Şair; “Hani bir sevgilin vardı...” diye başlayan şiirinin bir yerlerinde; “Seni sordu...” dedikten sonra “Bir suçlu gibi ezik, / Sana selâm söyledi.” deyip şiirini bitirmiş ya, Ecem Naz ile Ahmet’in yaşamı da şairin dizelerine benzer gibi, ancak onun dizelerinden biraz farklı idi.

Lise yıllarından, belki ondan öncesinde de bir elmanın iki yarısı gibiydiler, ayrılmaksızın. Ancak ve özellikle lise yıllarında, aynı sınıfta yaşayıp (öğrenim yapmak anlamı kastedilmeksizin) herkesin onları birbirine yakıştırdığı şekilde “Sevgililerdi!” demek ayıp kaçar belki, en iyisi “Çok yakın arkadaştılar!” diyeyim.

İkisinin de lise biter bitmez, ya da üniversiteye başlar başlamaz, hele ki ayni üniversite, aynı fakülte, bölüm her neyse onu beraber kazandıklarında mutlaka ailelerinin rıza göstereceği uygun bir eylemi gerçekleştireceklerine herkes inanıyordu.

Bu herkes içine arkadaşlarına ek olarak, okulun öğretmenleri, müstahdemleri(1), kız anne-babası, hatta kendileri bile emin gibiydi. Ahmet’in ailesinin bir bakıma hissedilen çekimserliği yanında oldukça varlıklı olması maddi bir sorun yaşamayacaklarının belgesi gibiydi, garantisi değil ama.

Şöyle bir varsayımın(1) bile hayallerinde olduğunu söylemek yanlış olmasa gerekti. Üniversite sınavlarında ola ki birinden biri başarısız olursa, diğeri onu bekleyecekti, mutlaka. Kazın ayağının öyle olmadığını(2) söylemem gerek, daha başlangıçta...

Ahmet, iddia edildiğinde yaya kalındığı görünse de uçarı(1) ötesinde uçarı ve her şeyden önemlisi hepimizin gözünde anne kuzusu idi(2).

Ve akan suların durulup durduğu tek yer ve konu bu kuzu olmanın doğasında idi. Annesi Ecem Naz’ın varlığını, oğlunun tasavvurlarını bilmesine rağmen, kendi kurgularının(1) daha önemli olduğu düşüncesinde idi.

Yıllarca devam eden bir birliktelikti iki gencin yaşadıkları ve buna rağmen sonlanamayan, The End(1), Ende(1), Fin(1), her nasıl denirse…

Üniversiteyi Ecem Naz’ı bekleme sözü veren Ahmet kazanmıştı, ancak verdiği sözü umursamaksızın kaydını yaptırmış, ilk bir-iki başlangıç heyecanı taşıyan mektuptan sonra, duran eylemde inkisar(1) egemen olmuştu Ecem Naz’ın yaşamına ve sonra hüzün...

Evet, hüzün; tüm varlığı ile Ahmet’e bağlandığını bilen (sadece hisseden değil) Ecem Naz için yaratılmış olmalıydı. Aslında hercai(1) değildi Ahmet. Eğer o kadar yıllık beraberliklerinde böyle bir vasfının olduğunu anlamamışsa bu Ecem Naz’ın doğrudan doğruya kendi kusuru idi.

Ancak Ahmet’in ana kuzusu olduğunu asla inkâr etmemesine(3) rağmen, annesine kendisini kabul ettiremeyeceği zavallılığının göstergesi idi ve sonucun böyle gerçekleşeceği de aklının ucundan geçmemişti(3).

Doğrusu Ahmet’in annesi için kimdi Ecem Naz? Peri padişahının kızı mı, bulunmaz Hint kumaşı mı(2), Pamuk Prenses mi, yoksa Kül Kedisi mi? Hiçbir şey, ya da hiç kimse...

Üstelik yıllar süren çok şeyi, şeyleri bildiği halde...

Ayrılışlarına en çok üzülen ve teselli etmek(3) dâhil elinden hiçbir şey gelmeyen kişi, Tıp Fakültesine giden Ahmet’in ağabeyi Erol’un olduğunu tahmin ediyordu Ecem Naz. Muhtemelen medeni cesareti(2) ile annesinin ısrarlarına itibar etmeyerek(3), belki de üniversite yaşamının gereği olaraktı tahmini...

Hayat bazen böyle soru işaretleri ile yüklü, kimi anlaşılır, kiminin aklından geçmeyecek, hakkından bile gelinemeyecek gibiydi, anlaşılmaz…

Ahmet bir vesileyle, belki sömestre tatili, belki ihtiyaçtan şehre gelmiş, her nedense? Sözüm ona, kalbinde yıllarca taşıdığını sandığı Ecem Naz’ı ne aramış, ne sormuş, hatta ne de ortalıklarda görünmüştü(3).

Duydu ve taş bastı kalbine(3) Ecem Naz, hülyalarının, düşüncelerinin, umutlarının yok olması nedeniyle. Sorduğu; “Ben nerde yanlış yaptım(4)!” ya da “Ben bu yanlışa nasıl sürüklendim, anlamadım, anlayamadım!”

Küstü hayata Ecem Naz, çıkmadı evinden, karanlık, pasaklı odasından, aydınlık yüzü de karardı ve hiç eser kalmadı o eski halinden(5).

“Kalemlerim, silgilerim karmakarışık,
Kitaplarım, kâğıtlarım pek sıkışık
Hepsi benle barışık...
Bilgisayarım,
notlarım bölük-pörçük
dizelerim sahipsiz, karışık mı karışık?

Düzensiz resimler hem orda-burda
bazısı birbirine yapışık
ama şık mı şık

hele bazı notlar kâğıtlarda
kırışık mı kırışık
(yüzüm gibi meselâ)

burası benim odam;
benim kimliğim...

Kapı mı çalındı?
Bir ses mi var dışardan, dışarılardan?

- Kim o?

Kimse yok,
hem hiç kimse

Sadece yalnızlığım
odamda
-pasaklı dünyamda-
duvarlarda,
çizgilerde,
dizelerde...
(6)

İnsanın doğasındaydı yaşamak, Tanrının izin verdiği sürece, ne fazla ne eksik…(7)

Çürük bir beden gibi yaşamaya zorunlu olarak, yeme, içme, uyuma şeklinde sürüklüyordu cismini ve şüpheli, dalgın, ne yaptığının farkında olmaksızın tükenmenin, tüketmesi gerekeni zorunlu olarak tüketerek yaşamını devam ettiriyor gibiydi Ecem Naz.

Babasının işte, annesinin komşuda olduğu bir gün, belki gerçekleşmesini isteyecek olsa da neredeyse kendisine pahalıya mal olacak bir gerçeği yaşamak zorunda kalmıştı.

Bir çay içimi için ocağa koyduğu su dolu çaydanlık kaynamış, taşmış, mutfağı sönen ocak dolaysıyla gaz kaplamış, neden sonra kokuyu hissetmeksizin ocağı tekrar yakmaya çalıştığında, bir bomba gibi patlayış, mutfak camını kırmış, bu belki de yaşamına devamını sağlamıştı, yaşamak istemiyor, böyle bir arzuyu taşımıyor olsa da...

Kendisi yan komşuda olan ve gürültüyü duyan annesi telâşla ayağa kalkıp evine komşu mutfağın penceresinden baktığında gördüğü manzara karşısında dermansızlıkla yığıldı mutfağın tabanına.

Misafirlikte olduğu, ikircikli(1) ev sahibinin yan odada çalışmakta olan lise öğrencisi Onur Cem ve annesi diken üstünde oturur gibiydiler(3).

Yaşına göre dalyan gibi(2) olan, o güne kadar birbirinin hiç dikkatini çekmeyen abla-kardeş oranındaki Onur Cem, fazla düşünmedi, komşularına rica ederek arabasındaki yangın tüpünü alarak, Ecem Naz’ın oturduğu evin kapısını omuzlayarak Ecem Naz’ın yanına koştu.

Öncelikle yangın söndürme tüpünden serptiği bir iki fiskiyeden sonra onu kucaklayarak yatak odalarından biri olarak tahmin ettiği yatağın üzerine bırakarak yangın tüpünün kalan tüm eczasını yangın çabasındaki tütenlerin üzerine püskürtme gayretini yaşadı. Ocak tüpünün patlamamış olması şans olsa gerekti.

Patlama sadece mutfaktaki gazın boşalmasına, camın kırılmasına ve bütün evi is kaplamasına neden olmuştu.

Ecem? Evet, Ecem de nasiplenmişti(3) doğal olarak. Solgun(1), durgun, nefes aldığını belli eden yüzünde yanık izleri belli idi. Altındaki pijamaya bir şey olmamıştı, ama üstü hasara uğramıştı. Memeleri taşmıştı sutyeninden alttan ve üstten.

Böyle bir ortamda cinselliğin aklından geçmesinden dolayı kendinden utandı Onur.

Pikeyi, üstünü örtecek şekilde örttükten sonra, hem araba sahibine, hem Ecem’in annesine, hem de kendi annesine ulaştı bir çırpıda(2) Onur ve hem de araç sahibine ricada bulundu kurulu bir makine gibi;

“Amca, arabayı çalıştır, Ecem Ablayı bir görsün doktorlar, hastaneye götürelim, ne olur, ne olmaz!”

“Anne sen kapıyı yaptır, komşulara haber ver, el elden, elinizden ne geliyorsa yapın, yaptırın!”

“Teyze sen de kızınla hastaneye gel. Bakarsın, ‘Nesin, Kimsin, nasıl oldu?’ diye hesap sorarlar, cevap veremem. ‘Annesiyim!’ dersiniz, ben amcaya haber ulaştırırım. Sizin için de herhangi bir şey gerekirse param-pulum var, hallederim(3), dert etmeyin(3)!”

Cem, arabanın ön koltuğuna oturmuştu, ana-kız ise yaslanma modunda arka kanepeye. Yolda ikide bir arkaya dönüp solgun yüzüne bakıyordu Ecem’in ve ilk gördüğünde aklından geçirdikleri, ya da gördükleri nedeniyle utanıyordu kendinden.

Evet, ergendi, gençti, özençleri vardı, ama bu yıllardır farkına bile varmadığı Ecem ablasına, fiziksel görünümünde duygusal bir yaklaşımının başlangıcı olabilir miydi?

Ne alâka? Birincisi dünya-âlem biliyordu(3) onun sevgilisinin olduğunu, o halde araya girmeyi düşünmek bile hatalı, ya da yanlıştı.

İkincisi; o üniversiteyi kazanamamıştı, ama arzuluydu, bu bir bakıma yüksek tahsilli demekti.

Oysa kendisi ancak liseyi bitirecek kadar izinliydi. Sonrası? Herhalde yakın akrabalardan birinin tamirci dükkânında çırak-kalfa-usta olarak yaşamını yitirecekti, yakıtlı-yağlı-isli-pisli-kirli tulumlar(1) içinde olacaktı. O halinde kim bakardı ki onun yüzüne?

Ve en önemlisi üçüncüsü idi; ablalık pozisyonu gibi...

Aralarında en az beş, bilemedin üç yaş fark vardı, abla lehine ve ölüm sıralı değildi ve kendisi abla dediğinin kendisinden önce ölmesine rıza gösteremezdi! En iyisi başlamayanı başlamadan unutmaktı, bitirmekti daha başlamadan da denilebilir.

Peki, Onur’un yaşadığı sevgi miydi, bir bedeni, solgun bir yüzü görmekle, arzu mu? İnsan, yıllardır tanıdığı, karşılaşıp selâmlaştığı, sadece “Merhaba!” sözleri dışında tanımadığı birine, durup-dururken, bir kahramanlık sayılacak hareket ertesinde nasıl âşık olabilirdi ki, eğer düşündüğüne, yaşadığına aşk denir, denilebilirse?

Bu ergenliğinin, fiziksel duygularının, farkında olamadığı birikmişlerinin bir taşkınlığı, sonucu olabilir miydi?

Gücü olsa, şu güne kadar hiç aklından geçmeyen aşk konusunda cesur olabilirdi ona karşı, hatta savaşabilirdi de o aşkı hak etmek için.

Evet; hiçbir savaş berabere bitmezdi, o halde mutlaka kazanmalıydı, zihninde toparlamakta zahmet çektiği tüm aykırılıklara rağmen. Kaybetmek endişesi değil, düşüncesi bile yer etmemeliydi zihninde, ama nasıl?

İnsan düşünürken de yoruluyordu, tek farkla ki Onur, böyle bir yorgunluğu o güne kadar hiç yaşamamıştı.

Geriye döndü, hıçkırık, ya da “Ah!” sesi üzerine. Kendine gelmişti Ecem, gözlerini açmış, dikiz aynasından yüzünü görme çabasında gibiydi.

Yaşamında ilk kez böylesine güzel gözleri görmediği için kendisine lânet etti Onur. Üstelik yıllar yılı, kapı bir olmasa da, yan yana komşu çocuğu olarak. Ecem kendisinin doğumuna, belki sünnetine bile gelmiş olabilirdi, ama şimdi akıllı mıydı, ya da aklı başında mıydı?

Yaşlı şoför fark etmiş olmalıydı Onur’un davranışını, dikiz aynasını Ecem’in kendisini görebileceği şekilde ayarlamaya çalıştığında, sesi bir feryat gibi yükseldi Ecem’in, şoför dâhil her üçünü de irkilten;

“Allah'ım, ne yaptım ben sana, asi mi oldum, gerekliliklerinden mi uzak durdum, hak mı ettim, neden cezalandırdın, yaktın bu dünyada beni? Yanına gelseydim ben başıma, cehenneminde yaksaydın beni, olmaz mıydı?” Yaşlı şoför cevaplamak gereğini hissetti;

“Sus bakayım, hanım kızım! Beterin beteri var(8)! Hem gün doğmadan neler doğar? Allah’a isyankâr olma güzel kızım!”

Yanlıştan, yanlışlıklardan dönmek erdemdi(1), ama Ecem Naz’ın ne böyle bir erdeme ihtiyacı, ne de gayreti var denebilirdi. Gözyaşları önce kendiliğinden süzülmeye başladı, yanaklarındaki yanıklar gözyaşlarıyla dağlanınca(3), sessiz gözyaşları, kanayan bir yaraya tuz basılmışçasına canını yaktı, canının yanmasına belki de aldırmaksızın hüzünle ağlamaya başladı, durmadan, nefesi kesilmeden, hastaneye ulaşıncaya kadar.

Onur ne yapması gerektiğini bilmez gibiydi. Yanında olsa, başını dizi üstüne koyar, gözlerini açmasını bekler, içinden geçtiğince sevgi dolu olacağına inandığı düşüncelerini yoğunlaştıracağı sözlerle teselli etmeye çalışırdı onu.

Sevgi dolu düşünceler mi? Bu güne kadar böyle bir şey yaşamamıştı ki! Bu; ergenliğinin gizlemeye, saklamağa çalıştığı bir iştah olmasındı sakın?

Kişi; yaşı-başı ne olursa olsun, yasak ya da yanlışlara el uzatma gayreti yaşamamalı, kendisine karşı da, karşısındakine göre de dürüst ve saygılı olmalıydı. Tekrar düşünmeye, daha doğrusu olmadık hayallere yönlendirdi kendisini, kulaklarını, dudaklarını ve gözlerini kapatarak...

Gerekli tedavileri yapılıp da odasına döndüğünde bir mumya(1) gibi sarılıydı Ecem, tek gözü, burnu ve ağzı açık! Kolunda sehpalı bir serum şişesi ve tekerlekli bir sandalye ile gelmişti odasına.

“Odasına” denilene bakılmaması gerek, cümle âlemin(2) yattığı, kısacası 8-10 hastanın yattığı koğuşa. Herhalde yatmak için özel odaya tercihleri, ekonomik sınırlandırılışları, yoğun bakıma da doktorların kanaatleri uygun görülmemiş olabilirdi.

Köpeklerin ihtiyaç giderdiği bir ağaç gibi(!) dikili kalmıştı Onur orada, oda kapısının önünde, hareketsizdi. Ecem’in anne ve babası;

“Sağ ol oğlum, derslerin vardır, hadi git, biz kızımıza mukayyet oluruz(3)!” demelerine rağmen yerinden kıpırdamamakta direniyor gibiydi. Ne zamanki o tek gözünü açıp, kıpırdamaya ve ses çıkartmaya mecali olmayan(3) dudaklarını sadece açıp-kapatıp sargılı eliyle “Git!” dercesine gibi işaret yapmış, kendisini ihanete uğramış gibi hissedip(3), istemese de kendine yönelmişti.

Aklı başında değildi Onur’un. Okuyamazdı, yükselemezdi bundan böyle. Yaşamla ilgili tüm kurguları değişmişti. İsim veremiyordu duygularına. Zaten rızası yoktu ailesinin, hissettiklerine göre, özellikle babasının...

Okulunu bıraktı Onur, hemen tamirci çırağı oldu olayın ertesi gününde...

Öncelikle düşündüğünün, sonrasında ise kurguladığının ve en sonunda da yaşadığının, ya da yaşamak istediğinin yanlış olduğunun farkına varmamak için direniyordu Onur.

Her sabah erkenden kalkıyor, bir kez Ecem’in yaşadığı evin pencerelerine bakıyordu. Pencerelerin ve perdelerin kapalı olması onu kahrediyordu. Çünkü bu, onun hastaneden henüz dönmediğinin tescili gibiydi.

Ev, o yangın tehlikesinden sonra tamamen boya, badana yapıldığı için, dışarıdan tozun içeriye girmemesi dikkate alınarak, belki onun göreceği vakitlerde, boya-badana kokusunun yok edilmesi için açık tutulabiliyor olabilirdi.

Evin kızı hastanede, anne-baba, yatıdan-yatıya evlerinde olduklarından perdelerin ve diğer gerekenlerin hemen yıkanıp asılmaları düşünülemezdi.

Belirli bir zaman sonunda perdeler indirilmişti. Akşamları, daha doğusu gecenin oldukça ilerlemiş bir iş bitirme vaktinde Onur yorgun-argın(2) eve dönerken aynı pencereye bakıyor, nadiren ışığa rastlıyorsa da, pencerelerin perdesiz olması gözlerinden kaçmıyordu, çünkü özlem alışkanlık olmuştu, düşüncelerinde, fiziksel yorgunluğunun ötesinde, hissettikleri ruhen yormağa başlamıştı kendisini.

“Asla!” yıpratıcı bir kelimeydi indinde, ona kavuşmak anlamında.

Ve en kötüsü çocukluktan çıkamadığının henüz farkında değildi, ergenliği söz konusu ediliyor olsa da...

Bir gün, bir hafta sonunun evvelinde, karanlığın oldukça ilerlemiş bir vaktinde, her daim(2) karanlık olan onun evinin ışıkları çekti dikkatini tül perde aralarından.

“Yeteneğim olsa, bir şeyler çalıp, ona içimdekileri söyleyebilseydim, tıpkı serenat(9) gibi” diye mırıldandı kendi kendine üstelik bu çapaçul(1), pasaklı, yağlı-pisli tulum, eller, yüzler ayakkabılarla, meselâ şöyle;

“Kemanımın sesini işittiğin zaman
Anla -ki sanadır- kederli seslenişi
Yeşil pencereni aç da gülümse bir an
Parlamağa başlasın, bahtımın güneşi.

Yeşil gözlerini kaldır, semaya bir bak
Güzelliğine şahit ayı göreceksin
Sana ulaşmak için geldiğim yer uzak
Bir gülüşünle beni sevindireceksin.

Kemanımın tellerinde sensin yükselen
Çaldığım içli melodi senin içindir
Bir çiçek at ne olur, yeşil pencerenden
Bir pembe güle, hayatım-ruhum senindir.

Kumral saçlarını omuzuna dökerek
Gel, zulmet gecelerini unuttur bana
Yedi iklimden getirdim kucakla çiçek
Sunmak istiyorum, işte geldim kapına.

Aşkın büyüsü olan zülfündeki her tel
Vaat eder ve çeker beni istikbale
Gel, her gülüşünde bir gonca açan güzel
Yalnız senin içindir, gördüğün şu hâle.

Karanfil dudaklarından düşen her hece
Tatlı bir ümit kaynağıdır benim için
Biçare gönlüm hasret, yıllardır sevince
Lütfet! Ersin muradına sayende senin.

Kemanımın sesini duymadığın zaman
Anla -ki sanadır- hicran dolu sitemi
Hayal ufuklarımda sen, elimde keman
Ümitle gidiyorum bak, geldiğim gibi!”
(10)

Onur’un annesi onun bu yaşam birikiminden tiksinmiş(3), kapıdan girer-girmez soyunması, dökünmesi(3) için birkaç ayaklı askıyı hemen girişe koymuş, ara giriş için eşofmanlarını da oraya asmıştı. Yaz-kış gerçekten bu eşofmanlar eve giriş izni içindi!

Eve girdikten sonra adımlama süresi, banyoya kadardı, o eşofmanlarla. Banyoda gazyağı, benzin, tiner, aseton, Arap sabunu, şampuan gibi gerekliliklerle gerekli işlemler yapıldıktan sonra ancak yeme-yatma pozisyonu izni olabiliyordu, Onur’un.

Sabahlan işe gidiş mi? Tersine tebbet(11) bir yaşam olarak şekilleniyordu. Sıkıntısı; hafta sonları yoğun bir iş temposu içinde olması dolaysıyla, Ecem Nur’a anında görüntü verip “Geçmiş olsun!” diyememekti.

Aşk denilmese de özlem damarlarının tümünde belirgin bir şekilde görünür gibi zonkluyordu(3)!

  İş yerinden izin aldı, yarım günlüğüne de olsa sabahtan. Ancak sabahlarda temiz-pak olabiliyordu, yağlı tulumunu giymeden önce. Aklına koydukları için heyecanlıydı, daha sabah ezanında hazır olmuştu.

 Sonra geçmek bilmemişti saatler. Yaşama küskün olmaması gerekiyordu, küskün olduğunu bilmesine karşın.

İlerleyen saatlerde bir çiçekçinin açılmasını bekledi. Okula giderken öğretmeni çiçeklerin, kitapların, gözlerin, eylemlerin dilleri olduğunu öğretmişti. Bu nedenle kırmızı güllerden bir demet, başlığında “Aşk” olan bir kitap ve aklının ucundan bile geçmemiş olsa da fırının önünden geçerken kokusuna dayanamayıp simit aldı.

Uyandığını, hiç olmazsa, ya da en basitinden uyanmak üzere olduğunu düşündüğü Ecem Naz’ın evinin kapısını çaldı işaret parmağının sırtıyla, hafifçe hem.

Annesi açtı kapıyı, hayret etmedi kadıncağız.

“Geçmiş olsun, demeye gelmiştim, gecikmiş olsam da!” diyen Onur Cem’in sözlerine karşılık, yaşlanmamış, ancak kızının durumu nedeniyle üzgün yaşlanmış olan anne;

“Buyur kahraman!” dedi, ince bir zekâ ürünü(2) olarak, yaşının gereği.

“Herkesin canla-başla(2) gerçekleştirip yaşayacağı bir olay için, beni şımartmayın(3) lütfen!” diyerek yöneldi evin merdivenlerine.

Ev daha önceden de bildiği gibi kendi evleri gibi aynı müteahhidin elinden devşirilmişti(3), iki katlı olarak. Alt kat kirada, üst kat bağımsız merdivenlerle kendilerine aitti, şirin, bir kooperatif eliyle yapılmış gibi, arka tarafında ufak bir bahçe ile.

“Kalk benim sünepe(1) kızım! Onur Cem, sana ‘Geçmiş olsun!’ demeye gelmiş!” dedikten sonra;

“Ben size çay demleyeyim!” diyerek mutfağa yöneldi.

Ecem Nur gözlerini açma modundayken onun şeklini ve hareketlerini dikkatle ve hatta özlemle gözlemledi Onur.

Yüzü çilli, burnunun bir kenarı eksik gibiydi. Bir gözünün kirpikleri, kaşı yoktu, dudakları darbesizdi! Halinden utanıyormuş gibi açtı gözlerini Ecem Nur ve sonra hayretini gizlemeksizin;

“Bana mı?” dedi.

“Buraya geldiğime göre, tabii ki sana!”

“Neden?”

“Sevgimden, sonsuz sevgimden…”

“Kahramanımsın, belki de yaşamımı sana borçluyum, ama alay edilmeyi de, hak etmediğime inanıyorum!”

“Peki Ecem Naz! Sevmek haksızlık mıdır?”

İlk kez; “Abla” demek yerine adını söylemek gereğini hissetmişti, ya da duyguları öyle söylemesi için yönlendirmiş olsa gerekti kendisini. Analı-kızlı “Kahraman” tezahüratı ile karşıladıklarına göre, devam etmesinin zorunluluk olduğu düşüncesindeydi.

“Eğer kişi hak ediyorsa, hak edene!”

“Hak etmiyor muyuz?”

“Hak ediyor muyuz, ya da kısaca, hak ediyor muyum?”

“Cevaplamak isterim, Mademki; ‘Kahramanım!’ diyorsun, sarıl, ödüllendir beni, ben de seni cevaplayayım!”

Elindeki simitleri, annesine vermiş olduğundan, çiçekleri ve kitabı yatağın yanındaki etajerin üzerine koydu. Ecem’e zahmet olmasın, kendisine rahatça sarılsın diye diz çöktü Onur Cem. Ecem Naz;

“Kahramanım!” diye kendisine sarılırken; Onur; “Seni seviyorum!” deyip dudaklarından öptü onu, gözlerinin hayretle açılmasına aldırmaksızın.

“Ne yaptığının farkında mısın sen? Beni bu halde görüp de yanlışlık yapman, hem hoş, hem de hiç uygun değil! Yaptığının sevgi değil, acıma olduğunu hissediyorum, teselli anlamında…”

“Kesinlikle acıma değl, sözlerin beni şüpheye düşürdü, belki yaşadığım aşk olmayabilir, ama seni fiziksel hiçbir görüntüne önem vermeksizin sevdiğimi, sevmekte de geciktiğimi bil! Sen, seni sevmediğimi iddia etsen bile, eğer ki benim olursan, tüm içtenliğimle seni son zerreme kadar tükeninceye kadar seveceğimden emin ol, lütfen!”

“Ama ben seni sevemem. Dağarcığımda sevgi yok çünkü. Öncesinde tüm sevgimi, gönlümü, ruhumu verdiğime inanıyorum. Sana vereceğim hiçbir şey yok, senin için yönlendirebileceğim bir şeyler de...”

Aslında daha doğduklarında ikisi de birbirlerinin içindeydi isimlerinde, fark edemedikleri. Onur Cem içinde Nur, Ecem Nur içinde de Cem vardı. Bu yaşamları için belirgin bir reçete, açık bir gerekçe olamaz mıydı?

Direndi Onur Cem. Üstelik sevmeye arzulu, gayretli değil, muhtaçtı. Belli etmese de, belli etmek istemese de, hatta kendini kendinden saklasa bile onun şekli-şemaili(3) umurunda değildi.

Onu sevdiğinin farkındaydı, kendine karşı dürüst olması gerektiğinden, başlangıçta düşüncelerine, benliğine cinsellik egemen gibi görünse de. Bu düşünce gönlünde şimdi iteklenmiş, yok olmuştu, itiraf etmesi (belki) zor olsa da, gerçeğin önüne kim geçebilirdi ki?

O düşünürken Ecem Naz dillenmişti tekrar;

“Aramızdaki yaş farkının da sorun yaratmayacağı düşüncesinde misin, hani meselâ sana ‘He!’ demiş olsam?”

“Asla! Benim olman şart değil, ama ömür boyu dizinin dibinde kalmama, ikimize de yetecek kadar seni sevmeme izin ver. Elini tutayım, gözlerinde bana bakayım, kulağına ses, diline hem söz, hem tat olayım. Kovma beni!..

İstersen askere gideyim, yaşım gelir-gelmez! Düşün iki yıl boyunca. Unutursun o zaman! Belki de uzak bir yerlere gidip yok oluşum nedeniyle unutmak zorunda kalırsın beni, o zaman hayatını yaşarsın, istediğin, arzuladığın gibi. Ama beni yaşamım boyunca sensizlikle cezalandırma, lütfen! Bu cezayı hak etmiyorum, lâyık değilim!”

“Bu sözler, güzel diyeceğim, belki de okuduğun kitaplardan çalıntılar olduğunu iddia etmem mümkün sözlerle beni ikna edebileceğini(3) mi sanıyorsun?”

“Sözlerimin herhangi bir eserde geçtiği düşüncesiyle beni haşlamak(3), azarlamak, sitemlerle boğmak(3) arzuna ‘Hayır!’ demek isterim, ama gücüm yetmez. Dün başımı eğip, boynumu bükmek kararımdı, şimdi yanıyorum, yaşıyorum ve yaşayacağım da, beni istemesen de, kabul etmesen de!”

“Bu çirkinliğime rağmen?”

“Yüz güzelliği mi önemli, gönül güzelliği mi? İnsan benim gibi seviyorsa, gönül güzelliğini(2), iç güzelliğini(2) göz ardı etmek mi gerek?”

“Peki, düşünme sürem ne kadar?”

“Hiç! Bundan sonra geçecek her dakika, her saniye fuzuli bir kayıp, yanlış bir tükeniş olacak ikimiz için de!”

“Peki, genç adam! Hayatımı bana bağışlayan kahramanım! Senin olacağım, ama seni sevmemi bekleme benden! Sevgiler tükendi yüreğimde, yeniden ürer mi bilmiyorum!”

“Ben seni beklerim, ama yaşamını sağlamana yardımcı olduğum için minnet duygularıyla değil, sevebileceğin umuduyla!”

Ecem’in annesi kim bilir kaç kez kapıya kadar gelip, seslerinde özlemlerini duyup, geriye dönmüştü? Çay kararmış, yeniden demlenme beklentisinde olmalıydı çaydanlık.

Kızının; “Peki!” sözü yaşlı kadının mutfağa tekrar gidip çay demlemesi demekti.

Cem kucakladı Ecem’i, incitmek istemeksizin dokundurdu dudaklarını ona. Ecem ne kaykıldı(3), ne de geriye çekildi, sarılmadı bile hatta…

Odasına döndü Cem ve yeni dizelerini sıraladı iştahla, sevecenlikle;

“Bir pasaklı odam vardı
Kızdığımda; yumrukladığım
Sinirlendiğimde; bağırıp, çağırdığım
Bunaldığımda dertlerimi,
hüsranımı, hicranımı paylaştığım…

Bir pasaklı odam vardı
İçine sığmadığım
ama sığındığım…

O;
Şimdi yok!
(12)

Kararlarını bir aile ziyareti ile birbirinin ailelerine anlattılar. Tepki içermeyen bir;

“İyi düşündünüz mü?” sözünden başka bir söz çıkmadı ailelerin ağızlarından.

Bir de oğlan tarafı, “Gelin bize gelsin!” demiş, “Oğlan iç güveyi(2) olmasın!” eklentisi ile. Cem askere gidecek olması dolaysıyla “Şimdilik kaydıyla iç güveyi” olmanın sorun yaratmayacağını anlatmış ailesine.

Ecem, görüntüsünün yarattığı ahenksizlik, belki de görünüşünün iticiliği nedeniyle düğün-dernek(2) ve o tantanayı(1) istememişti, sade bir nikâhla karı-koca olmuştu Cem ve Ecem. Onur, mutluluğu ile hemen o anın ertesinde bir şarkıyı terennüm etmeğe çalıştı, daha yüzükler takılır-takılmaz;

“Dualar eder insan, / mutlu bir ömür için / sen varsan her yer huzur, / huzurla yanar içim / Çok şükür, bin şükür, / seni bana verene…” (13)

Mutluydular sanki hiçbir şey kendilerinin ulaşmak istediği mutluluğu engelleyecek gibi görünmüyordu. Askere celp emrinin(2) adreslerine ulaştığı gün, bir bebeklerinin olacağının müjdesini de aynı gün almıştı, asker ve baba adayı Cem!

Tantanasız bir asker uğurlayışından sonra Ecem çıkmaz olmuştu evinden pek! Mutlu olmasa da mutlu ettiği biri vardı, kendisini seven, koruyan; “Kocam, Eşim” dediği. Bu, onun da mutluluğu, sevinci, coşkusu, heyecanı sayılmaz mıydı?

Çok nadiren de olsa dışarıya çıkmayı bırak, evinin penceresini açarken bile peruğunu takıyor ve peruğu takmasına rağmen, her ihtimale karşı yaşmakla(1), eşarpla, başörtüsüyle, bürümcükle(1) yüzünü de kapatıyordu.

Bu; kendini saklamak olsa gerekti. Kocası dışında kimsenin kendi yüzünü görmesini istemiyordu.

Onun bu tavrı Cem’i üzüyordu. Tıpta teknoloji ilerlemişti, her türlü estetik(2) ve plâstik cerrahi(2) revaçtaydı(1), içine kapanmak yerine, penceresini dünyasına açmasını istiyordu.

Dediği; “Senin neşen, sevincin, mutluluğun için evimi satmak dâhil her şeyi yaparım!” idi. Ancak karşılığını ilginç bir şekilde almıştı;

“Anne olacağım, bunun dışında hiçbir isteğim yok Allah’tan. Bu da ikimizin mutluluğu, sevinci, neşesi olacak!”

Askerlik görevi için önce kısmen yakınlara, sonra oldukça uzak bir yerlere gitti Cem, komando olarak.

Ecem, ardı arkası kesilmeyen mektuplarla mutlu oluyordu, başlangıçlarda “Er mektubu, görülmüştür” damgalı mektuplarda sevgi cümlelerinin artanı olarak; “Kestane kebap, acele cevap” yazmakla birlikte, daha sonraki içinden geldiğince yazdığı mektuplarından birinde; “Sen yazma bir tanem, ben senin duygularını da hazmedip(3) senin adına da donatacağım(3) satırlarımı!” demişti.

Günlerden bir gün;

“Gözümüz aydın, bir oğlumuz oldu!” diye iki satırlık telgrafi alan komutanı, odasına çağırdı onu. Yol uzun, yollar uzaktı, bu nedenle yol hariç beş gün izin verdi komutanı ona;

“Git, gör çoluk-çocuğunu ve sağlıkla geri dön!” diyerek, “Gözün aydın!” izni verdi.

Heyecan içindeydi ve bu heyecanının ona belki de pahalıya mal olacağı aklının ucundan bile geçmiyordu.

Akşamın karanlığı şehrin üzerine inmek üzereyken bindi şehirlerarası otobüse, arkalara doğru, teker üstünde bir yer bulabilmişti. Önemli değldi oturduğu yer. Gidecek, oğlunu sevgiyle kucaklayacak ve tekrar geri dönecekti, kutsal görevine. Mutlu, umutlu ve heyecanlıydı.

Şehir garajından çıktıklarında akşamın karanlığı da gece yolculuğuna başlamak, şehri ve yolları örtü gibi kaplamak üzereydi. Otobüsün iç lâmbaları bir-iki dakika yakıldıktan sonra, hatta şehirlerarası yola çıkar-çıkmaz söndürülmüştü.

Şoför, enerji tasarrufu yapıyor olsa gerekti zahir(1)!!! Oysa ya şarj dinamosunda(2) bir aksaklık vardı, ya da şoför kısa huzmeli(2) farlarla gitmeyi uygun görmüştü. Zayıf aydınlatma dikkatini çekmiş olsa da üstünde durmamayı(3) yeğledi Cem.

Acele işe şeytan karışırdı, adını-sanını bilmediği firmanın bileti cebinde, içindeki tekerleme; “Pindik bi âlâmete, gidiyok gıyamata!” Ya da tercümesi diyebileceğimiz şekilde; “Bindik bir alâmete, gidiyoruz selâmete!” çirkinliğindeydi(1).

Nitekim de öyle oldu.

Otobüs dar bir virajı döndüğünde, yola dizilmiş taşlar nedeniyle durdu. Biri ön kapıdan, diğeri arka kapıdan giren iki şaki(1), haydut, eşkıya(1), her neyse silâhları ile otobüse bindiler.

Biri de aşağıda bekliyordu gelenlerden. Otobüse binenlerden biri bozuk bir Türkçeyle;

“Canınıza kastımız yok, paraya ihtiyacımız var, sizlere gerekli olmayan neleriniz varsa; para, pul, cep telefonu, ziynet, bilgisayar bize vereceksiniz ve sizi yolunuza salıvereceğiz” dedi.

Yüzleri kar maskeleriyle kapalı, elleri eldivenli, birer elleriyle “Keleş” denilen “Kalaşnikof(1)” silâhlarını tutarken diğer ellerindeki torbalarla biri arkadan öne, diğeri önden arkaya doğu ilerlemeye başladılar.

Arkadan ilerleyen şaki, Onur Cem’e yaklaşıp da torbasını uzattığında ve “Ver!” dediğinde, komando olmasının ve seslerinden karşısındakilerin genç olduğu ve ufacık bir açıklarını yakaladığında üçüyle de baş edebileceğinin düşüncesini yaşarken, belki de evine ulaşınca yaşayacağı mutluluğun da sarhoşluğu ile;

“Param da, yok cep telefonum da, olsa da zaten vermek için gönüllü olmazdım!” deme cesaretini de yaşamıştı sözlerinin beraberinde. Nihayeti askerdi, onların ellerinde silâhları varsa, kendisinin de yüreği vardı, şartlar eşit olsaydı, dimdik dikilebilirdi de karşılarına.

Ancak otobüste çoluk-çocuklular, kendisi dışında bir sürü insan vardı. Tüm sorumluluğu hemen yüklenmesi mümkün değildi, pusuya yatmalı, karşısındakileri aşağılayarak(3) kendini otobüstekilerden ayırmalarını sağlamalıydı.

Kendisine torba uzatan sesin gençliğini, çocukluğunu, hatta bir genç kız olabileceğini hissedince cesareti iyice pekişmişti(3), yeter ki düşüncelerindeki gibi, otobüs yolcularından bir tekinin bile burnu kanamasın, üçünü birden görebileceği bir ortamı yaratabilsin, yaşasın.

Bu nedenle onların zıddına gidecek(3), öfkelendirecek sözleri arka arkaya tekrarlaması avantaj yaratabilirdi kendisine;

“Elinizdeki keleşlere mi güveniyorsunuz?”

“Daha önceki dünyaya gelişinizde kadın mıydınız? Doğrusu kadın elbiseleri bu korkak halinizde çok yakışırdı sizlere! 'Biri ‘Höt!’ dese ödünüz bilmem nerenize doğru kopacak!”

“Gece vakti yol kesmek...”

Sözünü tamamlayamadı, yanındaki gencin dipçiği kafasına inmişti, ancak gene de o dipçikten farksız olarak dipçik gibiydi;

“Sus lan!”

“Allah'a bir can borcum var, alsanız ne olur, bıraksanız ne olur?”

“Sus lan, in aşağı!”

Çocuğun sesi iyice incelmişti, göğüslerinin kalkıp-inişi fark ediliyordu. “Sen topla!” dedi önden arkaya doğu ilerleyene ve kendisiyle birlikte otobüsten indi ve emretti;

“Kollarını ensene daya, diz çök!”

Cem’in ikinci aşama için sadece sabırlı olması gerekliydi.

İşlerini biüren en son eşkıya sona bıraktığı şoförün cep telefonunu aldı, otobüsün bagajını açtı, bir şeylere baktı, bir şeyleri yerleştirdi, telefonu şoföre geri verdi, yolculardan biriyle şoförün taşları kenarlara toplamasını izledi ve;

“Ola ki TC’ye haber vermeğe kalkışırsanız otobüs bum! Malın da gider, yolcuların da, ses etme, geç yerine ve git!”

“O yolcu?”

“O bize emanet! Bizimle kalacak! Ne kadar süre, ben de bilmiyorum!”

Otobüs hareket etti. Telefonu şoföre veren en önde, kalaşnikofunu kendisine doğrultmuş olan diğeri yanında, çocuk dediği ise mesafeli bir şekilden arkadan ilerliyordu sessizce, kendisi elleri boynunda yürümeye devam ederken.

Olayı plânlayanlar dolunayı özellikle beklemiş olmalıydılar!

Bir keçi yolu, bir mera ve bir hendek...

“Ya şimdi, ya da asla!” diye geçirdi Cem, uygulamak istediği hareket için. Ellerini indirmesiyle birlikte arkasından gelen, dikkatinin dağınık olduğuna inandığı çocuğa doğru atladı. Onun tüfeğini elinden almaksızın, onun eliyle çevirip karşısındakilere ateş etmeye yeltendi(3).

Çok az da olsa, saliseler kadar bir zaman gecikmişti, genç çocuğu kendisine siper almasına rağmen, yanında yürüyen şaki, önce genç çocuğu otomatik olarak mermilerle delik deşik donatarak hesabını görmüştü.

Mermiler güçlüydü, genç çocuğun bedeninden gücünü yitirmiş olarak da olsa geçen, ya da azat edilmiş mermilerin birkaçından da nasiplenmişti Cem. Hem bedeninde, hem de ayağının hissedemediği bir bölümünde.

İşlem ya bitecek, ya da bitecekti. Öndeki herhalde genç çocuğun silâhından çıkan mermilerden nasibini almış(3), yanda yürüyen ise hırsını alamadığı kin dolu gözlerle silâhına ikinci şarjörü yerleştirme gayretindeydi. Cem;

“Ya Allah!” deyip, çocuğu siper etmeye devam ederek ve onun kolunda, kendi eliyle tüm mermileri saydırdı, gecenin sessizliğini bölmesine aldırış etmeksizin, hem yanında gelene hem de önde yıkılmamakta direnen karşısındaki, en önde gidene. Efeler gitmiş, sessizlikte cesetler kalmıştı, “Leş” denilen, keleşle bağlantılı olarak.

Boşalan tüfek bir-iki kez çıtladı, yerinden doğrulup, sürünerek de olsa, her bir şakinin yüzlerini açıp, solgunlaşmaya başlamış, gözleri muhtemelen hayretle açılmış, 'Biz nerde yanlış yaptık?” dercesine gibiydiler, hepsi de yüzlerinde ayrı ayrı.

Öldürdüklerinden birinin poşusu(1) ile ayağını bağladıktan sonra, torbalardan emniyet kilidi olmayan cep telefonlarından birini aldı, jandarmaya ve polise ayrı ayrı telefon etti, telefonun saatine bakarak ve yola doğu sürünme gayretini yaşadı.

Gelenlerin gördüğü, yarı baygın değil, neredeyse göçmeye yakın tam baygın bir vücut, cevap verilemeyen sorular, cesetlerin yönünün işaretlenmesiydi, kan kaybı nedeniyle.

Zaman durmamış, olaydan haberdar olan komutan, onu önce bir ambulans helikopterle en yakın hastaneye ulaştırmış, ilk bakım ve tedavi sonrasında uçakla şehrine gönderilmesini sağlamıştı.

Bu zaruri idi, çünkü gereken bir büyüklükte operasyona(1) ihtiyacı vardı. Bunun için de en uygun yer başkentti.

Aslında; “Su gibi akıp geçerdi hiç geçmeyecekmiş gibi duran zaman…(17) sonunda, sonucunda sevilene kavuşmak varsa. Bu nedenle insanın umudunu yitirmemesi gereklilikti, Cem’in yaşadığı gibi.

Yaşamda bir şeylerin bitişi, ya da bitmek üzere oluşu; en basitinden böyle bir ihtimal başka bir şeylerin başlamasının sebebi değil midir?

Kendi kusuru, ya da cesaretinin, insanları sevmesinin, teröre, yanlışlıklara karşı yaradılışının bir sonucu idi Cem’in yaşadığı...

Askerde çürüğe ayrılmak(3) zül(1) idi, ama bundan sonraki yaşamı için neden şükran duymasındı(3) ki Tanrısına? Hem mutlu olmayı yarına, yarınlara bırakmak, karşıya geçmek için nehrin durmasını beklemeye benzemez miydi ki, nehirler asla durmaz, akmağa devam ederlerdi(15). Değil mi?

Lohusa yatağında olmasına rağmen, eşinin durumunu bilmesinin en doğal hakkı olduğunu bilerek karısına haber vermeyi de unutmamıştı komutan. Ama hemen değil, ameliyat ve tedavi ile sonuçların kendisine ulaşacağı vakte kadar.

Oysa bir anne, bilmez miydi ki çocuğunun babasının, çocuğunun doğumundan haberi olmasına rağmen sessizliğini korumasının bir yanlışlık olabileceğini?

Her ne kadar askeri zorunluluklar, sorumluluklar, hatta sorunlar bile olsa da; “Gözümüz aydın!” diyemez miydi kendisine? “Dokuz doğurmasına(3)” engel olamaz mıydı?

Ecem Naz haklıydı. Komutan da onun fiziksel, ruhsal ve psikolojik durumunu düşünerek daha da, hatta daha da fazla haklıydı.

Ameliyatlar, her ne kadar “Başarı” kelimesi ile zorlanmış olsa da, gereğince gerçekleştirilmiş, komutan haberi bizzat yol yordam(2), unvan, maddi ve manevi hiçbir şeyi esirgemeksizin Ecem Naz’a kendisi bildirmek istemişti.

Öncelikle hastaneye uğramış, olayın şoku(1) ile olmasa da, narkoz ve ilâç tedavileri nedeniyle kendinden geçmişçesine yatan Cem’i ziyaret ettikten sonra evine yönelmişti. Akıl edemediği tek şey, üstündeki askeri üniformaydı.

Kapısında komutanı gören Ecem, dayanıksızlığa ulaşmış, komutanın üstüne abanırken, “Hayır!” sözü ile çınlatmıştı ortalığı, komutan daha iki kelimeyi uç uca(3) eklemeden;

“Sakin ol kızım, kocan yaşıyor, şimdi hastanede. Her ne kadar kırk uçurma(16) gibi, bana göre yanlış huylarınız varsa da bebeğinizi de giydir, sizi ona götüreyim!”

Ecem, gözleri ışıldarken; “Hemen!” dedi. Yaşıyordu, hayattaydı ya, teferruat kendisini hiç ilgilendirmiyordu, annesi ve bebeği ile hastaneye yöneldiğinde.

Komutan iteklenircesine yönlendirilmeye çalışılırken yol göstermeye çalışıyordu...

“Sen ölme, seni seviyorum, bu bebek senin ve benim, bak!”

“Sen, siz beni seni, sizi sevdiğim kadar sevdikçe ölmem ki ben!” dedi.

Bu sırada etrafındaki bir kısım doktorlarla birlikte bir başka doktor gözüktü kapıda, diğerlerine göre üstünlüğü her bakımdan belli olur gibi;

“Kahramanımız nasıl bugün?” dediğinde Ecem yankılanan sesin kendisine hiç yabancı olmadığı hissi ile yüzünü döndü, ses, zihnindeki simayı yanıltmamıştı. Yutkunarak;

“Erol... Ağbi!” dedi.

Erol’un Erol Ağabey olmanın dışında hiçbir yakınlığı yoktu, eskilerden kalanları unutmuşçasına.

Gerekli işlemleri tamamlayan Doktor Erol, odasına, masasının başına geçtikten sonra, telefonun tuşlarına bastı, telefonun açıldığını hisseder hissetmez, ses gelmesini beklemeksizin;

Hani bir arkadaşın vardı, ‘Sevgilin’ demekte sıkıntı çektiğim, yıllar öncesinde. Hani ‘Dünyalar Güzeli’ dediğin, ancak annemin kaprisi, ısrarı nedeniyle onu terk edip, annemizin adayıyla evlenip sonrasında mutlu olamayıp da boşandığın karın için mahzun bıraktığın(3)...

Dün hastanedeydi, evlenmiş, kocasının yanındaydı, seviyor kocasını, mesut mutlu. Bir de çocukları var; oğlan, huzurlu, mesut! Konuşmadık ordan, burdan, şurdan…

Yoktun…

Ne seni sordu, ne de selâm söyledi…

Bilmeni arzuladım, bilesin istedim…”

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Behçet NECATİGİL’in şiirinin adı; “GİZLİ SEVDA” idi. Onun sözünden etkilenerek öykünün adını “APAÇIK SEVDA” olarak şekillendirdim. Sanırım doğrusu bu olsa gerekti. Son üç paragrafı da Apaçık Sevda için şekillendirmeye çalıştım, âcizane…

Apaçık Sevda; Çok açık, besbelli. Sevda. Güçlü sevgi, aşk. Aşırı ve güçlü istek, tutku şeklinde belli sevgi.

(*) Öykülere bazen kendimden bir parça eklemeye çalışırım. Bu kez bu öyküde Doktor oldum!

(1) Bürümcük; Ham ipekten yapılmış kumaş olmakla beraber, bu kumaştan yapılmış başörtülerine söylenen söz.  “Bürüncük” de denilmektedir.

Çapaçul; Kılığın veya eşyasının düzgün ve temiz olmasına özenmeyip düzensizlik içinde yaşayan, bir bakıma pasaklı kişi.

Çirkinlik; Çirkin olma durumu, çirkin olma niteliği.

Erdem; Fazilet. İnsanda iyilik etmeye ve fenalıktan çekinmeye olan devamlı ve değişmez istidat. Güzel vasıf. Kişiyi ahlâklı ve iyi hareket etmeye yönelten manevi kuvvet. İnsanın yaratılışındaki iyilik, iyi huy. İnsan yaratılışındaki bütün iyi huylar, insanda iyilik yapmaya ve fenalıktan çekinmeye devamlılığı değişkenliği olmayan güzel nitelikler.

Eşkıya; Dağda, kırda yol kesen, adam soyan ve öldüren, yasadışı eylemlerde bulunan silahlı topluluk ve haydutlar.

Hercai; Gelgeç gönüllü. Yaşamı sadece kendi istediği gibi gören. Hiçbir şeyde kararlı olmayan, bir dalda durmayan, bir işi sonuna kadar götürmeyen, aşkta bağlılığı bulunmayan (vefasız). Karda açan kardelen karşısındaki çiçek. Hercai [Menekşe] ve Kardelen iki çiçek ismi olarak güzel bir de öyküsü vardır. Ayrıca bir sanatkâr tarafından müziği de yapılmıştır.

İkircikli; İşkilli, kuşkulu kimse. İçinde ikircik bulunan, duraksamalı, duraksayan, karar veremeyen, kararsız. Tereddütlü.

İnkisâr; Aslında inkisar şeklinde yazılmalıdır. Kırılma, gücenme, incinme anlamında kullanılan bu kelimenin diğer bir anlamı ilenme, ilençtir.

Kalaşnikof; Dünya tarihini değiştiren en önemli silâhlardan biri. Silâh hafif ve kullanımı kolay ve oldukça yaygındır. Tasarımcısı Mihail Timofeyeviç KALAŞNIKOV olduğundan silâh onun adıyla anılmaktadır. Ülkemizde “Keleş” olarak bilinen silâh yurdumuz dışında ise AK-47 olarak bilinmektedir.

Kurgu; Görüntülerin ve seslerin çeşitli kurallara ve yollara uygun olarak arka arkaya belirli bir anlayışa uygun olarak sıralanması. Saat ve benzeri aygıtlarda zembereği kurmaya yarayan araç ve bu durum.

Mumya; Bir takım özel ilâçlarla bozulmayacak duruma getirilmiş olan  ve günümüzde kazılarla ortaya çıkarılan ceset. Çok zayıf ve soluk renkli kimse.

Müstahdem; Bir iş yerinde hizmette, ayak işlerinde kullanılan kişi.

Operasyon; İşlem. Elde edilecek sonuç için alınan önlem ve yürütülen işlerin tümü. Ameliyat.

Poşu; Başa sarılan, ya da boyun atkısı olarak kullanılan, çevresi saçaklı, pamuk, yün genellikle ipek başörtüsü.

Revaç; Geçerli ve değerli olma, herkesçe istenme.

Solgun; Solmuş olan. Rengini, parlaklığını, diriliğini, tazeliğini yitirmiş.

Son; The End (İngilizce), Ende (Almanca), Fin (Fransızca).

Sünepe; Kılıksız, uyuşuk, sümsük, pısırık, miskin.

Şaki; Haydut, eşkıya.

Şok; Şaşırma, şaşakalma, hoşa gitmeyecek bir şeyle karşılaşma, şaşkına dönme.

Tantana; Gösteriş, görkem. Gürültü, patırtı, kuru gürültü, boş sözler.

Tulum; Göğüs ve pantolon bölümü bitişik giysi. Kimi yiyecek ve içecekler için koruyucu kap, ya da yayık olarak kullanılan önü yarılmadan bütün olarak yüzülmüş ve kullanılacak şekil ve biçimde hazırlanmış genellikle koyun keçi derisi. Gövdesi tulumdan yapılmış, üflemeli çalgı.

Uçarı; Sefih. Ele avuca sığmaz, kendini çeşitli eğlencelere vermiş kimse.

Varsayım; Deneyle henüz kanıtlanmamış, doğrulanmamış olmakla birlikte, kanıtlanmadan, geçici ya da kalıcı olan,  kanıtlanabileceği umulan, mantıksal bir sonuç çıkarmaya dayanak olarak öne sürülen benimsenen kuramsal düşünce, önerme. Bir olayı açıklamada yararlanılan bilimsel ilke, hipotez.

Yaşmak; Kadınların kullandığı başla birlikte, yüzü, ağzı kapatan, gözleri açıkta bırakan örtü.

Ziynet; Süs. Bezek.

Zül (Zul, Zûl); Ayıplanacak şey, utanç verici, küçültücü davranış. Düşkünlük, alçalma küçülme.

(2) Ana Kuzusu; Sıkıntıya, güç işlere alışmamış, nazlı büyütülmüş çocuk veya genç. Annesi ya da onun yerine geçen başka bir yetişkine aşırı derecede bağımlı olan kişi. Pek küçük kucak çocuğu.

Bir Çırpıda; Hemen, çabucak, ele alır almaz, bir davranışta.

Bulunmaz Hint Kumaşı; (Alay yollu) Bulunmaz kıymetli şey. (Bu konuda şu güzel sözü de söylemeden geçmek olmaz; Aşk; Karşındakini bulunmaz Hint kumaşı sɑnmɑnlɑ, sersemin teki olduğunu ɑnlɑmɑn ɑrɑsındɑ geçen zamandır. Victor HUGO)

Canla Başla (Gerçekleştirme); Seve seve her türlü zorluğa göğüs gererek, var gücüyle, hiçbir fedakârlıktan kaçınmayarak (gerçekleştirme).

Celp Emri; Çağı gelenleri askerlik görevine çağırmak için gönderilen davetiye. Dönem dönem yapılan askerliğe davetlere halk arasında “Celp” denmektedir.

Cümle Âlem (Dünya Âlem, El Âlem); Kim var, kim yoksa herkes.

Dalyan Gibi (Filinta Gibi); Boylu-boslu.

Düğün Dernek; Evlenme dolaysıyla yapılan kutlama töreni ve eğlence.

Estetik Cerrahı; Hekimliğin kusurlu organları cerrahi yöntemlerle düzeltmeyi konu alan dalı.

Gönül Güzelliği; Kalp Temizliği. İyi düşünme, güzel niyetli olma, kimseye zararı dokunmama, iyi niyetli olma.

Her Daim; Sürekli olarak, her zaman, daima.

İç Güveyi (İç Güveysi); Maddi açıdan daha güçlü olan tarafının kadın ve tarafının olması durumunda erkek tarafından evliliğin kadının mevcut evinde (hatta ailece) sürdürülmesi hali. Damadın kız evine gelmesi, ya da damadın kız evinin gösterdiği yerde oturup yaşaması olarak da tarif edilebilir.

İç Güzelliği; İnsanın art düşünce saklı olmayan ruh güzelliği.

İnce Bir Zekâ Ürünü; Sitemini, düşüncesini, alayını, isteğini hissettirmeme gayreti ile belirtme ve başarma.

Kazın Ayağı Öyle Değil; “İşin aslı öyle değil, bu kadar basit değil” anlamında kullandığımız bir deyim. Aslı; “Kaziye-i anha öyle değil!” şeklinde olup, “Önerme öyle yapılmaz!” demek gibi bir anlamı söylenmekte.

Kısa Huzmeli (Far); Geceleri yerleşim birimleri dışındaki karayollarında karşılaşmalarda, bir aracı takip ederken, bir aracı geçerken yan yana gelinceye kadar ve yerleşim birimleri içinde, gündüzleri ise görüşü azaltan sisli, yağışlı ve benzeri havalarda kullanılan ışık teçhizatı.

Medeni Cesaret; Girişken olmak, haksızlıkların karşısında dik durmak.

Plâstik Cerrahi (Plâstik Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi); Vücut üzerindeki bir kısım yapıların yeniden yapılması, şekillendirilmesi, ciddi doku kayıplarının giderilmesi için yapılan cerrahi müdahale.  Kozmetik de bu cerrahi içindedir.

Şarj Dinamosu Şarj Üretici Doğru Akım Jeneratörü); Aküyü şarj eder ve araçların elektrikli aletlerine elektrik üretir.

Şekli Şemaili; Dış görünüşü. Huy, karakter, tabiat.

Yol Yordam; Usulü Erkân, Yol Erkân, Yordam Erkân, Âdâbı Erkân); Âdap ve terbiye kuralları, kaideleri, edepleri. Usul, yöntem, davranışlar.

Yorgun Argın; Çok yorulmuş, gücü kalmamış, bitkin bir durumda.

 (3) Aklının Ucundan (Kenarından, Köşesinden) Bile Geçmemek (Geçirmemek); Bir konuyu hiç düşünmemiş olmak.

Aşağılamak; Tahkir etmek, onur kırmak, onuruna dokunmak.

Çürüğe Ayrılmak; 1111 Sayılı, 1967 yılında çıkan Askerlik Kanuna göre belirtilen oran ve yerlerdeki eksiklikler nedeniyle askere çürük raporu verilmesi ve askerlikten muaf tutulması.

Dağlanmak; Kızgın bir demirle hayvanlara damga vurulması. Hastalığı yenecek etkenleri ve bu etkinliklerin kullanılma yöntemlerini bularak hastanın sıkıntılarını metal bir araçla yakarak giderilme işlemi.

Dert Etmek; Bir şeyi, ya da durumu üzüntü, stres nedeni yapmak. İçi İçini Yemek. İstediğini yapamamak nedeniyle üzülmek.

Devşirilmek; Bir araya getirilmek, derlenmek, toparlamak. Düzgün duruma getirilmek.

Diken Üstünde Oturmak; Tedirginlik duymak, her an kalkmak, konuşmak, şifreleri, şüpheleri açıklama korkusu yaşamak, huzursuz olmak.

Dokuz Doğurmak; Sabırsızlanmak, büyük bir merak ve heyecanla beklemek. Bir işi zorluklar içinde ve güçlükle tamamlamak.

Donatmak; Birinin giyimini, kuşamını sağlamak, süslemek. Bir şeyin ihtiyacının karşılanması, iyi iş görebilmesi için gereken nesneleri, alet, edevat, gereçleri temin etmek, vermek.

Dünya Âlem ( Cümle Âlem, El Âlem) Bilmek; Kim var, kim yoksa herkesin bilmesi.

Halletmek; Çözmek. İçinden çıkılması çok güç görünen bir duruma çözüm yolu bulmak. Bir şeyi yoluna koymak, olumlu sonuca bağlamak.

Haşlamak; Şiddetli şekilde azarlamak, sertçe paylamak, azarlamak, dalamak, zarar vermek, sızı, acı vermek. Canını yakmak.  (Bir şeyi kaynar suya daldırmak.)

Hazmetmek; Kimi durumlara katlanmak.

İki Lâfı (İki Sözü, İki Kelimeyi) Uç Uca (Ard Arda) Eklemek; Uygun bir zaman dilimi içinde kişilerin zaman kısıtlaması olmaksızın düşüncelerini, duygularını, düzgün bir şekilde anlatmaları, sohbet etmeleri.

İkna Etmek; İnandırmak.

İnkâr Etmek; Yadsımak. Reddetmek. Var olan, gerçek olan bir şeyi yok saymak. Kabul etmemek. Yalanlamak. Yapmış olduğu bir eylemi, söylemiş olduğu bir sözü, ya da tanık olduğu bir şeyi yapmadığını, söylemediğini, bilmediğini, görmediğini söylemek.

İtibar Etmemek; Saygı göstermemek, saymamak, değer vermemek. Göz önünde bulundurmamak, dikkate almamak.

Kaykılmak; Arkaya doğru yaslanarak oturmak, devrilmek.

Kendini İhanete Uğramış Hissetmek; Genelde cinsellikle ilgili bir tepki olarak görünse de her konuda beklenmeyen bir aldatılma karşısında insanın hissettiği duyguyu içinde yaşamak.

Mahzun Bırakmak; Üzgün, üzüntülü, hüzünlü, yoksun bırakmak,

Mecali Olmamak (Kalmamak); Gücü kalmamak, güçsüz olmak. Takatını yitirmek.

Mukayyet Olmak; Gözetmek, korumak, hakim olmak, etki altında tutmak.

Nasibini Almak; Payına düşen kazancını, kaybını, neşesini, belâsını sahiplenmek, artısına, eksisine rıza göstermek.

Nasiplenmek; Birinin payına, hissesine düşeni elde edebilmesi. Sahiplenmek. Kısmet, talih, baht, günlük kazanç elde etmek, yararlanmak.

Ortalıklarda Görünmemek; Ortalıklarda dolaşmamak, dikilmemek, ıssız kalmak, sessiz bir şekilde uzakta durmak. Ayak Altından Çekilmek.

Pekişmek; Kavileşmek, sağlamlaşmak, güçlenmek.

Sitemlerle Boğmak; Sitem katkılı konuşma yaparak bunaltmak. Öfkelendiğini, kırgınlığını belli etmeme amaçlı görünse de bunu anlatacak şekilde konuşmak.

Soyunup Dökünmek; Sokak giysilerini çıkararak ev içinde giydiği rahat giysilerini giymek.

Şımartmak; Karşısındakini gösterdiği sevgi, hoşgörü, ilgi ile, olduğundan daha fazla görüntüleyerek yersiz, aşırı davranışlarda bulunmasına neden olmak.

Şükran Duymak; Tanrıya ya da insana karşı minnet duymak. Teşekkür etmek. Aldığı yardımdan dolayı hoşnutluğunu belirtmek. Şükretmek.

Teselli Etmek (Vermek); Avundurmak, acısını gidermeye, rahatlatmaya çalışmak.

Tiksinmek; Bir şeyi, bir kimseyi, bir düşünceyi, bir davranışı vb. kötü, iğrenç, ya da aşağı bularak ondan uzak durmak duygusuna kapılmak, kaptırılmak, iğrenmek, iğrenilmek.

Üstünde (Üzerinde) Durmamak; Önem vermemek. Bir işle bırakalım yakından ilgilenmeyi, uzaktan bile ilgilenmemek, önem vermemek, sürekliliği umursamamak.

Yeltenmek; Altından kalkamayacağı, başaramayacağı, yapamayacağı bir işe kalkışmak. Özenmek, heves etmek, meyletmek.

Yüreğine Taş Basmak (Bağrına Taş Basmak); Uğradığı bir zarara, felâkete sesini çıkarmadan katlanmak.

Zıddına Gitmek; Karşısındakini sinirlendirmek, sinirini bozmak, bir şeyin tersine hareket etmek.

Zonklamak; Vücudun bir yerinin, ya da yaranın nabız atışı gibi kesik kesik ağrıması yahut sancıması.

(4) Allah’ım neydi günahım… diye başlayan bir bölümünde “Ben nerde yanlış yaptım?” diye sorgulayan İbrahim TATLISES’e ait olduğu söylenen, en iyi yorumu Kayahan AÇAR’ın yaptığı bir türkü.

(5) Öylesine inat ettim ki canım…  diye başlayan Metin GÜNGÖR’e ait “İNAT” isimli şarkının ikinci bölümünde; “O eski halinden kalmamış eser, sararıp solmuşsun yüzünde keder...” şeklinde devam etmektedir.

(6) KARATEKİN, Erol. 2005 Yılı. “ODAM, BENİM DÜNYAM -veya- PASAKLI DÜNYAM”

(7) Kur’an, Âl-i İmran Suresi, 185. Ayeti, Ankebut Suresi. 57. Ayeti, Enbiya Suresi. 35. Ayeti; “Her canlı ölümü tadacaktır.” Küllü nefsin zâlikâtül mevt olarak Kur’an’da üç yerde geçen ayetin tefsiri; “Her canlı ölümü tadacaktır! Sonra bize döndürüleceksiniz”

Ne bir saniye önce, ne bir saniye sonra; Yaşar Nuri ÖZTÜRK’ün Kur’an, Araf Suresi 34. Ayet tefsiri; “Her ümmet için belirlenmiş bir süre vardır. Süreleri dolunca ne bir saat geri kalırlar, ne de öne geçerler.” Nahl Suresi 61. Ayet tefsiri ise; İnsan ömrü saptandığı kadardır, ne bir dakika önce, ne bir dakika sonra… Yaşar Nuri ÖZTÜRK’ün anlatışına göre; “Eğer Allah insanları zulümlerine karşı cezalandırsaydı, yeryüzünde debelenen bir şey bırakmazdı. Ama öyle yapmıyor, onları belirli bir süreye kadar erteliyor. Süreleri geldiğinde ise ne bir saat geri kalabilirler, ne de öne geçebilirler” şeklindedir.

(8) Beterin de Beteri (Var); Kötü bir duruma düşüldüğünde, bir belâ ile karşılaşıldığında; “Daha kötüsü olamaz!” diye düşünülmemeli, daha da kötüsünün olabileceği düşünülmemeli. Örneğin arabanızla hafifçe çarptığınız yaşlı birinin, her ihtimale karşı hastaneye götürürken vakti saati gelip de kalp krizinden ölmesi gibi. Ne sabretmeniz, ne de dualarınız kurtaramaz sizi. Derdinizi anlatmanızın mümkünü yoktur.

(9) Yeşil pencerenden bir gül at bana Işıklarla dolsun kalbimin içi, Geldim işte mevsim gibi kapına. / Gözlerimde bulut, saçlarımda çiy. Ahmet Muhip DRANAS, “SERENAD” Serenad veya Serenat adıyla Ümit Yaşar OĞUZCAN, Faruk Nafiz ÇAMLIBEL ve isimlerini belirtmekte zorlandığım şairler tarafından da şiir olarak dizeler haline getirilmiştir, uyaklı-uyaksız. Benim, “Şairlerinin izniyle” şeklinde dizeler haline getirmeye çalıştığım eserde bu şairlerin izlerini görmek mümkün.

(10) KARATEKİN, Erol. 1967 Yılı. “SERENAD”

(11) Tersine Tebbet; Genel anlamı; söylenenlerin aksini yapmak, ters işlemleri yapmakta ısrar etmek, yaşananlarda normaline göre işlemlerin tersine vukuu bulması yanında “inadı inat” olan insanlar için de kullanılan bir deyimdir. Bilindiği gibi; “Tebbet” Kur’an’da geçen (On birinci sure olup beş ayettir) “Kurusun!” anlamındadır. O zaman; “Tersine Tebbet” denilince “Yaşlansın=Yaş olsun!”, ya da “Nesli devam etsin!” anlamında oluyor gibi bir his oluşmuştur bende.

(12) KARATEKİN, Erol. 2013 Yılı “PASAKLI ODAM (II)”

(13) Çok Şükür, Bin Şükür; Durumundan, Tanrının verdiklerinden mutlu olmayı belirten söz dizisi. İrem DERİCİ’nin seslendirdiği “Kalbimin Tek Sahibine (HUZUR)” isimli şarkıda geçen iki dize şöyledir; “Çok şükür, bin şükür seni bana verene, yazmasın tek günümü sonsuz kadere…”

(14) Zaman su gibi akıp gidiyor derler, hâlbuki zaman değil biz geçip gidiyoruz. WEBER

Su gibi akıp geçerdi hiç geçmeyecekmiş gibi duran zaman, beklemeye değecek olan gelecekse sonunda eğer...”  Can YÜCEL

Geçsin günler, haftalar, / Aylar, mevsimler, yıllar… / Zaman sanki bir rüzgâr /  ve bir su gibi aksın  / Sen gözlerimde bir renk , / Kulaklarımda bir ses / ve içimde bir nefes / Olarak kalacaksın… Birçoğumuzun Zeki MÜREN’e ait olduğunu sandığı HATIRA isimli Rast Makamındaki Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Enis Behiç KORYÜREK’e, Bestesi; Erol SAYAN’a aittir. 

(15) Mutlu olmayı yarına bırakmak karşıya geçmek için nehrin durmasını beklemeye benzer ve bilirsin, o nehir asla durmaz!  Jean-Christophe GRANGE

(16) Kırk Uçurmak (Kırk Çıkarmak)(Kırklama)(Bebek için); Kırk banyosu yapıldıktan sonra bebeğin yeni elbiselerle, annesinin de güzel elbiseler giyerek gezmesi, gelenek olarak dede ve ninelere götürülmesi işi.