Biri; esas oğlan(!) Burak dağdan inmişti şehire, bağdan geleni sahiplenmek için, diğeri yani esas kız(!) Burcu bağdan gelmişti şehire, dağdan inenin yüreğini hoplatmak, ölüp ölesiye kendisine bağlamak için...
Polis Akademisine beraberce girip okumaya başladıklarında birbirine bakmışlar, esas oğlan Burak, esas kız Burcu için içinden; “O; benim!” demiş, esas kız da, esas oğlan için; “O; benim!” demişti, aynı şekilde içinden.
Dağdan inen, bağdan gelen, dediğime bakmayın, ikisi de şehir çocuğu idi, biri dağda şehir, diğeri bağda, ya da ovada şehir...
Gereği kadar okuduktan sonra belki de Tanrının yönlendirmesi ile ikisi de polis olmayı arzu etmişlerdi. Neden mi? İkisi de polis çocuğu idi çünkü.
Tek fark oğlanın babasının genç yaşta şehit olması ve annesinin aşırı bağımlığı nedeniyle dul maaşı ile oğlunu okutmaya çalışma çabası, kızın babasının ise yine polis ancak emekli olmasıydı.
Diğer fark oğlan tek, kız ise büyükleri evlendikten sonra evin goncası olarak kalmış üçüncü kız çocuğu idi. Baba mesleğine aşırı özenç duyan ve “Bir gün mutlaka!” diyerek yönünü çizmiş, sabit fikirli bir kızdı.
Oğlan babasızlığı biliyordu, onu yitirdiklerinde, çocuk aklıyla önce ölümüne neden olan için yemin etmek gayretinde bulunmuş, sonrasında annesinin tekdir ve telkini ile asla cinayet işlemeyeceğine söz verince polis olmak için annesinden izin alabilmişti.
Elbette her canlının yaşamaya hakkı vardı ve herkesin kaderini Tanrı alınlarına çizmişti, ama...
İşte Burak bu “ama” sözünden sonrasına cevap bulmakta çok zorlanıyordu. İsyan; korkusu idi! Hem kime karşı? Yaradan’a…
Buna ise hakkı yoktu!
Genç kız, yani Burcu, babasının tüm isteklerine, annesinin tüm yalvarmalarına kulak asmamış;
“Evde oturup ablamlar gibi kısmetimi mi bekleyeyim, eloğulları beni de mi götürsünler istiyorsunuz? Ben de ablamlar gibi koca eline bakan asalak bir kadın mı olayım? Sırf siz istiyorsunuz diye gençliğimden vazgeçip sıra sıra torunlar mı dizeyim karşınıza? Hem kimden? Belki aşktan, sevgiden hiç anlamayan birinden!..
Yoo! Bu, benim istediğm bir yaşam tarzı değil. Polis olarak bizi doyurdun, okuttun, bizlere babalık, anneme kocalık yaptın baba. Annem her daim gurk bir tavuk gibi birimizi diğerinden ayırmadı. Annelik kutsal, gerekirse, eşim olsun diyebileceğim biriyle karşılaşırsam, hayhay!”
Durup dinlenmeksizin devam etmek düşüncesindeydi, bu imkânı belki bir kez daha yakalayamayacağının inancını yaşıyor gibiydi. Devam etti;
“Ancak kanaatim şu ki; ben namusum ve şerefimle hizmet ve kendi ayaklarımın üstünde vatanım, bayrağım, ulusum için dimdik durmak istiyorum.”
Tüm söyledikleri bunlar mıydı Burcu’nun? Sanırım eksiği vardı, fazlası olduğunu hiç sanmıyorum.
Polis Akademisine girmek için Burcu ve Burak, ikisi de resmi üniforma giymeleri gereken Polis Meslek Yüksek Okulundan mezun olmuşlardı. İmkânları el verse Burak belki doğrudan doğruya Polis Kolejinden de yararlanmayı düşünebilirdi. Söylenen tüm koşullara uygun olmasalar zaten Yüksek Okula da alınmazlardı.
Türk olmaktan gurur duyuyorlardı, babalarının da polis olmaları dolaysıyla polis olmalarına engel bir halleri yoktu. Boy-bos-yapı-görünüş-kilo-yaş ve düztabanlık(1) bakımından sorunları olmadığı gibi zorunlu olarak girdikleri sınavlarda (özellikle beden eğitimi sınavında) da istenilenin üstünde puanlar almışlardı.
Evvel Allah’ın izniyle Türkçe konuşmalarında kusur yoktu. Gözlerinde görememek, ya da gözlük kullanmalarını gerektirecek bir hasar, kulaklarında duymama gibi bir sıkıntıları ve de Burak’ın tarak özürlü (yani kel) olma, ya da şark çıbanı(2), çiçek bozuğu(2), yanığı, belirgin bir yarası, çiziği, miziği gibi bir sorunu da yoktu.
Zaten aldıkları “Polis Akademisi Öğrencisi Olur!” kayıtlı raporları her şeyin izahı ve belgesi idi.
Burak’ın Burcu’ya göre avantajı babasının görev şehidi olmasıydı ve bu nedenle Akademiye girmek için önceliği vardı.
Burcu’nun şansı da, babasının polis emeklisi olması dolaysıyla Burak kadar olmasa da gene de şansı fazlaydı.
Kısaca, ya da özet olarak Burcu da, Burak da istenilen tüm özellikleri kapsayan dört dörtlük öğrencilerdi, demek en kolay düşünce olacak!
İki gencin kendi kendilerine yasaklar çerçevesinde gelin-güvey olmaları mümkün değildi. Ama başlangıç olarak; “O; benim!” sözünün kapsama alanında tanışacaklar, konuşacaklar, anlaşacaklar, koklaşacaklar, el ele tutuşacaklar...
Burak kendisinde o medeni cesaret(2) oluşuncaya kadar Akademi biter, hatta yaşlılığa bile adım atardı, eğer sırtından kendisini itekleyen olmasaydı!
Burcu; az-uz bir kız değildi hani, Burak’ın yüreğini nasıl hoplattığını hissediyor, kendisinin olması yönünde hiç de acele etmiyordu. Kaba anlamda; onu kendisine kul-köle edeceği anı bekliyordu! Bu, herhalde hemen ilk yıl içinde olmazdı, biraz burnu sürtülmeli(3), biraz kendini anlamalı, sevgi ve şefkati kendiliğinden bilmeliydi.
Kendisine Burak’ın önceliği olmasına rağmen “Merhaba!” diyerek yaklaşmak isteyenlere, kabaca davranmak istemese de; “Benden size hayır yoktur!” anlamını çağıştıran cevaplar veriyordu, verilen selâmları iade etmeksizin, ama kimseyi de üzmek istemeksizin; “Benim gönlümün sahibi, beni sahiplenen var!” dercesine.
Peki! Buna mukabil genç erkek sınıf arkadaşlarının kendisine “Merhaba!” dedikleri gibi, genç kız öğrenci arkadaşlarından, hatta dışarılardan birileri Burak’a “Merhaba!” derlerse, ne olurdu o zaman?
İki ihtimal vardı; “Ben buradayım!” deyip elini çabuk tutmak, adımlarını ona doğru esirgemeksizin yaklaştırmak, ya da uzaklaşmakta ısrarcı ise uzaklaşmasına kayıtsız olarak izin vermek, o güzel sözdeki gibi serbest bırakmak önemli idi;
“Eğer geri dönerse, demek ki hep kendinindi, geri dönmezse bu hissetüklerinin yanlış olduğunun belgesi gibi; hiçbir zaman kendine ait olmadığı idi. (4)”
Allah var, her ikisi de Tanrının yarattığı özel varlıklardı, hani anlatmaya kıyılmayacak, anlatmalara sığmayacak, ya da nasıl anlatılacağını bilmemek gibi. Vasıfları Akademinin ölçü ve kurallarına uygundu, tamam da, birbirini, birbirinin gözünde, gönlündeki gibi tarif etmek mümkün müydü ki? Öyleydi herhalde.
Çocukluğunda omuzlarını aşan sarı saçları, okula, daha sonra Akademiye girdiğinde kısaydı. Kep çıkar-tak, zor oluyordu uzun saçlarla. Bir de zoruna giden kuyruklu koç gibi sallanmasına neden olan arkasındaki zimmetli tabancanın ağırlığı idi.
Öylesine deniz mavisi, hatta lâcivert gözleri vardı ki, Burak ilk karşılaştıklarında o gözlere dalmamak, hatta o gözlerde ölmemek için direnmiş, ancak kesin olarak mağlup olmayı, ölmeyi kabullenmiş, kendisini ayıklayamamış, saklayamamış, kurtaramamıştı o girdaptan(1) ve hak etmesi gerekeni de hak etmişti! İnsan istemese de, istese de ararsa Mevlâ’sını da bulurdu, aradığı her ne ise onu da...
Atalarımızın söylediği gerçekten doğuydu Burcu için; “Kaş-göz, gerisi söz!” dü ve Burak’ın gözünde Burcu ilâhi bir mabut(2), ya da kısaca ve gerçek bir ilâhtı(1), tapınacağı, daha doğrusu tapınması gereken, kendisini bunun için mecbur hissettiği. Aslında söylemek gereksiz; kudretten(1) aslı gibiydi gözleri gibi kaşları da, işlemsiz, hem gerçekten.
Burak da pek çirkin sayılmazdı, hani yakışıklılık konusunda 100 aday arasında 100. olmazdı ama ilk beşin altına da inemezdi herhalde! Her ne kadar kuzguna yavrusu Anka gözükür modunda görünse de(5), Burcu’nun Burak’a, Burak’ın Burcu’ya bakış açıları önemliydi.
Öyle değil mi ya; “Gönül kimi severse güzel de, yakışıklı da o değil midir?”
Burak düşünüyordu; sahi Burcu seviyor muydu kendisini, daha doğusu sever miydi?
“Gel bakayım, kulum, kölem, seni seveyim!” der miydi? Bu sevgiye, biraz, azıcık da olsa razı olurdu Burak herhalde, ama bunu hayal etmesi bile güçsüzlüktü, hem kim yitirmişti ki umudunu, o sahipleneydi?
Birinci ve ikinci yıllar vukuatsız ve “Merhaba!” denmeksizin geçmişti, tıpkı iki resmi aynı sınıf öğrencisi gibi komiserliğe adım atmaya hevesli. Tatil dönemlerinde dağdan inen dağına, bağdan gelen bağına yöneliyordu.
Son ayrılışın dönüşünde Burcu, Burak için ona tanıdığı zamanın yeterli olduğu, sınırladığı çizginin artık aşılmasının gerekli olduğu kanaatini yaşar gibiydi;
“Bu şaşkın(1) âşığın bana ulaşacağı yok, bari ben elimi uzatayım ona hissettirmeden, bir tesadüf sağlayayım ona, uzaktan ‘Ah! Of!’ demekten kurtulsun garibim, benim için!” derken galiba kendisinin de arzuladıklarını saklamak gayretini yaşıyordu.
Kitaplarını düşürdü elinden, olmadı! Kapılarda karşılaşıp göz göze olmayı denedi, olmadı! Ayağını burktu, aşağı yukarı gene olmadı gibi! Karşısındakinin çekincesi olunca olmasının gerektiği de düşündüğü gibi olmuyordu ki!
Kitaplarını toplamış, özür dilemiş, Burcu da inatlaşmış, dokunmamıştı eline.
Kapıda karşılaştıklarında her seferinde kibarca(1) yana çekilmiş, “Buyurun!” demesinin yanına bir de “Efendim!” kelimesini eklemişti ki, illet olmuştu(3) Burcu!
En enteresan olayı ise zorunlu(!) olarak ayağını burktuğunda yaşamıştı Burcu;
“Ah! Of! Öldüm! N’apcam şimdi?” gibi yalan mazeretlerine inanan Burak;
“Sana bir şey olmasın Burcu!” dedikten sonra onun ve arkadaşlarının şaşkın bakışlarına aldırmaksızın kucaklayarak onu revire götürmüştü.
Doktor, Burak gibi şaşkın âşık değildi ki! Bir çırpıda anlardı Burcu’nun yalanını, bunu da istemiyordu genç kız, doğal olarak.
“İyiyim, iyiyim, merak etme, teşekkür ederim, ben doktoru beklerim, sen dersini yitirme!” dediğinde için için gülümsüyordu.
Burcu, nihayet Burak’ın kendisine el uzatmasını sağlamıştı. Bundan sonrası çocuk oyuncağı, çorap söküğü(2) idi! Davulun sesi gerçekten uzaktan hoş geliyordu! Burcu’nun tasavvuruna göre birinci merhale(1) aşılmıştı; enikonu(1) “Tanışacaklar!” merhalesi...
Doktordan “Şöyle-şöyle” diyerek bir merhem alıp ayaklarını sektirerek yalanına ekleyip derse yetişti; “Affedersiniz hocam!” diyerek.
“Ayağım incinmişti, sağ olsun Burak beni revire yetiştirdi!” deyip Burak’ın yanına kadar hususi olarak gelip; “Sağ ol Burak!” deyip elini omzuna koyduktan sonra geri dönüp tekrar ön sıralardaki yerine geçip oturdu.
Burak’ın yağları erimişti(3), iliklerine kadar ve kendine gelir gibi olduğunda bile hangi konunun, nasıl işlendiğinin, dersin ne zaman bittiğinin bile farkında değildi. Bu nedenle Burcu’nun ona fark etmesi gerekeni fark ettirmesi gerekiyordu!
Yerinden kalktı, başarılı olamayacağı inancı % 80-90 civarlarında olmasına rağmen yanına gelip, elini tekrar Burak’ın omzuna koydu. Yüreğinin sesini duyuyordu sanki. Ancak duygusuz davranmayı tercih etti Burak.
Burcu inatçıydı ve sevgisi ile ilgili olarak söylenmesi gerekeni önce Burak’ın söylemesi gerektiği inancındaydı. Çenesinden tuttu, gözlerine bakması için önüne eğik olan başını kendisine doğu çevirdi;
“Bir şey demeyecek misin?”
“Ne gibi? Revire yetiştirdiğim için mi?”
“Eh! Öyle diyeyim, peki!”
“Bir şey değil arkadaşım, benim yerimde kim olsa aynı şeyi yapardı!”
“Çevremde çok kişi vardı, ama yakınıma gelip kucağında yönlendiren sendin!”
“İyi misin şimdi?”
Arkadaşım, demişti, duygusuzdu, bu bir. İkincisi; anlamsızdı sözleri.
Kızcağız diyordu ki “9” o anlıyordu “30”. Ya da espri niteliğinde “Doğanın Dengesi” yerine “Doğan'ın Yengesi” ya da “Nur içinde yatsın!” denildiğinde “Nuri Çin’de yatsın!” anlıyordu.
Bazı şeyleri akıl edemediği gibi anlaması gerekeni de anlaması gereken ya da cevap verilmesinin gerektiği şekilde algılayamıyordu. Kısa, kesin ve öz bir deyişle Burak, gerzek(1), kakavan(1), gabi(1) olmayı kabullenmişçesine, Burcu’nun uzattığı eli tutmamakta sanki direniyordu.
Burcu küskünce ayrılmayı düşünürken sınıfin boş olduğunu fark edip şeytani bir uygulamayı geçirdi aklından, Nasrettin Hoca gibi; “Ya tutarsa?” diyerek.
“Ayağım sızlamaya başladı, yine!”
“Doktor merhem verdi, demiştin ya. Göster nereye sürülecekse süreyim!” diyerek yerinde doğrulmaya çalışırken, kaza ile(!) Burak’ın üstüne kapaklandı Burcu ve yine tesadüfen(!) dudakları kavuştu birbirine usulca.
Utandı Burak. Oysa yaşamında ilk kez başına gelen, en güzel olaylardan biriydi bu, ilk kez tatmıştı, tıpkı Burcu gibi, heyecanla. Evet, Burcu da Burak’tan farklı değildi. Burak’tan, tek farkla, istediğini yitirmemek duygusu egemendi duygularına.
“Hoşlanmadın mı yoksa?”
“Sevmekten, sevilmekten, kim hoşlanmaz, Kim usanır ki? (6)”
“O halde bugüne kadar hiç olmazsa bir kez deneseydin, ölür müydün?”
“Ölürdüm tabii!”
Tam bu sırada arkalarında oldukça gürültülü bir öksürme sesi ile;
“Hayırlı işler, mehtaplaşmanız(7) sona erdiyse yerime geçebilir miyim acaba?” diyen Şehriban idi o ve bir kıskançlık abidesi(2) gibi dikiliyordu kapının önünde. Şehriban da güzel bir kızdı, ama etliye, sütlüye karışmayan, ketum(1), kendi halinde.
Sınıftaki oğlanlardan ya hiçbiri elini uzatmamış, uzatamamış, hatta belki uzatmaya bile yeltenmemiş, ya da o uzanan elleri terslemişti. Herkes onun geldiği şehirde bir sevgilisinin olduğunu, yolunu beklediğini, Akademi biter bitmez de sevdiği ile evleneceğini düşünüyordu.
Kimse, kimsenin içini bilmez, bilemezdi, Şehriban, Burak ne kadar uzak durursa dursun, Burak için yaşadığına inanıyordu. Onun ise Burcu’ya ihtiyaç gibi çok zaman gözlerini kaçırırcasına bakmasından dolayı haddini bilmekle(3) sorguluyordu kendisini.
Demek oluyordu ki onlar; amaçlarını, rüyalarını, hayallerini, duygularını ve geleceklerini birleştirmişlerdi, kendisi için hüzün başlamış, Burcu gayret ve akıllılığı ile sahiplenmesi gerekeni sahiplenmişti.
Burcu ilk iki merhaleyi, aşamayı, hamleyi her ne denirse önu başarıyla tamamladığı inancını yaşıyordu. Tanışma ve konuşma fasıllarını(1) yani...
Bir olmuştu, ama öncesinde aklından geçirmediği halde, acemi bir öpüşme kıvamında da olsa gerçek anlamda tanışma ve onun sonucu konuşma fasıllarını istediği gibi gerçekleştirmişti.
Bundan sonrası onun için, daha önce de söylediği gibi çocuk oyuncağı idi. Öyle miydi gerçekten? Varsayalım(3) ki öyle olsun!
Burak’ın Burcu’nun elinden kurtuluşu yoktu, Fizan’a(8) gitse bile. Öylesine hapsetmişti ki kollarında, avuçlarında Burak’ın kendisi dâhil, dünyanın en güçlü kolları bile kurtaramazdı onu kollarından, avuçlarından, bir tek ölüm hariç, zaten dünyada ölümden başka her şeyin çaresi vardı(9) ve ikisi de -şimdilik- birbirine söylemedikleri halde birbirinin çaresi olduklarının, olacaklarının bilincinde idiler.
Özelde spor müsabakalarında, genelde tüm öncelik isteyen olaylarda ilk hareket, impuls(1) önemliydi. Bu da onlar için özellik arz eden bir olaydı, o halde aralarında oluşan olay(10) ya da olgu(10) bir spor müsabakası gibi düşünülebilir miydi? Yok, daha neler?
Olayın gerçekleşmesi için o ufacık impuls gerekliydi ve şans, kudret, beklenti gibi bir şeyler olmaksızın Tanrının kadınlara bahşettiği inanç, güven, istek ve duyguyla bunu Burcu şekillendirmişti.
Bilindiği üzere; aklını, telâşını, arzusunu dudaklarıyla destekleyerek, kendi başına gerekli olanı uygun olduğu şekilde gerçekleştirmişti, inkâra gerek kalmaksızın!
İlk merhale; “Ben Burcu!” “Ben de Burak!” şeklinde olmamıştı, bu şekilde tanışmalarına zaten gerek yoktu, aynı sınıfın kayıtlı öğrencileri olarak. Tanışmaları, yani gerçek anlamda Burcu’nun desteğiyle tanışmaları(!); utangaç, çekingen, acemice, bilmeksizin, öğrenme amaçlı olarak gerçekleşmişti, ikisi de öğrenci olarak, ama öğretmensiz!
Öncelikle göz göze olmayı öğrendiler, böyle şeyler tek başına olmazdı tabii, karşılıklı olarak ve gözlerden ırak tabiidir ki! Başlangıcın sonu, ara sıra özellikle Burcu’dan ulaşan sitemler gözükse de, aralarında hiç ayrılmamak şeklinde gerçekleşmişü.
Sitemler de öyle ahım-şahım(2) şeyler değildi. Burcu’nun dilinde en ağır olarak şekilleneni; “Neden geciktin? Mutlaka yardım mı etmeliydim?” gibi hiçbir estetiği(1) olmayan sözlerdi.
Ve öylesine uzun, manalı, arzulu, hatta ağr tasavvurları ve çabalan vardı ki; Akademi İdaresi “Yanlış Örnek” diye dikkatlerini çekmek(3) zorunda kalmış, “Biz ayrılamayız! (11)” diye direnmek yerine, bir bakıma “Kovulma” riskinden kaçınmak için birbirinden uzak durmayı yeğlemişlerdi(3; “Seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli(12)” modunda.
Tükenmesi gereken zaman, tükenmesinin gerektiği anda tükenme moduna girmişti. Sınav-mınav derken mezun olmuşlardı, her ikisi de. Kendilerince, kendi yorumlarına, bilgi birikimlerine, sevgilerinin yüceliklerine göre bir at ve üç nal tamamdı, tek konu dördüncü naldı, ev-bark, yatak-yorgan önemsizdi. İstedikleri nefeslerini de üleşmekti, özlemle, el ele...
Ama olmadı. Tanrı birbirini özlemelerini, devlet geldikleri yerleri unutmamalarını öğütlemek gereğini hissetmiş olsa gerekti. Biri bir dağ yerine, diğeri bir bağ yerine yönelmişlerdi; Şark-Garp, Terörizmin kaynadığ yer ve arka sokaklar olarak...
Çare kendileri idi...
Burcu büyük bir ilde, özel konumlu bir kurumda ve arka sokaklarda idi. Arka sokaklar; her türlü uyuşturucu satıcısının, bağımlısının, alıcısının, kalpazanların(1), her türlü kötü, kadın ve erkeklerin cirit attığı(3), katillerin, hırsızların, uğursuzların saklandığı, gayrimeşru çocukların çirkefleştiği(8) kısaca; kötü bir mekândı.
Gün geçmiyordu bir olay, bir öldürme, yaralama olayı olmasın. Olay yeri, delil toplama, güvenlik kameraları, falan filân, değerIendirme ve bul bulabilirsen, bulman gerekeni...
Kısa süre içinde oldukça zayıflamıştı Burcu. Ama umut varsa gönlünde ve sonrasında buluşmak, kavuşmak, bir ömrü yaşlanmaksızın paylaşmak, o zaman tahammüllü olması da gerekliydi.
Aynı umudu Burak da yaşıyordu, farklı senaryoda(1). Her türlü kaçakçı, kendilerine göre davasına inançlı terörist grubuyla karşılaşıyordu sık sık. Gün geçmiyordu ki olay olmasın. Çalıştığı birimdeki nüfus şehitlerle azalıyor, yerlerine yenileri geliyordu. Bayraklı tabutlar, ağlayan ana-baba-eş ve çocuklar olağan görülüyordu.
Kendinden bir karşılığı karşıdan beşi, onu gönderilmiş önemli değildi. Aynı vatanı, aynı bayrakla üleşmek o kadar mı zordu? Ateş düştüğü yeri yakıyordu, öldüren de gün gelecek, şu ya da bu şekilde ölecekti ve analar dünyanın her yerinde aynı analardı ve en çok da analar ağlıyordu...
Burcu ve Burak her gün belirli vakitlerde olağan, uygun olan vakitlerde ise olağanın dışında birbirini özlemiş olarak konuşuyorlardı; “Bitsin artık bu hasret, buluşalım gayrı! (13)” ahenginde ve devlet büyükleri kendileri için çözüm bulsun istercesine aynı türküyü ünlüyorlardı; “Ya kendin gel, ya da beni aldır!(14)” şeklinde.
Birlikte olduklarında ne arka sokaklar, ne de terörizm önemliydi, hangisini hangi yöne kaydırırlarsa kaydırsınlar, üstesinden gelirlerdi, yeter ki beraber olsunlar, yeter ki Allah’ın izniyle el ele olsunlar!
Ancak her şey ne göründüğü gibi, ne de arzulandığı gibiydi. İkisinin de vasiyetleri ceplerinde, dosyalarında idi.
“Ecel ayırsa bile, mahşere kadar beklemeleri(15)” gereksizdi. Öncelik kaderlerinde yazılı olan her nerede ve her nasıl olursa olsun kara toprakta birbiriyle kavuşmaları idi.
Karabulutların şehre egemen olduğu bir gecenin sabahında, aldıkları ani bir haberle operasyona(1) yönelen Burcu, yüreğinde derin bir acı duydu, anlam veremediği.
Yaşamındaki tek önemli varlığa ulaşmayı denedi, derdini anlatmak, teselli verecek, kendisini aydınlatacak sesi duymak için.
Telefonu kapalıydı Burak’ın. “Görevde herhalde!” diye düşündü. Kahpe bir kurşunun Burak’ı dünyadan ve kendisinden ayırdığı aklının ucundan bile geçmedi.
Bilmedi...
Operasyon başarı ile tamamlanmıştı. Ölenler ölmüş, kalan yaralıların silâhları toplanmaya ve ambulanslara yerleştirilmeye başlanmıştı nasıl olmuşsa olmuş silâhını saklayabilen yaralılardan biri uluorta ateş etmek için ambulansta görevli hemşirelerden biri üzerine doğrultmuştu.
Burcu ani bir kararla hayatının en büyük yanlışını yaptı, üzerinde çelik yeleğinin olduğunu düşünerek. Hoş, çelik yeleği olsa da sonuç değişmeyecekti. Çünkü o menhus(1) varlık, tesadüfi olsa da, nereye ateş edeceğini biliyormuş gibi Burcu’yu alnından vurmuştu.
“Kötü cevherli taş, altın kâseyi kırınca, ne taşın değeri artardı, ne de altının değeri azalırdı.(16)” Bir kötü cezasını, bir iyi Rabbini bulurdu.
Hemşire kurtulmuş, Burcu sedyenin hemen yanı başına yıkılmış ve hınç(1) dolu tim, yanlış olmasına rağmen, yaralının bedenini, her türlü riski yüklenerek mermi ile doldurmuşlardı. Kendilerine göre dünyadan bir iyi, bir de kötü insan eksilmişti.
Hiçbir insan ölümler ve şehadetler(1) konusunda bir eksiğinin olduğunu düşünemez. Çünkü ya babamızın babası dedemiz, ya da dedelerimizin babaları, dedeleri, büyük dedelerimizin içinde mutlaka şehitler vardır.
Burcu ve Burak’ın arkalarında ne bir yuvaları ne de çocuklan vardı, ancak buna mukabil bütün bir millet onların yanındaydı, onlarsa birbirini yitirdiklerini bilmeksizin...
Aramızda bilen çok insan vardır, Polis Şehitliğini. Bu şehitlikte büyüklerinin büyüklük gösterip yan yana yaptırdığı iki mezar vardır, ana kapıdan girince, hemen sağ tarafta üç-beş adım ötede. Diğerlerinden ayrı bir şekilde olduğu için hemen fark edilen.
Başlarındaki taşlarda ne doğum, ne de ölüm tarihleri olmayan, sadece Burcu ve Burak adları ile birer siyah kalp şekli vardır.
O mezara gelen herkes, onların genç yaşta, birbirine kavuşamadan, şehadet mertebesiyle(1) ahrette(1) el ele olduklarını içtenlikle biliyorlardı…
YAZANIN NOTLARI:
(*) Burcu; Güzel koku, ıtır. Ağaç tomurcuğu.
Burak; Peygamberimiz Hazreti Muhammet’in Miraç Gecesinde üstüne bindiği söylenen efsanevi at. Ayrıca; yıldırım, şimşek, parıldamak, ışıldamak anlamlarına gelen “Berk” kelimesinden üretilmiş isim.
Şehriban; Genelde kız çocuklarına, ancak erkek çocuklarına da konulan isim; “Şehrin büyüğü, ileri gelen, saygın” demektir.
(1) Ahret (Ahiret); Dini inanışa göre, insanın öldükten sonra dirilip sonsuza dek kalacağı ve Tanrı’ya hesap vereceği yer, öbür dünya. Bu dünyadan sonra gideceğimiz ebedi âlem. Kıyametten sonra tüm varlıkların toplanacağı yer.
Düztabanlık; Düztaban olma hali. Ayağın normalde olması gereken iç uzun kavisinin kaybolarak dışa doğru kayması ile söz konusu olan ayak deforme olması hali.
Enikonu; İyiden iyiye, etraflıca, akıllıca, adamakıllı.
Estetik; Neden. Sebep. İnsanda güzel duygusu uyandıran, güzellik duygusuna uygun olan, güzellik duygusuyla ilgili. Sanatsal yaratıcılığın, sanatta ve yaşamda güzel ve güzellik denilen kavramın bilimi. Güzeli araştıran bilim dalı
Fasıl; Bölüm, kısım, devre, dönem. Belli bir sürede gerçekleşen iş, durum veya olay. Türk Musikisinde bir icra şekli.
Gabi; Anlayışsız ya da anlayışı kıt, zekâ yoksunu, kalın (odun) kafalı, ahmak, budala, anlayışsız, bön, gerzek, geri zekâlı.
Gerzek; Geri zekâlının (zekâ seviyesi yaşından geride olan) kısaltılmışı, zekâsı yaşından geride olan.
Girdap; Anafor, Burgaç. Nehir, göl ve denizlerde su ya da hava (rüzgâr) akımının önüne bir engel geldiğinde, ya da iki akıntının karşılıklı olarak çarpıştıklarında dönmeyle meydana gelen dairevi hareket. (Anafor olarak; para vermeden, emek harcamadan, yolsuz olarak elde edilen şey).
Hınç; Öç alma duygusuyla yüklü öfke.
İlâh, İlâhe; Tanrı, Tanrıça.
İmpuls; İtme, itki, uyarı.
Kakavan; Bilgisiz, budala, kendini beğenmiş, sevimsiz.
Kalpazan; Sahte para basan, ya da basılmış sahte parayı piyasaya süren kimse. Yalanla, dolanla, hileyle, düzenle iş gören. Düzenci. Düzenbaz.
Ketum; Sır saklayan, ağzı sıkı insan.
Kibarca; Kibar bir kimseye yakışacak biçimde (Kibar; Düşünce, duygu, davranış yönlerinden ince ve nazik olan, değerli, şık, zengin).
Kudretten; Doğuştan, başlangıçtan beri.
Menhus; Kötü, uğursuz.
Merhale; Aşama, derece, evre. Konak, menzil.
Mertebe; Aşama, derece, rütbe, basamak, evre, safha.
Operasyon; Ameliyat İşlem. Elde edilecek sonuç için alınan önlem ve yürütülen işlerin tümü.
Senaryo; Tiyatro oyunu, piyes, film, dizi film vb. eserlerin sahnelerini ve akışını gösteren, göstermeyi esas alan, bu nedenle yazım biçimi, kurgulama, zaman, mekân ve diyaloglar gibi teknik açıdan farklı nitelikler taşıyan yazılı metin.
Şaşkın; Akılsız, sersem, budala, düşünceleri dağılmış, karışmış, ne yapacağını bilmez duruma gelmiş.
Şehadet (Şahadet); Şehit olma. Vatan uğruna, yüksek bir ilke uğruna ölme.
(2) Ahım Şahım; Beğenilecek, değer verilecek nitelikte olmak. Güzel.
Çiçek Bozuğu; Çiçek hastalığından dolayı, yüzü delik-deşik görünümlü olmuş. Çopur.
Çorap Söküğü Gibi; Başlayan bir iş veya birbirine bağlı birçok işin arka arkaya ve kolayca sürmesi ve bitmesi.
İlâhi Mabut; Kendisine tapılan Tanrı ile ilgili olan, Tanrıya özgü, Tanrısal. Her yönden eksiksiz, çok güzel ilâh, ilâhe.
Kıskançlık Abidesi; Kıskançlıkta aşırı boyutlarda iddialı olan. Aşırı hasetliği olan.
Medeni Cesaret; Girişken olmak, haksızlıkların karşısında dik durmak.
Şark Çıbanı; Genelde sivrisineklerle bulaşan bir parazitin yol açtığı, en çok doğu illerimizde görülen, tedavisi bir-iki yıl sürdüğü için “Yıl Çıbanı” da denilen çıban.
(3) Burnu Sürtülmek; Daha önce beğenmediği, yapmadığı, yapamadığı bir işi, bir durumu, bir şeyi bir süre sıkıntı çektikten sonra kabullenmek, kabul edecek duruma gelmek, kibrinden, gururundan, yanlışlığından vazgeçmek. Taşkın davranışlarının cezasını çekerek, güçlüklerle, başarısızlıklarla karşılaşarak ılımlı bir yol tutmak.
Cirit Atmak; Bir yerde çokça bulunmak, sık dolaşmak ve serbestçe davranmak.
Çirkefleşmek; İğrençleşmek, haddini bilmeksizin saldırganlaşmak.
Dikkatini Çekmek; Karşısındakinin gözüne batmak, fark edilmeyi sağlamak.
Haddini Bilmek; Neler yapabileceğini, gücünün ve yeteneğinin nelere yeteceğini bilerek onun ötesine geçmemek, ölçüsünü bilmek. Mevlânâ Celâleddîn-i Rumî’ ye sormuşlar; “O kadar yazarsın, o kadar okursun, ne bilirsin?” diye. Şu cevabı vermiş; “Haddimi bilirim!”
İliklerine Kadar Yağları Erimek; Telâş ve kaygı ile olağan ötesinde üzülmek. Üzücü bir durum doğacak, oluşacak diye kaygılanmak. Tehlikeli bir durumla karşılaşmaktan çekinmek.
İllet Olmak; Çok sinirlenmek, çok kızmak.
Varsaymak; Bir aklı yürütmede, bir tanıtlamada, bir varsayım, temel ilke, bir öncül olarak kabul etmek.
Yeğlemek; Bir şeyi, ötekilerden daha üstün, daha iyi, daha uygun görüp ona doğru yönelmek.
(4) Eğer birini seviyorsan, onu serbest bırak… Dönerse senindir, beklediğin üzere. Dönmezse zaten hiç senin olmamıştır! (KARAMSAR TİP İÇİN) (Derya SEVDE’den ALINTI).
(5) Kuzguna Yavrusu Anka (Şahin) Gözükmek (Görünmek); Herkesin kendi yarattığı şey, çirkin de olsa gözüne güzel görünürmüş anlamında olup buna benzer diğer sözleri şöyle tasnif edebiliriz; Komşunun tavuğu, komşuya kaz gibi görünür! Küçük suda büyük balık olmaz! Sabır acıdır, meyvesi tatlıdır! Sinek yavrusuna; ‘Kurban olurum o karabacaklara, beyaz duvarlarda yürüyorlar!’ dermiş. Kirpi yavrusunu; ‘Pamuğum!’ diye severmiş.”
(6) Sevmekten kim usanır, tadına doyum olmaz… diye başlayan Güftesi; H. Münir EBCİOĞLU’na, Bestesi; Teoman ALPAY’a ait Rast Makamında bir Türk Sanat Müziği eseridir.
(7) Mehtaplaşmak; Sevgiyle karşılıklı konuşmak anlamında yöresel bir söz. Ancak öyküde Şehriban; yaşamadığı için kıskançlık şeklinde; “Muhabbetiniz bittiyse” anlamında söylemiş olabilir!
(8) Fizan (Arapçası Fezzan), 19. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu'nda en çok korkulan bir sürgün yeriydi. Burası, bugün Libya olarak anılan ülkede eski Trablusgarp.
(9) Dünyada Ölümden Başka Her Şeyin Çaresi Var; Teselli amaçlı (Bence), değeri küçümsenecek bir söz. Örneğin ölüm kadar çaresizlik yaratan olgular olabileceği geçiyor aklımdan. Ya da ölümle her türlü çaresizliğin biteceği anlamını taşıyor, benim için. Ve bir şarkı; Dünyada ölümden başkası yalan… Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Mete ÖZGENCİL’e; Bestesi; Yıldız OSMANOVA’ya ait eserdir.
(10) Olay ve Olgu; Olay; Belirli süre içinde gerçekleşen, başlangıç ve bitiş zamanı ve yeri belli olan tek tek meydana gelen durumlar. Olgu; Bir takım olayların dayandığı sebep veya bu yol açtığı sonuç (Olayları bütün olarak anlatır). Soner YALÇIN
(11) Biz ayrılamayız… olarak ünlenen “Aynı bedende can gibiyiz” diye başlayan Kürdi Makamındaki Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Ayşe Birgül YILMAZ'a, Bestesi; Mahmut OĞUL'a aittir.
(12) Seni uzaktan sevmek, aşkların en güzeli; “Gel desem gelemem ki” isimli şiir ve şarkının bir dizesi. Eser’in Yaşar GÜVENİR’e ait olduğu, kendisinin meşhur ettiği, diğer bir kısım sanatkârlara da şöhretin bu tango ile açıldığı söylenmektedir.
(13) Ne olur, sormasınlar bana… diye başlayan “Kaç yıl geçti aradan ayrı ayrı, bitsin artık bu hasret buluşalım gayrı” ve “Vardır elbet bir sebebi” şeklinde Sezen AKSU sorgulama şarkısı.
(14) Ya Kendin Gel, Ya Da Haber Yolla; “Kara tren gözüm yolda, gönlüm darda / Ya kendin gel, ya da haber yolla… diye başlayan “Gözüm yolda” ya da “Kara Tren” olarak ünlenen Özhan EREN’e ait bir Anadolu (Eğer yanılmıyorsam Uşak) Türküsü.
(15) Ecel ayırsa bile, mahşerde buluşuruz… “Ellerim böyle boş, boş mu kalacaktı” şeklinde başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güfte Sahibi (Şekip Ayhan ÖZIŞIK olarak belirtilmekteyse de) bilinmemektedir. Beste; Şekip Ayhan ÖZIŞIK’a ait olup Nihavent Makamındadır.
(16) Kötü cevherli taş, altın kâseyi kırınca, ne taşın değeri artar, ne de altının değeri azalır. Şeyh Sadi ŞİRAZİ