Yeni evli olarak gelmişti, birlik karargâhına, Astsubay Alperen. Lojmanlarda yer olmadığı için, aynı dönemden iki yedek subay arkadaş; ben Alpay ve arkadaşım Alptekin’le birlikte dayalı-döşeli olarak, bizden önceki subay arkadaşlardan devralarak kiraladığımız apartman dairesinin diğer dairelerinden birine de onlar yerleşmişlerdi bir Pazar günü.

Alptekin’in de benim de o gün nöbetimiz olmadığı için “Allah razı olsun!” dileklerine katılmaksızın yardımcı olmaya çalışmıştık;

“Bacım sen hele şöyle dur, ya da üst kata çık, bizim evde, kocana da bize de çay demle!” demiştim. Çünkü Alperen’in yerden-gökten bile kıskandığını hissettiğimiz karısını bizimle birlikte görmeye bile tahammülü yok gibimize geliyordu.

Biz de kadıncağızı yalnız ve bekâr evimize göndermiştik, taşınma işlemi bitinceye kadar. Yuvayı dişi kuş yapardı, yerleştirmeyi de herhalde artık kendi başlarına hallederlerdi,

Kıskançlık konusu hariç, bana iyi bir çocuk intibaını(1) vermişti Astsubay Alperen, her ne kadar askerlikte isimler revaçta(1) değil idiyse de. Ama şu anda sivildik ve zaten Teğmen oluncaya kadar bile alışamamıştık, bu yabancılardaki gibi soy isim çağrısına; Mr. Lumley, Mrs. Bryne gibi.

Hele ki aynı soy isimde iki aynı rütbede subay varsa; varsa yandı gülüm keten helva. Yarbay Delifişek...

Az kıdemli-çok kıdemli, Bilecikli-Bursalı, Ana adı; Ayşe olan-Ana adı; Fatma olan gibi ayırım yapamazdık ki!

Alperen’in tek düşkünlüğü sonraki tarihlerde kesinlikle öğrendiğimiz kuşlardı. Nöbeti dışındaki tüm zamanlarda her sabah elinde bir kesekâğıdı yem ile gelir, belirli aralıklarla kendince isimlendirdiği “Kuş Toplanma Mahalli” dediği bölgede kuşları doyururdu. Kuşları (kısaca sevdikleri) güvercin, kumru, serçe, sevmedikleri ise karga, saksağan gibi ailelerdi!

Evinde çuvalla kuşyemi olduğunu düşünürdüm, taşınırken görmediğim halde. Oysa kadrolu abone(!) olarak yemleri yol üstündeki Pet Market’ten(2) aldığını daha sonraları öğrenmiştim.

Nedenini bilmediğim bir şekilde bir günü benim nöbetime rastlayan beş gün süreli göz hapsi almıştı. Sohbet ettik, söylemedi, kahırlı gibiydi, sadece “Haksızlık” deyip ekledi;

“Onun omzunda, benim ise kolumda, ama hizmette ben ondan öndeyim, gerektiğinde savaşta bile.”

Tek-tük(2) nadiren(1) de olsa kapıda, kapıdan çıkardan, girerken, özellikle servise binerken karşılaşır, ast-üst olarak değil, dostça, arkadaşça selâmlaşırdık, hemen ifade edeyim ki, başlangıçlarda domino taşlı(2) Asteğmen, sonraları tek yıldızlı Teğmen olarak Alptekin ve ben onun üstüydük. Her ne kadar yaş olarak emsal, ya da denk görünsek de kural, kuraldı.

Tek-tük karşılaşmalarımızın diğer nedeni ise; benim ve ev arkadaşım Alptekin’in zorunluluklarımızdı, nöbetlerimiz, karnımızı doyurmak, haytalık etmek(3), oyun oynamak, içki içmek, ya da sinemaya, gelmişse kaçırmaksızın tiyatroya gitmek gibi...

Bir Pazar günü, iki arkadaş, bekâr evimizde kitaplarımıza dalmış iken, canhıraş(1) bir kadın sesi çınlattı apartmanımızın merdivenlerini ilk defa;

“Kurbanın olam, vurma!”

Tüm kapılardan başlar uzandı, duyulan sese karşılık merakla, Astsubayın kapısı hariç. Aytekin, önceliği varmışçasına o kapıya yöneldi, ben de arkasından.

Kapıyı çalınca, sinirli bir şekilde çıktı kapıya Astsubay Alperen ve bizim konuşmamıza fırsat bırakmaksızın;

“Ufak bir aile münakaşası, siz karışmayın, evinize gidin lütfen! Komşular, özür dilerim, sizler de kapılarınızı kapatın, lütfen!” şeklinde emreder gibi sözlerini sıralayıp kapısını kapamaya yöneldiğinde;

“Pek de ufak gibi değil, galiba arkadaşım!” demek gereğini hissetmiştim. Bu sırada yerlerde sürünürcesine yüzünü kapatmaya çalışan genç kadının görüntüsü ulaştı gözlerime.

Tam tarifte zorlanabilirim belki, ama kısaca; “Gözleri kan çanağı(2), yüzü Çarşamba Pazarı(2)” gibiydi, kendi kapımıza yönelirken zihnime hapsettiğim.

Astsubay ertesi gün kuşyemleri olmadan gelmişti birlik karargâhına. Sadece çok kısa bir soru sordum;

“Neden?”

“Dediğim gibi aile içi bir konu. Haddinizi bilin ve sorgulamayın Teğmenim!”

“Komutanım, demek istedin herhalde, konu ne olursa olsun!”

“Hak etseydiniz, belki!”

“Akşamki hareketin özel, anlayabiliyorum ve anlamam gerek! Ancak şimdiki hareketin üste saygısızlık, bugün dâhil, beş gün süreyle göz hapsindesin şimdilik ve konuyu tasdik için hemen komutana gidiyorum. ‘Rahat!’ dediğimi hatırlamadığım gibi, ‘Baş üstüne!’ deyişin de ulaşmadı kulağıma!”

“Teğmensiniz, omzunuzdaki yıldız, asker malı olmadığınız halde sizi benden üstün kılıyor, üstünlük veriyor, yapılandırmanız sizin tasarrufunuz, size karşı gelmem demek, bu cüretimin(1) daha da uç boyutlara ulaşması demek! Bu nedenle size karşı gelmeyeceğim!”

“Uzun söze gerek yok, belki sözlerinde haklı olabilirsin, ama demen gereken; ‘Baş üstüne Komutanım!’ olmalıydı!”

“Susuyorsun! Göz hapsin on beş gün oldu, ben de kendime beş gün göz hapsi veriyorum, bir astımla sürtüştüğüm için...

Ve tasdik etmesi için hemen şimdi komutanıma yöneliyorum. Bu arada emrediyorum; sakın ola ‘Nasıl olsa göz hapsindeyim, arkadaşlarımın nöbetlerini tutayım!’ gibi bir avantajı yüklemeye çalışma beynine. Bir de söylemem gerekli ki; eğer eşini doktora götüreceksen götür, ondan sonra başla göz hapsine. Şimdi kaybol!”

Astsubayım ne esas duruşa geçti, ne de tek kelime söz etti, sadece her zamanki yerlerine konan kuşlarına baktı, belki sitemle, esefle, kahırla...

Eşini götürmedi doktora Alperen. Sadece on beş gün “Gerekli, bir görev icabı” eve gelemeyeceğini yazdığı bir notu servis şoförüne verdi ve emretti. Oysa Alptekin de bu haberi ulaştırabilirdi evine, kapı açılmasa bile, kapı dışından seslenerek, ya da kapıya koyacağı not olarak.

Ne de olsa Astsubay, yani Alperen Anadolu erkeği idi, bazı huyları abartılı olsa da, yadsınamayacak şekilde genlerinde(1), irsiyedinde(1) vardı, kıskançlık...

Öyle ki bilinmedik bir nedenle karısının yüzünü, gözünü parçalayan gaddar(1) bir koca, ev kapısının açılmasını sebep sayıp “Namus Cinayeti” bile işleyebilirdi, belki!...

Akşamüzerine doğu cezayı Alperen’e tebliğ etmek, benim için hiç de zor olmamıştı! Bir iki eklentiyle ve aynı yüze, aynı tavra tahammül etme gayretimi saklamama gerek yok!

“On beş gün göz hapsin onaylandı, beş gününü beraber geçireceğiz, artık bana ne kadar tahammül edersen. Eşine haber gönder ki, seni merak etmesin garip, ne de olsa eşisin!”

“Servisle haber gönderdim!”

“Bu kadar mı?”

“Daha ne olsun ki?”

“Bana küfredebilirsin meselâ...”

“Dersimi aldım, beni kızdırıp da hapis süremi uzattırmaya çalışma!”

“Sözünün sonuna ‘Lütfen!’ dediğini kabul ediyorum. Aslında; ‘Eşine yaşattığın yanlışlık için pişman mısın?’ diye sormak istiyordum!”

Genç Astsubayın; “Sana ne?” der gibi bir tavrı var gibiydi, suskunluğunda, selâmsız, sabahsız sırtını döndü bana.

Yangına körükle gidilmeyeceğini biliyordum, sessizliğe büründüm ve bedenimi aksi yöne yönlendirerek Nöbetçi Amiri odasına gittim. Baktım olmuyor, kendimi dinlemek bana rahatlık vermiyor, yemek ihtiyacı hissetmeksizin revirdeki boş yataklardan birine uzandım.

Çözüm üretmeliydim; hem bana karşı sevgi ve saygısını kazanmalı, hem de eşine karşı sevgi ve saygısını göstermesi için Astsubayı yönlendirmeliydim.

Üniversitede çok şey öğrenmiştim, ama zerre kadar, bir tık emsali bile yoktu zihnimde, sanki bu konularda da bir şeyler öğenmişim gibi. Aslında ruh sağlığı, insan psikolojisi konusunda bir psikiyatr(4) kadar donanımlı olmasam da vardı bir şeyler beynimde. Çünkü sınıf geçmek için değil, öğrenmek için okumuş, bitirmiştim üniversiteyi, en basitinden kendimi aldatmaksızın düşüncemdi bu.

Sağıma döndüm, istihareye yatar(5) gibi ve; “Sabah ola, hayrola!” diyerek yumdum gözlerimi...

Gecenin bir vaktinde “Hiç kimse kaderini değiştiremez ve kaderinden kaçamaz(6) sözü yellendi beynimde! İnsan istemese de kaderde yazılmışsa yaşamak zorundaydı. Sabahında karşılaştık Alperen’le, aklında muhtemelen kalanlarla, gülümsemeye çalıştım, “Gülümseme iki insan arasındaki en kısa mesafedir(7) sözüne güvenerek;

“Küs müyüz?”

“Haddim değil, hakkım da yok!”

“Bence, kızgınlık, öfke ve bunun sonucu kırgınlık gibi yanlış bir eylem hiç yakışmadı sana. ‘Kızgınlık geçici bir deliliktir(8). Bu nedenle duygularına hâkim ol’ demek isterim...

Ve ben özellikle eşine karşı yaptığın eylemin son olduğunu(9) düşünmek istiyorum!”

“Son değil, ilk kez yaşadık o yanlışlığı!”

“Yani devamı gelecek, diyorsun!”

“Asla! Elim kırılaydı da...”

“Kabullenmen güzel, ilk ve son kez demek?”

“İddialıyım!”

“O zaman akşama servisle git, ben idare ederim. Artık ne yapacağını biliyorsundur herhalde!”

“Sağ ol komutanım!”

Sözlerini ayaklarını birbirine vurup selâm vererek tamamlamıştı.

Öğle karavanasında karşılaştık, eşelememe(1), deşelememe(1), üstelememe(1) gerek yoktu, ama merakım üst seviyede idi. Kurallara aykırı olarak tepsimle birlikte Astsubayın yanına oturdum ve kendimi zapt etmeksizin sordum;

“Sizinkisi görücü usulü evlilik(10) herhalde?”

“Nereden çıkardın ki komutanım? Ailesi rıza göstermediği için kaçırdım onu. Ha! Anladım, söylemek istediğinizi; ‘Seven insan karısını incitir mi?’ gibi, bir şey değil mi?”

“Ben demedim, sen söyledin. Hem biliyorsundur; ‘Sevmek, insanın kendi kendini aşmasıdır!(11) Bu muhteşem söz bana değil, büyük bir düşünüre ait! Yarına güler bir yüzle, yuvanın aydınlığıyla dönmeni diliyorum. Göz hapsini kısaltılmasını da komutana arz edebilirim, ama hem söz vermiyorum, hem de gücümün yetmeyeceğini handiyse(1) biliyor, tahmin edebiliyorum…

Bu; hem kurallara, askeri disipline aykırı, hem de burnunun biraz sürtmesi için gerekli diye düşünüyorum. ‘Sahip olduklarına sevinen insan akıllı insandır(12).’ diye bir söz var, aklımda. Güneş batar, ama ertesi gün yeniden doğar, ufkumuzu açmak, yaşamımızı pembeleştirmek için(13). Eğer Tanrı yeni bir günü yaşamak için izin vermişse bu akşam git ve yarın güneşin doğmasını sağla...

Yaşama gülümseyerek bak! Ki; biz de gülümseyelim yaşama, senin mutluluğuna şahit olarak. Bu aynı zamanda Alptekin’in de benim de ilerisi için olumla adımlar atma gayretini yaşamamıza neden olacaktır. Tamam mı?”

“Söylediklerinizin hepsini beynime not ettim, yarın ola, hayrola! Sanrım gülümsemem eksik olmaksızın döneceğim Birlik Karargâhıma, göz hapsim devam edecek olsa da...”

Öyle olmamıştı ama. Ya da öyle olmadı. Her şeyi unutmak için hazırlıklı olan genç kadın, bir öncekinin aynı olan güç gösterisini yaşamıştı, kocasının af dilemek için elinde getirdiği çiçeğe rağmen.

Sebepse; “Babam hastaymış, kurbanın olam izin ver, ölür-mölür, helâlliğini alayım!” demesi idi, sonrasında öğrendiğim kadarıyla!

El cevap(2);

“Bana dünyanın eziyetini çektirdiler, seni almamam, seni bana vermemek için, bu nedenle hayır!” dedikten sonra bu en masumane(1) isteği yeniden şiddetle cevaplamıştı Astsubay.

Huylu huyundan, Anadolu erkeği şiddet gösterisinden vazgeçer miydi(14) hiç? Astsubay karısına aynı şiddeti bilinçsizce uygulayıp asık, abus bir suratla(2) dönmüştü Birlik Karargâhına, gecenin oldukça ilerlemiş, kör vaktinde.

Nöbetçi çavuşlardan biri haber verdi bana, Alperen’in o vakitte döndüğünü. Görünen köy kılavuz istemezdi, çırılçıplaktı gerçek ve ben bu olaya sebep olmaktan dolayı kahrolmuştum.

Dediğim gibi; huylu huyundan vazgeçer miydi? Mayasında vardıysa, kadın haklarından haberi yoktuysa, hele ki soy soya çeker tavrında babasından, atasından ne gördüyse hatırlamaz mıydı, ilk sefere katkısı, ya da desteği olan ikinci sefer yanlışı ile?

Sabah tadadında(1), tekmilinde(1) uykulu, huzursuz, miskin ve başı eğikti Astsubayın. İlk fırsatta fırça çekmek, hatta kavga etmek için hazırda bekliyordum. Bu imkân nasıl olsa şu veya bu şekilde geçecekti elime. Bu fırsatı araştırmama, beklememe gerek kalmadı. Astsubay süklüm-püklüm(2), başı önünde geldi yanıma.

“Sözümü tutamadım komutanım, ben eşeğin tekiyim, ister sövün, ister dövün...”

“Sonra astına kötü muamele, Divanı Harp(3), askerliğim yansın, yeniden ve cezalı olarak askerlik dönemi, belki de tenzili rütbe(3) ile, öyle mi?”

Bildiğimden değil, aklımdan geçirdiğim şeylerdi, söylediklerim. Görev kutsaldı, ama başlamasıyla da normal bir hayata geçiş için de sonlandırılması gerekli gibi geliyordu bana. Muvazzaflar(1) nasıl olsa bu konuda gereğini yapıyorlardı, yapacaklardı da.

Ama eğer öğrendiklerimizle bizlere “Gel!” denilirse, vatanın müdafaası için tekrar seve seve göreve dönerdik, hem hepimiz bu vatanın evlâtları olarak.

Bir an kararsız kaldım;

“Beni üzmen, şaşırtman önemli değil. Sana, sözlerine güvenip her şeyi geride bırakarak seninle olan genç bir kadının benim yüzümden yeniden hırpalanmasına sebep olduğum için üzgünüm. Bu; inancımı da sarstı. Asker de olsa kimseye güvenmemeyi, sözlere aldanmamayı öğrendim, sonuç acı da olsa…

Şimdi git, hatta defol, gözüme görünme bir daha, benim göz hapsim bitinceye kadar. Sonrası Allah Kerim!”

“Yüzüm yok komutanım, ama göz hapsim bitince, son bir kez önderlik, ağabeylik, babalık yaparak elimden tutup beni evime teslim eder misin? Senin yanında gönlümün tek sahibi, yaşamımın tek ışığı Bengisu’ya el kaldırmayacağım konusunda bir daha unutmamın mümkün olmayacağı söz versem?”

“Söz namustur, hele ki sırtında bu üniforması varken...”

“Söyleyeceğin en kutsal şey üzerine yemin ederim!”                                                      

“Yemin etme! Atalarımız; ‘Ya verdiğin sözü tut, ya da tutacağın sözü ver!’ demişler. Sana inanmak istiyorum, ama içimden güvenemiyorum, nedense. Gene de sana son kez inanmaya gayret edeceğim, arkadaşım!..

Ancak izin verirsen eşinle konuşmaya, onu yumuşatmaya, fikrini, zikrini öğrenmeye çalışalım Alptekin’le beraber. Hemen değil, birkaç gün sonra, hatta göz hapsinin bitimine yakın...

 Fiziksel yaralar iyileşir, geçer, ama dil yarası, gönül yarası için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Gene de senin için, daha doğrusu eşin Bengisu ve yuvanızın kurtulması, her şeyin rayında yürümesi için elimdeki tüm imkânları, şansları denemeye çalışacağın...”

Dut yemiş bülbüldü(15) sanki karşımdaki. Benim de devam etmem gerekliydi;

“Mutedil(1), sakin, ılımlı, özverili(1) olman dileğim. Kendini kendine vermen, yaşamını düzene koyman için, önünde on günden fazla bir zamanın var, özlemen, yaptıklarından utanman ve nasıl özür dileyeceğini düşünmen için...

Bir söz vardır; çekirgenin üç kez zıplaması üzerine. Bu; söylediğin üzerine çekirgenin ikinci zıplayışı, hatası, yanlışı, kusuru, her neyse... ‘Sakın ola, üçüncüsü olmasın!’ demek istiyorum!”

“Olmayacak inşallah komutanım!”

“Nedense, demin de dediğim gibi inanmak istediğim halde o inanç yok içimde...”

“Güveniniz geçsin içinizden, lütfen! Bir de utanarak söylüyorum, Alptekin Teğmenime benim yerime rica eder misiniz, evin ihtiyaçlarını ben görüyordum, kıskançlığım nedeniyle; onu kapıdan dışarı çıkartmamamın eseri olarak. Para versem, eşime verse, ya da isteklerini karşılasa...”

“Olur, araya girerim, Alptekin’e dileğini iletirim, ama bu eşin Bengisu ile senin hayatınız. Israr etmem, edemem. Benim göz hapsim bitmiş olsa ben hallederdim, ama mademki seninle münakaşa ederek kendimi de göz hapsiyle cezalandırılmamı istedim, o halde benim de kurallara, disipline uymam gerek. Göz hapsim bitince eşine yardımcı olmak, boynumun borcu olsun. Ancak...”

 İkinci “a” harfi uzamış bir söylemin başlangıcı idi sözümün;

“Evet, komutanım?”

“Yapacaklarımız sonrasında herhangi bir aksaklıkla karşılaşırsam, benim de bir sivil gibi şansımı deneyeceğimden hiç şüphen olmasın, gücümün yettiği ve aklının başına geldiğine inanacağın kadar, bunu bil! Yeter ki yuvanız huzura, sükûna, ahenge(1) kavuşsun ve kıskançlık dediğin o ne menem şey(2) yaşamından çekilip gitsin!”

“Bu şansı bana sağlayacağınız için size minnettar kalacağım(3) ağabey!”

“Gevşeme Astsubay; komutanım!”

“Haklısınız komutanım!”

Teğmen arkadaşım Alptekin, olumlu haberlerle dönmemişti Birlik Karargâhına;

“Açlıktan ölürüm de onun beş kuruşunu bile istemem!” demiş, sadece memleketine gitmek için kendisine bir otobüs bileti almasını rica etmişti genç gelin.

Alptekin bunu bana ilettiğinde ne yapacağımın şaşkınlığı içindeydim. Hissettiğim kadarıyla ok yaydan çıkmış, yuva yıkılmak üzereydi, üstelik sadece Astsubayın kaprisleri, kıskançlığı yüzünden.

“Hayır!” denmesine rağmen, kendini doğuran, doyuran, o günlere getirenlere asi olarak kocasına kaçmıştı genç kadın, mutlu, hatta mesut olacağına, ilerleyen zamanda anne olup, baba, kardeş ve akrabalarını saadetine inandıracağını umarak...

Oysa “Her işte bir hayır olduğunu” söyleyen özellikle annesinin sözlerine inanmamakla, hatta güvenmemekle ne kadar hata yaptığını şimdi anlıyordu. Sevgi, her şey demek değildi. Ekmek olsa da yavansa ekmek, petek olsa da bal yoksa içinde neye yarardı ki?

Aynı şekilde bir evlilikte sevgi yerine şiddet varsa ne denirdi ki o evliliğe? Çaresizliğini dillendirdiği bir kaygı vardı içinde, pişmanlığın aşırı yüklü olduğu, tabii ki bana göre...

Boşa koyuyordum, dolmuyor, doluya koyuyordum almıyordu. Üstelik hayat tecrübem de yok denecek kadar az, okuyup öğrendiklerimle sınırlı idi. Kime danışmam gerektiğini bilmiyordum. “Acele” kaydıyla telefon açtım, Karargâhın manyetolu telefonundan, “Ödemeli” olarak;

“Böyle, böyle...”  dedim anneme, uzun uzun, aklımın erdiği tüm cümlelerle.

“Şöyle, şöyle...” dedi annem, babamın da katkılarıyla.

Olay, uygulama safhasındaydı, benim göz hapsim bittiğinden dolayı. Bu arada hemen eklemem gerek ki Alperen’in kuş sevgisini desteklediğimizi bilmesi için Alptekin ona her gün kuşyemi takviyesine devam etmişti.

Alptekin’le birlikte Astsubayın evinin kapısını çaldık. Kapı açıldı ve genç kadın, ağızlarımızı açmamıza imkân bırakmaksızın;

“Tanıdım ve biliyorum, sizler onlarsınız! Saygım, sizleri evime almama engel değil!”

Gözlerindeki morluklar, dudaklarındaki krem ya da merhemlerle gizlenmeye çalışılmış patlaklar, yüzünü örtmeye çalışmasına rağmen yüzündeki yaralar delice görünmek çabası içindeydiler sanki.

“Bak, bacım!” demek zorunda kaldım.

Genç kadın zeki idi, benim tüm aklımdan geçenleri okumuşçasına, aynı tavırla;

“Bak, ağabey!” diye başladı sözlerine;

“Ne parası-pulu, ne namı-şöhreti, ne vazifesi-işi benim için önemli olmadı. Daha ilk gençlik heyecanımı yaşarken, ben ona sadece gönlümü değil, tüm varlığımı verdim, kaçtık, evlendik, bedenim de onun oldu, çocuklarımızı doğuracaktım…

Kıskançlığı gına getirmesine(3) rağmen tahammüllüydüm. Hasta, belki de ölmek üzere olan babamı ziyaret etme dileğim bu kadar yanlış, sille-tokat girişilecek bir eylem miydi, her ne kadar babam-annem beni ona lâyık görmemiş olsalar da?”

Bu sıralarda Alptekin bir ara bizim eve gitmiş, elinde neskafe bardakları, bisküvi ve benzeri şeylerle tekrar ulaşmıştı kapıya...

Alptekin’le beraber hem havayı yumuşatmaya, hem de olası mizansenler(1) için yol çizmeye çalışıyorduk. Kapı açıldı birdenbire;

“Ben yokken subaylarla aşna-fişne(2) ha!” derken bizim müdahale etmemize fırsat bırakmadan Bengisu’yu tekmelemeye, tokatlamaya başladı Alperen. Bir taraftan da “Beylik” dediği silâhını kılıfından çıkartma gayretindeydi.

Bu benim tahammülümün son sınırına ulaşmam için yeterliydi. Silâhı tutan eline vurup elinden düşürdükten sonra, usturuplu(1) bir yumruk savurdum yüzüne doğru, Alptekin’in katkısıyla.

“Dur yahu! Aklından zorun mu var senin? İkimiz de buradayız, oturmuş yuvanızı kurtarmanın çarelerini araştırıyoruz. Güvenin bu kadar az mı, hem karına, hem bize? Yuvan kurtulsun isterken, bize gücünün yetmeyeceğini bile bile karına cebri(1) olarak yüklenmen makul ve mantıklı(2) mı?”

Astsubay yere düşen silâhını alıp yerine taktı, hiçbir şey söylemeksizin, kapıyı çarparak dışarıya yöneldi.

O an yapacak bir şey yok gibi geldi, bize. Herhalde gidip bir yerlerde hava alacak, düşünecek, kendine gelecek, yaptığı yanlışlıklar için herhalde gerekeni yapacaktı.

“Allah sabırlar versin kardeş!” dedik, ne de olsa sabahın şerri akşamın hayrından ehven(16) idi, dairemize çıkarken düşüncelerimde yer eden bu idi.

Çok uzaklardan bir silâh sesi ulaştı kulağıma, belki Alptekin’in de kulağına ulaşıp, umursamadığımız...

Sabahtan göreve gitmek üzere dışarı çıkarken kapısını açık gördük Bengisu’nun. Belki özellikle açık bırakılmıştı. Genç kadın bir ipin ucunda son vermişti yaşamına(15).

Masanın üstünde eğri-büğrü tek satır karalanmış bir kâğıt parçası vardı, duvardaki takvimin kenarından yırtılmış;

“Hak etmedim!”

Biz yok olmuş bedenle uğraşıp, eşine, ailesine haber vermek safhalarını yaşama gayretindeyken Astsubayın intihar ettiği haberi ulaştı evine. Beylik silâhı ile eylemi gerçekleştiren Astsubay, yıkıldığı yere, öncesinde iki satırlık bir kâğıt parçası bırakmıştı;

“Hak etmemişti!...”

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Astsubay; Subaydan kıdemsiz, er ve erbaşlardan kıdemli olan asker. Türk Silâhlı Kuvvetleri bünyesinde hizmet veren astsubaylar emir-komuta zincirinde konumlarının yanı sıra muhabere ve askeri eğitim dallarında da görev alırlar.

(*) Alperen; Yiğit, kahraman, bahadır, mücahit.

Alpay; Cesur, yiğit.

Alptekin; Kahraman, tekin, şehzade.

Bengisu; İnsana ölmezlik verdiğine inanılan su. Ab-ı hayat.

Delifişek; Delicesine işler yapan, şımarık, atılgan, delişmen. (Bu  soy ismi taşıyanlardan özür dilerim.

Mr. (John) Lumley ve Miss (Maeve) Bryne İngiltere ve İrlanda’da tanıyıp arkadaş olduğum iki isim.

(*) Hak Etmemek; Bir emek karşılığı olarak alacağı bulunmamak, hak kazanamamak. Lâyık olduğu gerekli karşılığı görememek, alamamak.

(1) Ahenk; Uyum. Anlaşma, uyuşma, iyi geçinme.

Canhıraş; Tüyler ürpertecek denli korkunç, yürek parçalayıcı, acı acı çığlık, bağırma. Yürek paralayan, kulak tırmalayan, acı veren, tüyler ürpertici.

Cebri, Cebren; Zorla.

Cüret; Düşüncesiz ve saygıyı aşan davranış. Korkusuzca davranış, yüreklilik.

Gaddar; Başkalarına haksızlık etmekten çekinmeyen, acıması olmayan, insafsız davranan, taş yürekli kimse.

Gen; Hücrenin kromozomlarında bulunan, canlı bireylerin kalıtsal karakterlerini taşıyıp ortaya çıkışını sağlayan ve nesilden nesile aktaran kalıtım faktörleri.

Handiyse; Yakın zamanda, hemen hemen, neredeyse.

İntibaa; İzlenim. Bir durum veya olayın duyular yoluyla insan üzerinde bıraktığı etki, imaj. Uyaranların, duyu organları ve ilişkili sinirler üzerindeki etkileri.

İrsiyet; Kalıtım. Soyaçekim. Çevre etkileriyle köklü olarak değiştirilmeyen biyolojik özelliklerin bir kuşaktan diğer kuşağa geçmesi, soya çekim, veraset. Bireylerin genetik yapılanması, kalıtım ve kalıtsal olarak özellik ve niteliklerin ebeveynlerden fiziksel ve zihinsel karakterlerin yavrulara aktarılması özellikleri.

Masumane; Masum bir biçimde, masum, temiz,  saf. Masumca, günahsız, suçsuz olarak.

Mizansen; Bir oyun düzeni. Bir şeyi, bir durumu, olduğundan değişik göstermek amacıyla hazırlanan düzen (Tiyatrolar için değişik anlamı vardır).

Mutedil; Ilımlı. Ilıman.

Muvazzaf; Silahlı kuvvetlerde meslek olarak subay, astsubay ve erlik yapanlar. Bir görev ve hizmetle yükümlü kimse.

Nadiren; Seyrek olarak, ara sıra, pek az, seyrek. Binde bir.

Özverili; Fedakâr. Esirgemeli. Bir ülkü, bir amaç uğruna, ya da gerçekleştirilmesi istenen herhangi bir şey için kendi yararlarından vazgeçme amaçlı.

Revaç; Geçerli ve değerli olma, herkesçe istenme.

Tadat; Sayım, sayma.

Tekmil; (Askerlikte) Ast rütbeli askerin, üst rütbeli askere bir iş, olay ya da durum hakkında bilgi vermesi ya da kendi künyesini söylemesi. Tam duruma getirme. Sona erdirme, bitirme, tamamlama. Bütün, tüm.

Usturuplu; “Derli-toplu, akla mantığa uygun, ortama yakışır bir biçimde, ustalıklı ve uygun” anlamlarında kullanılan bir terim.

(2) Abus Surat (Yüz); Asık, somurtuk, çatık, somurtkan.

Aşna Fişne; Gizli dostluk.

Çarşamba Pazarı Gibi Yüz; Yaralı-bereli, dökük-saçık, iyi olmayan bir eylemden geçmiş tavırlı yüz.

Divan-ı Harp; Silâhlı Kuvvetler mensuplarına ve yargı yetkisi içine giren öteki kişilere yönelik suçlamalara bakan askeri mahkeme ve bu mahkemenin işleyişini düzenleyen yargılama usulü.

Domino Taşlı; Asteğmen rütbeleri görüntüsü itibariyle omuzlarda o şekilde dururdu.

El Cevap; Anında cevap, cevaben.

Kan Çanağı Gibi Gözler; Gözlerin uykusuzluk, ağlama, kızgınlık ya da göze bir şeyin kaçması sebebiyle çok kızarmış olması.

Makul ve Mantıklı; Akla uygun, akıllıca, belirgin, aşırı olmayan, uygun, elverişli, akla uygun iş görme, akılla kanıtlanan sözü akla yakın bulma, anlaşma düşüncesi sağlama, asgari müşterekte birleşme.

Ne Menem Şey; Ne çeşit, ne türlü şey.

Pet Market (Pet Shop);Evcil Hayvan Mağazası. Değişik türde hayvan satışı yapılan perakende iş yeridir. Hayvan yemi, sarf malzemesi, aksesuar da satmaktadırlar.

Süklüm Püklüm; Suç işlemiş gibi utanç veya korku içinde büzülmüş olarak.

Tek Tük; Az, seyrek, seyrek olarak.

Tenzili Rütbe; Bir görevliyi daha alt bir basamağa, ya da maaş, ücret, unvan düzeyine indirme.

(3) Deşelemek; Bir konunun gizini, sonunu, aslını öğrenmek, anlamak için araştırma yapmak. Güçlü bir biçimde ve derinlemesine deşmek, altını üstüne getirmek, karıştırmak.

Eşelemek; Bir işin, sorunun aslını anlamaya çalışmak, kurcalamak. Dağıtıp karıştırmak. Toprak, kül gibi toz durumda olan şeyleri hafifçe kazıp karıştırmak.

Gına Getirmek; Usandırmak, bıktırmak.

Haytalık Etmek; Serserice davranışlarda bulunmak.

Minnettar Kalmak; Bir kimseden gördüğü iyiliğe karşı minnet duymak. Kendini gönül borçlusu, teşekkür borçlusu hissetmek.

Üstelemek; Üst üste istemek, yapmak. Hastalığın yeniden ortaya çıkması.

 (4) Psikolog-Psikiyatr; Çok kişi psikolog ile psikiyatrist kelimelerini, anlamlarını ve görevlerini karıştırmaktadır. Psikiyatrist, Psikiyatr; Tıp Fakültesinden mezun, psikiyatri ihtisası yapmış, ruh sağlığı konusunda uzmanlaşmış bir doktordur. Ruh Hekimi. Ruh ve sinir hastalıklarıyla ilgili olarak kişilerde görülen önemli uyumsuzlukları önlemeye çalışan, teşhis ve tedavisi ile uğraşan uzman kişi. Psikolog ise; Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü mezunu olup Ruh bilimi ile uğraşan, ruh bilimci olup doktorluk hüviyeti yoktur. Psikolog, psikiyatrist ile beraber çalışabilir, ancak tanı yetkisine sahip değildir.

(5) İstihareye Yatmak; İstihare, Arapça kökenli olup kısaca anlamı; “Bir işin hayırlı olup olmadığını anlamak için abdest alıp, dua okuyarak uykuya dalmak”tır. (Genelde camide, bazı-bazen evinde namaz kılıp, gereken dualar yapıldıktan sonra, insan yönünü Kıbleye doğru çevirerek yatar ve eylem gerçekleşir.) İstihare için öncesinde tövbe edilip, gusül abdesti almak ve sonrasında iki rekât namaz kılınması gerektiği bilinmektedir. İstihare bir gün, ya da bir gece ile sınırlı olmayıp birkaç gün devam edebilir. Kendine has duaları da vardır. Bir de şunlar anlatılır; eğer istiharede beyaz ve yeşil görülürse hayırdır ve düşünülen iş yapılır, siyah veya kırmızı görmek ise şerdir, o işin yapılmasından vazgeçilir. (Günümüzde bunu rastlayacak rakamların tek çift olması, papatya falları vs. ile yapılması insanların daha kolayına gidiyor olmalı, herhalde.)

(6) Hiç kimse kaderini değiştiremez ve kaderinden kaçamaz. Wolfgang Van GOETHE

(7) Gülümseme iki insan arasındaki en kısa mesafedir. Victor BORGE

(8) Kızgınlık geçici bir deliliktir. Bu nedenle duygularınıza sahip olun Yoksa onlar size sahip olurlar. Horace MANN

(9) Hayatınızda yaptığınız her şeyi son kez yapıyormuş gibi yapın! Marcus AURELIUS

(10) Görücü Usulü Evlilik; Birilerinin (özellikle anne-baba) genellikle oğlan yerine, kız yerine de olabilir birini beğenmesi ve onunla konusu geçenin evlendirilmesi. Bir bakıma arada aşk olmadan sevişerek evlenmenin zıttı, ailelerin birbiriyle konuşup anlaşması şeklinde bir olay da sayılabilir. Görücü usulü evlenmede damat veya gelin adaylarının birbirini görüp-beğenmesi şart değildir. Aile büyükleri karar verdiyse “Siz bilirsiniz!” söylemi ile bu iş biter. Bundan sonra söylenecek tek söz; “Onlar erecekler muratlarına, biz çıkalım kerevetlerine!” dir.

(11) Sevmek, insanın kendi kendini aşmasıdır! Oscar WILDE

(12) Sahip olmadığı şeylere üzülmeyen sahip olduklarına sevinen akıllı insandır! EPICTETUS

(13) Batan güneş için ağlamayın, yeniden doğduğunda ne yapacağınıza karar verin... Dale CARNEGIE

(14) Huylu huyundan vazgeçmez;  Bir şeyi huy edinmiş bir kimseyi bu huyundan vazgeçirmek için ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın olumlu bir sonuç alınamaz. Kişinin huyunu değiştirmesi kendi gayretine, içine dönük hesabına bağlıdır, anlamında bir söz.

(15) Dut Yemiş Bülbül Gibi; Konuşkanlığını, sevincini, neşesini yitirme, susma, sesini çıkaramaz olma.

(16) Akşamın hayrından sabahın şerri iyidir; İşinizi akşamüzeri, ya da gece yapmayın, sabaha bırakın. Çünkü gece iş yapmanın kötü yönleri daha çoktur ve gündüz sağlanabilen olanaklar gece sağlanamaz.

(17) Kur’an, Âl-i İmran Suresi, 145. Ayet; “Allah’ın izni olmaksızın hiçbir nefis için ölüm yoktur. O; süresi belirtilmiş bir yazıdır  ve Allahümme inna ileyhi ve inna ileyhi raciun!...” Ölüm Duası.