Ahmet ile Ayşe aynı iş yerinde çalışıyorlardı. Bahtsızlıkları(1) ikisinin de yanlış birer evlilik yaptıktan sonrası boşanmış olmaları, ara sıra dertleşmeleri, buna rağmen yakınlaştıklarını hissedememeleriydi.

Ahmet’in Ayşe isminde, annesinin; “İlle(1) de annemin ismini taşıyacak” iddiası(2) ile eklediği Ayşe Hatice ismini de taşıyan bir kızı, Ayşe’nin Ahmet adında aşağı-yukarı aynı nedenle yakın bir eklentisi Ahmet Bahadır isimli bir oğlu vardı.

Tesadüfün bu kadarı da olmaz dememeli, yaşamda neler olmuyordu ki? Meselâ, doğduklarında herhangi bir nedenle ayrılan iki kardeş, kardeş olduklarını bilmeden evleniyor, ya da başka senaryolarla(1) beraber oluyorlar ve sonra yaşamları kararıyordu(2).

Dolaysıyla aynı iş yerinde çalışan, boşanmış ve fakat yakınlaştıklarının farkında olmayan iki insanın çapraz olarak çocuklarının isimlerini taşımaları, daha doğrusu diğer bir deyişle, çocuklarının çapraz olarak isimlerine sahip olmaları olağan karşılanamaz mıydı?

Ayşe Hatice lise son sınıfta, annesizliği nedeniyle daima el üstünde tutulan, dediği dedik, her isteği kabul edilen, ancak şımarık ve kaprisli olmadığı iddia edilecek evin biriciği, babasının tek kuzucuğu idi. Çünkü evlât olmanın yanında evi çeviren adeta bir vekilharç(1) idi!

Ahmet Bahadır üniversitede, Ayşe’den pek farkı olmayan, ancak bir annenin yapması gerekenlere annesinin genelde yetişememesi nedeniyle yatılı okuyan, çabuk büyüyüp, okuyup annesine bakma arzusunda olan bir evlâttı.

Ahmet Bahadır da, Ayşe Hatice de araba sahibi olmalarına rağmen, arabaları süs gibi fabrikanın pakında dururdu, her türlü risk ve gudubetliğe(1) karşı.

Ahmet tasarruf niyetli, daha doğrusu saklamadan söylemek gerek 18 yaşını dolduran kızının hafta sonu özentilerini gerçekleştirmesi, annesizliğini unutması için almıştı, yeni model, beyaz renkli arabayı.

Ayşe’nin sahip olduğu buna doğrudan Ayşe’nin sahip olduğu demek mümkün değildi aslında oğlu Ahmet Bahadır’ın hatırı için ruhsatı(1) hâlâ üzerine olan sabık(1) ve sakıt(1) kocasından kalmıştı.

Bir bakıma araba kendilerindeydi, ama arabanın sahibi değillerdi. Üstelik arabanın eski model olduğunu söylemek de gereksizdi.

Anlatılanların ışığı altında Ayşe de, Ahmet de çocuklarının arzularını karşılamak için Cuma akşamlarında servis yerine arabalarıyla dönerlerdi evlerine. Maksatları; çocukların arzularını, heyecanlarını, isteklerini gönüllerince desteklemek içindi.

Tabiidir ki, söylemeye gerek yok, arabalar daima teknik bakımdan bakımlı, temiz ve depoları yakıtla dolu olarak teslim edilirdi çocuklarına!

Bazen, özellikle sınav, ya da kendilerine özgü günlerde evlâtlar sözleşmişler gibi arka arkaya gelirlerdi fabrikaya, özellikle de Ayşe Hatice üniversiteye başladıktan sonra.

Eee! Ne de olsa birinin annesi, diğerinin babası aynı fabrikanın çalışanı idiler, yakındılar, ama çocuklarının da yakın olmaları gerekmezdi.

Çocuklar da zaten ya üç, ya da beş kere karşılaşmış olsalar gerekti, fabrikanın parkında, fark etmedikleri, edemedikleri nedenlerle, arabalarını park ederlerken, üstelik selâmlaşmak bir yana tebessümleri bile olmaksızın.

“Olmaz; olmaz!” diyen atalarımızın sözünün gereği Ayşe Hatice ile Ahmet Bahadır aynı üniversite, aynı fakültenin öğrencisi idiler, sadece iki sınıf farkla ve neden sonra fark edecekleri. Bu kadarcık fark da olsundu, değil mi?

Yaşam kendi tarzında devam ediyordu anne Ayşe ve baba Ahmet için, yakınlaştıklarını hissettikleri, hatta bildikleri halde, uzak durma mecburiyetleri gerekiyormuşçasına, kendilerini birbirine mantıklı bir şekilde açıklayamamanın hüznünü yaşıyorlardı.

Belki de buna etken çocukları olsa gerekti! Oysa davranışlarına göre herkesin hissedip fark ettiği, hatta bildiği gerçeği Ahmet yerine getirememenin üzüntüsünü ve sıkıntısını yaşıyordu.

Bir öğle yemeği paydosunda yalnız kaldılar çalışma odasında. Yemekte patlıcan yemeği vardı. Dünyanın en sevilen her türlü ekşisi, tatlısı, tuzlusu, kebabı yapılan bu yemeğe karşı antipatik(1) bir duruşu vardı Ahmet’in. Ayşe’nin de bunu bilmemesi söz konusu olamazdı.

Herhalde limitlerin(1) zorlanmakta olduğu hissini yaşayan Ayşe masasından kalkıp, masasında bu yalnız halinde bile kendisine bakmamakta direnen Ahmet’in masasına yaklaştı. Sinirli mi olsa gerekti? Galiba, evet!

Kollarını göğsünde kavuşturdu, ayağının ucuyla tempo tutarken(2), boğazını temizleme, ya da öksürme manasıyla sesini çıkartarak Ahmet’in kendisine bakmasını sağlamaya çalıştı.

Zoraki de olsa, o kadar gürültüye karşı kafasını kaldırdı Ahmet. Tüm sıfatları bir kenara bırakıp sitemli denecek bir gürleyişle sordu Ayşe;

“Söylesene Ahmet, Ayşe’nin annesi ile nasıl tanıştın, nasıl evlendin?”

“Görücü usulüyle(3)!”

“Tahmin etmiştim!”

“Ne demek bu, şimdi?”

“Bu kadar zamandır bakıyor, bakıyor, bakıyorsun ve baktırıyorsun da. Pısırıksın(1), cesaretsizsin, tek kelime bile çıkmıyor dudaklarından.  Daha ne diyeyim?”

Söz etmesine imkân bırakmaksızın eğilip öptü onu Ayşe, gereğini belirterek ve devam etti;

“Bakışlarınla anlatmağa çalıştığını, hatta anlattığını bir de sözlerinle tekrarlamayı denemek ister misin?”

“Sen işe başladığında başımdan tatsız bir evlilik geçtiği için ürküyordum. Senin de aynı hüznü yaşıyor olman cesaretimi engelledi şu ana kadar. Oysa ilk günden beri gözümü ayıramadım senden, farkındaymışsın. Yanlıştan, yanlış yapmaktan çekindim. Mademki cesaretinle bana yön verdin, artık içimden geldiği gibi; ‘Seni seviyorum, sevgili Ayşe!’ diyebilirim.”

“Ha şunu bileydin, illâ(1) iteklemem, dürtüklemem(2), öpmem mi gerekti? Peki, senin eylemin ne?...”

Cümlesini bitiremedi Ayşe. Çekiniklik dolu, sevgi dolu bir dokunuş vardı dudaklarına titreyen ve bir sesleniş, çağıldadı(2) karşısından, dizlerinin üstünde;

“Sana muhtacım, evlen benimle, gecikmeksizin üleşelim bundan sonrasını…”

“Çocuklarımıza danışmadan haldır-huldur(3) mu?”

Yaklaşan ayak sesleri üzerine Ahmet acele doğrulup masasına oturdu, normal bir şeylerden bahsediyorlarmış gibi. Odaya ulaşan Şermin'in manalı bakışlarına;

“Yemeğe çıkmadınız galiba?” sözlerine aldırmaksızın, dikkate almaksızın.

Sonrasında Ayşe masasına geçti, diğer gelenlerle birlikte. Yıllardan sonra yüzü ilk defa aydınlıktı, mutlu olduğunu, bu mutluluğu hak ettiğini düşünüyor, hatta yaşamaya başladığına inanıyordu.

Ahmet ondan farklı mıydı sanki? Ancak konuşulup halledilmesi gereken o kadar çok konu, soru(n) vardı ki, nereden başlayacağını bilemiyordu, üstelik akıllı-uslu(3), şöyle ağız tadıyla(3)(!) bir evlenme bile teklif edemediğini düşünüyordu sevdiği insana...

İyisi mi başlangıç evlâtlar olmalıydı, bunu serviste Ayşe’ye fısıldayacaktı öncelikle. Eğer cevap beklediği gibi olursa bir aile meclisi toplayıp neler gerekiyorsa konuşabilirlerdi, nerdesi, niyesi, niçini, nasılı, nedeni hiç önemli değildi.

O hafta sonunda gerek Ahmet, gerekse Ayşe ummadıkları tepkilerle karşılandılar, çocuklarından, ikisi de kendi evlerinde.

Önce kız, Ahmet’in kızı Ayşe Hatice dillendi(2), aklına esen(2) tüm yanlış sıfatlarla;

“Burnu büyük(3), kendini beğenmiş(3), mağrur, kaknem(1) zibidi(1), kakavan(1), Allah'ın boy verip akıl vermediği(2), IQ su düşük(3), pis-pasaklı(3), pısırık, künefe üstüne dondurma koyduracak(2) kadar bilgisiz, görgüsüz, gabinin(1) önünde eğilmem. Ölürüm de onların evinde o çocukla bir arada, ‘Kardeşim, ağabeyim!’ diye yaşamam, yaşayamam, yakışıklı olsa da...

Ahmet kızının, bir-iki defa karşılaştığı çocuğu bu kadar dikkatle inceleyip, onun hakkında nasıl böylesine bir kanaate(2) vardığına, karar verdiğine(2) hayret ediyordu içinden. Ayşe farklı mıydı sanki? Onun oğlu da aşağı-yukarı aynı düşünceleri şekillendirmişti dudaklarında;

“Kendini beğenmiş, ağzı süt kokan(2), sümüklü, bal-börek olsa(2) bile çekilmeyecek aşırı titiz bu kızın, beni kabullenmesi için diz çökmem önünde, dünyalar güzeli olsa da... Ama yaşam sizin, mutluluğunuzu engellemek de aklımın ucundan geçmez, kararınıza saygı duyarım!”

Ayşe oğlunun seslenişinden gurur duymuş, kucaklamıştı onu, oysa Ahmet’in böyle bir seslenişe özlem duyduğu inkâr edilemezdi(2). Özellikle Ayşe Hatice’nin kelimelerin sonlarındaki sesli harfleri uzatarak söylemesi nedeniyle anında tepki olarak, çocuklarının tavırlarını birbirine danıştılar serviste, doğal olarak yine fısıltıyla ve yan yana oturarak, çünkü kendilerince artık kimseden çekinceleri yoktu, evlâtlar dışında.

Sormak gereğini hissetti Ahmet, ertesi akşam sessizliği ile dikkat çeken kızına;

“Netice itibariyle birkaç kez karşılaştığınızı, hatta birbirinizle konuşmadığınızı bile düşünüyorum. Öyleyse o delikanlıyı nasıl bu kadar iyi tanıdın ki, nefret edecek(2) kadar onun varlığından çekiniyor, hatta tiksinir(2) gibi konuşuyorsun?”

Görünen köy kılavuz ister(4) mi baba?”

Ertesi gün Ahmet, Ayşe’nin masasına yaklaştı herkes gittikten sonra öğle yemeğine çıkmadan önce;

“Çocuklarımızın, özellikle kızımın haşin(1) ve inanılmaz tavrı beni üzdü, sana karşı mahcubum. Ama bil ki; ‘Seni uzaktan da olsa sevmeye devam edeceğim(5), içimden geçirdiğim tüm şarkılar gönlümün tek sahibi olan senin için olacak! (6)İnan!”

“Kızının ‘Hayır!’ demesine saygı duymamız gerek. Ömrümüzün kısalmasına, boşuna tüketmemize neden olacak olsa da... Ama ‘Gözlerini gözlerimden ayırma hiç ne olur?(7)’ Sana uzaktan da olsa yakınmışım gibi sevmeme izin ver!”

Odadan dışarıya çıkmak üzereyken iki tarafina bakınan Ahmet usulca bir öpücük kondurdu sevdiği kadına ve Ayşe, Ahmet’e;

“Olur, izinlisin!” dedi iade ederken öpüşünü.

Her ikisinin de yaşamları değişmişti farkında olmaksızın.

Ayşe oğlunun hoşgörüsünü(1) bilmesine rağmen, Ahmet’in kızının değiştirilemeyecek gibi görünen fikri nedeniyle farklı bir formata(1) bürünmüştü.

Her gün istemeyerek de olsa bir şeyleri kırıp döküyordu. Ahmet Bahadır için yemeklerde tat yoktu, sadece hafta sonlarında eve geliyor olmasına rağmen, yemekler ya tuzlu, ya tuzsuz, ya pişmemiş, ya da lâpa gibi oluyordu.

Ayşe oğluna dikkatsizliğini gülerek anlatmıştı, içindekini saklayarak. Yemeğin birine tuz yerine toz deterjan atmış, köpüren yemeği olduğu gibi dökmüştü. Yine bir-iki dalgın anında tuz yerine, pudra şeker, karbonat, hatta Hindistan cevizi, pirinç attığı bile olmuş yemeklere. Sözlerini hüzünlü bir kahkaha ile tamamlamaya çalışmıştı.

Bahadır'ın anlamadığı, ya da garibine giden şey, tuz-pirinç-Hindistan cevizi ayrımının nasıl yapılamadığı idi. Bilmediklerini bilmesi, için önünde çok uzun bir zaman vardı, eğer annesini o zaman içinde yitirmezse.

Bahadır’ın görünen diğer bir huyu da, tabiidir ki hafta sonlarında, ya da tatillerde geldiğinde annesinde görüp rastladıkları, şahitliğinin tasdiklendiği idi. Annesi pasaklılığın daniskasını(3) yaşar gibiydi, yatağını düzeltmiyor, ayakkabılarını, terliklerini, pijamalarını oraya-buraya savuruyor, sadece sabahları işe giderken, düzenli oluyordu, belki de mecburen!

Ahmet’in durumu da pek farklı değildi. Kızının gözünden kaçmıyordu onun durumu da. Eski halinden hiç eser yoktu(8). Üstelik alkolik denilecek bir karanlığın içinde gibiydi.

Bir hafta sonu Cumasına rastlayan akşamda içlerindeki boşlukları doldurmak istercesine Ahmet ve Ayşe sözleşmişler, bir gazinoya gidip kahırlarıyla oldukça yüklenmişlerdi alkolle(2), farkında olmadan.

Akıllarından hiç geçmemişti gecikmek ve çocuklarına merak etmemeleri için iki satır not bırakmak...

Taksiye binip önce Ayşe’nin evine geldiklerinde Bahadır Ahmet’i merak içinde annesini beklerken gördüler. Ayşe’nin yükü Ahmet’e göre daha hafif olsa gerekti, en basitinden dili dolaşmıyordu. Taksiden inerken oğluna rica edercesine seslendi;

“Babanı evine bırakıver oğlum!”

Sesinde şekillenen özlemin hemen farkına varıp düzeltme gayretini yaşadı;

“Adaşın Ahmet Beyi demek istedim yani!”

Ahmet başını eğdi, ön koltuğa otururken. Şoför adresi önceden almış olsa gerekti, Ahmet Bey sızmış, sessizce horluyordu çünkü! Evine şaşırmaksızın ulaştıklarında Ayşe pencerede endişe ile bekliyordu.

Ahmet’le birlikte babasına destek vererek yatağının üstüne öylece koyduktan sonra Ahmet’le birlikte kapıya doğu yöneldi, ister istemez. Ahmet dile geldi;

“Benden hoşlanmadığını, beni ve annemi istemediğini birinci ağızdan biliyorum, ama ‘Galiba yanlışlarımız var!’ diye düşünüyorum. Ne dersin, uygun bir zamanda, uygun bir yerde oturup konuşalım mı?”

“Olur! Gecikmeksizin, yarın öğle vakti, kantinde!”

“Çok vakte ihtiyacım var, hem yarın Cumartesi, okul yok!”

“Bunalmışım, aklımda kalmamış(2). Yarın istediğin vakitte arabanla gelip beni alırsan sevinirim.”

“İzin alabilirsen akşam da bir yerlere gitsek? Hem ders ve ödevlerimizi aklımızda kalmaksızın gündüzden yapmış oluruz. Kapına gelir kornaya bir kere basar, beklerim…”

“Daha bekleyecek miyim gençler?”

Taksi şoförünün ikazıydı bu...

Ertesi akşam evin önünden geçerken kornaya usulca dokunup biraz ileride beklemeye başladı Bahadır.

Hatice ehlen ve sehlen(3) uyuşuk(1) adımlarla gelip arka kapıyı açıp otururken sorgulamak gereğini hissetti;

“Bir centilmen bir kızın kapısını açardı, geldiğini görünce, bildiğim kadarıyla! Hem neden kapının önünde durmadın?”

İlk fırçayı yemişti(2) Bahadır, anlamazdan geldi;

“Babanız kızmasın diye!”

“Babam bana hiç kızmaz!”

“Sizi düşünen kim? Arabayı tanır da bana kızar, diye çekindim!”

“Neden ola ki?”

“Eee! Bu zıt karakterli iki çocuk; ‘Bize ‘’Hayır!’’ diyorlar, bunlar arkadaş mı, birbirine düşman mı, sevgili midir nedir, akşam yemeğine çıkıyorlar, âşıklar gibi!’ diye düşünebilirler belki!”

“Peh! Peh! Sen dâhil dünyadaki tüm erkekler karşımda diz çökseler, herhalde en son tercihim bile sen olmazdın, burnu büyük adam!”

Kibarlık(1) etmek isteyip devamlı olarak Ahmet “Siz” dedikçe “Sen” diyordu Ayşe.

“Kendini beğenmiş bir adam olarak mı görüyorsunuz beni?”

“Değişik bir yorum, ama evet!”

“Yanılıyor olmanızı umut etmekten başka çarem yok. Aslında size söz iliştirmeye(2) de hakkım yok. Söyler misiniz hanımefendi, sizi nereye götüreceğim?”

“Neden soruyorsun ki? Sen davet etmedin mi beni?”

“Evet, ama ben şoförüm, siz bir hanımefendi. Yanıma otursaydınız kıratınız(1) düşmez, değeriniz azalmazdı. Size sarkıntılık edeceğimi(2) düşünüyorsanız, bu çok yanlış bir korku ve fuzuli bir tavır! Üstelik bilirsiniz; korkunun ecele faydası yoktur(9). Ayrıca; hiçbir korku kaderimizi değiştiremez(10) ki!”

“Hele bir sarkıntılık et, cevabını hemen alırdın Osmanlı Tokadı(11) denilen eylemle! Ancak yanına oturmamam hata, haklısın, özür dilerim.”

Araba durdu, Ayşe, Ahmet’in yanına oturduktan sonra sordu;

“Nasıl? Memnun oldun mu?”

“İleride ‘Kardeşim’ demeyi umut ettiğim birinin yanımda oturması mutlu etmez mi beni? İnsan yaşamının kalan her gününü ‘Kardeşim’ diye düşüneceği biriyle yaşayacağını hissetmeli, umut etmeli, hayallerine sığdırmaktan çekinmemeli. O gün belki de bugündür!”

“Şimdilik sadece; ‘Boş hayal ve Allah geç versin!’ diyeceğim. Ve eğer hareket etmezsen akşam yemeğinin sahur yemeği olacağını iddia edebilirim!”

“Haklısın, hemen hareket ediyorum kardeş... “

“Adım Ayşe Hatice!”

“Peki, Ben de Bahadır, Hatçe!” 

“Hatice!”

“Her sözüme kusur bulmak zorunda mısınız Hatçe?”

“Peki, Hatçe! Ama bu iddialaşmaya devam edeceksen yola hiç devam etme, geri döneyim evime hemen!”

“O kadar giyinip süslenmişsiniz, ayıp olmaz mı bana?”

“O senin hüsnü kuruntun(3), desem?”

“Öyle de olsa ben sevinçliyim, mutluyum. Hem söyleyeceklerimi makul ve mantıklı(3) bulup tasdikler ve desteklersen sanırım baban da, annem de mutlu olacaklardır.”

“Acele etme, hem dereyi görmeden de paçalarını sıvama(12), istersen!”

“Haklısınız, dediğiniz gibi olsun, ama lütfen düşüncelerime ve sözlerime önem verin!”

“Söz, dikkatle dinleyeceğim, ama beni etkilemene de asla izin vermeyeceğim!”

“Peki, hanımefendi!”

“Bu ‘Hamfendi!’ lâfı da beni baydı(2)! Ya adımı söyle, ya da hiç de öyle düşünmediğim, hissetmediğim halde ‘Kardeşim!’ de bana. Ya da üniversitedeki gibi bir şeyler de bana, ama lütfen ‘Hamfendi!’ deme, kendimi kartlaşmış, evde kalmış, bir kız kurusu(3) sanıyorum. Oysa etim ne-budum ne(3), yirmilere-yirmi birlere henüz geldim.”

“Peki, güzel kız! Memnun oldunuz mu?"

“Emin değilim, çünkü güzelliğim konusunda da o kadar çok tereddüdüm var ki. Üniversitede adam diyebileceğim, yakışıklı olarak görebildiğim ve bana ‘güzel!’ diyen tek bir arkadaşım bile yok!”

“Boş ver! Gönlünün sultanıyla(3) karşılaşıncaya kadar, eğer nefretle bakmazsan ben size ağabeyiniz olarak arkadaşlık edebilirim!”

“Hadi oradan diyeceğim, amma yakınlaşmaya çalışırken uzaklaşmak iyi olmayacak diye susuyorum. Bunun kıymetini bil, genç adam!”

“Adımı söylemek, ya da yaşım itibariyle ‘Ağabey!’ demek çok mu zor geliyor size?”

“Şansını zorlama, istersen!”

“Sustum! Ama söyle bana güzel kız, kebap işi bir şeyler mi, çeşitlilik arz eden yemekler mi, yoksa yoğun müzik gürültüsü ve alkolün şımartıp, ama cesaretlendirdiği yanlış kahkahaların insanı rahatsız edip de iki kelimeyi uç uca ekleyemeyeceği(2) bir mekânı mı tercih edersiniz? Her üç yerde de yer ayırtırdım. Tercihinize göre diğer yerleri iptal ettireceğim.”

“Sence?”

“Bence değil, sizce lütfen, misafirimsiniz çünkü!”

“İsi-misi, kebap kokusu olmayan nezih(1) bir lokanta olabilir.”

“Sonra bir pastanede kahve içeriz, en sonra da sizi evine bırakırım, gecikmeksizin.”

“Anlaşıldı...”

Lokantaya geldiklerinde ayırttığı masa için duvar kenarına doğru yönlendirdi Ayşe’yi Ahmet, üstelik sandalyesini çekmesine yardım eder gibi. Ayşe’nin zıddına gitmişti(2) bu tavrı;

“Gerek yok, ben otururum!” dedi, düşüncelerindeki gibi aşağılarcasına(2), gaddarca(1), hatta hırçınca(1).

Bu; tüm düşünce ve söyleyeceklerinin peşinen reddi gibi gözükmüştü Ahmet’e.

“Hep zıtlaşmak(2) mecburiyetinde misiniz küçük hanım?”

Menü Listesi ile gelen garson, sözünü tamamlamasını, ya da cevabını almasını, kısaca atışmalarını(2) önlemişti;

“Listeyi hanımefendiye verin lütfen ve ne sipariş ederse aynısını ben de isterim. Ancak çözümlememiz gereken bir konu var aramızda. Biraz gecikerek servis ederseniz memnun olacağız...”

Yarım kalan sözlere boş verircesine masaya dirseklerini, çenesine ellerini dayadı Ayşe;

“Evet, seni dinleyeceğim, dinliyorum!”

“Babanın ve annemin bizim yüzümüzden mutlu olamadıklarını söylemem gereksiz Annem o günden beri hayalet gibi. Beni üzmemek için konuşmuyor, ama her bir şeyde terslikler var. Gün-günden güçten, sağlıktan düşüyor, mantığını yitirmek(2) üzere gibi görüyorum onu. Buna katlanmam çok zor Ayşe!"

İlk kez adını söylemişti, kekelemeden, hecelemeden.

“Babam da tam bir ayyaş(1) oldu, farkındayım. Ama demek istediğin ne?”

“Bırakalım, mutlu olsunlar, ‘Hayır!’ demekten vaz geçelim!”

“Ola ki ‘Peki!’ dedim?”

“Tahammülsüzlüğün benim yüzümdense, zaten yatılı okuyorum, hafta sonlarında da gelmem eve, beni görmezsin, bilmezsin, huzurlu olursun. Zaten şurda üç-beş ayım kaldı mezun olmam için. Hemen askere de giderim, iki yıl gene beni görmeme hakkın olur, dönünce de uzak bir yerlere atanmayı isterim, burslu okuduğum için, devlet bana görev verir, görmezsin, duymazsın beni!”

“Senden nefret etmiyorum ki, babanı kıskandığımı var say!”

“Benim de annemi mi kıskanman gerek? Ben ikisi de mutlu olsun istiyorum, bir arada. Siz de onlara katılın, mutluluğu bilin, tadın ve meselâ ben yok muşum, sayın!”

“Olur mu, sen de anne kuzususun!”

“Senin baba kuzusu olduğun gibi...

Gel, düşüncelerimi kabul et Ayşe, mutluluğu esirgeme onlardan. ‘Ben gibi ol!’ diyemem, ama ben gibi düşünmeye çalış lütfen! Söz veriyorum, senin ve babanın yaşantınıza asla ve asla ilişmeyeceğim, hatta sizlere hiç görünmeyeceğim bile!”

“Bu, abartılı bir söz değil mi, sence?”

“Değil! Eğer görüşün benimki gibi olursa; iki gönül bir olunca samanlık mekân olurmuş. Annem babanın eşi olur, asla annen olmak iddiasını taşımaz, annemi biliyorum çünkü! İstersen sana destek olur Ayşe, köstek(1) olmaz. Hem sever seni, benim yerime de evlât olarak. Annem sizin evinize gelin gelir yani. Ben de üleşilmeyecek bir hayatı sadece senin üzülmemen için, kahırlanmana neden olmamak için uzaklarda yaşarım!”

“Bu, aşırı bir fedakârlık(1) gösterisi olmuyor mu?”

"Gösteri için değil vallahi! Sadece annemiz-babamız mutlu olsunlar dileği ki; duygulanmalarından, hareketlerinden anladığım kadarıyla, çok geciktiklerine inandığım bu mutluluğu ikisi de hak ediyorlar...

Senin de bana tahammül etme mecburiyetin olmaksızın onlarla beraber yaşaman dileğim. Hatta bu beni senin adına da mutlu eder.”

Garson siparişleri getirmişti. Söz gümüşse, sükût altındı, susup birbirine baktılar sadece. Sessizliklerinde bazı şeylerin oluşmaya başladığının farkında olmasalar gerekti. Özellikle kuş beyinli olduğunu(2) var sayan Ahmet, üzerine ölü toprağı serpilmiş(13) gibi bir durumdaydı ve nedenini kendine anlatmakta bile zorlanıyordu.

Son bir gayretle sordu, eline çatal-bıçağ almadan önce;

“Ne dersin, bu gece mutlu ve huzurlu olmaları için büyüklerimize müjde vermeyi deneyelim mi? Çünkü en fazla sınavlarımdan sonra okulum bitecek, askere gitmeden önce onların mutluluklarına şahit olmayı arzuluyorum, eğer ‘Peki!’ dersen!”

“Karnımı doyurayım önce. Bu arada teklifini düşüneceğim!”

“O zaman çabuk ye yemeğini ve ikimizin de mutluluğu olacak o cümleyi söyle; baban ve annem için…”

“Pes edecek(2) gibi değilsin, yemeği de boğazıma dizdireceksin(2) anlaşılan...

Peki, kabul ediyorum!”

Kucaklamak, sevincini belli etmek için masadan doğrulma gayretini yaşadı hemen Ahmet. Sonra konumundan, çevreden utanıp elini uzattı, onun eline doğru, dokunmaksızın.

“Söz! Ne babanı, ne de seni üzmeyeceğm. Onların mutluluğunun tasdikinden sonra da asla görünmeyeceğim ortalıklarda...”

“Ben, ağabeyim gibi başımda dur desem de mi?”

“Şu ana kadar hiç kabullenmedin ki beni, hep ittin elinin tersiyle bu olayı yaşamaya başladığımızdan beri. Şimdi bu değişikliğin nedeni ne?”

“Yanlıştan geri dönmem desem?”

“Sağ ol! Ama sana saygım, fikrimden dönmemi engelliyor. Bu demek değil ki bir daha hiç görüşmeyeceğiz, belki bir gün, meselâ annem ve baban mutluluktan uçmaya başladıkları gün, belki daha sonraki günlerde de biraz, az, çok az, belki tahammül edebileceğin kadar...”

Son sözler ne söyleyeceğini şaşırttırmıştı Ayşe’ye. Sessizliklerine usulca devam ederek ve bir kez daha ses çıkarmaksızın bitirdiler yemeklerini. Kahve içmeyi ertelediler, alelacele evlerine dönüp müjdeyi baba ve annelerine vermek istercesine...

O vakitten sonra bir daha görünmedi Bahadır ortalıklarda...

Düğün gereksizdi, basit bir nikâh, anne ve baba beyaz elbiselerle, aydınlık, nurlu, umutlu, mutlu bir hayat için, belirsizlik sembolü gibi de Ayşe ile Bahadır gri elbiseleri seçmişlerdi, Annenin şahidi Hatice, babanın şahidi Bahadır’dı.

Âdetti(1) düğünde fotoğraf çektirmek, üstelik siyah-beyaz. Son anda elini tutmuştu Hatice Bahadır’ın, resim öyle şekillenmişti.

Ayşe, Ahmet’in evine taşınmıştı. Hatice odasını sahiplenip kilitlemiş, bir oda da tüm menfi tutumuna(3) rağmen Bahadır için ayrılmıştı, kütüphanesindeki kitaplar, kendi torba gardırobu ve odasındaki diğer gerekliliklerle birlikte...

Başlangıçlarda pek önemli değil gibi görünmüştü iyi bir anlatış sonunda çocuklarının muvafakatlerini(1), ya da uygun görüşlerini almak, menfi tavırlarını hatırlayıp neden ani dönüş yaptıklarını bilmemek?

Üstelik düşmanca tavırları karşılıklı olarak devam ediyor gibi görünse de zıtlaşmalarında esneklik gösteriyorlar gibiydi ikisi de…

Evlendikten, aynı eve taşındıktan sonra zıtlaşmaları önemli gibi görünmeye başlamıştı her iki evlât için de. Oysa Ayşe Hatice’nin sadece hafta sonlarında sabır göstermesi yeterli olabilirdi. Çünkü Ahmet Bahadır belki de kardeşim dediğinin hoşgörüsüne inanarak yatılı okumaktan vaz geçmemiş olsa da, sadece özlemi için ziyarete geliyordu, belki de annesinden beklediği yardımlar, yemekler için.

Ahmet’in kızına, Ayşe’nin oğluna seslenişleri “Efendim?” karışıklığına neden oluyorduysa da sonraları çocuklarını Hatice ve Bahadır isimleri ile çağırır olmuşlar ve sorunu çözmüşlerdi, kendilerince.

Bazı ya da her bir şeyleri kabullenememeleri nedeniyle olsa gerek Hatice ile Bahadır arasında, daha doğusu sadece Hatice için Bahadır’a karşı geçimsizlik ötesinde bir iticilik(1) vardı, aynı evde yaşıyor olma zorunluluğu ile karşılaştıklarında “Merhaba!” demek dışında.

Bu nedenle Bahadır çok zaman yatağında, masasında, kendilerine yasak olmayan ikinci tuvalette eğlenir, vakit geçirirdi, belki de Hatice’yi üzmemek düşüncesiyle. Tek sorunu banyo yapmak için Hatice’nin ve hatta annesinin dışarı çıkmalarını beklemekti.

Çok zaman evden çıkarken de gecikmeyi arzulardı, eğer arabayla bir yerlere gidecekse. Çünkü Hatice’nin yeni model arabasıyla kendisine bakışlarından rahatsız olmuştu bir kere. Aşağılayıcı, küçümseyici(2), alaycı tavırları(3), neredeyse ondan nefret edecek boyutlara itekleyecekti kendisini ki olmamalıydı bu, hoşgörüden ileri bir hoşgörü hâkim olmalıydı kendisine.

Kısacası Bahadır; kibar, centilmen, beyefendi olma gayretini yaşıyordu. Buna “Gayret etmek!” demek yanlış olsa gerekti. Zaten öyle idi, yaşının gereği, hem iki yaş büyük ve ağabey pozisyonu ona hoşgörü sınırlarını genişletmesinin gerektiğini de öğretmişti, Hatice’nin kendisi hakkında düşünceleri ne olursa olsun...

Düşünüleceği üzere birbirinden uzak olmak istedikçe, uzaklaşma dileklerinin hareketlerini kısıtlaması için kader anne ve babaları gibi olduğu düşünülmese de birbirine yakınlaştırıyordu onları, farkında olmasalar da, farkında olmamak için direniyor olsalar da. Kaderin bu konudaki çabasını inkâr edemezlerdi, bilmeseler de…

Anne ve babaları aynı fabrikada, Bahadır’ın arabası hafta içlerinde fabrikada, Hatice’nin arabası ise her daim(3) kapı önündeydi. Adlarındaki gerçeklik yanında, üniversitede aynı katta değillerdi, Bahadır ilk kez, sınıfına ve yaşına göre Hatice’nin iki kat üstündeydi.

Haftanın beş günü biri ön kapıdan giriyorsa, diğeri arka kapıdan giriyordu okula, herhalde iticilik nedeniyle karşılaşmamak için.

Kışın biri kantinin sıcaklığında, havasızlığında keyif çatarken, diğeri kara, soğuğa aldırmaksızın tek başına siftinirdi(2) bahçede, ıssız kanepelerde. Bu plânlama ve buna uyarak hareketlerinin sebeplerini anlayamazlardı, onları bilen, ama neyi, nasıl bildiklerini bilmeyen arkadaşları.

Başlangıçta evleri fersah fersah uzaktaydı(3), şimdi aynı evi paylaşıyor olsalar da. Üstelik soy isimleri de farklıydı. Hatice her gün sıcacık evinde, babasının kollarındayken, Bahadır pansiyon, ya da öğrenci yurdunda (her neyse) bazı bazen penceresinden göğe, görebildiği yıldızlara bakarken “Acaba annem-babam beni hatırlıyorlar mı, düşünüyorlar mı?” diye sorguluyordu(2) gökyüzünü mahzun!

Allah var, babasıyla ayrıldıklarından beri, üstelik kendi arabasıyla bir başka yaşam şeklini benimseyen annesini ziyarete giderdi Hatice. Annesinin babası için hâlâ devam eden düşmanca kin, tavır, sesleniş, anış ve sözlerini, devam eden nefretini anlaması mümkün değildi.

Aslında kız babaya, oğlan anneye düşkün olurmuş. Belki de bu nedenden kaynaklanıyordu anlayışsızlığı! Oysa sevgi olmasa da bir hukuk, bir birlik olmalıydı aralarında, uzak olmamalarının gerektiği, kendisinin doğmasına neden olan...

Bahadır’ın babası farklılık göstermezdi, nerede istenirse orada olurdu. Bir kahve içimi için de olsa, eğer eve davet etmişse, karşılaştıklarında annesini kucaklar, öper, “Nasılsın?” diye sormak yanında, eksiğinin-gediğinin(3) olup olmadığını sorgulardı, neden evliliğini bitirmeyi istediğini anlamaksızın. Annesinin aleyhinde tek bir kötü, ya da yanlış bir kelime, söz sarf etmezdi.

Bahadır Mezuniyet Törenine katılmamıştı, annesinin, babasının ve şimdiki babasının ve kardeşinin de(!) katılmalarını ne beklemiş, ne arzulamış, ne de karşılaşmak istemişti. Özellikle düşündüğü nefret miydi? Bir insan durup dururken aynı havayı üleştiği insana ki, o insan, o genç kız, hatta dünyalar güzeli diyebileceği, siteminde bile insanı rahatlatan duygulandıran bir şeyler olan o, karşısındaydı çok zaman ona karşı nefret besleyebilir miydi?

Gerçekten aşk ile nefretin kardeş olduğu söylenir, o halde aşk ile nefreti ayıran çizgi çok mu incedir(14)? Bilmemek değil, öğenmemek...

Devamını getirmek hiç de hoş olmasa gerek, okulu mu vardır ki bunun?

Mezun olur olmaz Askerlik Şubesine başvurmuştu Bahadır ve sonraki bekleyen günlerini iş-güç olmaksızın ve hiç kimseye haber vermeksizin, kimseye görünmeksizin arkadaşının evinde geçirmeye başlamıştı, annesini meraktan delirtecek kadar.

Kendine küsmüştü(2) nedensiz, anlamsızca.

Dağa küsmüş tavşanın tavrından haberi olmayan dağ(15) konumundaydı. Gerekçesinin ne olduğunu ise kendisine bile anlatmakta zorlanıyor, güçlük çekiyordu. Bunu tetikleyen(2), çevresini rahatsız etmemek düşüncesi olabilir miydi? Annesi ve cici babası evlenmiş, bir olmuşlardı. O halde kendisini farklı düşündüren neydi Bahadır’ın?

Meraktan delirmelerine(2) ramak(2) kala, jetonlu kulübelerin birinden telefon ediyordu annesinin iş yerine, bazen cici babası çıksa da, “İyiyim!” demek için. O zamanın behrinde(3) evlerinde telefon yoktu ki! İyi ki de yoktu! Ya olsaydı? İçindeki kıpırtılara göre bunu cevaplaması o kadar zordu ki!

Bazen beklenen gün gelmez, beklerken. Bazen beklenmezken gelir, farkında olmaksızın, bazen de gecikir, ya da erkence gösterir yüzünü…

Askerlik Şubesine uğradığında gecikmiş olması için sorgulamışlardı onu. Çünkü eski adresine gönderilen belge “Adresinde yoktur!” denerek iade edilmişti.

Ve söylenen; “Yarın görev…” demek olmuştu.

Aklı başından mı gitmişti(2), yoksa düşünememiş miydi birden? Bir taksi çevirip evine yönelmişken, evin kendi evleri olmadığı gelmişti aklına.

Vedalaşmak için yeni evine, Hatice’nin evine yöneldi Bahadır, asker olarak geleceği, ya da gideceği yer belli olmuştu çünkü. Kapıyı çaldı, evde kimse yoktu. Doğal olarak annesi, kocasının yanındaydı, fabrikada, belki kendisinden ayrı olsa da mutlu ve mesut olarak.

Askerlik görevini bekliyordu ve mutlaka helâllik almak(2) ve eline kına yakılması(2) kendisini uğurlayacağından(2) kesinkes emindi annesi de, kendisinden uzak olmayan cici baba dediği babası da, üstelik kendisinin nerede olduğunu bilseler de, bilmeseler de önemi olmaksızın.

Hatice’nin ise okulda olması dışında herhangi bir mantıksızlık düşünülemezdi. Aklına en son gelecek, mantıksızlık dediği şey gerçekleşmişti geri dönme moduna girmek üzereyken küskün.

Kapı açıldı birden. Tanrı, kaderlerini şekillendirmek(2), yanlışlıklarını yüzlerine vurmak(2) için olsa gerek, Hatice’ye okula gitmemesi için sebep uydurmuş olsa gerekti, ne olduğunun ne olduğu önemsenmeksizin. Birbirine şaşkınca bakakaldı iki genç.

Sonrasında Hatice; “Buyur!” dediğinde fark edilecek bir telâş içinde gibiydi.

Bahadır kapıdan içeri adımını atar-atmaz, kapıyı kapatmak için ancak mecal buldu(2), tüm birikmişleriyle, suskunluğunda tüm sakladıklarının korkusunu yenerek Hatice’ye sarıldı ve kilitledi dudaklarını. Öncesinde yumruklama ve kurtulma çabası yaşayan Hatice, sonra gevşedi(2), o da sarıldı, aynı şekilde teslim oldu ve kendine gelince sormak gereğini hissetti;

“Neden saklandın, neden sakladın kendini bu güne kadar? Kısaca ‘Seni seviyorum!’ demek, bu kadar zor muydu?”

“Seni görmek, bilmek, sevmek hakkım mıydı, hem de ilk karşılaştığımızdan, gözlerini ilk görüşümden, dudaklarını büzüp ilk sitemli bakışından beri? İnsan ne kadar uzaklaşmak isterse, karşısından da aynı uzaklaşma tepkisini görürse o kadar yakınlaştığını hissedemiyor. Şimdi yalnızlığımı kendimle paylaşmak kararım dolaysıyla askere gidiyorum…

Bu anı hayal bile etmeksizin. Atalarımız; gidip de gelmemek, gelip de görmemek var, demişler. Bu kapıyı açana kadar, sana karşı ne cesaretim vardı, ne de seni canımdan çok sevdiğimden bu kadar emindim. Şu an ‘Allahaısmarladık!’ demem o kadar zor ki!”

“Güle git ve güle güle gel! Seni ömrümün son anına kadar özlemle bekleyeceğimi bil! Senin olmak için gün sayacağım!”

“Ya ölürsem!”

“Ölme! Benim için yaşa ve dön!”

“Gayret edeceğim, ama söz veremem. Haydi, şimdi beni arabanla annemize, babamıza götür. Onlarla da vedalaşayım.”

“Olur, götüreyim, ama beni bir kez daha kucaklamak zor gelmez sana değil mi?”

Birikmiş tüm özlemlerini üleştiler bir kez daha, hem uzun bir süre daha, ayrılmayı istemeksizin! Bu, vedanın tarif edilmesi mümkün olmayan bir boyutuydu, fabrikada benzer eylemin gerçekleştiği...

Komando(1) idi Bahadır, eğitimin ilk günleriydi, alışmaya çalışıyordu gerekliliklere eğitimde. Gönül yorgunluğunun üstüne fiziksel yorgunluğu ve ham bedeninin alışamama yorgunluğu eklenmişti.

Ne akıllı-uslu, gönlünce rahat dinlenebiliyor, ne de iki satır yazacak vakti ayırabiliyordu kendisine. Hele ki kaderin de yanında olmamak için direndiği gece eğitimlerinde, gece nöbetlerinde...

Bir dağ tımanışmda kayaya sürtünen ipi kopmuş ve olan olmuştu. Hastanede kendine geldiğinde sol ayağının olmadığını gördü ve yüreği burkuldu(2).

Kurmay Gazi(!) olarak geriye döndüğünde, evine gitmek yerine gene arkadaşının evine sığınmış, haber vermek dışında, kimseye ayrıca haber ulaştırmamıştı. Özürlü olmak, devlete olan burs borcunu ödememek hakkını doğurmuyordu, hem çalışmazsa kendisini nasıl eğlendirecekti ki?

Özürlü olarak iş talebinde bulundu, bağlı olduğu kuruma. Annesinin her kendisine ulaştığında telkin(1), öneri ve tavsiyelerine karşı “Hayır!” demekte direniyordu.

Bilmediği, ya da bilmek, anlamak istemediği, annesinin bildiklerini kocasından ve kızı Hatice’den saklayamayacağı idi. Hatice, öğrenir de yerinde durur muydu? Araştırdı, öğrendi, iş başvurusunun sonucunu küskünce bekleyen Bahadır’ına ulaştı.

O, eski Bahadır değildi. Küskünlüğü onu zayıflatmış, saçlarında tek-tük de olsa beyazlara neden olmuştu. Ne kucaklamasını cevapladı, ne de kendisini öpücüklere boğmasına izin verdi;

“Eksikliyim, git, kendi hayatını yaşa!” dedi inkisarla(1).

Hatice’nin Bahadır’dan vaz geçmeye hiç niyeti yoktu. O aşkının tek sembolü, yaşamını üleşeceği, çocuklarının babası olmasını isteyeceği, anne ve babalarının aksine ömrünü birlikte tüketeceği tek varlıktı.

Bahadır’ın sığındığı arkadaşının evine gittiği yolda karakolu görmüştü, onun ısrarını kıramayacağından emin olduğu için bir plân yaptı;

“Sevdiği olduğunu, ama sakatlığını dert etmesine rağmen, sevdiğinin kendisine tecavüze yeltendiğini(2)” anlattı komisere, masasına, duvarlarına, kargaların bile yalanına güleceği şekilde.

Komiserin tam şüphesini çekince devam etti;

“İnanmadınız galiba?”

“Bana hiç de inandırıcı gelmedi küçük hanım!”

“Biliyorum, hatta bunun devlet memurunu meşgul etmek anlamına geldiğini de biliyorum. Çaresizim, ama büyüğüm. Sakatlığını dert edip beni kendisinden uzaklaştırma gayretinde…  

Oysa ben onu terk edemeyecek kadar çok seviyorum! Ne olur, yardımcı olun, beni kavuşturun!”

Komiser, anlayışlı, baba bir adamdı, bir mizansen(1) hazırladı, herhangi bir şekilde olayın gerçekleştirilmesi için de iki polisini görevlendirdi, ama resmi oto yerine Hatice’nin bedelini ödediği araba ile.

Kapıya gelen polisler gizlendi, Hatice kapıyı çaldı, içeriye girdi ve;

“Tamam, ısrar etmiyorum, sadece merak ediyorum, ayağına bir bakıp gideceğim!” deyip pantolonunu indirmesini rica etti. Bir yanı kıvrılmış, tek bacağını açması Hatice’nin yardımıyla zor olmadı Bahadır’ın ve tam bu anda üstünü başını yırtarak, bağrmaya başladı Hatice;

“İmdat! Bahadır bana tecavüz ediyor!” diye.

Kapıyı zaten yarı aralık bırakmıştı, gelen polisler “Cürmümeşhut!(1)” diyerek abandılar(1), yarı çıplak Bahadır’ın üzerine, henüz iyileştiğinden emin olamadıkları olmayan bacağını dikkate alarak. Bu arada polislerden biri;

“Bacım üstüne-başına bir şeyler al, söyle şikâyetçi misin bu genç adamdan?”

“Nasıl şikâyetçi olmam ki, namusumu kirletti, bundan sonra beni kim alır ki?”

“Ama o geldi Memur Bey!”

“O, merak edip gelmiş, hemen tecavüz mü etmen gerekirdi? Dur bakayım, tecavüzün hapis süresi ne kadardı, sen hatırlayabiliyor musun tertip(1)?”

“En aşağı 10 yıl kadardı galiba toprağım(1), tabii evlenmek gibi bir düşüncesi yoksa ya da olmazsa... “

“Ama hem çağırmış, hem de zorla, döverek, söverek diye aleyhinde şahitlik yaparsak, herhalde o kadar değilse de, o kadara yakın hapis alır herhalde. Özür, iyi hal falan da dikkate alınır mı, hatırımda kalmamış! Eee! Bu durumda da yüz kızartıcı suçtan(3) dolayı da memuriyeti selâmünaleyküm olur(2)!”

“Peki, bu adam gazi be toprağım, bunun başka bir çözüm yolu yok mudur ki?”

“Olmaz olur mu? Hanımefendi şikâyetinden vaz geçer, bu genç adam da ‘Allah’ın emriyle bu kızı, yani kadını alacam!’ derse biz de ‘Görmedik, duymadık, söylenecek bir şey yok! ‘ deyip üç maymun(16) taklidi ile usulca çeker, gideriz!”

Hatice Bahadır’a sordu, fısıldarcasına;

“Ne dersin ahbap?”

Tüm senaryoyu, kendisine olağan üstü sevgisi nedeniyle Ayşe’nin hazırladığından emindi Bahadır. Reddedemezdi. Kabullenmek içinden gelmişti.

“Aldım, kabul ettim seni, ömrümce aydınlığım, sevgim, şefkatim(1) olacaksın!”

“Beni bir daha üzmeyeceğine, hep ama hep seveceğine söz verir misin? Hayır, söz istemiyorum, bu ağabeylerin karşısında yemin eder misin?”

Zamanında ikisi de büyük konuşmuşlardı;” Diz çökmem! Eğilmem!” diyerek.

Oysa Bahadır tek dizinin üstünde dilenir gibi, sözündeki sadakati(1) anlatmak istercesine;

“Yemin ederim, ölünceye kadar, bir zerre(1) bile eksilmeksizin seveceğim seni!”

Maksat gerçekleşmiş, polisler geldikleri taksiyle, fazla beklemeden karakollarına yönelmişlerdi, tebessümleriyle ve birbirinin elini tokatlayarak. Eğildi Hatice, elinden tutarak kaldırıp Bahadır’ı öperken;

“İnanıyorum sana!” dedi.

Bahadır’ın ölmesine gerek yoktu...

Atalarımız bir bakıma sözlerinde yanılmamışlardı; “Kadının fendi, erkeği yendi!(14)derlerken…

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Özellikle Kerime (ARZAK) NADİR, Muazzez Tahsin BERKAND (Meryem Muazzez) ve Etem İzzet BENİCE’nin, isimlerini şu an hatırlayamadığım romanlarında bu öyküdeki karakterler ve benzerlikler çokça işlenmiştir.

(*) Bahtsız; Bahtı kötü olan, mutlu olmayan, talihli olamayan.

Yemin; Allah’ın isim ve sıfatlarından birine ant içmekle yapılmaktadır; “Vallahi, Billâhi, Tallahi, And Olsun, Allah şahit, Allah hakkı için vb. gibi.

Üç Yemin vardır;

Yemin-i Lağv; Yanlışlıkla ve doğru zannedilerek yapılan yemin. 

Yemin-i Gamus; Bile bile yalan yere yapılan yemin. 

Yemin-i Mün’akide; Mümkün olan, geleceğe ait bir şey için edilen yemin.

(1) Âdet; Töre. Bir topluluk içinde öteden beri uyulan ve uygulanan kural.

Antipatik; Karşıt duygulu. Bir kimseye ya da bir şeye karşı duyulan içgüdüsel ve güçlü sevmezlik duygusu yaşayan.

Ayyaş; İçkiye düşkün, içkici, içici.

Cürmümeşhut; Suçüstü. İşlenirken başkaları tarafından görülen suç. Görgü tanığı olan suç, kabahat.

Fedakârlık; Özveri. İnsanın sahip olduğu şeylerden bir başkası için vazgeçmesi.

Format; Biçim. Boyut. Kitap ya da sayfa düzeni.

Gabi; Anlayışsız ya da anlayışı kıt, zekâ yoksunu, kalın (odun) kafalı, ahmak, budala, anlayışsız, bön, gerzek, geri zekâlı.

Gaddarca; Başkalarına haksızlık etmekten çekinmeyerek, acımasızca, insafsız davranarak, taş yürekli gibi davranırcasına.

Gudubetlik; Yüzüne bakılamayacak kadar çirkinlik, huysuzluk, nursuzluk.

Haşin; Gönül kırıcı, sert (kimse).

Hırçınca; Açık, belli bir nedeni olmaksızın sinirlenip huysuzluk eder şekilde, kırıcı davranışlarda bulunarak, öfkeli, sert bir şekilde.

Hoşgörü (Müsamaha); Tolerans. Tahammül. Kolaylık göstermek, iyi karşılamak, ayıplamamak, hatayı görmezden gelmek, göz yummak. Kırıcı ve aşağılayıcı olmamak, affedici olmak, kendi görüşlerimize aykırı olan görüşleri sabırla karşılamak. Kendine, düşüncelerine ters gelse bile başkalarının düşünce, fikir ve davranışlarına karşı anlayışlı davranma, rahatsız olmama, tepki göstermeme, sabırla katlanma.

İllâ;  İlle. Ne ve hangi şartlarda olursa olsun. Her halde. Hele. Ne olursa olsun. Özellikle, mutlaka.

İnkisar; Kırılma, gücenme, incinme anlamında kullanılan bu kelimenin diğer bir anlamı ilenme, ilençtir.

İticilik; Soğukluk sevimsizlik. İtmek eylemi.

Kakavan; Bilgisiz, budala, kendini beğenmiş, sevimsiz.

Kaknem; Çirkin, huysuz, aksi. (aşağılama sözü)

Kırat; Elmas, zümrüt gibi değerli taşların tartımında kullanılan ölçü birimi. Nitelik, değer, seviye.

Kibarlık; Kibar olma durumu, incelik, kibar bir kimseye yakışacak biçimde davranış ya da söz (Kibar; Düşünce, duygu, davranış yönlerinden ince ve nazik olan, değerli, şık, zengin).

Komando;  Özel yetiştirilmiş askerlerden oluşan birlik. Bu birlikte görevli asker. Vurucu kuvvet.

Köstek;  Bir işi yapılamaz, yürütülemez haline getirmek, engellemeye çalışmak. Hayvanın kaçıp gitmesine engel olmak için, iki ayağına bağlanan kısa ip, ya da zincir. Koşulan hayvanların tepmesine engel olmak için eklenen kayış.

Limit; Son, en uçta. Bir şeyin nicelik bakımından son sınırı, erişebileceği en son noktası, ya da yeri. Matematik terimi olarak; Değişken bir büyüklüğün, erişmek zorunda olmaksızın istenildiği kadar yaklaşabildiği değişmez büyüklük. Kısıtlama. Sınırlama. Belirleme.

Mizansen; Bir oyun düzeni. Bir şeyi, bir durumu, olduğundan değişik göstermek amacıyla hazırlanan düzen (Tiyatrolar için değişik anlamı vardır).

Muvafakat; Uygun görme, onama, kabul etme.

Nezih; Temiz, ahlâklı, saf, lekesiz, güzel, kibar.

Pısırık; Tutuk, sünepe, aşırı çekingen, yüreksiz, beceriksiz. Girgin karşıtı.

Ruhsat (Araç Ruhsatı); Araç Tescil Belgesi. Aracın kimliğidir. Bir araçta bulunması gereken en önemli belge.

Sabık; Geçmiş, önceki, geçen, eski.

Sadakat; İçten bağlılık, sağlam, güçlü dostluk.

Sakıt; Düşen, düşmüş, geçersiz, hiç önemi, hükmü kalmamış, eski önemini yitirmiş (anlamında olup “Sabık”; geçmiş, önceki, geçen, eski) kelimesinden farklıdır.

Senaryo; Tiyatro oyunu, piyes, film, dizi film vb. eserlerin sahnelerini ve akışını gösteren, göstermeyi esas alan, bu nedenle yazım biçimi, kurgulama, zaman, mekân ve diyaloglar gibi teknik açıdan farklı nitelikler taşıyan yazılı metin.

Şefkat; Acıyarak ve koruyarak sevme. Sevecenlik. Bir şeyin üstüne titreme. Merhamet gösterme.

Telkin; Bilinçdışı bir sürecin aracılığıyla kişinin ruhsal ve fizyolojik alanıyla ilgili bir düşüncenin gerçekleştirilmesi. Bir duyguyu, bir düşünceyi aşılama, kulağına koyma.

Tertip; Kanka, Kanki gibi aynı dönemde eğitim görmek, askerliğe alınış düzeni, aynı dönem askerlik yapanların birbirine göre durumu. Uygun bir sıraya, düzene koyma, düzenleyiş, sıralanış biçimi, dizin. Hile, düzen, komplo.

Toprağım; Aynı ülkede yaşayan ve aynı ülkenin vatandaşı olup aynı yerde büyüyen (Bir bakıma aynı toprağa basan, aynı toprak için gerektiğinde hayatını ortaya koyan) az-biraz hemşerilik göstergesi katkısı olan bir sesleniş biçimi.,

Uyuşuk; Tembel.  Çalışmadan oturan, gevşek, işsiz.

Vekilharç; Bir yerin (eskiden konaklarda) alışverişini yapmak için görevlendirilmiş kimse. Evin çeki-düzeni ile meşgul olan, çamaşır, bulaşık gibi işleri de üstlenen kişi.

Zibidi; Gülünç olacak derecede kısa ve dar giyinmiş olan, yersiz ve zamansız davranışları olan.

(2) Ağzı Süt Kokmak; Çok deneyimsiz, çok genç olmak.

Aklı Başından Gitmek; Zarar gördüğü işler karşısında ne yapması gerektiğini bilememek öğrenememek. Akıllı davranamamak, kendinden geçmek.

Aklına Esmek; Yapmayı önceden düşünmediği bir şeyi birden yapmaya karar vermek ve yapmak.

Aklında Kalmamak; Unutmak. Hatırında kalmamak. Hatırında tutamamak.

Alkolle Yüklenmek; Aşırı miktarda, kendini bilmeyecek, sarhoş olacak kadar alkol almak. Aşırı miktarda içki içmek.

Allah boy vermiş akıl vermemiş; Genelde uzun boylu insanların yaptıkları gaf, hata, yanlış, saçmalık, söz ya da hareketleri için akılla ilgisi olmamasına rağmen söylenen söz

Aşağılamak; Tahkir etmek, onur kırmak, onuruna dokunmak.

Atışmak; Karşılıklı olarak kırıcı sözler söylemek, ağız kavgası etmek. Halk ozanlarının önceden belirlenen bir uyak üzerine, bazen lebdeğmez kuralıyla karşılıklı yarışması, şaka yollu tartışması.

Bal börek (Baklava börek) olsa bile çekilmemek; İnsanın en çok sevdiği yiyecekler kadar değerli olsa bile o kişinin nazının, kahrının, cilvesinin, huysuzluğunun, edasının, tavrının çekilmekte zorluk çekildiğinin ifadesi.

Baymak; Uzun uzun konuşarak birini çok sıkmak, ona baygınlık vermek. Mideye ezinti vermek, hafifçe bulandırmak.

Çağıldamak; Suların akarken kayalara çarpıp “çağıl-çağıl ses çıkarması. Çıkarmak. Yapmak, etmek. Gürültü etmek. Öğüt verircesine ağır konuşmak.

Dillenmek; Konuşmaya başlamak. Dile gelmek, getirmek.

Dürtüklemek; Birini uyarmak, ya da kışkırtmak. Üst üste birkaç kez dürtmek.

Fırça Yemek; Azarlanmak, horlanmak, aşağılanmak, hakaret edilmek.

Gevşemek; Gevşek bir duruma gelmek, sertliği, sıkılığı ya da gerginliği bozulmak, azalmak. Güçsüz kalmak, çözülmek.

Helâllik Almak; Rızalık almak. Kul hakkını ciddiye alan kişilerin ölmeden önce “Hakkını helâl et!” demeleri. Şehitlerin, ya da diyarı gurbette canını teslim edenlerin cenazelerinin evlerinin önünden geçirilmesi şeklinde yapılan tören.

İddia Etmek; Bir sav öne sürmek. Söylediklerinde ayak diremek.

İki Lâfı (İki Sözü, İki Kelimeyi) Uç Uca (Ard Arda) Eklemek; Uygun bir zaman dilimi içinde kişilerin zaman kısıtlaması olmaksızın düşüncelerini, duygularını, düzgün bir şekilde anlatmaları, sohbet etmeleri.

İnkâr Etmek; Yadsımak. Reddetmek. Var olan, gerçek olan bir şeyi yok saymak. Kabul etmemek. Yalanlamak. Yapmış olduğu bir eylemi, söylemiş olduğu bir sözü, ya da tanık olduğu bir şeyi yapmadığını, söylemediğini, bilmediğini, görmediğini söylemek.

Kaderlerini Şekillendirmek; Tanrının kader olarak insanların yaşamlarına yön vermesi, yaşamla ilgili her türlü gerçekleşme.

Kanaate Varmak; Kanmak, aklı yatmak, inanmak.

Karar Vermek; Bir konuyu, bir sorunu karara bağlamak, kararlaştırmak.

Kendine Küsmek; İnsanın kendi ile barışık olmama hali, ruh sağlığına ve fiziksel sağlığına etkili durum. Umutsuzluk hali. Kendi ile ilgili bir durum nedeniyle kendini kızıp, kendini suçlamak.

Kına Yakmak; Sünnet-i kavli olduğunu Peygamberimiz söylemiş (miş). Konu; Eski İslâm geleneklerindendir. Gelinlik kızlara, damatlara, kurbanlık koyunlara ve askere gidecek kişilere kına yakılır. Amaç; evlenecek eşleri birbirine sevgili olarak bağlamak, aşklarının ömür boyu devamını sağlamak, nazardan ve kötülüklerden korumaktır. Kurbanlık hayvanlara yakılması ilâhi bir takdir ve “Kurbanlık” anlamındadır. Askere gidenlere yakılması duygusal bir etkinlik, gurur vesilesi olup; gerektiğinde “Vatan için kurban olmak” anlamını taşır.

Kuş Beyinli (Karga Beyinli, Yarım Beyinli) Olmak; Kafası çalışmaz, yeteneksiz kişi olmak.

Küçümsemek; Küçük görmek. Önemsememek, değer vermemek.

Künefe üstüne dondurma koydurmak; Künefe sıcak yenen bir tatlı olmasına karşın görmemişliğin, damak zevkindeki dengesizliğin tarifi olarak kullanılan söz. (Ancak bunun da değişik bir zevk (tad) olduğu iddiası var!)

Mantığını Yitirmek; Mantıksızlık yaşamak. Doğru düşünme, isabetli karar verme yeteneğini kaybetmek.

Mecal Bulmak; Güç, kuvvet, derman, takat ihtiyaçlarını gerçekleştirmek.

Meraktan Delirmek; Meraktan uç bir noktaya gelip, delirir gibi hale gelmek, şaşkınlaşmak, çözüm üretememek, bunalmak.

Nefret Etmek; Bir kimseye, bir şeye karşı çok olumsuz duygular beslemek. Tiksinmek.

Pes Etmek; Birinin kurnazlığı karşısında savunmaktan ya da o eylemden vaz geçmek. Güreşte sırtının yere gelmesini istemeyen pehlivanın yenilgiyi kabullenme anlamındaki sözü.

Ramak Kalmak; Bir şeyin olmasına az kalmak. Hemen hemen, az daha olacak, kıl payı kurtulmak.

Sarkıntılık Etmek; Genellikle kadınlara sataşmak, lâf atmak, rahatsız etmek, huzurunu bozmak, tasallutta bulunmak.

Selamın Aleyküm Olmak; Bir şeyi yitirmek, başarısız olmak, kazanamamak anlamında kullanılan yanlış bir söz.

Siftinmek; Yerel tabirlerden olup, genel anlamıyla -ki bu öyküde de o anlamda kullanılmıştır-  “Vakit geçirmek, oyalanmak” tır. Diğer bir anlamı da; bir yere sürtünerek kaşınmaktır.

Sorgulamak; Suç niteliğinde görülen bir konuyla ilgili olarak, sanığa veya yasal yetkilisine (avukatına) sorular sormak.

Söz İliştirmek; İmalı, kahırlı, kinayeli bir şekilde söz söylemek.

Tecavüze Yeltenmek; Bir erkeğin karşısındaki kadının “Hayır!” demesine, isteksizliğine, direnmekteki güçsüzlüğüne karşı zaman ve mekândan yararlanarak (evli dahi olsa) karşı koyulamayacağı düşüncesiyle cinsel istismarda bulunması.

Tempo Tutmak; El çırparak, ya da el ve ayakları bir yerlere vurarak bir olaya, bir müziğe eşlik etmek.

Tetiklemek; Harekete geçirmek, etkin bir duruma getirmek. Harekete geçmesine yol açmak.

Tiksinmek; Bir şeyi, bir kimseyi, bir düşünceyi, bir davranışı vb. kötü, iğrenç, ya da aşağı bularak ondan uzak durmak duygusuna kapılmak, kaptırılmak, iğrenmek, iğrenilmek.

Uğurlanmak; Gidenin esenlik ve sevgi dilekleriyle yolcu edilmesi.

Yanlışlarını Yüzüne Vurmak; Yanlışı, kusuru, hatayı, ayıbı kişinin yüzüne tahammül edemeyeceği bir şekilde söylemek.

Yaşamı (Hayatı) Kararmak; Yaşama düzeni altüst olmak, her işi ters gitmek, mahvolmak.

Yemeği boğazına dizdirmek; Birinin moralini söz, hareket ve davranışlarıyla bozarak iştihasını kaçırıp yemesini engellemek.

Yüreği Burkulmak; Çok üzüntü duymak.

Zıddına Gitmek; Karşısındakini sinirlendirmek, sinirini bozmak, bir şeyin tersine hareket etmek.

Zıtlaşmak; Birbirine karşı ters davranmak, zıt gitmek. Birbirine karşıt olmak, karşıtlaşmak.

(3) Ağız Tadıyla; Rahatlık, dirlik düzen içinde, içine sine sine, huzurla. Tadını, lezzetini alarak.

Akıllı Uslu; Ağırbaşlı, uslu olarak, akıllıca. Yaramaz olmayan, yaramazlık etmeyen.

Alaycı Tavır; Her zaman, her şeyle, her durumda gösterdiği küçümseyen tavrıyla alay ettiğini belirtme.

Burnu Büyük; Herkese yukardan bakan, kendini çok beğenip kibirlenen.

Ehlen Ve Sehlen; Arapçada “Hoş geldiniz, merhaba!” anlamında olmakla beraber Türkçemizde “Yavaş-yavaş, ıngıdık-ıngıdık, dinlene-dinlene” gibi anlamlarda kullanılan bir deyim.

Eksiği Gediği Olma; Ufak tefek noksanlıkları, ihmal edilebilecek eksiklikleri olma durumu.

Etim ne, budum ne; İmkânları, gücü sınırlı, parası az. Yaşı küçük.

Evde Kalmış (Kız Kurusu) Kart Kadın; Aşağılayıcı bir şekilde evlenemeyip, yaşlanmış bir kızın yaşlı bir adam karşısında beğenilme duruşunun ifadesi, beğenilme olasılığı olmayan bir kızın kendini nitelemesi.

Fersah Fersah Uzak; Pek çok uzakta.  Arası zor kapatılacak bir mesafede, yetişilmesi güç, çok ileri noktada bulunma durumu.

Gönlünün Sultanı; Sevdiği, âşık olduğu, ya da aşık olacağının simgesel ismi, görüntüsü.

Görücü Usulü Evlilik; Birilerinin (özellikle anne-baba) genellikle oğlan yerine, kız yerine de olabilir birini beğenmesi ve onunla konusu geçenin evlendirilmesi. Bir bakıma arada aşk olmadan sevişerek evlenmenin zıttı, ailelerin birbiriyle konuşup anlaşması şeklinde bir olay da sayılabilir. Görücü usulü evlenmede damat veya gelin adaylarının birbirini görüp-beğenmesi şart değildir. Aile büyükleri karar verdiyse “Siz bilirsiniz!” söylemi ile bu iş biter. Bundan sonra söylenecek tek söz; “Onlar erecekler muratlarına, biz çıkalım kerevetlerine!” dir.

Haldır-Huldur (Haldır-Haldır); Hızlı ve ses çıkararak, dikkatsizce, umursamaksızın.

Her Daim; Sürekli olarak, her zaman, daima.

Hüsnü Kuruntu (Hüsn-ü Kuruntu); Zararsız kuruntu, güzel kuruntu anlamlarını içermekte. İhtimali bulunmadığı halde güzel bir şeyin olacağını sanma, hayal etme, kendini buna inandırma. Herhangi bir durumu kendince, bencilce iyiye yorumlamak denilebilir. (Süslü Kuruntu; Avam dilindi söyleniş biçimi.)

IQ’su Düşük (Küçücük Akıllı); Aklı kıt, akıl derecesi, zekâsı düşük, zeki olmak, ya da IQ konusunda gecikmesi veya beyin kapasitesinde eksiklik olduğunun tarifi.

Kendini Beğenmiş; Kendini başkalarından üstün gören, ekâbir. Hodgam.

Makul ve Mantıklı; Akla uygun, akıllıca, belirgin, aşırı olmayan, uygun, elverişli, akla uygun iş gören, akılla kanıtlanan, sözü akla yakın.

Menfi Tutum; İyi durum, davranış belirtisi olmama, sonucu beklenmedik şekilde gerçekleşecek durum. Olumsuzluk, negatiflik.

O Zamanın Behrinde; “Bir zamanlar” anlamında uzunca bir zaman öncesinde.

Pasaklılığın Daniskası; Giyimine kuşamına, eşyalarının düzenine, temizliğine önem vermemekte başarılı olma.

Pis Pasaklı; Giyimine kuşamına, eşyalarının düzenine, temizliğine önem vermeyen, çöplü, püsürlü, çapaçul.

Yüz Kızartıcı Suç; Toplumun şiddetle tepki gösterdiği, ahlaki açıdan kabul edemez bulduğu, utanç verici suçlar.

(4) Görünen köy kılavuz istemez; Açıkça belli olan bir durumu açıklamaya çalışmak gereksizdir, o zaten yeterince açıktır, anlamında deyim.

(5) Seni uzaktan sevmek, aşkların en güzeli;  “Gel desem gelemem ki” isimli şiir ve şarkının bir dizesi. Eser’in Yaşar GÜVENİR’e ait olduğu, kendisinin meşhur ettiği, diğer bir kısım sanatkârlara da şöhretin bu tango ile açıldığı söylenmektedir.

(6)  Dualar eder insan mutlu bir ömür için… diye başlayan İrem DERİCİ şarkısının ikinci bölümü “Bu şarkı kalbimin tek sahibine” şeklindedir. Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa; gençliğimizde (1960 lar civan teenage denilen yıllarda) Elvis PRESLEY şarkısı vardı,  “Love me tender”  Galiba benzer...

(7) Ellerini ellerimden ayırma hiç… diye başlayan bir bölümünde de “Gözlerini gözlerimden ayırma hiç…” sözleri geçen Türk Sanat Müziği eserinin Güfte ve Bestesi; İsa COŞKUNER’e ait olup eser Nihavent Makamındadır.

(8) Öylesine inat ettim ki canım…  diye başlayan Metin GÜNGÖR’e ait “İNAT” isimli şarkının ikinci bölümünde; “O eski halinden kalmamış eser, sararıp solmuşsun yüzünde keder...” şeklinde devam etmektedir.

(9) Korkunun ecele faydası yok! İnsan korksa da ölür korkmasa da! Olacak olan olur, bunun için boş yere üzüntü çekmemeli, korkuyu sürdürmek yerine gerekli tedbirleri almalı anlamında bir söz dizisi. ATASÖZÜ

(10) Korku kaderi değiştirmez, yalnız sevabın yok olmasına neden olur. Hazreti ALİ

(11) Osmanlı Tokadı; Elin ve kolun omuzdan hızlı ve açısız biçimde hedeflenen noktaya sert bir şekilde teması (şamarı, tokadı) ile gerçekleşen olay. Çok sert tokat.

(12) Dereyi Görmeden Paçayı (Paçaları) Sıvamak; Daha olmamış bir iş için olmuş gibi davranmak. Kesinleşmemiş bir işe bitmiş gözüyle bakmak.

(13) Üzerine Ölü Toprağı Serpilmiş Gibi Olmak; Tembel, uyuşuk,  miskin, cansız, çok derin bir şekilde olmak.

(14) Sevgi ile nefret arasında tercihini soran kişiye Necip Fazıl KISAKÜREK’in verdiği cevap enteresandır; “Nefret! Çünkü nefretin sahtesi olmaz!”

Sevgi ile nefret arasının çok ince bir çizgiyle ayrıldığı… Hatice Mine BAHADIR’ın bir şiirinin ilk dizeleridir. “Tutku ile aşk arasında, / kalın bir çizgi vardır…” dedikten sonra son satırlarda isyan edercesine bu çizginin sevgi ile nefreti nankörce ayırdığını söyler.

(15) Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış; Sıradan önemsiz kişi, önemli bir kişiye küsse, önemli kişinin umurunda bile olmaz. Sitem ve nazlanışımız kişiden kişiye değişik anlamlardadır, şeklinde bir deyim.

(16) Üç Maymun; Biri gözlerini (Görmemek), biri ağzını (konuşmamak), bir diğeri kulaklarını kapatıp (duymamak) şeklindeki maymun figürleriyle, “Üç Maymunu Oynamak” sözü Türkçemize yerleşmiş olup genel manada kişi ya da kişilerin duyarsızlığı, olaylara vurdumduymazlıkla uzaktan bakmak anlamlarını taşımaktadır.

(17) Kadının Fendi (Fent; Düzen, hile), Erkeği Yendi; Kadınlar kurnazlıkta erkeklerden daha üstündür. ATASÖZÜ