Bu; aslında, elle tutulur bir günahı, kusuru, kabahati, hiçbir yanlışı olmayan üçüncü kuşak Süheylâ’nın, öncelikle anneannesi Süeda ile tamahına(1) engel olamayan anne dedesi Şahan’ın hatasıydı. Sert ve acımasız bir söylem gibi görülse de bu hata ve yanlışlık annesi Netice’ye karşı idi, fikrini, zikrini(1), düşüncelerini, özençlerini(1) dikkate almaksızın(2).
Kendi yaşantısına da eklenen sıra dışı hırs ve tamahkârlık daha başlangıçlarda annesinin, sonralarında kendisinin de akıbeti(1) olacaktı.
Bütün bunları ya da yaşanan olayları bir ders gibi değil de, böyle bir olay yaşanmıştır gibi özetlemek bana düştü. Ben kim miyim? Hani imzasız mektuplar olur, sahipsiz olayların bir bileni, ya da şahidi olur de en sona “Bir Dost” diye yazılır ya hani, işte ben O’yum, Bir Dost...
Filmin, affedersiniz yaşanan olayın kahramanları torun Süheylâ’nın konumunu dikkate alırsak şöyle sıralanabilir.
Netice; annesi, Süeda; anneannesi, Şahan; anne dedesi, katkısı önemsiz ama annesinin kocası, ama babası olmayan ihtiyar, öykünün dolgusunu sağlayan bir adam; Şaban.
İlerleyen zamanda Şaban, Şahan ve Netice yitirilecekti Süheylâ yaşarken, ya da yaşamaya çalışırken. Bu kadarcık ipucu yeterli olsun isteğim, Süheylâ’nın yaşadıklarını özetlemeye çalışırken.
Süheylâ’nın annesinin isminin neden Netice olduğuna gelince; ablaları; Özge, Özde ve Özgecan doğduklarından kısa süreler sonra, annesi Netice gibi bir yaşamı hissedip(!) öyle bir yaşamı düşlemedikleri için ruhlarını yerlerine teslim (iade) ederek ayrılmışlardı yaşamlarından.
Ancak Süheylâ’nın annesi Netice direnmişti(2) yaşamak için.
Bilseydi ilerisini ve Tanrı izin verseydi herhalde annesi de teyzeleri, yani kendisinin ablaları gibi yaşamakta ısrarcı olur muydu ki?
Ufak bir parantez; babası Netice’nin de ablaları gibi yaşamak için dirençli olmayacağına inanarak, ismini öncekiler gibi koymak yerine önce “Hiç!” sonra da “Netice!” olarak koymayı yeğlemişti.
Oysa bu son numaranın, son kızının yaşamak için abdestli olduğunu, aklı varmışçasına yaşamak, dünya yaşamında hayatını törpülemek(2) için direneceğini hissedebilir miydi, daha başlangıçlarda?
Diğer kızları Nüfus Kâğıtlarını çıkartamadan yitirmişlerdi yaşamlarını, bu nedenle gerek görmemiş olsa gerekti babası onun için de. Ancak Netice; Nüfus Kâğıdı çıkartılmasını gerektirecek kadar anne sütüne, bebek mamalarına ihtiyaç duymaya başlayınca eş-dost ikazı ile Nüfus Kâğıdını çıkarttırmak zorunda kalmıştı dedesi.
Annesi Netice yaşamıştı Süheylâ’nın, eğer yaşadığı yaşam idiyse. Sevilen, özlenen, el üstünde tutulan bir çocuktu, ama çok zaman anlatılanlarla yaşamaması gerekenleri yaşıyor olmaktan dolayı hayıflanıyor, hele ki iyice güzelleşip çevresindeki canları yakarken, belirli pişmanlıkları da, doğal olarak özlemleri de yaşıyor gibiydi Netice.
Gençti, güzeldi, hamarattı(1), marifetliydi. Ergenlik sivilceleri(4) kızarmış burnuna desen(1) oluyor, gönlünün sultanı(1) olacağına inandığı, onu bulduğunda da, ona pösteki saydırmadan(2) onun olmak, yuvasını kurmak ve bebelerine kavuşmayı düşlüyordu. “İnsan dualar ederdi, mutlu bir ömür için(5)” şükredeceği.
Netice’nin tek kusuru; anne ve babasının mal-mülk sahibi olmak konusunda doyumsuzluklarını, arzularını bilememiş olmasıydı. Sanki mal-mülk-varlık öte tarafa götürülüyormuş gibi! Aslında anne ve babasının kendinden faydalanarak varlıklı olmayı düşlediklerini bilmesi de mümkün değildi, Çünkü okuduğu kadarıyla başa alınan sandalye insanı alçaltırdı(6) ve hüznü her şeye rağmen; anne ve babasının bunu yaşaması, yaşamak istemesi ve yaşamak için arzulu olmalarıydı.
Yaşlı bir komşuları vardı, fabrikatör, babasının da o fabrikada çalıştığı, eşi yaşarken “Şaban Amca” dediği ve Şaban Amca olmak dışında hiçbir özel vasfı olmayan.
Karısını yitirdikten sonra “Amca” olma vasfından uzaklaşmış, değişik hareket ve davranışlar sergilemeye başlamıştı kendisine karşı, hissettiği kadarıyla.
O amcanın, yani Şaban Patronun fabrikasında tam yetkili, sorumlu değilse de, senelerin birikimi olarak orta yerlerde bir ustabaşıydı Netice’nin babası.
Sözlerden, pazarlıklardan, yükselmek için ayağının altına alınması gerekirken, başın üstüne alınan menfaatlerden haberdar olması mümkün değildi Netice’nin.
Allah var, Şaban karısının mezara defninden dönerken sıçan ya da ahmakıslatan(3) çisentiye hak etmediğine inanarak aldırmaksızın şapkasını eğip sağa-sola bakmamıştı, yılların törpülediği ancak yok etmekte başarılı olamadığı bir saygı, hatta sevgi birlikteliği vardı rahmetli karısı ile kendisi arasında (herhalde).
Ancak devamlı olarak arkasından konuştuğunu hissettiği, “Ölü kardeşinin etini yemekten(7)” çekinmeyen, haftada bir evini derleyip toparlayan en büyük Vedia’nın devamlı olarak yaptıklarını söyleyip, başına kakan(2) sözlerinden bıkmış, usanmıştı Şaban. Bu nedenle bir kısım projeler, plânlar şekillendirmeye başlamıştı aklında, beyninde, ya da tasavvur olarak zihninde.
Yalnızlık; Allah’a mahsustu, evlât da olsa mihnetine(2) tahammül(2) ve minnet etmek(2) zordu, hele ki devamlı ise?
İşte o zaman aklına düşmüştü, şimdi güzelleşip abacık(1) kız olan Şahan’ın kızı. Hem taş atıp kolu mu yorulacaktı(2), üstelik gönül neler çekmezdi ki(2)? İnsanları satın almanın en kolay yolunun Napolyon’un üç kez deyişini aklında tutacak kadar da zekiydi Şaban; “Para... Para… Para…”
Belki bu isim altında menfaatlerden de söz edilebilirdi, ancak esas destek her zaman kılıfı hazır olan para idi. Ve de bunun Şaban’ın kendinde istemediği kadar çok, karşısındakilerde az ya da hiç olmaması idi.
Bu nedenle Şahan’ı odasına çağırdı Şaban, satış, ya da alış-veriş işlemlerinin gerçekleşmesi için. Şahan’a söyledikleri, ya da teklifleri şunlardı;
Fabrikada tüm yetkili-sorumlu ustabaşı olacaktı, bugün için dikkati çekmemesi(2) için maaşı yarım maaş oranında artırılacak, sonraki tarihlerde iki misline yükseltilecekti.
Çocuklarına bile % 1 ortaklık payı vermesine rağmen, kendisine % 10 ve kızına, yani Netice’ye, yani müstakbel(1) eşine ayrıca % 10 hak belirleyecekti şirketinden.
İstedikleri yerde tapusu kendilerinin, kendi oturduğu eve yakın olacak bir apartman dairesi alacak, kızları her istediğinde kendilerini ziyarete gidebilecekti.
Düğün yakışmazdı kendisine, bu yaşta. Ama ziynet(1), takı, eylem gibi tüm konularda yapılacak her türlü tüm işlemler için masrafları yüklenecekti Şaban.
Şaban söylemiş, Şahan bir kaz(2), ya da baba hindi gibi dinlemişti, için için coşarak.
Cevapladığı söz mü? Hatırlamıyordu, devlet kuşu konmuştu başına(2), bostan korkuluğu gibi oturuşunda(2). Tam olarak benzemese de başında kavak yelleri esmeye başlamıştı(2). Patronun odasının kapı eşiğinden dar-kıt attı(2) kendisini dışarı.
Gün doğmuştu(2) kendisine, kuyruğu yanmış bir it(2), ya da münasip yerine nışadır sürülmüş bir merkep(2) gibi yerinde duramıyor(2), koşuşturuyor, akşamın tez olmasını ve müjdeyi(!) karısına ve kızına ulaştırmak için sabırsızlanıyordu.
Patron; patrondu. Yiğit insan sözünden, hayvanlar ise yularlarından tutulurdu. Şahan’ın anlamadığı, belki de beklemesine rağmen göremediği tek şey patronun; “Otur! Konuşalım!” demeyip oturmasına izin vermemesi idi.
Sonuç itibariyle sözler; “Kayınpederim ol!” teklifiydi, ama oturtturamaz, bir çay ısmarlayamaz mıydı ki? Sanki ağıla post serme iddiasında(4) gibiydi patronun karşısında, anlamsızca!
Ve Şahan'ın esas anlamadığı, patronun el uzatmaksızın söylediği son sözlerdi, yerinden kalkmaksızın, ders verir gibi, alçaklığını yüzüne vurur(2) gibi;
“Beş şey gelmeden önce beş şeyin değerini iyi bilmelisin!” deyip sıralamıştı;
“1. İhtiyarlığından önce gençliğinin,
2. Hastalığından önce sağlığının,
3. Yokluğundan önce varlığının,
4. Meşguliyetinden önce boş vaktinin,
5. Ölmeden önce hayatının.(7)”
Özellikle de üçüncü maddenin üstüne bastıra bastıra söylemiş gibi gelmişti kendisine.
Şaban evlâtlarına haber vermeksizin, dallanıp-budaklandırmaksızın(2) kendi başına, bildiği, ya da içinden geldiği gibi gerçekleştirdi kız isteme olayını. Netice’nin söz hakkı yoktu. Hapırsa da, köpürse(3) de; “Hem ağlarım, hem giderim! (8)” modundaydı, kahve ikram ederken.
Kolunda burma bilezik, boynunda gerdanlık ve beşi bir yerde, parmağında yüzük olsa da... Çünkü bildiği sabır; çekilen şeyi duymamak değil, ona dayanmayı bilmekti(9).
“He!” sözünü alır almaz Şaban verdiği sözlerin tümünü yerine getirmişti; en büyük ustabaşı, % 10 artı % 10, ev almak gibi. Ev yerine apartman dairesi desek daha doğru olacaktı.
Ancak, bir genç kızın arzularını karşılamak yanında yeni ya da cici annelerinin varlığından evlâtlarının haberdar olmalarının(2) hakları olduğu düşüncesindeydi Şaban, kabullenmekte zorluk çekeceklerini bilmesine rağmen.
Gelinin ata binmesi(10), gelin hamamı(10), kına yakılması(10), düğün-dernek uygun davranışlar olarak uygun görünüyordu Şaban’ın kendisine, ancak Netice de hiçbirini istememişti. Bir bakıma kendince haklıydı da, bir genç kız olarak ahı gitmiş, vahı kalmış, kendisini satın almış bir adamın karısı olmak hülyalarının özeti olamazdı ki!
Nikâh aynı furyada(1) gerçekleşmişti. Tek farkla Netice, kurbanlık bir koyun gibi mel mel bakınıyordu(2) iki tarafına.
Ve konuşulanları da aynen koyunun kaval dinlediği(4) gibi dinliyordu. Mutlu muydu? Bunu iddia etmek dünyadaki en saçma eylemlerden biri olabilirdi.
Çünkü Şaban’ın tüm kızları kendisinden yaş olarak büyüktüler, oğlan bir tarafa. Onlar kendisinin nasıl cici anneleri olacağının, kendisi onlara nasıl cici annelik yapacağının bilincinde değildi.
Ve olay gerçekleşmişti...
Şaban Netice’yi satın almıştı!
Sevmeyi, sevilmeyi, âşık olmayı, kocasına çocuklar doğurmayı düşleyen Netice, eş değil, bir hizmetli, ya da hizmetçi olarak verilmişti(!) Şaban adlı adama. Düğünsüz, derneksiz, kınasız, basit bir nikâh, kaba ve fakat belki de çok değerli bir yüzükle.
Üstelik Şaban’ın çocuklan, torunları öyle bakışlar sarf etmişlerdi üvey anne, annelik ve üvey nine olacak Netice’ye. Nikâhta; ezilmiş, büzülmüş, süzülmüştü genç kadın yaşadığı haksızlığa mukavemet edemeksizin.
Tüm bu yaşadıklarına karşın, belki de babalarından çekindiklerinden dolayı o evlât-torun zümresi kimi bilezik, kimi yüzük, kimi inci gerdanlık takmıştı parmaklarına, ellerine, kollarına, boynuna…
Belki de değil mutlaka istemeye istemeye…
Çünkü sadece çalışmaktan zevk alan ve fabrikayı yaşadığı anki bütünlüğe getiren babaları yaşadığı bu ana kadar çocuklarına zırnık koklatmamıştı, bayramda-seyranda ziyaretlerinde, doğum, yıldönümü gibi özel olaylar, günler dışında karınca-kararınca eklentiler dışında.
Nikâh demek, mirastan pay demekti, çocuklarına, torunlarına göre yaşlı adamın. Hele ki ilerlemiş yaşına rağmen, torunları yaşındaki genç kızı koynuna ve yatağına aldığında bebeleri de olursa bu, onlar için bir avuç yalamanın tam tarifi olacaktı.
Bu nedenle Netice’nin yaşam için beyninde hiçbir kurgu ve ileriki yaşamıyla ilgili hiçbir şey için umutlu olmamasına rağmen etkilenmişti Şaban'ın çocuklarının, torunlarının hareketlerinden, tavırlarından.
Bu tavır, eda, hakaret, bakış ve hissedilebilen tüm hareketleri herhalde merhametin, gençliği nedeniyle kendisine acınılmasının değil, nefretin ışıldadığı bir kandil gibi yorumlaması daha doğru olsa gerekti Netice için.
Kabullenemediği konu, satılmış olarak bu evliliği kabullenemediği için, nişan yüzüğü ve takıların hepsini çıkartıp gelin bohçasına yerleştirmişti, bir uygun zamanda. Tabiidir ki buna evlilik coşkusu değil, karanlığı denecek şekilde Şaban’ın çocuklarının, hatta torunlarının bile mecburiyet hissederek taktıkları takılar dâhildi.
Yaşlı adam, Şaban; bön(1) biri değildi. Düğün dernek yerine fabrikanın bahçesinde eğlenti tertip etmiş(2), hatta özenç gibi düşünülebilir, karısının hoşuna gitsin diye havai fişekler bile attırmıştı.
Ancak bu durum semt karakolunun dikkatini çekmiş; “Bayram-değil, seyran değil, hayrola bunlar da nesi?” diyerek fabrikaya baskın yapmışlardı, da-di-da-di-di-dit sirenleriyle. Sonrasında olayın tatlıya bağlandığını söylemek gereksiz, sanırım.
Ancak içtenlikle itiraf etmek gerekir ki, insanların en çok zevk aldıkları, mutluluk duydukları eylem, belki Âdem Baba ve Havva Anamızın da hemcinsleri olmadığı için, içlerinde ukde(1) olarak kaldığına inandığım dedikodu idi.
Ve bu eğlenti gecesinde kulaklara ulaşmayan belki de gıybetle(1) süslenmiş dedikodular şunlardı, sırasız ve cins ayırmaksızın;
“Tazecik...”
“Abacık...”
“Yakışmamış... “
“Satın alınmış…”
“Müzmehel olacak(2) kız!”
“Adamın çocuklarına baksana kızcağızı bir kaşık suda boğacaklar(2) gibi bakıyorlar, herhalde mirastan dolayı...”
“Bak Vedia, parmaklarını üst üste koymuş, nasıl bir inançsa totem yapıyor(2) galiba!”
“Adam zengin ya, çocuklarına fabrikadan % 1 pay verdiği halde, ‘Bu kıza % 10 pay vermiş!’ diyorlar, amma doğru, amma yalan, ben yalancının yalancısıyım... (3)”
“Böyle bir karım olsun, milyonla borcum olsun, aldırmam...”
“Eee! Ne de olsa armudun iyisini onlar yermiş!”
“Kız beton gibi, taş gibi valla!”
“Adamın gücü var mı, kalmış mı acaba?”
“Hah! Ha!”
“Aha bunun bir de bebesi olursa sen seyreyle evlâtlardaki gümbürtüyü...”
“Çocuk anapara, torun faiz, derler, ister misin tutsun!”
“Hah! Hah! Ha! Sen ölmeyesin, nerden gelir bunlar aklına kız?”
Gerdek gibi bir olay yaşanmamıştı. Yaşlı adam öncesinde “İngiri-mingiri vakti” demişti. Bakmıştı ki Netice anlamamış, bu kez “İnna-minna, Aganigi-maganigi” demiş, onda da karşısındakinin anlayışsızlığı ile karşılaşınca;
“Yani anlayacağın şey, soyunur musun, ben mi soyayım seni?” demişti.
Genç kızın gelin yengesi(10) yoktu ki anlatmış olsun, adam içinse sağdıç(10) gereksizdi!
“Kocam” dediği kendisini soymadan evvel kendisi soyunmuştu. Bedeni baştan aşağı tüylerle dolu idi, solukları düzensiz, hâşâ huzurdan(3) bir orman hayvanı gibiydi.
Korkmuştu Netice, çekinmişti de. Sıkı sıkı yummuştu gözlerini, kendisi kendisinde olmamak için direnmişti. Belki de yoğun takviye edici ilaçlarla yaşlı adam bir hayli çabalamış, yorulmuş, başarısızlığını göz ardı ederek(2), belki de ayıp olmasın tavrıyla banyosunu yapmış ve sırtını dönerek horul horul uyumuştu gece boyu.
Mal onundu, elinin altındaydı nasıl olsa. Tekrar denerdi.
“Bu sefer olmadı, bir daha ki sefere inşallah!”
Oysa ataların yaş yetmiş, iş bitmiş sözünden haberdar değil gibiydi, yaşının yetmişlerin ilerisinde olduğunu hazmetmeksizin. Genç kız Netice; evliliğinin ilk gecesinde annesinden doğduğu gibiydi!
Göğüsleri mıncıklanmış, dudakları öpülmek bir yana protez dişlerle ısırılmış ve bacakları anlayamadığı bir şekilde okşanır gibi kurcalanmıştı. Üstelik kocası denilen adam leş gibi işkembe ve alkol kokuyordu, tahammül edemediği şekilde.
Ancak mademki karı olmuştu, karılığın gerekleri içinde hazırlıklı olacaktı bilmese de. Kocası, koca görevini yerine getirmeğe çalıştığında, asla karı olduğunu hissettirmeyecekti ona.
Kocasının büyük kızı Vedia; gudubet(1), yüzü de, ruhu da çirkin, nur denilen şey eksik, Netice’nin analığı olmasını kabullenememiş bir şekilde her türlü kötülüğü yapma modundaydı.
Bunun için içerilerde tango yapması gerekirse yapacak, sakin, kendi başına iken de kendine has gulu-gulu, tam-tam, yamyam danslarını(3) gerçekleştirecekti. Hatta öyle ki, bunun için babasını feda etmekten bile çekinmeyecekti.
İnsanların menfaat düşünceleri onları nelere yönlendirmiyordu ki? Oysa Vedia bilgisizdi, bilinçsizdi, dünyanın Sultan Süleyman’a bile kalmadığından, sadece kefen denilen bir top beyaz patiska ya da keten bezle göçeceğinden habersiz olamazdı.
Vedia en şirin tavrını takındı, abusluğunu(1), nemrutluğunu(1) gizleyeceğini düşünerek...
Bir sepet elma topladı bahçeden ve yol üstündeki marketten bir paket jöle işkembe alarak, sempatik olma gayretiyle kapısını çaldı Netice’nin.
Evde hizmetçi, hizmetli gibi herhangi biri yoktu, genç kadından başka, daha doğrusu genç kızdan başka. Üstelik evin anahtarı kendisinde de olmasına rağmen kapıyı çalmayı yeğlemişti Vedia. “Ah!” dedi kapı açıldığında, sanki devamını getirmekte sıkıntısı varmışçasına, içten pazarlıklı olarak.
Netice onu sempatik tavrıyla da olsa kapıda görünce, korkmuş, titremiş, ayakları yerden kesilir gibi olmuştu, ister-istemez de olsa, daha önceki tavırlarını hatırına getirdiğinde.
“Netice?” dedi sorarcasına Vedia, vurgulu bir şekilde ve devam etmekte sakınca görmemişti;
“Konumlarımız itibariyle sana başka türlü seslenemem. İstersen sen de bana ismimi söyleyebilirsin, senden büyük olmama rağmen, gücenmem, erinmem(2). Sonuçta babamızın eşisin. Allah nazardan saklasın, nazarım değmesin! Ahir ömründe(3) babamı mutlu edeceğinden, ona en iyi şekilde hizmet edeceğinden eminim!..
Bahçeden topladım sepetteki elmaları. Sen soyarken ben de babama çok sevdiği, ikiniz için de iyi gelecek işkembe çorbasını yapayım. Sonra iki lâfı uç uca ekleriz(2). Ne dersin?” derken Netice’nin cevabını beklemeksizin, elma sepetini eline tutuşturmuş, kendisi de mutfağa yönelmişti.
Netice, yaşamının hiçbir bölümünde ne işkembe, ne de başka herhangi bir sakatatla(1) yakın ilişkisinin olmadığını söylemeye fırsat bulamamıştı.
Mutfaktan önce tencere-kapak, sonra Vedia’nın adam öldürüyorlarmış tavrındaki sözüm ona şarkısı yükselmeye başlamıştı. Belki bu ses, ancak hamamda çığırıldığı takdirde güzel olabilirdi, bir de mutfağın kapısını kapatmayı akıl edebilseydi, yaşlıca kadın!
Dileği kabul olmuştu galiba Netice’nin. Mutfak kapısı kapanmış, kendince o iğrenç kokunun ve sesin salona yayılması kısmen de olsa engellenmişti. Netice’nin içinin temizliği, Vedia’nın cebinden çıkardığı beyaz bir tozu çorba içine karıştırmak için kapının kapatıldığını anlaması için yeterli değildi.
İşlem, beynindeki kurguya göre tamamdı yaşlı kadın için. Bilmediği, ya da aklından geçirmediği, hatta tahmin bile etmediği, çekinikliği nedeniyle Netice’nin o çorbadan asla içmeyeceği idi.
Netice, felsefe olarak parasıyla da olsa, her ne şekilde olursa olsun, temizlendiğine gerçekten inanmamış olarak da olsa o bilmediği bilmem ne olan şeyi yemezdi. Kime niyet, kime kısmet(13)?
Bilinemezdi ki…
Şaban akşam eve döndüğünde, her şeyi dâhil çorbayı Netice’nin yaptığı düşüncesiyle sevinmişti. Ancak kör-topal da olsa yürüme gayretinde olan evlilikleri dolaysıyla Netice’nin nelerden haz etmediğini(2) öğrendiği için de çorbanın yapılmış olmasına hayret etmişti. Hatta öyle ki, alınacak tüm tedbirleri almakta da gecikmiyordu Netice.
Örneğin yemiyor, yiyorsa mentol ya da karanfil çiğniyor, dakikalarca fırçaladığı protezlerini çıkartıp uzak bir mıntıkada, eczane tarafından tavsiye edilen ilâçlı su dolu bir bardak içine koyuyordu Şaban. Bu nedenle çorbayı kızının yaptığını öğrenmesi zor olmamış, alışkanlık haline getirmeyi istediği için;
“Kızım mademki yapmış, kulağına gitmesin, şimdi hiç içesim yok, sabah kahvaltıdan sonra bir-iki kaşık höpürdetivereyim(2), sorarsa, ‘İçtin mi? Nasıl olmuş?’ diye sorarsa her ihtimale karşı ‘İçtim! Eline sağlık, güzel olmuş!’ demek için. “Yalan sayılmaz!’ yani!” demişti sanki bir el kendisini engellemiş gibi.
Ar damarı çatlamış(2), menfaat ve kahrını engellememekte direnen kızının böyle bir davranışını bekleyebilir miydi yaşlı adam? “Akrep yapmaz akrabanın akrabaya yaptığını” demişlerdi. Oysa canından ilk parça, kanını taşıyan öz kızının bu kötü tohum() şeklindeki tavır ve davranışı aklının ucundan geçer miydi?
Geçemezdi, hem geçmemeliydi de. Ve de su testisi suyolunda kırılırdı(12), kırılacaktı da, ama ne zaman, kim, ya da kimler tarafından, hem nasıl? Bunu ancak Allah bilebilirdi!
Şaban, yaşlılığını umursamazcasına beton gibi hissediyordu(2) kendini, dinlenmiş ve bir kısım takviye ilâçlar nedeniyle “ingiri-mingiri” demişti! Netice’nin yaşamının gereği idi, ingiri-mingiri, ya da her nasıl adlandırılıyorsa o şey.
Ancak yaşlı adam başarısızlığını, her şeye rağmen unutmak, unutturmak gayretindeydi, ikisi arasında kalmasını dileyecek gibi.
Yaşlı adam, yani Şaban, gene de duşunu aldıktan sonra sabah kahvaltısından sonra işkembe çorbasından, iki kaşık alarak yönlendi işyerine...
O kapıdan çıkar-çıkmaz, Netice akşam yaptığı banyoyu yeterli görmemiş, tekrar banyoya girmiş, handiyse(1) kırklanıyordu(2). “Kara bahtım, kem talihim...(13)” türküsünü yaşamak gayretinde idi sanki. Üstelik farkında olanın farkında olduğunun, farkında değildi.
Fabrikaya gelen Şaban, sekreterin açtığı kapıdan içeri girerken sendelemiş, ancak;
“Doktoru çağır kızım!” dedikten sonra yıkılıvermişti kapı eşiğine,
Yaşlı doktor gelmiş, gözlüklerini düzeltip önce göz kapaklarını kaldırarak gözlerine, By-Pass geçirdiğini unutmuş olarak, By-Pass için damarının alındığı kolundan nabzına bakmış, hafifçe öksürerek;
“Ölmüş!" demişti, insanın kavgada bile karşısındakine söylemeyeceği(16) bir şekilde şaşkınlık eseri olmaksızın, neredeyse küfreder gibi.
Hiç olmazsa “Yitirdik, kaybetmişiz!” gibi kelimelerle sözlerini sempatik hale getirebilirdi, değil mi? Ancak devlet memurluğundan pratisyen hekim(3) olarak emekli olan, kapağı kurallar gereği ucuz tarifeden fabrikaya atmış, kendini hiç geliştirmemiş bir doktordan daha fazlasını beklemek, fazla iyimserlik olmaz mıydı ki? Nitekim de olmadı...
Genç sekreter, yaşına rağmen ve kulaktan dolma da olsa ondan daha akıllı, daha oturaklı ve daha bilgiliydi. Önce fabrikanın Genel Müdürüne, sonra sırasıyla karakol, ambulans ve çocuklarına haber vermişti. Eşine ya haber ulaştıramamış, ya da çekinmiş olabilirdi, kim bilir?
Olaya hazırlıklı olan yaşlı kadın, yani Vedia herkesten önce anında gelmişti olay mahalline polislerle beraber ve hiç de gereği yokken bağırmaya, çağmaya başlamıştı;
“O kadın zehirlemiştir babamızı, mal-mülk kendine kalsın, diye. Otopsi(1) yapılsın, morga(1) kaldırılsın babam!” şeklinde.
Sözleri herkes için olağan karşılanırken, komiserlerden birinin dikkatini çekmişti;
“Neden zehirlenmiş olsundu ki? Eceli ile ölmüş olamaz mıydı?”
Yol-iz bilmeyen Netice’ye, yaşamındaki tüm olumsuzluklara rağmen, ne etliye, ne sütlüye karışmayan evin en küçüğü ve tek oğlan olan Erol ulaştırmıştı haberi ve giyinip-kuşanmasını beklemişti, bir süre sonra arabasıyla morga götürmek üzere.
Morgun kapısında başı en büyük ablanın çektiği Vedia olmak üzer tüm aile onları bekler gibiydi. Ve morgun arkasından ulaşacak habere göre herkes tıpkı bir boksör gibi gardını almıştı, acımasızca vurmak üzere.
Morgda tamamı kıllı olan vücuduna sürülen soğuk sıvılar kendine getirmişti yaşlı adamı, masadan doğulmuş ve;
“Ne oldu bana yahu? Siz ne yapmaya, neler yapmaya çalışıyorsunuz ya?” deyince başındaki doktorlar dâhil görevlilerin suskunluklarında tümünün önlüklerinin ve pantolonlarının ön taraflarında gittikçe büyüyen ıslaklıklar oluşmuş ve canhıraş çığlık(3) ve feryatlarla kapı dışına fırlamışlardı, birbirini çiğnercesine gibi...
Arkalarından, üstüne örtülen yeşil-beyaz örtüleri beline saran Şaban çıkmıştı;
“Hangi geri zekâlı benim öldüğüme karar verdi, ya?” deyince;
“Fabrika Doktoru!” seslenişi kulağına ilişir ilişmez;
“Hemen defedin onu!” emrini verdikten sonra, o haliyle, yazılması “Cık! Cik! Jik!” gibi kelimeleri sarf edip peştamal niteliğindeki örtüyü düğümleyip önce Netice’ye sonra çocuklarına sarılmış ve Erol’un arabasıyla evine yönelmişti.
Yolda giderken keyifli, ancak biraz da çekinceli olarak kahkaha atarak morgda yaşadıklarını anlatma gayretini yaşıyordu Netice, Erol ve Vedia’ya.
“Bu dangalak(1) doktorun yönlendirdiği yolculuk pek de boşuna olmadı, Ahretin(1) kapı aralığından şöyle bir baktım; benim okey, briç, maça kızı oynadığım arkadaşların üçünü gördüm bir masa etrafında...
Biri fark etti beni; “Bu önümüzdeki Çarşamba değil, ondan sonraki Çarşamba sana ‘Hoş geldin!’ deyip kareyi inşallah tamamlayacağız!’ dedi(15).”
Netice bu konuda gerçekten Şaban’a hak vermişti; Çünkü gerçekten Kızmabirader, bezik, tavla oynamayı seviyordu kendisiyle. Ahrette olmayan arkadaşları ile de briç, maça kızı, okey ve benzeri oyunları oynamayı seviyordu.
Hatta oynamanın caiz olmadığını(2) bilmesine rağmen o kısa evliliklerinin içine ladesi bile sığdırma gayreti yaşamıştı. Aslında bir kumar gibi düşünülmediği için haram gibi düşünülmesinin yanlış olduğu kanaatindeydi Netice. Özellikle Erol’la oynadığında bazen lâdeste kandırılırsa, oyunlarda yenilirse, ya da yenilmesi ufukta göründüğünde; “Çanak-çömlek patladı!(16) Oynamıyorum!” gibi sözleri kullanarak mızıkçılık yapardı(2) Şaban.
Bu vesile ile bir sözü daha çınlar gibi olmuştu Netice’nin kulağında. Şaban hacca değil ama umreye gitmişti. Evlendiğinde, yeni karısı Netice ile de gerçekte hacca, ama hiç olmazsa umreye gitmeye söz vermişti, hatta çocuklarını da topluca götürmeyi vadetmiş, ancak söz vermemişti.
Çünkü felsefesine göre; hayat hatalı bir hayal(20) ve Dünya ahretin tarlasıydı(20). Bu nedenledir ki, içkinin zerresini ağzına koymak değil, adını bile anmaz; Peygamberimize mal edilen hadisleri; “İçkiden uzak durun! İçki bütün kötülüklerin anasıdır! İçki her kötülüğün anahtarıdır!” gibi sık sık tekrarlardı çevresine...
Yaşlı adam, sözlerini tamamladıktan sonra gülmeye devam etmeye çalıştı hüzünle. Yaşlı ve kötü kalpli en büyük kızı Vedia’nın dikkatini çekmişti bu sözler;
“Ya tutarsa kabilinden!”
Demek ki önünde aşağı yukarı 10-12 gün kadar süre vardı, Netice’den kurtulmak en basitinden lekelemek için. Sinsice kurgular şekillendirmeye başladı hemen o an içinde, zihninde...
Onun düşüncelerinin bu anında baba Şaban da gecikmeden, hemen ölmeden önce yapması gerekenleri plânlamanın müsveddesini kurgulamakla meşgul olmaya başlamıştı. Vedia’nın özellikle Netice’de ve diğer kardeşlerinde kapris ve menfaat düşünceleri nedeniyle huzur bırakmayacağından(2) kesinkes emindi. En doğruyu yapmak için vaktinin kısaldığından da emin gibiydi.
Yaşlı kadın;
“Aman baba!” dedi “Aman” kelimesinin ikinci “A” harfini uzatarak. “Allah geciğinden versin, seni başımızdan eksik etmesin, bugün var, yarın yokuz zaten! Yeter ki sana bir şey olmasın!”
Eve ulaşınca, Şaban banyoya girip, Netice de ona temiz çamaşırlar getirmek için odasına yönelince, duygu sömürüsü(3) sözleri arkasına gizlenen yaşlı kadın ilâçla yüklü işkembe çorbası bulunan tencereyi olduğu gibi alaturka tuvalete döktü. Sonrasında banyodan çıkan babasına;
“Bundan sonra sana işkembe çorbası yok baba! Bak böyle şeyler geliyor başına, bu da üzüyor bizleri tabii!” dedi, hem yılışıkça(1).
Aslında kaba bir tabir, ama “Ödü bilmem neresine kaçmış, karışmıştı!(21)” Vedia'nın. Genç Komiserin “Zehirlendi!” sözünden etkilenmiş olması gözünden kaçmamıştı zira. İnkâr da etse(2) o polis mutlaka gerçeğe ulaşırdı gibisine gelmişti. Bu nedenle de delilin yok edilmesi en sağlıklı başarı olacaktı ve öyle de olmuştu zaten, hem bir çırpıda(3), şeytanın da yardım etmesi gayretiyle!
Goethe’nin bir sözü takıldı aklına bu anda ister-istemez; “İnsanların kötü olduklarını görmek beni şaşırtmıyor, ama bu yüzden hiç utanmadıklarını görünce, hayretler içinde kalıyorum!” Bu sözün kimin ve ne için aklına takıldığını bilmek imkânsız gibiydi.
Rutin bir hayat dönmeye başlamıştı yeniden o gün ile bir sonraki Çarşamba arasına sığacak gibi, bir sonraki Çarşambanın hangi vaktinde olacağı da belirsiz...
Yaşlı kadın Vedia, bu zaman aralığında elinde yine bir sepet elma ile geldi Netice’nin evine. Bu seferki karakteri Pamuk Prenses masalındaki cadıdan farklı değildi, aynı şekilde hainlik, hinlik(1), kurnazlık, zulüm sinsiliğinde(1).
Teklifsizce girdi kapıdan. Mutfaktan iki meyve tabağı alıp, ikişer elmayı özenle seçip yıkadıktan sonra ikram ederken bir taraftan da söz etmekte gecikmeme hevesini(1) gizleme çabası içindeydi.
“Evde canım sıkıldı, yalnız-yalnız, hem iki lâfı uç uca ekleriz, hem de ‘Beni yanlış tanımış olma!’ diye beni anlatayım istedim sana, elmalarımızı yerken.”
Kendi elmasını ısırırken bir yandan da âdeta emir verir gibi;
“Hadi yesene kız, utanacak, sıkılacak bir şey yok, babamızın gönlü sendeymiş, istemesek de saygı duymamız gerek! Bu nedenle rahat ol!”
Netice elmasından ikinci ısırığı alırken, Vedia sanki yeni aklına gelmiş gibi;
“Hay benim akılsız kafam! Ocağa haşlansın diye patates koymuştum, hemen bakmam gerek, sonra gene gelirim!” deyip ayağa kalktı, “Allahaısmarladık!” bile demeden kapıdan dışarı yöneldi.
Kapı dışında çapaçul(1)-hırpani(1) kılıklı bir adam bekliyordu kendisini. Kaş-göz işareti ile birlikte işaret parmağını dudaklarına götürerek “Sus!” işareti yaptı.
Beklemeleri gerekiyordu, hem sessiz ve derinden. Zamanın kendilerine yardımcı olacağından emindi(ler)! Ancak garip olan çevrede bir Allah’ın kulunun onları görmemesi, görse de duyarsızlığı, ilgisizliği ya da merak etmemesi nedeniyle onlardan Tanrıdan başka kimsenin haberinin olmamasıydı.
Her ihtimale karşı kapıyı anahtarıyla usulca açtı yaşlı kadın. Netice, boylu boyunca, karnını tutmuş olarak, ancak dört numara gibi kanepenin önünde yatıyordu dalgın, fargın(1), kendinden geçmiş olarak.
Yaşlı kadın elini yumruk şeklinde yapıp başparmağım havaya doğru kaldırırken, diğer eliyle de; “Gel!” işareti yaptı hırpani kılıklı adama. Yerleştirdiği uyku ilâcı görevini ve gereğini yapıp tamamlamıştı!
Tabakları, bıçakları, tepsiyi, elmaları, hatta tek-tük(3) olan elma kabuklarını bile topladı, kendinden tek bir iz kalmayacak şekilde yıkadı, duruladı, izlerini sildi, süpürdü, sepeti alıp kapıya yöneldi.
Hırpani, acayip kılıklı, cinsi sapık(3), aç adam tecavüz işini bir çırpıda bitirip, ikinci kez eyleme geçmiş ya da başlayış tavrında idi. Vedia keyifle süzüp gülümsedikten sonra kapıdan çıktı, inkâr dâhil gerisi kendisini hiç ilgilendirmiyordu...
Netice kendine geldiğinde, annesinden doğduğu günkü gibi hissetmiyordu kendini. Baştan aşağı, çevresi dâhil kirliydi, yattığı yerde iri kan lekeleri görünüyordu, kocasının karısı olmamıştı, biliyordu, peki, bu neyin nesiydi? Memelerinin uçları koparılmış gibi sızlıyor, kasıkları dayanılmaz bir şekilde ağrıyordu...
Kirlenmişti, üstelik nasılına akıl erdiremediği bir şekilde. Kırklanarak değil, yıllarca banyodan çıkmayacak olsa bile temizlenemeyeceğinin bilincinde idi. Kafası, daha doğrusu beyni ancak % 10 - % 15 seviyelerinde çalışır gibiydi.
Şömineyi yaktı, üstündeki başındakileri soyundu, çırılçıplak kaldı ve çıkardıklarının hepsini topluca şömineye attı, bir süre anadan üryan(3), yananların kokularını hissederek seyretti. Artık önemi olmayan bedenini koruma zahmetine katlanmaksızın, zihninde devşirdiği(2) bir kısım geleceği yapmadan, ya da uygulamaya geçmeden önce artanları bir tahta bezi, tahta fırçası ile sildi, ufak halıyı gücünün yettiğince katlayıp, banyoda üzerindeki kirleri silmeye, silkelemeye çalıştıktan sonra banyoya kilitledi kendisini.
Hissettiği kadarıyla artık kocasının başarısızlığı ile yaşayan bir kız değil, kirli bir kadındı, üstelik kirleteni, neden kirlettiğini bilmediği, bilemediği, ya da bilmesinin mümkün olamadığı...
Kapının çalındığını hissetmedi; düşünceleriyle boğuşurken, intihar etmeyi düşleyerek, yıkanma gayretini yaşarken.
Kapıyı açıp eve giren kötü kadın, ortalıklarda gördükleri nedeniyle memnuniyetini ve hatta sevincini gizleme gayretiyle banyo kapısına kulağını dayayıp, kapıyı işaret parmağının sırtı ile tıklattıktan sonra;
“İyi misin Netice? Bir şeylere mi canın sıkkın? Yardım edeceğim bir şey var mı? Evdeki işimi bitirdim, çabuk çıkacaksan bekleyeyim, dertleşiriz biraz, nasıl istersen...”
Kelime ve cümlelerini özellikle seçiyordu, içten pazarlıklı kötü vasıfları sayılamayacak kadar çok, Allah’la kul arasına girmek mümkün değil, ama cehennemlik olarak tarif edilebilecek kadın.
Sırıtışını, memnuniyetle ışıldayan gözlerini göremediği kadına karşı ne diyebilirdi ki Netice? Boş bulundu;
"Yok! Yok! Midem bulandı da biraz!”
Bu; kötü kadının beklediği lekeleme modunda, ancak hemen gerçekleşmesini bir kadın içgüdüsü(1) ile beklemediği bir cevaptı.
“Kız yoksa hemen gebe mi kaldın? Bize kardeş mi vercen yoksam?”
Ses çıkarmadı, çıkaramadı Netice. Aklından böyle bir şey geçmemişti, neler uyduruyordu bu kadın, ortada fol yokken, yumurta yokken(3)?
Gerçekte kötü kadının da aklından geçmemişti bu ihtimal...
Babasının her türlü desteğe rağmen, andropoz(19) yaşama başladığının, “Hadım(19)” olduğunun, kısırlaştığının(19), cinsel aktiviteleri gerçekleştirmesinin(19) mümkün olamayacağından kesinkes emin gibiydi. Bir Harem Ağası(20) olmasa da, çocuk üretme vasfının kalmadığı gün gibi aşikârdı(1) kendince.
O halde Nasrettin Hocaya güvenmeli; çapaçul adamın eylemiyle “Ya tutarsa!” diye hayal etmeliydi. Şair ne demişti bu konuda; “Hayal edersen yaşarsın(21)” gibi bir şeydi galiba.
Eğer beklemesini bilir de, sonuç düşündüğü gibi olursa, umudu; kaymaklı ekmek kadayıfı, ya da Şam’da kayısı olurdu(22) kendisi ve tüm ailesi için.
Çünkü gelecek olan kardeşleri değil, ancak bir “Piç!(1)” olabilirdi ve evli bir kadının bir başkasından bebek edinmesi de şeriata(1) göre “Recm edilmesini(2) gerektirirdi.
Beklemeliydi, bekleyen derviş murada erermiş(23), ancak su testisinin de suyolunda kırılacağını unutmuş gibiydi yaşlı kadın! Bu kadar yıllar yılı beklemesini bilmişti, özellikle annesini yitildikten sonra mal-mülk-para sahibi olmak için, dokuz aydan biraz daha fazlasına tahammüllü mü olmayacaktı ki?..
Akşam eve dönen Şaban, farklılığı fark etmişti; “Hayırdır?” diye sorunca;
“Rahmetli babamı hatırladım da!” dediğinde ikisi de yanlışın farkında değil gibiydi, çünkü Şahan hayattaydı, yaşıyordu! Şaban bunu fark etmedi, yorgunluğu ve aklına başka bir şey gelmemesi nedeniyle.
Daha sonraları da aklına gelmemesi olağandı. Çünkü ertesi gün, dostlarının kendisini ahrette bekledikleri Çarşamba idi!
Bu nedenledir ki; Şaban vasiyetini ilk ölüşünden(!) sonraki günlerde iki şairin iki şiirinin eklentileri ile hazırlamıştı;
“Dostlarım toplanın öldüğüm zaman, / Anmayın artık adımı / Siliniz gönülden eski yâdımı…(24)”
İkincisi; gözünün insanlardan, hele ki kaprisli evlâtlarından yıldığını bir Fatiha bile istemediğinin(25) izahı şeklinde idi
Çarşamba geldi ve pandomima koptu(2), sonrası durgunluk, sükûn ve evli evine, köylü köyüne…
Her şeyin eski tas, eski hamam olması mümkün değilse de, öyle olmalıydı.
Fabrikanın idaresi; yoğun sitemlerin sonuna eklediği vasiyeti gereği tüm haklarıyla Erol’a devir olarak gerçekleşmişti.
Değişen tek şey; Netice'nin karnının gün geçtikçe belirlenmesi ve Vedia’nın kamuoyu oluşturmak(2) çabasıydı, gerektiğinde gizli-gizli, gerektiğinde açıktan-açığa, aleni(1) olarak Ölüm Fermanı(3) gibi.
Babası iktidarsızdı(19), bu çocuk ondan olamazdı, demek ki evli iken babasını aldatarak ilişki yaşamıştı, bebek suçsuzdu, yaşamalıydı, ancak bebek doğar-doğmaz şeriata göre annenin katli farzdı(2)! Can dünyaya gelecek, cana neden olan, can dünyaya geldiğinde canından olacaktı! Bu nasıl bir yazgı(1), nasıl bir kaderdi(1), üstelik insan eliyle yazılmış gibi?
Doğum vaktinin gelmesine saatler, belki de dakikalar kala büyükçe bir çukur kazılmış, çevresine daire biçiminde taşlar dizilmiş, Netice’nin başına örtülecek beyaz örtü bile hazırlanmıştı, çevreye duyurulmaksızın. Üstelik Hanım Ağa rolündeki Vedia’nın talimatlarına uygun olarak recm için.
Bebek sesi duyuldu...
Şimdiye kadar köpekler salınmış, taşlar bağlanmış ancak şimdi çukur misafirini kabul ettiğinde taşlar da serbest bırakılacaktı.
Bebeğini bir kez bile okşayıp, sevip, emzirmeksizin lohusalığının(1) ilk anlarını bile duyumsaması engellenen Netice iki torunun kollarından tutuşuyla çukura itilip toprakla desteklenerek çukura yerleştirildi özenle.
Herkes Vedia’nın komutunu beklerken akla gelmedik bir şey gerçekleşti…
Bir el silâh sesiyle beyaz örtünün alın tarafında kımızı bir leke yavaş yavaş büyürken, ikinci, üçüncü, dördünce el silâh sesleri ve durgunlukta tekrar bu kez tok bir silâh sesi daha duyuldu, iki beden daha toprağa yapışırken.
Şahan kızını satmış, ucuza satma bedeliyle rahata kavuşmuş olsa da, hangi baba haksızca olduğuna inandığı kızının recm edilmesine rıza duyabilirdi ki?
Silâh Netice’nin babası Şahan’ın elindeydi. Hiç kimsenin müdahale etmesine fırsat bırakmaksızın önce bir mermi ile kızını Mevlâ’sına teslim etmiş, sonra başlangıçtan beri tüm olayların sebebi olduğuna inandığı Vedia’ya mermileri saydırarak gereğini yapmış ve son mermiyi de kendi şakağına sürmüştü, kurşuna yiğitlik sökmezdi...
Dünyaya bir can gelmiş, anneannesinin Süheylâ adını koyduğu kız çocuğu yerine üç can ahrete yolcu olmuştu...
O günden hiçbir iz kalmaması için gayretli oldu anneanne. Süheylâ’ya baktı, yedirdi, içirdi, büyüttü, okuttu, yardımını eksik etmeyen, vaktinden önce onuruna düşkünlüğü nedeniyle yaşlanıp, çöken Erol sayesinde. Erol’un yaşamlarına katkılarını inkâr edemezdi anneanne ve Süheylâ. Dost, kara günde belli olurdu!
Tüm kaygılardan, tüm düşüncelerden, tüm anılardan uzak olarak büyüdü Süheylâ. Babasını merak etti, öğrenemedi. Annesini, bir trafik kazasında(!) yitirdiğini öğrendi! Fabrikatör Erol’un nesi olduğunu, akrabalık ilişkisinin olup olmadığını öğrenemedi asla. Belki zamanın geldiğine inanıldığında anlatılabilirdi gereği, eğer o zaman gelirse...
Liseyi bitirmek üzereydi Süheylâ. Son sınavdan neşeli bir şekilde çıkmış, müjdeyi vermek için sevinçli bir şekilde eve yöneldiğinde takip edildiği hissine kapıldı.
Arkasına döndüğünde hiçbir yeri görünmeyen tırpanlı, siyah kukuletalı bir örtü gördü. Tırpanı tutan el bile belli değil, tırpan havada gibiydi. Onun arkasından ise çapaçul, hırpani kıyafetli bir adam geliyordu. Tırpanlı örtü aniden geriye döndü, elindeki tırpanla o adamı ikiye böldü sanki. O hırpani kılıklı adam, bir ağaç tomruğu gibi kapaklandı yere.
İşin tuhaf yönü; ne kan, ne de herhangi bir leke gibi bir şey görünmüyordu ortalıklarda. Sokak ortasında bir yığın dışında ne ses, ne de soluk duyulmuyordu. Sadece hareketlerini izleyen ve hareketlenmesini bekleyen tırpanlı örtü vardı arkasında.
Çekinceyle ayak seslerini duymaksızın eve yöneldi Süheylâ. Merdivenleri nasıl çıktığını bilemedi. Anneannesi karşısında, nereden içeriye girdiğini göremediği tırpanlı örtü ise yanı başındaydı.
“Es-selâm Kable’l kelâm!(26)” dedikten sonra; “Hoş geldiniz!” dedi, kime dediği belli olmaksızın. Siyah kukuletalı örtü kadının yanına geldi ve kadın yere kapaklandı, siyah kukuletalı kaybolurken. Genç kız aynı hareketi yaşarcasına yatağın üstüne oturmuştu, boş gözlerle.
Azrail ya hata, ya da yanlış yapmış, ya da Tanrı kahırlanmıştı her nedense.
Birinin canını, genç olan diğerinin aklını almıştı giderken…
Haksızlıktı, bu…
YAZANIN NOTLARI:
(*) Cameo; Aslı; Kabartmalı değerli taştır. Ancak Cameo; Görünümün kısaltılmış şeklidir. Bir oyun, film, televizyon gibi gösteri sanatlarında insanlar tarafından çok iyi bilinen bir kişinin bu gösterilerde kısa bir süre görülmesidir. Öykülerim görüntülü olmasa da ben de bazen Alfred HITCHCOCK’un kendisini filmlerde görüntülemesi gibi ismimi sanki Cameo imiş gibi kullanma gayretinde oluyorum. Bilinen bir kişi olmamakla beraber (Hatta hiç bilinmeyen) ben de ismimi, soy ismimi, ya da soy ismimden bir ya da birkaç parçayı, köyümün Bekdemir adını, Bilecik ilimin plâka numarası olan 11 rakamını, eşimin, çocuklarımın, sevdiklerimin adlarını öykünün bir yerlerinde görüntülemeye çalışıyorum. Benim de hayranı olduğum Alfred HITCHCOCK 66 adet olan filmlerinden çoğunda kendisi de görünüyordu. Bu rollere yukarıda da değinildiği gibi “cameo” denilmekteydi ve birkaç saniye süren görüntülerdi. Meselâ ekran önünden geçmek, ayakta durmak, içki içerken gözükmek gibi… HITCHCOCK'un bir deyişi şöyledir: “İyi bir film çekmek için üç şey lâzımdır; Senaryo, senaryo, senaryo...” Yine HlTCHCOCK'un çoğu filmi, aşağıladığı “Konuşan insanların resmi” sözü ile ünlüdür.
(*) Bir İtiraf; Yaşamda, herhangi bir şekilde rastladığım insanları tarif etmeye, duyduklarımı yazmaya çalışırım öykülerimde. Örneğin bu öyküde kullanmadım, ama “Süpürgeç, tutamaç, hoşlaşma olmamak, mehtaplaşmak, dingildemek, senin adın kim, o kim? İngiri-mingiri,” gibi cümle ve kelimeler notlarım arasındadır.
Ve özellikle atasözleri, vecizeler, aklımda kalan ve not aldığım özel sözler, çoğu hatırımda olan Türk Sanat Müziği eserleri. (Makam, Beste ve Güfteler ile sözlerde yanlışlık yapmamak için internetten yararlandığımı belirmeli, hatta itiraf etmeliyim!)
(*) Süeda (Süheda); Kutlu, uğurlu. Mutlu, mesut, bahtiyar, doğru, dosdoğru insan, Allah’ın rızasına eren. (Söz; Şehitler anlamındaki “Şüheda” kelimesi ile karıştırılmamalıdır. (Bir kelime oyunu olarak düşünüp; Sü; Asker, Eda; Tavır olarak “Tavırlı Asker, Asker Tavırlı” şeklinde de yorumlanabilir!!!)
Süheylâ; Yumuşak huylu, sakin kadın.
Şaban; Aralık, fasıla. Kur’an’da geçmemekle beraber Ay Takvimine göre sekizinci ay, üç ayların ikincisi, genelde aşağılama şeklinde kullanılan bir isim, söz.
Şahan; Oldukça büyük boylu, yırtıcı kuş, şahin. Daha çok güçlü, güzel anlamlarında kullanılan isim.
Vedia; Saklanılması, korunması için birine veya bir yere bırakılan eşya, emanet. Saklama. Kendisine bir şey emanet edilen.
(1) Abacık; Yöresel olarak, ablalığa geçiş döneminde olan, abla gibi, kendinden sonra gelen kardeşe göre büyük kız.
Abusluk; Abus olma durumu. Somurtkanlık.
Ahret (Ahiret); Dini inanışa göre, insanın öldükten sonra dirilip sonsuza dek kalacağı ve Tanrı’ya hesap vereceği yer, öbür dünya. Bu dünyadan sonra gideceğimiz ebedi âlem. Kıyametten sonra tüm varlıkların toplanacağı yer.
Akıbet; Son, sonuç. Eninde sonunda, en sonunda, sonunda.
Aleni; Herkesin gözü önünde yapılan, ortada, açık.
Aşikâr; Besbelli, ortada olan, gizli olmayan, açık, apaçık, ayan beyan.
Bön; Gabi. Anlayışsız ya da anlayışı kıt, zekâ yoksunu, kalın (odun) kafalı, ahmak, budala, anlayışsız, gerzek, geri zekâlı.
Çapaçul; Kılığın veya eşyasının düzgün ve temiz olmasına özenmeyip düzensizlik içinde yaşayan, bir bakıma pasaklı kişi.
Dangalak; Argoda; kısaca “Dangıl” şeklinde olarak kullanılmakta. Bazen; “Dangalanak” şeklinde de söylenmektedir. Kabaca davranan, konuşan.
Desen; Bir yüzeye çizilen nesnelerin renklerini değil, biçimlerini, belirli çizgilerini gösteren resim. Çizgisel resimlerin ortak adı.
Fargın; Kendini bilmeyecek, kendinden geçmiş, ses-ışık gibi tepkilere cevap veremeyecek şekilde yatmak anlamında kullanılan yöresel bir deyim.
Furya; Olağandan bol, aşırı çoklukta bulunma.
Gıybet; Çekiştirme. Dilin âfeti. Bir kimsenin gıyabında (arkasından) onun ve yakınlarının kusurlarından hoşlarına gitmeyecek şekilde bahsetmek, konuşmak, yüzüne karşı söyleyemeyeceği şeyleri arkasından söylemektir ki Kur’an’la yasaklanmıştır.
Gudubet; Yüzüne bakılamayacak kadar çirkin, sevimsiz, huysuz ve nursuz insan. (Böylesine menfilik dolu aklımda kalan sözlerden birkaçı da şöyle; mendebur, ucube, çaçaron…)
Hamarat; Ev işlerinde çalışan, elinden iyi iş gelen, becerikli kadın.
Handiyse; Yakın zamanda, hemen hemen, neredeyse.
Heves; Bir şeye karşı duyumsanan istek, eğilim, arzu. Gelip geçici istek.
Hırpani: Perişan kılıklı, derbeder.
Hinlik; Kurnaz olma durumu. Kurnazlık.
İçgüdü; İnsiyak. Canlıları, araya akıl ve düşünce, bilinç girmeksizin, kendilerine yararlı ve de gerekli bir takım eylemlere yönelten duygu. Bir canlı türünün bütün bireylerinde akıl ve düşünceden bağımsız olarak doğuştan gelen bilinçsiz her türlü hareket ve davranışları. Sevkitabii. Organizmayı o türe özgü olan bir amaca sürükleyen hareket, davranış eğilimi. Davranıştaki doğal ve kalıtsal faktör (Örümceğin ağını örmesi gibi). Organizmayı o türe özgü olan amaca sürükleyen hareket eğilimi.
Kader; Alınyazısı, yazgı. Kaçınılması mümkün olmayan talih.
Loğusalık (Lohusalık); Yeni doğum yapmış kadın durumu.
Morg; Hastanelerde ölülerin konulduğu, bekletildiği soğuk hava deposu gibi yer. Savcılıkça kovuşturmayı gerektiren olaylar sonucu ya da birden bire ve kuşkulu biçimdeki ölümlerde, ölüm nedeninin saptanması ve ölünün kimliğinin belirlenmesi için otopsi yapılan resmi yer.
Müstakbel; İleri bir tarihte, gelecek, bulunulacak olan.
Nemrutluk; Nemrutça bakmak. Yüze gülmezlik, acımasızlık, can yakıcılık, sert tutumluluk.
Otopsi; Bir kimsenin ölüm nedenini belirlemek amacıyla cesedinin açılıp incelenmesi.
Piç; Anasıyla babası arasında yasal bir evlilik bağı olmaksızın dünyaya gelmiş çocuk. Babası belirsiz çocuk. Terbiyesiz, arsız çocuk, kalleş, kötü niyetli kimse. Her şeyin küçüğü aslında benzemeyeni daha doğrusu bitkinin çevresinde yeniden beliren sürgün ve filizler.
Rutin; Her zaman yapılan, her zamanki gibi. Alışılagelen, alışkanlık haline gelmiş, alışılagelen, sıradan, çeşitlilik göstermeyen. Alışkanlıkla elde edilen beceri.
Sakatat; Kesilmiş hayvanların ciğer, işkembe, bağırsak gibi iç organlarıyla baş ve ayakları.
Sinsilik; Sinsi olma durumu, huyu. Sinsice davranış.
Şeriat; Din, yol, mezhep, metot manalarına da gelir. İslâm Hukukunda ise Kur’an ayetlerine, Hazreti Muhammed’in sözlerine ve yaptıklarına, bunlardan çıkarılmış yorumlara dayanan, insanın yaşamını, toplumsal yaşamı düzenleyici, Tanrısal olduğu için hiçbir zaman değişmeyecek olan dinsel kurallar, sözler, olaylar, hareketler, hadisler bütünü. Kısaca; İslam Hukuku.
Tamah; Açgözlü davranmak, açgözlülük, çok istemek.
Ukde; İçine dert olmak, bir konunun kapalı kalmasından dolayı duyulan acı. Düğüm, yumru.
Yazgı; Kader. Mukadderat. Talih. Alınyazısı
Yılışıkça; Yapmacık gülüşlerle, gülümseyiş ve davranışlarla hoşa gitmeye, hoş görünmeye çalışma. Yerli-yersiz dişlerini göstererek sürekli gülme halinde. Şımarıklık, sırnaşıklık, yavşaklık, gevezelik, yalakalık şeklinde.
Zikir; Sözünü etme, söyleme, anma. Tanrının adını art arda söyleyerek yapılan tapınma.
Ziynet; Süs. Bezek.
(2) Alçaklığını Yüzüne Vurmak; Hakaret etmek, yaptığının yanlışlığını kaba bir şekilde yüzüne söylemek. Affediciliği olmamak.
Ar Damarı Çatlamak; Utanç duymaz olmak, utanılacak işleri hiç utanmadan yapar olmak.
Başa Kakmak; Serzenişte bulunmak, sitem etmek.
Başına Devlet Kuşu Konmak; Hiç beklemediği büyük bir nimete kavuşmak.
Başında Kavak Yelleri Esmek; Sorumluluk duygusundan uzak, zevk eğlence, olmayacak düşünceler peşinde koşmak, tembellik etmek. (Başta kavak yelleri estiği günler hani? (Geçti Bor'un pazarı)… Güftesi; Namdar Rahmi KARATAY’a, Bestesi; Onur AKDOĞU’ya ait Muhayyer Kürdi Makamında Türk Sanat Müziği).
Beton Gibi Hissetmek; Sağlığının iyi, uygun ve yerinde olduğunu belirtmek için söylenen söz. Bir bakıma “Bomba gibiyim!” demek gibi.
Bir Kaşık Suda Boğmak; Karşısındaki kişiye aşırı zarar vermek istemek. Bir kimseye çok kızmak, öfkelenmek.
Bostan Korkuluğu Gibi Durmak (Oturmak); Kuşları ve yabani hayvanları ürkütmek için tarlalara konulan insan şeklindeki nesne örneklenerek beklenileni yapmayan, kendisinden çekinilmeyen, göstermelik, duyarsız insanlar tasvir edilmektedir.
Caiz Olmamak; Yapılması yanlış olan bir işin kişinin aleyhine olacağının tespitidir. Kabul edilebilir, sakıncası yoktur, ancak yapılmamasının daha iyi olacağının ifadesidir.
Dallandırıp Budaklandırmak; Bir işi, konuyu, sorunu büyütüp karışık, içinden çıkılamaz duruma getirmek.
Dar Kıt Atmak; Bir yerden, bir şeyden hemen, güç belâ kurtulmak şeklinde elindekini, üstündekini bırakmak, fırlatmak, atmak.
Devşirmek; Bir araya getirmek, derlemek, toplamak. Katlamak, düzgün duruma getirmek.
Dikkate Almamak; İtibar Etmemek. Saygı göstermemek, saymamak, değer vermemek. Göz önünde bulundurmamak.
Dikkati Çekmemek; Görünmemek, bilinmemek için, gizlenmeye, saklanmaya çalışmak, ya da kendisiyle ilgilenenin dikkatini dağıtmak, başka taraflara yönlendirmek.
Direnmek; İnat etmek. Karşı koymak. Herhangi bir düşüncede, bir durumda, bir istekte ayak diremek.
Erinmek; Üşenmek. Kendinde bir gevşeklik duyarak bir işi yapmaya eli varmamak, tembellik yapmak.
Gönlü (Canı) Çekmek; Bir şeyi istemek, istek duymak, çok arzulamak.
Göz Ardı Etmek (Edilmek); Gereken önemi vermemek, verilmemek.
Gün Doğmak; İstediklerini yapmak için iyi bir duruma erişmek, ya da eline olağanüstü bir fırsat geçmek. Sabahleyin güneş görünür duruma gelmek.
Haberdar Olmak; Konuyla ilgili bilgisi bulunmak, bilgili, haberli olmak.
Hayatı Törpülemek; Uzayan, şekilsiz, eylemsiz, heyecansız giden bir ömrün lüzumsuzluğunun ifadesi. Gereksiz ve gerekçesiz bir yaşamın ifadesi.
Haz Etmemek, Hazzetmemek; Hoşlanmama, tat ve zevk almama. Bir şeyden duyusal, hoşnutluk ve manevi sevinç duyamama.
Höpürdetmek; Bir şeyi içerken ses çıkarmak, bir şeyi ses çıkartarak içmek.
Huzur Bırakmamak; Ruhsal yönden rahatlamasını engellemek.
İki Lâfı Uç Uca Eklemek; Aslında bu deyim menfi anlamda “İki kelimeyi, ya da iki lâkırdıyı, iki lâfı, iki sözü uç uca ekleyememek” olarak kullanılmakta olup düşüncelerini, duygularını, düzgün bir şekilde anlatamamak, güzel konuşma becerisinden yoksunluk anlamındadır.
İnkâr Etmek; Yadsımak. Reddetmek. Var olan, gerçek olan bir şeyi yok saymak. Kabul etmemek. Yalanlamak. Yapmış olduğu bir eylemi, söylemiş olduğu bir sözü, ya da tanık olduğu bir şeyi yapmadığını, söylemediğini, bilmediğini, görmediğini söylemek.
Kamuoyu Oluşturmak; Bir sorun konusunda halkın düşüncesini, kanısını meydana çıkartmak. Halkın benimsemiş olduğu, halkı tamamen ilgilendiren ortak görüşleri oluşturmak.
Katli Farz Olmak; İslâm’da bu şekilde veya “katli vaciptir!” şeklinde bir ayet veya kural yoktur. Recmetmek safsatadır, Kur’an’da yeri yoktur. Kur’an’da Nisa Suresi, 93. Ayet; “Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası içinde ebedi kalacağı cehennemdir.” denmektedir. Bakara Suresi, 179. Ayette ise; “Kısasta sizin için hayat vardır” denilmektedir, bunun da anlamı üzerindedir.
Kaz (Hindi) Gibi Dinlemek; Kazların bakışları genelde anlamsız, seslere karşı da duyarsız ve yaygaracıdır. Anlamaz, dinlemez, ancak şiddet eğiliminde ustadır, bağırtı çığırtı ile korunma gayretindeyken sözlere duyarsızlığı had safhadadır Anlatılmak istenen, dinlemek ve uygun hareket etmemekte direnen insanların duyarsızlığının işaretidir.
Kırklanmak; Yöresel olarak aşırı bir şekilde temizlendiğini belirtmek için uzun uzun yıkanmak, iyice temizlenerek yıkanmak.
Koyunun Kaval Dinlediği Gibi Dinlemek; Düşünmeden, hiçbir şeyi anlamada, ne dinlediğini kavramadan dinlemek.
Kuyruğu Yanmış İt Gibi Yerinde Duramamak; Bazı insanların engelleyemedikleri huylar vardır. Örneğin aniden dokunulması, şeftali, limon gibi bir şeyler gösterilmesi vb. Onların bu tepkisi kaba ve iğrenç bir benzetmeye neden olmuştur.
Mel Mel Bakınmak; Boş boş, aptal aptal bakmak, iki tarafına bakınmak. Üzgün ve sessizce bakmak, bakınmak.
Mızıkçılık Etmek (Yapmak); Oyun ya da herhangi bir işi çeşitli bahanelerle bozmaya çalışmak, ya da bozmak, sonucuna rıza göstermemek. Kolayca kabul etmemek. Kolayca darılmak.
Mihnet Etmek; Üzülmek, sıkılmak, sıkıntı duymak.
Minnet Etmek; Yapılan bir iyiliğe karşı kendini borçlu saymak. Teşekkür etmek. Gönül borcu olduğunu varsaymak.
Münasip Yerine Nişadır Sürülmüş Merkep Gibi Yerinde Duramamak; Bazı insanların engelleyemedikleri huylar vardır. Örneğin aniden dokunulması, şeftali, limon gibi bir şeyler gösterilmesi vb. Onların bu tepkisi, “kuyruğu yanmış it şeklinde yerinde duramamak gibi söylenip kaba ve iğrenç bir benzetmeye neden olmuştur.
Müzmahal Olmak; Şeklinde söylenmekle birlikte yöresel olarak “Müzmehel, müzmahil” şeklinde de “Sefil, perişan olmak” anlamında kullanılmaktadır. Esas Anlamı; “İşe yaramaz duruma gelmek, yitirilmiş, yok olmuş, çökmüş, yenilmiş, mağlup olmuş, yıkılmış” şeklindedir.
Pandomima Kopmak; Pandomim, ya da pantomim kopmak denilmekte olup, kısaca sessiz tiyatro oyunu şeklinde bir oluşumun meydana gelmesi, el-kol-beden hareketleri ve yüz mimikleriyle belirtilir ki öykü de kişilerin davranış bozukluğunun, abartılmış ifadesi olarak özellikle belirtilmiştir.
Pösteki Saydırmak; İçinden çıkılamayacak bir işi birine yükleyerek, o kişiyi uğraştırmak.
Recm (ya da Recim) Edilmek; Kur’an’da ifade olarak yeri olmayan, kafatasçı, gelenekçilerle, Kur’an’da belirtilen islami ve denilenleri savunanlar arasında zıtlık yaratan bir konu. Genel olarak; zina yapan, erkek veya kadının taşlanarak öldürülmesi anlamını taşımaktadır.
Tahammül Etmek; Dayanıklılık göstermek, dayanmak, kaldırmak, katlanmak.
Taş atıp da kolu yorulmak; Bir kazancı hiç yorulmadan sağlamak. Yorulmayacağının, emek ve para sarf edilmeyeceğinin ifadesi.
Totem Yapmak; İlkel toplumlarda bugün modern yaşamda da bazı hareketlerle bazı şeylerin olması ya da inkâr edilmesi anlamında işaret.(Ayağını kaldırmak, parmaklarını üst üste bindirmek gibi).
Umursamamak; Önemli saymamak, önem vermemek, aldırış etmemek, boş vermek, omuz silkmek.
Yerinde Duramamak; Hoplamak, Zıplamak, Sıçramak. Genellikle sevinçten, mutluluktan, neşeden, iyi haber almaktan, başarılı olmaktan dolayı insanların yaptığı hareketlerinin tümü.
(3) Ağıla Post Serme İddiası; Gidilen yer neresi olursa olsun, vaktinde gitmenin ve dönmenin önemini, ağıl bile olsa saygıda kusur etmemenin gerekliliğini anlatan bir söz dizisi.
Ahir Ömür; Türkçemizde böyle bir deyim, ya da söz dizisi yok. Aslı; Ahir-i ömür olup son ömür, ömrün son demleri anlamındadır.
Ahmak (Sıçan) Islatan Yağmur; İncecik yağan çisenti veya ince taneli olmasına karşın, insanları ıslatıcı etkisi oldukça fazla olan aşırı doygun haldeki sis bulutundan oluşan yağmur.
Anadan Üryan; Çırılçıplak.
Bir Çırpıda; Hemen, çabucak, ele alır almaz, bir davranışta.
Canhıraş Feryat, Çığlık; Yürek paralayan, kulak tırmalayan, acı veren, tüyler ürpertici, acı, keskin bir biçimde haykırma, feryat, çığlık.
Cinsel (Cinsi) Sapık; Cinsel eğilimleri normal ve heteroseksüel birleşmenin dışında tercih eden kişi.
Duygu Sömürüsü; Karşısındaki kişinin kendisine acımasını ve istediğini yapmasını sağlamak amacıyla sergilenen durum, ya da davranışlar. Birinin zayıf duygularından yararlanmak ya da ondan çıkar sağlamak. Merhamet dilenciliği.
Ergenlik Sivilceleri; Akne. Derimizdeki özellikle ergenlik döneminde rastlanan yağ bezleriyle ilgili bir cilt problemi. Oksitlenmeyle siyahlaşan sivilcelerin (Komedon) yağ bezlerinde oluşturduğu iltihaba; Enflamasyon denir.
Fol Yok, Yumurta Yok; Ortada konuyla ilgili hiçbir belirti yokken varmış gibi havaya girilmesi durumunda sarf edilen söz.
Gönlünün Sultanı; Sevdiği, âşık olduğu, ya da aşık olacağının simgesel ismi, görüntüsü.
Gulu Gulu Dansı, Tam Tam Dansı, Yamyam Dansı; Afrika’da vahşi, yabanıl topluluklara ait danslar.
Hapırsa Da, Köpürse De; Sevilen, istenen, yapılmak istenen bir şey için her ne olursa olsun uygulamak, gerçekleştirmek, yerine getirmek.
Hâşâ Huzurdan; Uygunsuz bir şey söylemek zorunda kalındığında bağışlanma dileğini, özür dilemeyi anlatan söz.
Kötü Tohum; Ruhu kötülükler üzerine yüklü, acımasızlık, nefret, küçük görme, kıskanma gibi birinin yapmaması gerekenlerle ilgili iddia. Yerli ve yabancı olarak filmleri yapılmıştır.
Ölüm Fermanı; Bir kimsenin öldürülmesini bildiren yazılı belge.
Pratisyen Hekim; Mesleğini, sanatını uygulama yoluyla öğrenip uygulayan doktor.
Tek Tük; Az, seyrek, seyrek olarak.
Yalancının Yalancısı; Olaya şahit olmadığı, inanmadığı halde duyduğunun yalan olduğu kanısında olarak olayı bir başkasına anlatma biçimi.
(4) Dualar eder insan mutlu bir ömür için, sen varsan her yer huzur, / huzurla yanar içim / Çok şükür, bin şükür, / seni bana verene... diye başlayan İrem DERİCİ’ye ait “HUZUR” isimli şarkının ikinci bölümü “Bu şarkı kalbimin tek sahibine” şeklindedir. Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa; gençliğimizde (1960 lar civan teenage denilen yıllarda) Elvis PRESLEY şarkısı vardı, “Love me tender” Galiba benzer...
(5) Menfaat bir sandalyeye benzer. Başının üzerine koyarsan seni alçaltır, ayaklarının altına alırsan seni yükseltir. Cenap ŞAHABETTİN
(6) Ölülerin Arkasından Konuşulmaz; Kur’an’da Hucurat Suresi 12. Ayette; “Gıybet etmeyin, Biriniz diğerini arkasından çekiştirmesin. Sizden biriniz ölmüş kardeşinin cesedini dişlemekten hoşlanır mı?” denmektedir. “Ölülerinizi hayırla yâd ediniz, ölenin arkasından konuşulmaz!” sözleri ise Peygamberimize mal edilen hadislerdir.
(7) Beş Nimet; Beş şeyden önce beş şeyi ganimet (fırsat) bilmektir. Yaşlanmadan önce gençliğin, hastalıktan önce sıhhatin, işlerden önce boş vaktin, fakirlikten önce zenginliğin, ölümden önce yaşamın kıymetini bilmek. HADİS
Beş şey en yazık olandır: 1-Güneşe karşı yanan ışık. 2-Görmeyen bir göze karşı güzel yüz. 3-Çorak tarlaya karşı güzel yağmur. 4-Karnı tok olana karşı nefis bir yemek. 5-Ahmak adama karşı doğru söz. Hacı Bayram VELİ
Rızkın en hayırlısı şu beş şeydir; Kazanırken günahlardan, acziyyet içindeyken ve boyun bükerek istemekten, mesleğinde hileden, parayı günah olan şeylerden kazanmaktan, zalimler için çalışmaktan. Serriyü’s SEKÂTİ
(8) Hem ağlarım, hem giderim; İnsanın çok istediği bir şey olurken ortaya çıkan sıkıntıları görmezden geldiği (özellikle gelin olurken ağlanması)içten içe mutluluğun belirtildiği anlar için kullanılan bir deyim.
(9) Sabır; çekilen şeyi duymamak değil, ona dayanmayı bilmektir. Necip Fazıl KISAKÜREK
(10) Yöresel Düğün Âdetleri (Kısmen); Kız istemeye gelindiğinde damada tuzlu kahve ikram edilir, Gelin ata bindirilir, bu sırada şeker-para karışımı serpilir, gelin hamamı, kına yakılması, damadın düğün öncesinde tıraş edilip, soyunup giydirilmesi, takı töreni vb.
Gelin Yengesi; Anadolu’da geline yardım eden kişiye verilen ad.
Damat Sağdıcı; Düğünlerde gelin ya da damada kılavuzluk eden, onları bilgilendiren, görmüş-geçirmiş kimse. Daha çok güveye bilgi veren, güveyin sağ kolu anlamında kullanılan bir kelime ya da deyim.
(11) Kime niyet, kime kısmet; Bir kimse için hazırlanan bir şeyin ona değil de akla hiç gelmeyen bir kimseye nasip, kısmet olması.
(12) Su testisi, suyolunda kırılır; Bir kimse ya da şey iyi ya da kötü hangi amaca hizmet ediyorsa o uğurda ölür, ya da bir kazaya uğrar, yok olur.
(13) Kara bahtım, kem talihim, taşa bassam iz olur… diye başlayan Kayseri yöresinden türkünün bir beyti.
(14) Kavgada Bile Söylenmez; Sinirli ama sakin olması ima ya da tavsiye edilen söylediği sözün yanlış olduğunun ifadesi.
(15) Ahirette Futbol; Öyküye sıkıştırılan bu sözler aslında bir fıkradan (ç)alıntıdır. İki futbol meraklısı arkadaş sözleşirler; “Ahirette futbol var mıdır? Önce giden diğerine bir vesile ile haber ulaştırsın!” diye. Birinden biri önce göçer ve bir süre sonra rüyasında gözükür kafadarının. Ve malûm tekerleme; “Bir iyi, bir kötü haberim var; iyisi ahirette futbol var, kötü olanı ise; gelecek haftaki maçta ilk on birin kalecisi sensin!”
(16) Salon (Ya da Aile) Oyunları; Lades Oyunu, Kızma Birader, Dama, Tavla, Bezik, Okey, Maça Kızı, Briç vb.
Çanak-çömlek patladı; Çocuk oyunlarında yanlış ebeleme yapıldığında, mızıkçılık yapmak gerektiğinde kullanılan deyim.
(17) Hayat hatalı bir hayal… Rüçhan ÜNAYDIN
Dünya, ahiretin tarlasıdır. Mevlâna’nın sözü; “Siz hiç buğday ekip de arpa biçeni gördünüz mü?” Dünyada ne ekilirse, ahirette de onunkarşılığı alınır; sevapsa sevap, günahsa günah, iyilikse iyilik vb. gibi.
(18) Ödü Bilmem Nesine Kaçmak; Uluorta zeminlerde, argoda, teklifsiz konuşmalarda “Ödü .okuna kaçmak” şeklinde, çok korkulduğunun ifadesi şeklinde söylenmektedir.
(19) Andropoz; Yaşlanan erkeklerde geç ortaya çıkan testosteron yetmezliğine verilen durumun adıdır. Erkeklerde kırklı yaşlardan itibaren başlasa da en çok ellili yaşlarda testosteron seviyelerinde azalmalar olur.
Cinsel Aktiviteleri Gerçekleştirememek; Genelde ilerlemiş yaşlar dolaysıyla (andropoz, menopoz, hadımlık vb. gibi nedenlerde) cinsel hayatı paylaşmamak.
Hadım; Kısır, kısırlaşmış erkek. Buzağı, kedi, köpek gibi hayvanların erkekliğini giderme işlemi. Osmanlı’da Hadım Ağası kavramı İslamiyet’te yasaklanmış olmasına rağmen uygulanagelmiştir.
İktidarsız; Cinsel gücü olmayan erkek. Bir işi yürütme, başarma gücü, yeteneği olmayan, beceriksiz, yetersiz.
Kısırlaşmak; Cinsel Özelliği yok olmuş ya da giderilmiş olmak. Verimsizlik. Yaratıcı özelliğini yitirmek. Boşluk, yararsızlık durumunda bırakılmak. Söz olarak bir şey diyemez duruma gelmek (Kısır; Verimsiz. Yaratıcı özelliği olmayan. Boş, yararsız. Ürün vermeyen toprak. Meyve vermeyen bitki. Döl vermeyen üreme yeteneği olmayan canlı varlık).
(20) Harem Ağası; Kızlar Ağası. Darüssaade Ağası. Osmanlı Devletinde haremden sorumlu olan yüksek düzeydeki görevli. Sarayın, cinsel işlevi yok edilmiş, siyah ırktan olan erkek köleleri arasından seçilen kişi.
(21) Hayal edersen yaşarın; İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar… “DENİZİN TÜRKÜSÜ” Yahya Kemal BEYATLI (Şiirin en anlamlı en son dizesi).
(22) Bundan İyisi Şam’da Kayısı; Bundan iyisi “Samdak (Güneydoğu Irak’ta Şattülarap civarında bir şehir) Ayısı”dır. Güzel bir de öyküsü vardır. Bizim Türkçemize ise öyküdeki gibi geçmiş olup; “Mevcut durumdan daha iyi bir durumun olamayacağı” anlamındadır.
(23) Bekleyen Derviş, Murada Erermiş; Sözün aslı; “Sabreden derviş, murada erermiş!” şeklinde. Bir işin gerçekleşmesi için sabırlı olmak, uzun zaman beklemek gerekir. Acele eden ve içinde bulunduğu şartları zorlayan kimse başarılı olamaz.
(24) Orhan Seyfi ORHON’un “VASİYET” Dostlarım toplanın öldüğüm zaman / Dertleri bir günlük bir yana atın / Tutunuz tabutun bir kenarından / Bir derin çukura beni fırlatın. Diğer bir bölümü; “Anmayın artık adımı / Siliniz gönülden eski yâdımı…” şeklinde.
(25) Şair Eşref’ten; Bir hiciv şairi olan Şair Eşref dizeleri şöyle şekillendirmiş;
Kabrimi kimse ziyaret etmesin Allah için / Gelmesin, reddeylerim billahi öz kardeşimi / Gözlerim ebnâ-yı âdemden o kadar yıldı ki, / İstemem ben Fatiha, tek çalmasınlar taşımı...
“Gözüm insanlardan o kadar yıldı ki, kabrimi ziyaret etmek için öz kardeşim dahi gelse kovarım. Ben insanlardan Fatiha dahi istemem, yeter ki mezar taşımı çalmasınlar” (Ki mezar taşı çalınmıştır!!!)
(26) Es-selâm, kable’l kelâm; “Selâm kelâmdan öncedir.”