İnsanların hayatlarında bazen tesadüfler rol oynuyor, ama iyi, ama kötü. Buna; yani iyi veya kötüye karar vermekse kişi ya da kişilerin kendi ellerinde
Nasıl mı? Şöyle desem, yahut da tarafsız dışarıdan bir kişi olarak anlatmaya gayret etsem;
O gün sabah ezanı okunurken köyde bir büyük dede ile bir büyük anneanne (nene) aynı anda ölmüşlerdi. Herhalde tüten bir ocak, ya da sızan bir tüp gaz yüzünden olsa gerek, köy ortamında kimselerin bilip anlayamadığı bir şekilde.
Ve ayrı evlerde, birinden diğerine yetişmeye çalışan Ebe Hanım da iki doğum yaptırmıştı peş peşe, biri oğlan, diğeri kız. Onlar ölenlerin kızları tarafından torunlarının çocukları idiler.
Oğlan on dakika evvel doğmuştu, bilemedin on beş dakika önce. Yani oğlan ağabey sayılırdı, bu birkaç dakikalık fark nedeniyle kıza göre.
Ertesi gün, büyük dede ve büyük nenelerinin ölümünden haberdar ve haberleri olunca hem jest(1) olsun, hem de Tanrının aldıklarının yerine ikame olsun(2) diye çocuklara büyük dede ve büyük nenelerinin adlarını koymuşlardı; Mehmet ve Emine olarak.
“Gözünüz aydın(3)!” diyenlere teşekkür etmişler, “Başınız sağ olsun(3)!” diyenlere de “Sizler sağ olun! Allah razı olsun!” demişlerdi.
Mehmet de, Emine de obur çocuklardı, neredeyse ikisi de, bir ay içinde annelerinin kendilerini doyurmaya çalıştığı çeşmeleri kurutmuşlardı!
Aynı denklik göbeklerinin düşmesinde de oluşmuş, göbekleri aynı anda kuruyup düşmüştü, ikisinin de. Köyde âdetti(4), batıl itikat(4) gibi görünse de göbeklerin dama atılması…
Anlamı; “Büyüyünce, büyük adam olsunlar!” dileği içinde gizliydi.
Ve ilk defa o damda kurumuş göbek bağlarında buluşmuşlardı. Bu; belki de onlar için Tanrının bir lütfu, belki de işareti olsa gerekti.
Sonrasında “kırk uçurmaya(5)” gitmişlerdi çocukların anneleri birbirinin evine. Önce “kız evi, naz evi” diyerek oğlanın annesi-babası gitmişti kız evine. Bir bakıma özelleştirirsek; Mehmet Emine’nin evine gitmişti daha ilk günlerde.
Mehmet uyur-uyanık arası idi ve sokakta gelirken ya yolda emziğini düşürmüştü yahut da annesi yanına almayı unutmuştu.
Emine’nin salıncağında Mehmet’in de sığıp sığınacağı kadar geniş bir yer yoktu. Annelerinin niyetleri onların yan yana uyumaları idi. Bu nedenle yere bir döşek(6) serip, üstüne yerleştirmişlerdi bebeleri yan yana.
Daha o kadar günlükken Mehmet belki de Tanrının yardımıyla kundaktan çıkardığı elini kullanıp Emine’nin ağzındaki emziği alıp kendi ağzına yerleştirmişti.
Emine ses çıkarmamış, dönemese de gözleriyle gülümsemişti ona sanki. Bu doğumlarının hemen ertesinde ve daha o saniyelerde aşkın bir görünüşü müydü, ya da bütün aşklar çocuklar doğar doğmaz böyle mi başlardı, bilinmez.
Sonrasında oğlan evi ziyaret edilmiş, oğlan evinin salıncağı geniş olduğundan, aynı salıncakta bazen yüz yüze, bazen sırt sırta sallanmışlardı ilk anlarında.
Daha sonra; “Aman bir yanlışlık olmasın!” (Yaşlarına bile girmedikleri o anlarda ne ya da nasıl bir yanlışlık olacaktı ki?!) nefes alamamalarından, bunalmalarından mazeretleriyle çekinerek ikisini de sırtüstü yatırıp aralarına ve sırtlarına yastık koyarak kavanlamaya(7) ve düz tutmaya çalışmışlardı onları sallarlarken!
Oğlanın, yani Mehmet’in ailesi âdet olduğu veçhile(8) yumurta ve buğdayı hazırlayıp merdiven inişindeki sekiye koyma(4) kuralını unutmamışlardı.
Çaylarını yudumlarlarken nereden aklına gelip, yerleşip takıldıysa Mehmet’in babası;
“Gelin bunları “Beşik Kertmesi’ yapalım. Hem bu anlarda bile birbirlerine yakışıyorlar, hem uzaktan görünüyor olsak da akrabayız, akrabalığımız kavileşir(9) hem de ne oğlan, ne de kız yabana gitmez!” demişti.
Genelde onaylanan bu fikir, Emine’nin annesinin tereddüdünü ve isteğini ortaya koymak gereğini hissettirmişti.
“Birincisi…” dedi.
“Beşik kertmesi nasıl olur, imam nikâhındaki(3) bir duası mı var mıdır? Yoksa ‘Beşik Kertmesi yaptık!’ deyince her şey tamam mıdır? Her ne kadar uzak akraba gibi görünüyorsak da, televizyonlarda görüyoruz, dinen ve sağlık olarak bir yanlışlık olması olasılığı yok mudur? Hem sonra bakalım gönülleri uyuşacak mı?”
“Cami hocasına, hatta şehre gidip müftüye soralım, onlar bilirler, ama önce biz bileceğiz ya da büyüyünce kendileri karar verirler, bizlerin düşüncelerini bilmeksizin, biz sır gibi aklımızda tutup da onlara hiçbir şey hissettirmeksizin…”
“O halde onlar büyüyünceye kadar, bu düşünce hepimizin beyninde ve kalbinde kalacak… Bu dört kişiden biri bile bu sırrı açıklarsa, çocuklarımızın gönüllerini yönlendirmeye çalışırsa, Tanrı o açığı çıkaranı nasıl biliyorsa, öyle yapsın! Anlaştık mı?..
Ancak tek nokta eklemem gereken; eğer bu sırrı açıklayan karım bile olursa ve ben bunu yaşarken öğrenmiş olursam, ben bu dünyada anında yok olacağım, bu biline!”
“Kabul!” dedi diğer üç kişi bir arada bir ağızdan.
Farkında değillerdi, Emine Bebek de, Mehmet Bebek de birer ellerini kundaklarından kurtarmışlar, belki de yine Tanrının yönlendirişiyle el ele tutuşarak ve sanki birbirilerinin farkında olduklarını bilirlermiş gibi emziklerini “Cork! Cork!” denilen bir şekilde emerek seslilikten rahatsız olmadan uyumaya çalışıp uyuyorlar, belki de gerçekten uyumaya çalışıyorlardı.
Bilinen oydu ve kanaat de oydu ki; “Bebekler uyuyamazlarsa, büyüyemezlerdi ki?”
Kapı bir komşu gibiydiler ölen büyük Mehmet Dede ile büyük Emine Nenenin torunları olan bebeklerin anneleri. İnanca göre, belki yanlışlık hanesinde boşluk olabilir, büyük dede ve büyük nene ölmemek için bir gün daha sabırlı olabilselerdi yahut da Tanrı onların canlarını almakta bir gün daha gecikseydi, onlar torunlarının torunlarını görecek ve itikada göre doğrudan doğruya cennetlik olacaklardı.(10)
Zaman bazen geçmek bilir, bazen geçtiği halde geçtiğini fark ettirmez, üstelik zamanın yorulduğu da varit(11) ve vaki değildir(11). Zaman aynı ritimle aynı tik-taklarla, asla geri dönülemeyeceğini bile bile ilerler ve tükenir.
Gençler büyür, yaşlılar gereklerine ulaşırlar. Yaşamın kuralıdır bu. Üstelik gidenler gider ve hiçbir haber alınmaz onlardan bir daha.
Ve ne olursa kalanlara olur, hele ki yaşlanmadan, yaşlanmaya fırsat kalmadan kişi göçmüşse. Tanrının rahmetine dünya gözüyle bakıldığında zamanından önce erken gitmişse, kavuşmuşsa Rabbine o genç kişi, isyan asla haklılık gibi görünmez…
Özleri geriye sarmaya hiç de gerek yok!...
Mehmet de, Emine de büyüdüler ilerleyen zamanda, “Beşik Kertmesi” söz ve gerçekleşmesi umudu yaşanmayan bir eylemden habersiz.
Bebeklerinde el ele tutuştuklarında olduğu gibi, çocukluklarında da, ilkokula devam ettiklerinde de kimse onları birbirinden ayıramazdı.
Doğar doğmaz aşk mı olurdu, aşk mı yaşanırdı ki? İki kardeş torununun çocuklarıydılar, o halde kardeş gibi yorumlanmaları asla yanlış sayılamazdı.
Herkes öyle sansın!
Köyde ortaokul yoktu. Şehre indiler. Aileler ilk defa fark ettiler sanki çocuklarının babalarının isimleri nedeniyle soy isimlerinin farklı oluşunu.
Birinden birinin veya diğerinin annesi başlarında dursalar bile onlar için müşterek bir ev tutamazlardı, örf(4), anane(4), âdet her ne denirse densin...
Hem evin düzeni, çevrilmesi, yönetimi falan zordu, hem de elin ağzı torba değildi ki, büzsünler de sustursunlar.
Gerçi okullarında, köy minibüslerinde ve hafta sonlarında her daim bir arada idiler, her hal ve şartta hem. Hiçbir hal, hareket ve davranışlarında aykırılık gözlenemezdi. Ama gene de onları aykırı bir gözle görmekte ısrar edip direnenler için onlar ateşle-barut idiler, yan yana olmaları sakıncalı gibiydi (sanki).
Evet! Elbette ki gençtiler. Hatta biri çok güzel kız, diğeri olağan ötesinde yakışıklı bir delikanlı. Onlar iki gençtiler sadece, yaşadıklarının ne olduğundan, ne olacağından veyahut da ne olacağından habersizdiler, bilmiyorlardı bir şeyleri.
Birbirlerine özlem duymak yaşamları, kundaklarındaki gibi el ele olmak da dilekleri idi. Başka bir şeye, ya da şeylere istekleri yoktu. Akıllarının başka şeylere erdiğini düşünmek yanlışlık olsa gerekti.
O zamanın behrinde(12) aynı yerde liseyi bitirdiler. Belki de bitirmeleri gerekiyordu. İkisi de okumak istiyorlardı, kısaca dedikleri ve dilekleri; “adam olmak(13)” idi.
Babalarının göbek bağlarını attıkları yere ait gerekçe gibi büyük adam olmak geçiyordu akıllarından. Aileleri gibi “kör cahillik(14)” değildi düşünceleri, etraflarına aydınlık, ışık, nur saçmak, belki o aydınlıktan yararlanmaları için ailelerini şehre taşımak geçiyordu akıllarından. Her ikisinin de niyetleri bu idi (galiba).
Ancak talih, kader, şans, kısmet her ne deniyorsa o, insanlara yüz çevirmeye görsün bir kere, ellerinden bir şey gelmese de, umutları olsa da çaresizliği yaşıyorlardı. Çünkü tabiri caizse(15), biri şarkta, diğeri garpte denilecek üniversitelerin sınavlarını kazanmışlardı.
Bu; on sekiz yıllık yaşamlarında ilk kez ayrılıkları demekti, akıllarının ucundan bile geçmeyen. Mehmet elinde tahta bavulu ile kendine güvenerek ve kahrederek çıkmıştı yollara, Emine ise annesi ve babasıyla…
Yaşam devam ediyordu. Mehmet burs kazanmıştı, Emine bir kurumdan kredi alarak okuma çabası içindeydi, ailesine yük olmaksızın.
O zamanlar mektuplaşıyorlardı. Çünkü o zamanlar tekniğin buluşu cep telefonları yoktu yaşamlarında. Ancak okullara monteli PTT telefonlarından, öğrenci yurdundaki ankesörlü telefonlardan(16) konuşabiliyorlardı, bir sonrası için vakit ve saati belirterek, sözleşerek, o vakitlerde telefonların başlarında durarak, sıra bekleyerek.
İletişimleri özlem doluydu, gün-be-gün derslerini, ödevlerini, görevlerini aksatmadan ve paralarını özenle ve düzenli bir şekilde sarf etmeye dikkat ediyorlardı.
Sonralarında günler geçerken Emine’nin mektupları seyrelip azalmış, telefon etmeleri kesilir gibi olmuştu. Mehmet’in ısrarlı isteklerinden birini cevaplamak zorunda kalmıştı Emine;
“Derslerim çok, cevaplayamıyorum seni!” dercesine. Acaba bu; “Beni rahatsız etme!” demenin bir şekli mi olsa gerekti?
“Olamaz!” diyordu Mehmet. “On sekiz yıl birliktelik, beraber bir yaşam, bir yıllık öğretim hayatında silinemez, yok edilemez!” diyordu. Önceleri cevaplanmayan mektupları üniversite postanesinden geri iade edilir olmuştu.
Üzüntülü, hüzünlüydü, elleri böğründeydi Mehmet’in, özlemi çıldırtır gibiydi.
Bir gün derslerini umursamadan gece trenlerinden birine binip onun şehrine indi sabahın kör vaktinde. Ne öğrenci yurdunu, ne de sınıfını, numarasını biliyordu, akılsızlığında. Öyle ya mektup gönderdiği adresi nasıl hatırlamazdı ki insan?
Çalışmayan beyninde hatırında olan tek şeyler fakültesi, öğrenim dalı olan İngilizce idi. İngiliz Filolojisi, ya da İngiliz Dili ve Edebiyatı idi, her neyse?
Mektuplarının gittiği adresi aklında tutmaması; eksikliğini hissettiği cehalet(17) olarak yorumlanabilirdi.
Kendi okuduğu okulun öğrenci kartı bir bakıma Emine’nin fakültesine girişi için kolaylık sağlamıştı. Kısaca fakülteye girişinde herhangi bir tatsızlık çıkmamıştı. Koridorlarda sınıf, panolarda isim arıyordu, “neden, niçin” sorularına cevap alabilmek için.
Birden onu gördü, yanından geçtiği halde, kendisini fark etmeyen onu.
Yanında kaşının birini kaldırarak konuşan bir genç adamla birlikte yürüyordu, kendisini fark etmeyecek kadar dalgın ve gerçek ki, kimseyi umursamaksızın çatır çatır İngilizce konuşuyordu(18). Yakınından geçerken Emine o genç adama içten bir gülüşle “Bill(19)” demişti, bu William’ın kısaltılmışı olabilirdi, belki de içinde “will(19)” kelimesi olan bir cümle kurmuş da olabilirdi, anlayamadığı.
Çünkü İngilizcesi vasattı(20) ve anlamakta yanlışlık yapmış olabileceğini kesin olarak kabullenmişti. Bilmediği, öğrenemediği bir başka kelime? O da bir olasılıktı, belki o anda aklına gelmeyen.
Onlar bir dershane kapısından içeriye girip kayboldular.
Mehmet’in hissettiği kadarıyla Emine’nin kendisinden yaşlı görünen o genç adama bakışları sevecen, hatta tarif edemeyeceği duygularla muhtemelen de dileyip istemese de aşk dolu gibiydi.
Belki de şu ana kadar fark edip şekillendiremediği şekilde “kendinin Emine’ye bakışlarındaki gibi” tarifi içine yerleştirebilirdi o bakışları. Yaşadığı kıskançlık mıydı, bencilce, yoksa elindekini yitiriyor olmanın görüntüsünün hüznü mü?
Sınıfın kapısındaki listede Emine’nin adı-soyadı açık-seçik, öğretmen hanesinde ise William gibi bir isim okunuyordu. Emine’nin isminin başındaki E harfi çapraz, X harfi gibi bir şekille kapatılmış, Emine’nin ismi bir bakıma Mine olmuştu.
İşgüzar(21) ya da nasıl bir sıfat yakıştırılırsa o konumdaki bir öğrenci William isminin karşısına bir ok yapıp “Bill” diye yazmış, bir diğer okla da Emine’nin ismini işaretlemişti, oldukça büyük bir soru işareti ile malûm şekilde kırmızı bir kalemle ok ve kalp şekliyle gereğine uygun gibi çizimini tamamlamıştı.
Tüm ahalinin olduğu gibi öğretmen ve Mine’nin bu oluşumdan haberdar olmadıklarını düşünmek safdillik(21) olsa gerekti. Demek ki herkesin (Bu kelime ahali kelimesini de anlamlandırıyor) bildiğini bir tek o bilmiyordu ve inkâra gerek yoktu ki henüz öğrenmişti o da.
Başka isimlerin karşılarında da duvar yazısı niteliğinde bir kısım şakalar gizli gibiydi.
Örneğin; Bir banka reklâmında; “Evimin Bankası” sözünün başına bir “S” harfi eklenmiş ve Sevim her kimin her nesiyse Banka; “Sevim’in Bankası” olmuştu. “Banka sahibi olan ‘kız seni alan yaşadı(22)!’ valla!” denmişti.
Thomas’ın karşısına Tom yazıldıktan sonra, değişik bir ton, renk ve kalemle karşısına “En büyük Cim Bom, Jonathan’ın karşısına John yazıldıktan sonra, kibarca; “Sınıfı geçmemiz lâzım, ayır bize de not olarak birkaç fon(23)” denmişti, tek fonu bulmuş da birkaç fon diler gibi.
Ronald’ın karşısına yazılan ince bir zekâ ürünü gibiydi. Kısaltılmışı Ron olarak işaret edildikten sonra çeşitli renk kalemler kullanılarak dikkat çekilmek istenmişti; “En büyük don, senin don!” şeklinde…
Kantine inip zarf-kâğıt-kalem alıp;
“Geldim! Göreceğimi gördüm. Mutluluklar dilerim! Allahaısmarladık!” diye yazıp zarfladı ve zarfın üstüne sadece; “Emine’ye” diye belirgin şekilde isim kaydedip görevli müstahdemlerden(24) birine rica etti, zarfı Emine’ye vermesi için.
Müstahdeme karşı kendine acındırmayı da, azıcık da olsa duygu sömürüsü yaparak(25) ihmal etmemişti tabii ki. Onu bulup zarfı mutlaka vermesi için “Hayat-Memat Meselesi(25)” sözcüğünü de özenle kullanmıştı müstahdemin cebine gereken kadar istiflemesi(26) gerekeni cürmü(27) ve bütçesinin elverdiği kadar istiflemişti!
Yapacakları bitmişti, neyin bitmesinin gerektiğini de çok iyi biliyordu kanaatince. Var gücüyle kaçmak, aynı havayı daha fazla solumamak istercesine tren vaktini beklemektense terminalden kalkan ilk otobüse kendini atarak kendi şehrine döndü.
İçi teessür doluydu. Öğrenci Yurdundaki arkadaşları onu şu ana kadar hiç bu şekilde görmediklerinin inancını yaşıyor gibiydi.
Emine’den şu veya bu şekilde cevap gelmedi.
Tüketmek istediği zaman isteğine uygun olarak uçarcasına geçti o andan sonra.
Teknoloji ilerledi, uzayan o uzun yıllar içinde sessizlikle. Saçmalık olarak kaydedilse de birçok yenilik girdi devreye, göz açıp kapayıncaya kadar (sanki)…
Okuduğu yıllar içinde her şeye küsüp, unutmak mecburiyeti hisseden Mehmet, ailesini özlüyor olsa da, belki de her şeyden haberi olan ailesinin yüzüne bakamayacağı düşüncesiyle de olsa köyüne hiç dönmedi Mehmet.
Sömestre ve tatillerde bulabildiği işlerle vaktini çürütmeye çalıştı. Köye dönerse ve onunla tesadüfen de olsa karşılaşırsa aciz kalıp(28) ağlamaktan, duygularını belli etmekten çekiniyordu. Üstelik de köyden gelen haberler de; “İyiyiz, özledik!” dışında hiçbir hareketliliği olmayan haberlerdi.
Mezun olmuştu. Askere gitmeden evvel helâllik almak ve eline kına yakılması için köye uğradı.
“En büyük asker, bizim asker!” sloganlarıyla(29) uğurlandı. Yaşamak içine hiç sinmiyordu. Şehadet(30) mutluluk olacaktı, ama olmadı, üstelik her ne hikmetse kısa dönem askerlik yapması gerekmişti.
Döndü ve devlet dairesinde işe başladı.
Unutmak için zaman en iyi çare idi. Düşündüklerini, düşüncelerini zamana yayacak ve unutacaktı unutması gerekeni. Unutkanlığının üzerine sünger çekecek olmakla birlikte hiçbir zaman ne birinin elini tutacak, ne de birinin elini tutmasına izin verecekti. Ahrete sadece tuttuğu ellerin hatıralarıyla gidecek, ya da göçecekti her neyse.
Günlerden bir gün ailesi, hiç de yeri ve gereği yokken, Emine’nin bir yabancı ile evlenip yurtdışına gideceğini duyurdu ona telefonla. Türk usulü yapılacak düğünden sonra yurtdışına gidecekti Emine.
Kabuk bağlamak üzere olan yarası deşilmiş, üzerine tuz basılmıştı sanki. Ateş yoktu, duman yoktu, ama resmen yanıyordu Mehmet, resmen!
Doluya koysa almıyor, boşa koysa dolmuyordu. Uzaklaşmak kendini dağlara vurmak istedi. Ferhat gibi dağları delmeye kalkışsa ne işe yarayacaktı? Kerem gibi Mecnun gibi olsa faydası mı olacaktı? En iyisi Romeo olmak mı olsa gerekti ki?
Makineler gürültü ile çalışıyorlardı şantiyede. Paletli dozerlerden(31) birini kestirdi gözüne. En çok gürültü yapan o idi çünkü. Belki o gürültü düşüncelerini de yıpratır…
Belki…
Belki de yok edebilirdi.
Sahaya çıktı, dozer yanından geçmek üzereyken operatörü ikaz etti; “Dur! Sesini alçalt!” dercesine. İşaretine “İn!” şeklinde devam etti;
“Yorulmuşsundur, sen bir çay içip dinlen! Ben devam edeyim, yorulunca haber veririm!”
Kullanmayı da, bakımını da biliyordu. Bu konuda “H Sınıfı Ehliyeti(32)” vardı, Şantiye Mühendisi olarak. Gerçi olmasa da fark eder miydi? Dağda, bayırda, şantiyede kim soracaktı ki ona belgeyi, şunu-bunu?
Dozere binip de hareket ettiğinde hissetti ki, bu çocukların, yani operatörlerin şantiyeye çıktıklarında kendisinden fazla maaş almaları analarının ak sütü gibi helâldi.
Bu gürültüye ne insan beyni, ne de ruhu zor tahammüllü olurdu. Hele ki işe sabah aydınlığında başlayıp, gün kararıncaya kadar devam etmek zorunda olunca.
Bu onların testi ile şarap, fıçıyla bira içmelerine, ya da herhangi bir içkiyi bardaklarla fondip yapmalarına hoşgörü(33) ile bakması gerekliliğini hissettirdi kendisine. Kendisi de acaba, hiç denemediği bu şeyi denese, kendisi de kendisine hoşgörü ile bakacak mıydı acaba, hele ki çevresi?
Titreşim modunda olan telefonu çaldı. Ekranda görünen bilmediği bir numaraydı. Başlangıçta önemsemedi, çalışmaya devam etti. Aynı numara ikinci bir defa çalınınca açmamak kabalık olacak diye düşündü, açtı.
“Mehmet?” dedi karşısındaki bayan sesi, sorarcasına.
Duyamaz yahut da duymak istemez gibiydi, hem duymaması da yararlı olacak gibiydi kendisi için. Çünkü kendisine bu kadar içtenlikle seslenen kişi Emine’den başkası olamazdı. Amma…
Hiçbir şeyi önemsemeksizin eloğlu yabancı biriyle evlenip alıp başını yabancı diyarlara giden Emine…
“Sesinizi duyamıyorum hanımefendi! Şu anda dozer üzerindeyim, sonra arasanız?”
Cevap beklemeden kapattı telefonu. Anlamış mıydı düşüncesini? Belki…
Bunu anlamak, bilmek kolaydı, eğer bir kere daha arar, yani telefonu çaldırırsa. Çünkü Emine akıllı ve zeki bir kızdı, tanıdığı kadarıyla…
Onun, sesini anladığını hissedip, hatta bilip dozeri susturup, çalışmayı bırakıp kendisini dinlemeyi tercih edeceğini bilirdi. Yaşadığı duyguları bilmesi mümkün değilse de, tavrından bilmesi gerekeni belgelemiş olarak anlamış olsa gerekti.
Deli gibi çalıştı. Bir-iki saatliğine aldığı dozerle ne kadar süre çalıştığını hatırlayamıyordu, ta ki dozer operatörü karşısına dikilinceye kadar. O da kendisinin yaptığı hareketleri tekrarlamıştı, kendi gibi, aynen.
“Beyim yorulmuşsunuzdur!”
Duymuyordu, kulakları uğulduyor, beyni zonkluyordu. Üstelik de toz-duman içindeydi. Toz-duman içinde olmayan tek alan gözlüklerinin çerçevelediği alan içinde kalan göz bölümüydü.
Şantiyedeki konteyner(34) büroda duşunu aldı, çamaşırlarını değiştirdi, yedekleriyle.
Ozalitlerin başına eğildi.
İkide bir hissettiği bu sızılar da fazla olmaya başlamışlardı artık. Bir münasip zamanda bir Doktora görünse fena olmayacaktı.
Şantiyeye kurallar gereği gerektiğinde uğrayan aspirin, ağrı kesici vermekten ve uygun gördüğü pansuman, yara bandı, plaster, gazlı bez, sargı bezi vermek, sarıp sarmalamak dışında başka bir şey bilmediğine inandığı Doktordan medet umması(35) boşuna olacaktı.
Kulağındaki uğultuyu dindirmek istercesine kendine sıcak suyla bir bitki çayı hazırlayıp somyasına uzandı.
Telefonuna mesajlar geldiğini hissetti sessizliğinde. Açtı.
“Üf! Ivır-zıvır olarak ne kadar çok mesaj gelmiş yahu! Valla zaman ayıracak vaktim yok. Hiçbiri, hiç kimse kusura bakmasın!” deyip “Tüm mesajları sil!” tuşuna basmak üzereyken, Emine’nin sesini duyduğu telefon numarasından sesli bir mesajın kendine ulaştırılmak istendiğini fark etti. Merak etti, mesajı açtı.
“Mehmet! Çok uzun yıllara dayanan bir kardeşliğimiz vardı. Şimdiki tavrını anlayamıyorum. Düğünüme gelip mutluluğumu dileyecekken benden uzaklaşmak istiyorsun, neden? Ben ne yaptım ki sana? Ola ki aramak istersen sende cep telefon numaram var. Yurtdışına gidince telefon numaramı değiştirmem gerekirse o numarayı da iletmeye çalışırım sana. Mail ve msn adreslerim kendi ismim küçük harflerle iki kere bitişik. Şimdilik kaydıyla sana ‘Allahaısmarladık!’ diyorum kardeşim!”
Sesli mesaj; saçma bir “Dıt” sesi ertesinde sona ermişti. O mesaj dışındaki tüm mesajları sildi.
O okuluna bıraktığı mesajla ne demek istediğini anlamazdan gelmişti. Neyi, niçin, nasılları da anlamamış, hatta anlamak istememiş; bir de “Ben sana ne yaptım ki?” şeklinde sorgulama cümlesi kurmuştu.
Gerçekten anlamamış mı, anlamak istememiş miydi? Yoksa uygun bir yaşam şekli ve şaşaa(36), unutmak gerçeğini mi yaşatmıştı kendisine?
Aşk mı, para mı? Galiba Emine ikincisini seçmeyi uygun görmüştü, tabii ki asıl olan kendi düşüncesi olmakla beraber, bu; Mehmet’in kendi sapkın(37) düşüncesiydi. Peki, Emine’nin düşüncesi ne olabilirdi kendisinin “para” şeklindeki sapkın ve şaşkın düşüncesinden farklı olarak?
Alışkanlıktan bıkış? Doğru, Emine’nin kendisi ile yaşadığının aşk değil, alışkanlık olduğunu düşünmüş olamaz mıydı? Demek ki gerçek; kendinin aşk olarak yorumladığının Emine için alışkanlık olduğu idi. Kim demişse demişti; “Alışmak, sevmekten daha zor(38)” idi, tıpkı ayrılmanın zor olduğu gibi…
Mehmet’in bedeninde yaşadığı sıkıntı, çalışma ritmini etkilediği gibi, unutmak istediğini unutmasına katkıda bulunmuyor, bilakis hatırından çıkmamasını azdırıyordu. Rüyaları, hayalleri, düşünceleri, hatta iliği-kemiği, gördüğü-duyduğu, yediği-içtiği onunla doluşmuş, onunla şekillenmişti. Yaşam güçleşmişti Mehmet için, hem içinde yaşam arzusu kalmamış gibiydi.
İşi kontrole gelen Genel Müdür ve Daire Başkanı onun solgun halini fark etmişlerdi.
“Kaç zamandır Doktora gitmiyor, görünmüyorsun Mehmet?”
“Sağlığım gayet yerinde, hiçbir sıkıntım yok Başkanım. Hem; ‘Acı patlıcanı kırağı çalmaz!’ üstelik de benim gibi yalnız bir; ‘Kötüye bir şey olmaz!’ derler, bilirsiniz!”
“Sen öyle san. Bugünden tezi yok, işleri sürveyana(39) tarif edip bırak ve hemen atla arabana ve Doktora görün. Öyle Hükümet Tabibi, Aile Doktoru, Sağlık Ocağı Doktoru gibi Doktorlara değil. Adamakıllı, doğru dürüst bir Doktora görün…
Hastaneye git, akşama da mutlaka beni ara ve bilgilendir. Yerine ben birini bulur, yerleştiririm, yokluğunda işler yarım kalmaz, merak etme…
Haydi çabuk ol, sözlerimi ikinci kez tekrar ettirme!
“Başüstüne Başkanım!”
Evine gidip her ihtimale karşı pijamalarını, bir takım iç çamaşırını aldıktan sonra Başkanın veyahut da Genel Müdürün önerdiği hastanedeki Profesör Doktora uğramıştı, “Lây! Lây! Lom!(40)” tavrında.
Mehmet’in anlattıklarına ve görünüşüne göre tek kişilik özel odaya yatırmıştı Doktor onu.
Ve gereken tetkikleri yaptırmaya başlamıştı; belli bir prosedür(41) ve sırasıyla, kan, idrar, gaita(42) tahlilleri, röntgen, EKG(42), EKO(42), MR(42) falan şeklinde.
Bu kadar telâşın sebebini anlamakta zorluk çekmişti Mehmet. Doktorun kimi zamanlarda elindeki kâğıtlardaki bir kısmı koyulaştırılmış rakamlara bakarak, özellikle C/A?(42) şeklindeki işarete bakarak kafasını istemsiz bir şekilde sallaması, sesli-sessiz dudak büküp istemsiz sesler çıkartması dikkatinden kaçmamıştı.
Üstelik üç-gün, beş gün derken bir hafta, sonunda on gün bir kâbus(43) gibi geçmişti aklı başında olarak.
Taburcu olacağına inandığı ana saatler kala Doktorun üzgün, hüzünlü bir tavırla elindeki kâğıtlara bakarak odasına girmesiyle işkence çekercesine işkillendi(44). Zaten yoğun bakım ünitesi sözünü duyduğunda yüreği hop etmiş, yerinde duramaz olmuştu. Merak vardı içinde sadece.
Ölümden korkmuyordu, hem hiç korkmamıştı da. Tüketmekte zorlandığı şimdilerde umurunda olmaması da doğaldı. Zaten ölmek yüreğindeki boşluk nedeniyle beklenti gibiydi. Hem birileri; “Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmayaydı! (45)” dememiş miydi?
Ömrün sonuna kadar ayrılık olunca, ölümün esamisi(46) bile okunmazdı, vız gelip, tırıs giderdi ölüm(47)…
“Ne zamandır bu sıkıntıları yaşıyordunuz Mehmet Bey?”
“Başlangıcı mı?”
“Evet?”
“Bir yıldır, belki de bir yılın birkaç ay öncesinde başladı…”
Hatırlamak istemediği, sevdiğinin bir yabancı ile evleneceği haberinin tarihi olsa mı gerekti?
“Üstünde durmadım, aspirin, maspirin, kendi kendime ağrı kesicilerle işlerime devam etmeye gayret ettim. Ama son iki ay için aynı şeyleri söylemem mümkün değil. Tahammül sınırları içinde olduğunu yorumlasam da bu ağrı sızılar arttı…
Hayırdır Doktor Bey, yanlış olan, endişelenmem gereken bir şey mi var?”
“Şimdilik acele bir karar vermem mümkün değil. Son tahlillere ve kan sayımlarına da bir bakalım. Arkadaşlarıma da göstermem gerek. Umarım ki; ‘Korkarım ki!’ diye başlayan bir cümle kurmak zorunda kalmam!”
“Gerçi önemli değil, ama endişelendirme Doktor!”
“Endişelenmeyin o halde!” diyen Doktor, başındaki tabelâya bir-iki ilâç ismi ve tekrarını istediği tahlilleri belirttikten sonra yanındaki pratisyene Mehmet’in anlamadığı bir-iki tıbbi terim söyledi yanındaki pratisyen hekim(48) ve hemşireye.
Damar yolu açıktı, serumu normal olarak yürüyordu, belirli zamanlarda serum torbalarına enjektörlerle eklentiler yapılıyor, her saat başı başının üzerindeki monitörler kontrol edilip işleniyor, ayrıca fiziksel olarak nabzına(49) bakılıyordu.
Mehmet’in zıttına, ya da zoruna giden şey; boşaldıkça yenileri eklenen serum torbalarının askısıyla tuvalete, lâvaboya gitmek ve canı sıkıldığında o askı ile arkadaşlık ötesinde dolaşmaktı.
Doktorun son talimatıyla bir yerlere koşuşturan hemşire elinde bir kısım ilâçlar, değişik ve ayrı bir serum torbasıyla gelmişti başucuna.
Gerekli işlemler yapıldıktan bir süre sonra rahatlamış gibiydi Mehmet. Acıları ya dinmiş, ya da acılarını-sızılarını hissetmez olmuştu. Hatta farkında olmadan günlerdir yaşayamamış gibi uyumuş, ya da kendinden geçmişti.
Doktor tekrar başına geldiğinde uyur-uyanık arası bir konumdaydı, konum ve durumunu, hastanede bulunuşunu ailesine haber verip-vermemek, verecek olursa ne demesi gerektiğinin tereddüdünü yaşar gibiydi.
Doktor Mehmet’in uyanıp kendine gelmesini sabırla bekledi;
“İyi haberler veremeyeceğim size Mehmet Bey! Maalesef çok gecikmişsiniz…”
Kâğıtlardaki C/A? geçti aklından ve en mantıklı soruyu sorma cesaretini yaşadı;
“Peki, şansım ne Doktor?”
“Bir ay kadar, en fazla üç ay!”
“Peki! Doktorsun. Göçmeme çeyrek kala zamanı da bilirsin, aklımı başımdan yitireceğim anı da yani, Allah olmasan bile. O ana yakın bana bir dizüstü bilgisayar bulabilir ve isteklerimi yazıp gönderebilir misin? Ya da uluslararası olsa da eğer kapanmamışsa, ya da hatlar çekerse cep telefonunuzla bir görüşme yapmamı sağlayabilir misiniz?
“İnancım o ki, bu dileklerinize asla ‘Hayır!’ diyemem. Ama izin versen de ulaşmayı istediğinize şimdi ulaşmanızı sağlamayı denesem…”
“Acınmaya, duygu sömürüsü yapmaya değil, sadece vedalaşmaya arzum var Doktor! Gerisi hiç umurumda değil…”
“O zaman peki! Ama isterim ki; ‘o anı beklemeden evvel düşüncelerini yazıp kaydetmek için gayretli olsan!’ demek isterim.”
“Haklısınız, deneyeceğim!”
Doktor odasından ayrıldığında düşünüyordu Mehmet;
Dünyaya öncesinde bir Romeo gelmişti. Şu anda kendisi Romeo idi sanki! Acaba kendisinden sonra da bir Romeo gelecek miydi?
Emine ile beşik kertmesi bir Romeo olduğunu kimse söylememişti ona, son demlerini yaşadığı şu anlara kadar. O zaman şu an için adı herhalde; “Beşik Kertmesi Romeo” olmalı idi. Düşüncelerini Romeo ile sınırlaması, yaşamında tek âşık olarak onu bildiğini sanması uygun muydu? Hem nerden çıkmıştı bu; Beşik Kertmesi?
Değildi tabii! Kendisi sadece Mehmet idi.
Ve kendisi için başlangıcında da, bitiminde de sadece Emine vardı, yaşamının arada kalan her zerresinde de…
Doktor kontrole geldiğinde;
“Yüzüne karşı söylemek olarak yorumlama, daha oldukça zamanın var, ama öncelikle ailenin, istersen istediğin kişinin seni ziyaretine imkân sağlamak için telefon edeyim, telefon etme çabası yaşayayım hiç olmazsa…”
“Doktor yalan söylüyorsun?!”
“Peki, diyelim ki haklısın, telefonu şimdi etsen zararın mı olur yahut da ne zararı olur, ya konuşamaz, yazamaz duruma gelirsen?”
“Haklısın şu numaraya telefon edecektim, ya da e-mail adresi şu Emine’nin.”
“Peki!..
“Bak hele! Telefonumu masamda unutmuşum, gidip alıp geleyim, hemen!”
Bilemezdi ki Doktorun kaçıncı kez yalan söylediğini. Hipokrat(50) mı? O da kimdi ki şu anda? Hasta son demlerini yaşıyorsa, o son demleri de rahat ve huzurlu yaşatmak için yalan söylemek mubah sayılmaz(51) mıydı, hem Hipokrat’ın ilkeleri arasında bunun yeri yok muydu?
Bilgisayarı açıktı Doktorun…
Hemen karşı tarafın bilgisayarının açık olması dileğiyle iki satır mail yazdı, net ve açık;
“Mehmet ağır hasta, 4. Evre kanser(52), ölecek… Doktoru”
Sonra telefonunu o telefon numarasına doğru çaldırmaya uğraştı, muvaffak olamadı.
Fazla gecikip Mehmet’in güvenini sarsmamalıydı. Hipokrat bir kere daha geçti aklından. O; böyle bir durumda hastası için kendisi gibi davranılmasını isterdi herhalde.
Telefonun tuşlarına Mehmet’in başucuna geldiği anda dokundu Doktor.
Uzun bir süre çaldıktan sonra açıldı telefon, konuşmasına fırsat bırakmadan dillendi Mehmet;
“Merhaba Emine…
İki cümleyle sana ulaşayım istedim, son anlarımı yaşarken…
Tükeniyorum, farkındayım…
Seni bilgilendirmem
Bilgilendirmeye çalışmam da…
Hele ki duygu sömürüsü tavrım…
Acındırmam da uygun değil, biliyorum…
Bundan sonra seninle görüşme imkânım olmadığını bilmen dileğim…
Seni sevdim…
seni çok sevdim Emine…
yaşamım boyunca…
bir tek seni…
canımdan çok…
sevdim…
Allahaısmarladık…
hem sonsuza kadar…”
Doktorun mailini muhtemelen görüp okumuş olan Emine söylenenlerin anlamını çıkartır gibi olmuştu;
“Ölme! Ben yanına gelip seni kucaklayıncaya kadar ölme, ne olur?
Artık çok geçti…
YAZANIN NOTLARI:
(*) Beşik Kertmesi; İki ailenin aralarındaki dostluğu, yakınlığı, iyi ve sıkı ilişkiyi daha da güçlendirmek için birbirlerinin çok küçük yaştaki kızlarını ve erkek çocuklarını, bazen bebeklerini, ilerideki duygusal gelişmeleri önemsemeksizin evlenmek üzere sözleşmeleri veya nişanlamaları. Bunun için beşiklerine işaret koymaları ki, hiçbir felsefi önemi, dini, sosyal ve felsefi değeri olmayan akit.
(*) Romeo-Jülyet (Romeo ile Jülyet veya Romeo ve Jülyet); Orijinal adı; “The Most Excellent and lemanable Tragedy of Romeo and Julyet” isimli William SHAKESPEARE’ye ait tiyatro eseridir. Sinemaya da uyarlanmıştır. En önemli monolog; “To be or not to be, that is the question (Olmak ya da olmamak, işte bütün mesele) bölümüdür.
(1) Jest; Genellikle yerinde yapılan ve beğenilen davranış. Herhangi bir şeyi açıklamak için genellikle bedenin, özellikle el-kol ya da başın anlam taşıyan, ya da taşımayan içgüdüsel ya da istençli hareketi.
(2) İkame Olmak; Bir başka şeyin yerine koyma, yerine kullanmak Ayakta durdurma, ayakta tutma, ayağa kaldırmak.
(3) Gözünüz Aydın; Sevinçli bir olay dolayısıyla kullanılan bir kutlama sözü.
Başınız Sağ Olsun; Ölen kişinin yakınlarına teselli vermek onun yanında olduğumuzu gösteren bir deyim “Başın sağ olsun!” şeklinde bir cümle kurulduğunda bunu “Ölen öldü, ama sizler sağ olun, ömrünüz uzun olsun!” gibi algılanır. Aslında bu cümlenin orjinali “Başın sağalsın” şeklindedir.
İmam Nikâhı; Dini Nikâh. İslâm dini kurallarına göre bazı şartların yerine getirilmesi ile Allah huzurunda kıyıldığına inanılan dinsel nikâh.
(4) Âdet; Töre. Bir topluluk içinde öteden beri uyulan ve uygulanan kural.
Anane; Gelenek, âdet, örf.
Batıl İtikat; (Batıl İnanç, Hurafe). Boş inanç. Yanlış İnanç. Hatalı Düşünce. Korku, umarsızlık, çağrışım gibi nedenlerle beliren, geleceği bilmek isteğiyle rastlanılan benzerlikleri iyilik, ya da kötülüğün ön belirtileri olarak değerlendirilen, bilimin ve dinin kabullenmediği doğaüstü güçleri tasarımlayan, kuşaktan kuşağa geçen yanlış inanışlar. Dinde kesinlikle yeri olmayan, fakat günlük hayatta dinin bir parçasıymış gibi gösterilen ve gerçekte dindışı olan, hatta dinin özüne ters düşen kimi inanç ve davranış biçimleri. Nazar Boncuğu gibi… Sonradan uydurulan ve genellikle İslam’ın gerçeğiyle bağdaşmaz çarpık davranış biçimlerini ifade eden hikâye ve sözlerdir.
Bebek Ailesine Bebek için Yumurta ve Buğday Götürülmesi, Yöresel bir âdet olup diğer âdetler gibi fantezi hiçbir anlamı yoktur, ancak nimet olarak götürülenler başlangıç olarak bereketin bol olması şeklinde yorumlanır.
Örf; Yasalarla belirlenmemiş, halkın kendiliğinden uydurduğu gelenek.
(5) Kırk Uçurmak (Kırk Çıkarmak)(Kırklama)(Bebek için); Kırk banyosu yapıldıktan sonra bebeğin yeni elbiselerle, annesinin de güzel elbiseler giyerek gezmesi, gelenek olarak dede ve ninelere götürülmesi âdeti.
(6) Döşek; Yatak.
(7) Kavanlamak; Yöresel olarak, Sıkı sıkı kaplamak, örtmek, güçlendirmek, kuvvetlendirmek, gözlemek, korumak, desteklemek, destek olmak.
(8) Veçhile (Vechile) (Osmanlıca); Yönüyle, şekilde
(9) Kavileşmek; Pekişmek, sağlamlaşmak, güçlenmek. Dayanıklı ve güçlü duruma gelmek. (“Kavilleşmek; Anlaşmak, kararlaştırmak, sözbirliği etmek, sözleşmek, karşılıklı olarak söz vermek” ile karıştırılmamalı.)
(10) Torununun Torununu Görmek; Bu düşünce Anadolu’da yaygın olduğu gibi köyümde de söylenir ve öyle zannedilirdi. Genelde bu yanlış dua için evlenmeler çok genç yaşta neredeyse akıl baliğ olur olmaz şekillendirilmeye çalışılırdı. Hurafe veya batıl itikat. Ufacık bir hatıra; Büyük anneannemin kaç yaşında evlendiğini bilmiyorum. Ancak anneannem 13, annem 15 yaşında evlendiklerinden 1957 yılında yitirdiğim büyük anneannemim bana; “torunumun torunumu göreyim!” diyerek ortaokul yıllarımda (yani 15 yaşıma gelmeden evvel) her türlü imkânı kullanarak evlendirmek istediğini belirtmek istiyorum. Oysa bu konuda erken diyebileceğim 27 yaşımda başarılı olabildim!
(11) Varit Değil; Olamaz. Olabileceği akla gelmeyen, var sayılmayan.
Vaki Değil; Gerçekleşmemiş olmak. Mümkün değil, imkânsız.
(12) O Zamanın Behrinde; “Bir zamanlar” anlamında çok uzunca bir zaman öncesinde. Hatırlanamayan bir zaman diliminde (yerel bir deyiş)
(13) Adam Olmak; Büyümek, yetişmek, topluma yararlı olmak, iyi olmak, adam gibi davranmak, bir duruşa sahip olmak. Bir guruba dâhil olmak değil, bir duruşa sahip olmaktır.
Tanrıya inanan adam olmak kolay, asıl zorluk, Tanrının inanacağı adam olmakta. Albert EINSTEIN
Rahmetli Bülent ECEVİT Rudyard KIPLING’e ait “IF (EĞER)” şiirini “ADAM OLMAK” olarak tercüme etmiş ve en önemli dizeyi; “Düşlere kapılmadan, düş kurabilir(sen)” şeklinde belirtmiştir.
(14) Kör Cahillik; Öğrenim görmemiş, okumamış, bilgisiz olmak. Tüm aydınlatıcı bilgi ve desteklere karşı, inancından vazgeçmeme. Bilmediği halde kafası örümcekli kişilerin körü körüne inandığı yanlışlıklara sahip, deneyssiz, deneyimsiz, toy kişi eylemi. Bir bakıma odundan farklı olmama şekli.
(15) Tabiri Caizse; Sözün özünü söylemek gerekirse, diğer bir deyişle şöyle söylemek uygunsa.
(16) Ankesörlü Telefon; Kumbarasına para, jeton ya da özel kart atılınca konuşmaya açılan genel telefon.
(17) Cehalet; Bilmezlik, bilgisizlik, toyluk, deneyimsizlik.
(18) Çatır Çatır; Bilgiçce, bilerek, inanarak. Katı, sert bir şey kırılırken, yerinden sökülürken, yanarken, sıkıştırıldığında çıkan ses. Zor kullanarak, baskı uygulayarak.
Çatır Çatır Konuşmak; Bilerek, bildiğinden emin olarak karşısındakini ikna ederek konuşmak.
(19) Kısaltma İsimler; Türkçemizde Aptullah=Apo, İbrahim=İbo, Fatma=Fatoş gibi kısaltma isimler olduğu gibi yabancılarda da kısaltma yerine “Nickname” denilen kısaltma, ya da takma ad, lâkap, rumuz diyeceğimiz isimler vardır. William=Bill, Thomas=Tom, Jonathan=John, Ronald=Ron, Mireille=Mimie, Andrew=Andy gibi…
(20) Vasat; Orta. Kabul edilebilir.
(21) İşgüzar; Gereği yokken, genellikle kendini göstermek için her işe karışan kimse. Eli işe yatkın, becerikli.
Safdillik; Saflık, kolayca aldatılma, temiz kalplilik, alçak gönüllülük, kolay inanırlık, aldatılabilirlik, kerizlik.
(22) Kız Seni Alan Yaşadı; Sözlerini Hakkı YALÇIN'ın yazdığı, Mustafa SANDAL'ın besteleyip seslendirdiği “Kız sen ne güzel bakıyorsun?” diye başlayan şarkının nakarat bölümü; “Kız seni alan yaşadı, dertlerini de boşadı!” şeklindedir.
(23) Fon; Ticari anlamından ziyade sinema ve tiyatroda dekor, görüntü, resimde boya ile verilen şekil ve stiller anlaşılmalıdır.
(24) Müstahdem; Bir iş yerinde hizmette, ayak işlerinde çalıştırılan kişi, hizmetli.
(25) Duygu Sömürüsü; Karşısındaki kişinin kendisine acımasını ve istediğini yapmasını sağlamak amacıyla sergilenen durum, ya da davranışlar. Birinin zayıf duygularından yararlanmak ya da ondan çıkar sağlamak. Merhamet dilenciliği.
Hayat-Memat Meselesi; Ölüm-kalım konusu. Yok olmamak amacıyla girişilen mücadele.
(26) İstiflemek (İstif Etmek); Genellikle aynı türden malları üst üste, düzgün bir biçimde yığmak. Dizmek, sıralamak. Stok etmek. Stoklamak.
(27) Cürüm; Suç. Kabahat. Yaramazlık. Sonucu mutlaka ceza gerektiren her şey.
(28) Aciz Kalmak; Çok çabalamasına rağmen yapamamak, başaramamak.
(29) Slogan; Bir düşünceyi yaymak, bir eylemi desteklemek için ortaya atılan, kısa ve çarpıcı söz.
(30) Şehadet (Şahadet şeklinde söylenmesi yanlıştır); Şehit olma. Vatan uğruna, yüksek bir ülkü uğruna ölme. Bu şekilde ölene ise “Şehadet Şerbeti içti!” denilmektedir. Ancak (özellikle mahkemelerde) tanıklık, şahitlik olarak da yanlış olarak kullanılmaktadır.
(31) Dozer (Bulldozer); Tırtıllı veya lâstik tekerlekli yol yapım makinesi, yoldüzler.
(32) Sürücü Belgeleri; 1983 yılında kabul edilen 2918 Sayılı Karayolları Trafik Kanununa göre; "B" Sınıfı Sürücü Belgesi: Otomobil, Minibüs veya kamyonet kullanacaklara, "C" Sınıfı Sürücü Belgesi: Kamyon kullanacaklara, "D" Sınıfı Sürücü Belgesi: Çekici kullanacaklara, "E" Sınıfı Sürücü Belgesi: Otobüs kullanacaklara, "F" Sınıfı Sürücü Belgesi: Lastik Tekerlekli Traktör kullanacaklara, "G" Sınıfı Sürücü Belgesi: İş Makinesi türünden motorlu araç kullanacaklara, "H" Sınıfı Sürücü Belgesi: Özel tertibatlı olarak, imal, tadil veya teçhiz edilmiş motosiklet veya otomobil türünden araçları kullanacak hasta ve sakatlara verilmektedir. “K” Sınıfı Sürücü Aday Belgesi: akan trafikte araç kullanabilmeleri için kursiyerlere verilen geçici sertifikadır… Sonuç olarak K sınıfı sürücü belgesi sürücü adayının kurs süresi boyunca araç kullanabilmesi için kurs müdürlüklerince düzenlenen belgedir. Ağır Vasıta Ehliyeti diye bir Sürücü Belgesi bugün bulunmamaktadır.
(33) Hoşgörü (Müsamaha); Tolerans. Tahammül. Kolaylık göstermek, iyi karşılamak, ayıplamamak, hatayı görmezden gelmek, göz yummak. Kırıcı ve aşağılayıcı olmamak, affedici olmak, kendi görüşlerimize aykırı olan görüşleri sabırla karşılamak. Kendine, düşüncelerine ters gelse bile başkalarının düşünce, fikir ve davranışlarına karşı anlayışlı davranma, rahatsız olmama, tepki göstermeme, sabırla katlanma.
(34) Konteyner; Fabrikalarda üretilen, sadece düzgün bir zemin isteyen, sosyal gereklilikler (elektrik, su vb.) ve giderler için kullanılmak üzere özellikle inşaatlarda kullanılan ev tipinde yapı. Bunlar; kış-yaz koşullarına uygun, ucuz, taşınabilir, depreme dayanıklı, sevkiyatı ve de montesi kolay, ihtiyaçlara uygun olarak farklı ölçülerde imal edilebilen yapılar. (Genellikle deniz ürünleri, et, taze sebze gibi çabuk bozulabilecek mallardan, tahıl, kahve ve bir kısım malları ülkeden ülkeye yahut da kentten kente taşımada kullanılan çelik alüminyumdan yapılmış kapısı kilitli ve mühürlü TIR’larla taşınan kaplara da “Konteyner” denmektedir.)
(35) Medet Ummak (Dilemek); Yardım beklemek. (Medet: Zor bir dönem geçiren birinin, birinden çare dilemesi, yardım istemesi).
(36) Şaşaa; Parlaklık. Parıltı. Olağan ötesi gösteriş.
(37) Sapkın; Doğru yoldan ayrılmış, özellikle dinsel inancını yitirmiş olan. sapkıya uğramış olan.
(38) Alıştım sana bir tanem… diye başlayan (Güfte; Ümit BESEN, Beste İbrahim TATLISES) şarkı.
Bu öyküde ben şair ve bestekârın aflarına sığınarak; “alışmak” yerine “Ayrılmak sevmekten daha zor!” demek isterdim.
(39) Sürveyan; Gözetmen, gözetici, gözetimle görevli olan. İnşaat imalâtları yapım esnasında idare adına, yapılan imalâtların, ihrazatların, beton, demir döşenmesi, kum-çakıl-çimento ve kalıp alınması gibi güvenlik ve çalışma düzeninin şartnamelere uygun yapılıp yapılmadığını kontrol eden en alt düzeydeki teknik eleman.
(40) Lây-Lây-Lôm; Önemli olayları önemsemeyen, umursamayan, dünyadan haberi olmayan, sorunlarla ilgilenmeyen, gamsız tasasız insan tipi.
(41) Prosedür; Bir amaca ulaşmak için tutulan yol, bir işte uyulması gereken yol, yöntem, işlemlerin tümü.
(42) C/A (C-A veya CA) 15-3 Kanser Antijeni; Kadınlarda en çok görülen meme kanseri (Meme Adenokarsinomiu) tedavisinde ve takibinde kullanılan belirleyici bir faktördür (Nüks ve metastaz önemlidir).
Gaita; Besinlerin sindirilmesi sonucu oluşan ve sindirim kanalıyla atılan atık maddeler halk arasında büyük abdest, dışkı, kakanın tıp dilinde adlandırılışı. İnkontinans ise, gaz çıkarma veya dışkılamayı kontrol yetisinin bozulmasına denmektedir.
İnkontinans; Gaz çıkarma veya dışkılamayı kontrol yetisinin bozulması.
Tıpta Bazılarımızın Bildiği Gibi; EKG (Elektrokardiyografi), EKO (Ekokardiyografi), Eforlu EKG (Koşu Bandı Efor Testi), Sintigrafi, MR ( Manyetik Rezonans=emar) diye anılan muayeneler.
(43) Kâbus; Karabasan. Sıkıntılı ruh durumu, korkunç olayları ve bu yüzden gerilim ve bunalımları kapsayan düş. Bir kimsenin içinde bulunduğu karmaşık, sıkıntılı ruh durumu.
(44) İşkillenmek; Kötü bir durumla, hoş olmayan bir şeyle karşılaşacağı zannını yaşamak (zannına kapılmak).
(45) Ölüm Allah’ın Emri; Ölümden kaçınılmaz, herkes ölecek, tehlikeli bir karar verme durumunda; ”Ölümü göze alıyorum!” anlamında bir söz olup Orhan Veli KANIK’ın “KİTABE-İ SENG-İ MEZAR” isimli şiirinin en dokunaklı dizeleridir; ”Kahve ocağında el yazısıyla; ‘Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı!” Söz ayrıca Barış MANÇO’nun bir şarkısında da geçmektedir.
(46) Esami; Adlar, isimler.
(47) Vız Gelip, Tırıs Gitmek; Göz önüne alınmaya değer görülmemek, hiçbir değeri, önemi olmamak. Hiç önem vermemek, önemsiz saymak, aldırış etmemek, aldırmamak.
(48) Pratisyen Hekim; Mesleğini, sanatını uygulama yoluyla öğrenip uygulayan doktor.
(49) Nabız; Vuru. Yürek vuruşlarının sağladığı kan basıncı nedeniyle atardamarlara ve özellikle bilekteki atardamara parmakla basıldığında hissedilen kımıldama, kalbin gevşeyip asılmasıyla olan kıpırtı. Düşünce, eğilim, niyet.
(50) Hipokrat, İsmi; Tıbbın babası olarak anılan İyon hekim. Hekim olan babası tarafından yetiştirilip birçok yerde hekimlik yapmıştır. Anadolu’nun kuzey illerini gezdikten sonra İstanköy adasına dönerek hekimliğini sürdürdü. Antik İyonya’da bilimsel gelişme ve felsefe ile sımsıkı bağı olan hekimlik gözdeydi.
Hipokrat (Hippokrates) Yemini (Andı da denir); hekimlerin mesleklerine başlarken ettikleri bir yemin olup, mesleklerinin kendilerine sağladıklarını ifşa etmemek üzerine kurulu olup, ülkeden ülkeye değişim gösterir. (Espri niteliğinde Hipokrat Yemininin Tıp Fakültesinde yapılma şekli; TIPOKRAT YEMİNİ)
Hipokrat Yemini (Bugünkü Hali); “Tıp Fakültesinden aldığım bu diplomanın bana kazandırdığı statü, hak ve yetkileri kötüye kullanmayacağıma, hayatımı insanlık hizmetlerine adayacağıma, hastalarımı memnun edeceğime, insan hayatına mutlak surette saygı göstereceğime, mesleğim dolaysıyla öğrendiğim küçük sırları saklayacağıma, hocalarıma ve meslektaşlarıma saygı ve sevgi göstereceğime dil, din, milliyet, cinsiyet, takım, ırk ve parti farklarının görevimle, vicdanım arasına girmesine izin vermeyeceğime, mesleğimi dürüstlük ve onurla yapacağıma namus ve şerefim üzerine yemin ederim.” (Bu yeminde anlayamadığım şeyler; küçük sırları açıklamamak iyi de, büyük sırları açıklamakta sakınca yok mu? İkincisi; parti farkları denirken neden mezhep farkları da dikkate alınmamıştır ki? Üçüncüsü; Anayasaya rağmen yeminler bozulabilirken, bu yeminin gerçekleşme olasılığı % kaçtır?)
(51) Mubah Saymak; Yapılmasında, ya da terkinde dini yönden de herhangi bir sakınca bulunmadığına inanmak, serbest ya da uygun olarak algılamak.
(52) Kanserin 4. Aşaması; Kanserin vücudun başka organ ve dokularına (metastaz) yayılması ile bir bakıma en ileri seviyede aşama meydana gelmiş olur. 4. Evre bu son devredir. [Metastaz; Kanserli dokuların (organizmadaki bir hastalığın) kan damarları ve lenf yardımıyla bir başka alana sıçraması. Diğer bir tarifle; kanserin köken aldığı organ dışına çıkarak diğer organlara yayılmasıdır. Bir bakıma Türkçemizde “Yayılma” karşılığı. Metastaz yapmış kansere Metastatik Kanser denilmektedir].