diğer işletmelerin hizmetine sunmak veya kullandırmaktır. Ortak makine kullanımının temel amacı; makinelerin daha rasyonel kullanılması ile makinesi olmayan işletmelerin makine ihtiyacını karşılamak ve makine sahibi olan işletmelerin makine girdilerini daha ekonomik hale getirmektir. Alpaslan BAŞARIK (11.12.2014) Konu; 1985 li yıllarda Tarım Bakanlığınca ele alınmışsa da, yanlış düşüncelerle uygulanamamıştır.
(26) Kliring Sistemi; İki ülke arasında varılan ikili ticaret anlaşmasına göre döviz kullanılmadan malın malla değişimi esasına dayanan, bir nevi takas diyebileceğimiz bir ticaret şeklidir. En belirgin yanlışlığı alınıp satılan malların düşük kaliteli olması, karşılıklı takas tamamlanıncaya kadar parite arttıkça satılmış ve faturası kesilmemiş olan malın fiyatının durduğu yerde artmasıdır.
(27) Müsteşar; Kendisinden bilgi alınan, kendisine danışılan kimse. Bakanlıklarda, elçiliklerde bakan veya büyükelçiden sonra gelen en büyük yönetici. Müteşair (kendisini şair zanneden) kelimesi ile karıştırılmamalıdır.
(28) Derdime vâkıf değil, cânân beni handân bilir / Hakkı var şâd olanlar herkesi şâdân bilir / Söylesem tesiri yok sussam gönül râzı değil / Çektiğim âlâmı bir ben, bir de Allah’ım bilir. FUZULİ
(29) Bilgisiz ve dayanıksız inanma, yapaydır. Yekta Güngör ÖZDEN
(30) Ağzı olan konuşuyor; “Konuyla ilgisi olmayan, bilir bilmez herkesin söyleyecek sözü var!” anlamında bir deyim.
(31) Kur’an, Nisa Suresi, 43. Ve 93. Ayeti; “Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası içinde ebedi kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap ve lânet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” Peygamberimize mal edilen bir hadise göre ise; “Kıyamet gününde insanlar arasında ilk görülecek dava; kan davasıdır.” Buna göre insanın kendisini öldürmesi (intihar etmesi) de aynı düşünce içine hapsolmaz mı?
(32) Okyanusa karşı ıslık çalınmaz. Kurt TUCHOLSKY
(33) Dünyada başarı kazanmanın iki yolu vardır; aklından faydalanmak ya da başkalarının akılsızlığından faydalanmak. Jean de La BRUYERE
(34) İnsan beşer, bazen şaşar; Hiçbir insan mükemmel, hatasız değildir. İnsanların zaman zaman yanılmalarını, şaşırmalarını hoş görmek gerekir.
(35) Eğer maksut eserse mısra-ı berceste kâfidir (Tek mısra söylemekle de şair olunur). Ragıp PAŞA
(36) Bencillik dostluğun zehridir. Honoré de BALZAC
(37) Yalnız kendi nefsini düşünerek dost arayan, hizmetçi arıyordur. Cenap ŞAHABETTİN
(38) Bazen uzun cümleler kurarsın, anlayan olmaz, tutar bir nokta koyarsın, duymayan kalmaz. (Bazen hak etmediği değerleri sunarız sevdiklerimize. Onlar bile şaşırırlar ne olduklarına. Gözünde çok yükselttiğin, bir gün gerçekten yukarıdan bakmaya başlar sana. Senin yücelttiğin, seni beğenmez. Uzaktan bakarsın eserine) ALINTI (ama nerden ve kimden, bilemiyorum).
(39) KARATEKİN, Erol. 2011 Yılı. “BİLMECE”
(40) Suskunluğum asaletimdendir. / Her lâfa verilecek bir cevabım var. / Lâkin bir lâfa bakarım, lâf mı diye. Bir de söyleyene bakarım, adam mı diye… Mevlânâ Celâleddîn-î RÛMÎ
Suskunluk, soylu bir meydan okumadır, ama soysuz insanlara işlemez. Mevlânâ Celâleddîn-î RÛMÎ
(41) Eğer birini seviyorsan, onu serbest bırak… Dönerse senindir, beklediğin üzere. Dönmezse zaten hiç senin olmamıştır! (KARAMSAR TİP İÇİN) (Derya SEVDE’den ALINTI).
(42) Üzüntü ve Stres; Yapılan bir incelemeye göre; Üzüntü ve yoğun stres bağışıklık sistemini zayıflatabilmektedir. Her insanın vücudunda hemen hemen her gün eğer yok edilmezse ileride kansere dönüşebilecek hücreler oluşmaktadır. Ancak bu hücreler bağışıklık sistemi tarafından hemen tanınıp yok edilmektedirler. Bağışıklık sisteminin zayıflaması bu mekanizmanın kanser öncüsü hücreleri kaçırmasına neden olmaktadır. Onlar da kansere neden olmaktadırlar. Bu bir görüş, diğer bir görüşe göre üzüntü ve stres kansere neden olmamaktadır (Prof. Dr. Michael HUN). O zaman; “Üzüntü, kanserdir!” diyen ilim adamlarını (Dale CARNEGIE ki kanserden ölmüştür) da inkâr etmemiz gerekirdi, diye düşünüyorum.
(43) Gerilim altında bunalıma düşmek; asabi sorunlar yaşamana, (depresyona) sebep olur! Sanırım, bir tıp otoritesinden ALINTI. (“Depresyon” sözünü araya ben sıkıştırdım!)
(44) Biri eğer gözlerini senden kaçırıyorsa, emin ol ki o gözlerde sana ait bir şeyler vardır. Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKI
(45) Homongolos; Kısa tanımıyla, “Kadın Düşmanı” ya da “Kadınlardan korkan, onlarla herhangi bir yaklaşımı oluşturamayan” Lügâta göre “Kadın Sevmeyen “diyebileceğimiz bir tip. Tıp dilinde “Cüce” anlamında kullanılmaktadır. Aslında çirkin bir kayabalığı türü, Reşat Nuri GÜNTEKİN’in “Bir Kadın Düşmanı” isimli Romanındaki başkahraman, Şefik ATAY’ın bir şiirinin adı (HOMONGOLOS), Ali ERCAN KILIÇ’ın bir şiirinin adı (HOMONGOLOS MANİFESTO), M. Zati ALTAY’ın bir öyküsünün adı (HOMONGOLOS’UN SONU), Mehmet AKTAŞ isimli Şairin “ANNEM” isimli şiirinin sonunda; “Homongolos’tan çirkin olsam da / Hep senin gözünde kraldım annem” olarak geçmektedir.