Aklımda eğer yanlış kalmadıysa; “Bülbülü altın kafese koymuşlar ille de vatanım!(1)” demiş. Güzel bir atasözü, tıpkı; “Evli evine, köylü köyüne” şeklindeki deyiş gibi. İnsanın evi gibi(si) yoktur.
“Evim, evim, güzel evim...” Sanırım İngilizceden (ç)alınmış; “My home, my sweet home...” şeklinde galiba. Tilki de dönüp dolaşıp gelirmiş, ama farklı yere; “Kürkçü Dükkânına(2)”
Benim yaşadığım da buydu. Kapısı çalınmayan evde yaşamak zor! Kimsesiz, yalnızlığımı üleştiğim Ankara’daki evimden yaklaşık bir ay kadar önce gelmiştim bu şehre, teftiş(3) amacıyla görevlendirilmiş devlet memuru olarak
Önceleri bir otel odasında daha sonraları misafirhanelerde kalmam gerekmişti Edirne ve civarlarında görevli olarak gezinmem gereken...
Aslında; “Bazen ben gibi benler alıp başını gitmeli bir yerlere ve yanına sadece iki-üç şarkı almalıydı(4)” hep görev için değil, bazen de kendi için! Ancak nereye gidersen git, yalnızlığının da seninle beraber geleceğini unutmaksızın(4) ve sadece kendine sakladığın şarkıların sana teselli olacağını(4) bilerek, anlayarak.
Giderken de dönüşte de trenlerin daha çok geçtiği, uçakların sefer yapmadığı, otobüslerin ise kırk bin dereden su getirerek, yolcuları nazla kabul ettiği, bazen aktarmalı imkânlarla ulaştığım Bilecik’te ailemi ziyaret etmeden geçmem olamazdı.
Aslında uçakta yer bulabilirsem, Ankara’dan İstanbul’a oradan Edirne’ye ve Edirne’den de doğrudan doğruya Ankara'ya dönmek, bir süreliğine de olsa ailemi ziyareti askıya almaktı(5) niyetim. Sanki aile büyüklerimin askıya aldığım sürenin sonuna kadar yaşayacaklarına dair senetleri varmış gibi…
Görevim için Ankara-İstanbul uçuşum rahattı. O zamanlar Edirne’ye, ya da civarına uçak mı yoktu, yoksa ben mi bilmiyordum?
Havaalanından ana yola çıkıp “Ördek toplamakta(5) daima hevesli olan!” otobüslere el sallayacaktım. Yolculuğumun en kestirme yolu bu idi, öneriler ve daha önceki tecrübelerimle sabit! Yoksa Topkapı’ya git, bilet ara, bul, bekle, oldukça uzun bir süre idi, vakti boşuna israf idi benim için.
Nasıl olsa Çorlu’ya, Lüleburgaz’a, Babaeski’ye, hatta Havsa’da inmek kaydıyla Uzunköprü otobüsleri bile beni götürmek için yardımcı olabilirlerdi!
Otobüslerden birinden birine kapağı attıktan sonra, elimde ufaktan biraz büyük içinde sadece görevle ilgili belgeler, çamaşır ve gömleklerim olan ufak bir valizim olduğu için, hangi ilçede mola verirsem vereyim, öteye (yani görev yerim öncelikle Edirne’ye) ulaşmak kolaydı benim için.
Kolaydı, kolay olmasına, ama akşamın erdiği vakitte Edirne' ye ulaşınca hangi kurum, ya da kuruluşu rahatsız etmeğe hakkın olurdu ki dinlenmek için? Ha! Ensesi(6), ya da sırtı kalın(6) biri olurdun, o zaman zaten araban falan olurdu, ya da şehir girişinde âlâyı vâlâ ile karşılanırdın(5), o başka.
Bu; benim hem prensiplerim dışında, hem de habersiz gelmek görevimin bir parçasıydı.
Atalarım; “Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi, sen başkalarına yapma!” diye emretmişlerdi, ya da “Senin özgürlüğün, bir başkasının özgürlüğünün başladığı yerde biter!” diye öğrettikleri, hem de kurallara göre baskın(!) yapmam gerektiği için, hem keseme, hem de unvanıma uygun bir otelde kalmak zorundaydım.
Bu, belki konumla ilgili ders çalışmama(!) yani; evraklarla haşır-neşir olarak(5) çalışmama da daha elverişli olabilecekti!
“Sabah ola, hayrola!” temennisiyle ilerleyen vakitte, büzüldüm, otel odasındaki soğuk nevresim altına...
Otelin hemen yakınındaki caminin hocası tanıyor olsa gerekti beni, çünkü bu ilk gelişim değildi ki buralara. Bu nedenle hoca sabah ezanını yorgunluğuma aldırmaksızın odamın içinde okumaktan çekinmemişti!
Eh! Davete icabet etmemek(5) olmazdı, her ne kadar sığındığım bir sürü abuk-sabuk mazeretler(6) dolaysıyla alnım bayramdan-bayrama secdeye değiyorduysa da. Sanki İslâm’ın tüm şartlarını uygulamak sadece yaşlılara farzmış gibi!
Aslında benim, daha doğrusu bana ait olduğunu sandığım felsefem(6) de yanlıştı; “Önce iş, sonra ibadet!” şeklinde. Bu felsefemin tek istisnası(3), ya da terk ettiğim gün ve zaman; “Cuma Namazı saati” idi.
O gün ben o mübarek güne ulaşamasam bile, nedense çok zaman ulaşamamışımdır(!) ulaşmak isteyen dindar, dinci, sofu, yobaz hiç kimseyi engellemiyordum; “Allah kabul etsin!” dilekleriyle.
Bazı bazen gerçekten dindar olan, iş yeri dışındaki amca ve dedelerin telkinleriyle(3) (asla zorlama, ısrar veya cehennemle korkutmayla değil) ben de katılırdım bu Cuma namazlarına, gittiğim bazı görev yerlerinde. Ancak kimseye görünmeden, kimseyi etki altına almayı düşünmeksizin.
Gerek vaazlarda, gerekse hutbelerde neler söylendiğini cami dışında bana sorsalar, hatırlamam mümkün olmazdı. Hani, tabiri caizse(6); dinleme modunda, gözü açık, ayakta uyur gibiydim.
Bir bakıma; yol sıra gidip çay sıra gelmek(5), ya da dostlar alışverişte görsün(6) gibi, saklanarak da olsa.
Yani; Allah’ın bildiğini, kuldan mı saklasaydım?
Asla müfettiş gibi değil, denetim sayılacak böyle çalışmalarda en büyük kolaylık, yatacak yerin gösterilmesi dışında yöreyi tanıyan bir uzman ve onun yanında, bir araç ve şoförünün benimle birlikte görevlendirilmesi idi.
Trakya insanı sevecen, güler yüzlü ve misafirperverdi, çalıştığım sürece ne özel olarak ikram edilen yöre yemeklerine, ne de çay-kahveye para ödüyordum.
Yöre yemeklerini ve tatlılarını bir-bir saymak da, sıralamak da mümkün değil, 30 gün içinde bitmemişti sıraya konulan yöresel yiyecekler; Pırasa Çorbası, Bakla Fava, Tekirdağ Köftesi, Eminem Böreği, Mantı ile tatlılardan; Höşmerim, Pelte, Hayrabolu Tatlısı, Devayı Misk, Badem Ezmesi ben de en çok tat bırakan lezzetler oldu, itiraf etmeliyim.
Ayrıca söylemem gerekli ki en çok hoşuma giden söz; ikramı yapan aşçıların; “Allah'ım adını ben koydum, tadını sen ver!” dilekleri ve bir de sanki bir gurmeymişim(3) de bu hassaslığım ile tadına bakmamı beklemeleriydi.
Herkesin çoluk çocuğu ve istirahat etme hakları vardı, hiç kimse bekâr da olsa benim gibi boş gezenin boş kalfası(6) değildi. Bu nedenle tüm ısrarlara karşı hiçbir akşam yemeği davetini kabul etmedim, direndim.
Tekirdağ Rakısı, ya da Boğma Rakı, ya da tarifi mümkün olmayan şaraplarla işimin tadı kaçacağı gibi, ilgililere masraf yüklemek hiç de kitabımda yazılı değildi. Zaten çok nadir alışkanlığım vardı; düğünde-dernekte, bir bira gibi, meselâ.
Şöyle bir şeyi de söylemeden geçemeyeceğim. Tesadüfen bulunduğum lokantaya gelen, ekonomik durumu müsait olmamasına rağmen eli açık, dürüst kişilerin ikramlarını da reddetmekte oldukça zorlandım, gerçeklilikle söylüyorum kabul etmemek konusunda bir hayli gerildim.
Gene de ısrarla ikram edildiği için tatlısız bir gecemin geçmediğini içtenlikle itiraf etmem gerek. Herhalde Ankara'ya uçakla dönersem havayolu benden mutlaka kilo farkı ücreti(!) tahsil etmek isterdi, gibime gelir!
Bu gibi gidip gelmelerin bir diğer iyi yönü de merak ettiğin yerleri görmekti. Meselâ “Altı Ölü Var!” cinayetinin işlendiği filme konu olan İpsala, Ali olarak destanının yazıldığı Keşan, duygulu öyküleri ve türküleri ile Edime Meriç Köprüsü, Uzunköprü gibi.
Devasa(3) her ikişer minaresi farklı, dört minareli Selimiye Camii, minaresi yıkık, büyük harflerle bezenmiş Eski Camii, burmalı minaresiyle etkili Burmalı Minareli Camii, Kırkpınar Yağlı Güreş Alanı, Meriç, Tunca, Arda, Ergene nehirleri, sınır kapıları ve aklına sığdıramadığın bir sürü ihtişam(3).
Ve öyle ki, insan “Erol” isimli müteşaire(3) de katılıp hak veriyordu bu ihtişam karşısında;
“Ayrıldığımız bilmem ne kadar oldu? Kaç sene,
Seni hiç unutmadım, unutamadım Edirne!
Bir kez daha ziyarete uydurayım bahane,
Seni hiç unutmadım, unutamadım Edirne!
Selimiye, Eski ve Üç Şerefeli Camiiler,
Anlatılmaz güzellikler, yaşanmalıdır değer,
Nehirleri, köprüleri görmeli birer birer
Seni hiç unutmadım, unutamadım Edirne!
Herkes Kapalı Çarşıda, müzelerde gezerdi,
Aç-açık yoktu, herkes kanaatkâr içer-yerdi,
Sana tüm turistler; ‘Trakya’nın İncisi’ derdi
Seni hiç unutmadım, unutamadım Edirne!
İlk payitahttan sonra sen de seçildin payitaht,
Ulusumuzun çok şanlı tarihinde oldun baht,
Gençliğimin bir döneminde içimde kurdun taht
Seni hiç unutmadım, unutamadım Edirne!
Havan, suyun güzeldi! Güzeldir, umarım hâlâ,
Yollarına denirdi ki; ‘Bal dök de, öyle yala!’
İklimi, yeşilliğini almıyordu havsala
Seni hiç unutmadım, unutamadım Edirne!
Tüm mevsimler; yaz olsun, kış olsun sende güzeldi,
İnsanlar farklı, insanların seninle özeldi,
Benim sende aklım, yüksek tahsil fikrim düzeldi
Seni hiç unutmadım, unutamadım Edirne!
Ya evlerin? Bir katlı, en fazla iki-üç katlı,
Bahçeli, ahşap panjurlu, kapılar tek kanatlı,
Araba, fayton geçerdi sokaktan hem çift atlı
Seni unutmadım, hiç unutmadım Edirne!
Devayı miskle, badem ezmesi meşhur mu yine?
Takılıyor mu beşibiryerde yeni geline?
Boyacılar; ‘Boyayalım!’ diyor mu her geçene?
Seni hiç unutmadım, unutamadım Edirne!
Hatıralarımda; ‘Er Meydanı’ da yer alıyor,
Orada Askeri Birlikleri unutmam çok zor,
Hayal… Rüya… Veyahut da gerçek… Gel de bana sor!
Seni hiç unutmadım, unutamadım Edirne!
Hâlâ; ‘Taştan mı köprü’ Karaağaç yolundaki?
O ağaçlar duruyor mu Söğütlük solunda ki?
Yaşıyor anılarında hâlâ, Erol’un da ki
Seni hiç unutmadım, unutamadım Edirne!
Ömür tükendi! Ben içindeyim hâlâ özlemin,
Hatıralar canlandı, TV ekranında demin,
İsterim bir kez daha görmek, etmeden ant, yemin
Seni hiç unutmadım, unutamadım Edirne!(7)”
Sayılı gün çabuk geçermiş, bazen göz açıp kapayıncaya kadar, bazen su gibi. Bazen de mecburiyeti vardır, görev biter, “Bana doyum olmaz!” tezahüratı ile…
“Bir sorumlu”, ya da ‘Yetkilerle donatılmış biri olarak” diyelim, devamlı hata bulup eleştirmek, cezalandırmak yerine, gereken uyarıları gereğince yaptığında hem kendi mutlu oluyor, hem de arkasında huzursuz bir kitle bırakmıyordu.
Arkamdan eller kahır dolu değil, “Gene buyur!” mutluluğu ile sallanıyordu.
Ne çantamda, ne dağarcığımda(3), ne de beynimde bir ağırlık vardı taşımakta zorlanacağım, yük edinmekten dolayı hayıflanacağım(5).
Hak var, ölüm var, gidip de gelmemek, gelip de görmemek vardı. Bu nedenle en iyi yolculuğun Edirne’den, Sirkeci’ye, Haydarpaşa’ya sonra da “Bir bilet alıp gişeden...(8) Bilecik'e gitmek olduğunu düşündüm.
Ve ummadığım aksilikleri arka arkaya yaşamaya başladım.
İlk aksilik gişede idi. Önce gişedeki arkadaş sorunlar çıkardı, adabını(3) bilemediğim, anlamakta zorluk çektiğim. Sonrasında bozuk para sorun oldu; “Kalsın! Trene yetişeyim!” dileğime rağmen bileti vermeyerek ödemek iddiasını yaşadı. Ödedi de…
Trene yetişmek için kısıtlı bir şansım vardı.
Tren için hiçbir hareketlilik olmaması, insanların peronda sohbete devam ediyor olmaları dikkatimi çekmişti. Ben bozuk para telâşını yaşarken, makinenin bozuk olduğu anons edilmiş ve gecikme bildirilmişmiş.
Bunun şans mı, şanssızlık mı olduğu konusunda gerçekten uzunca bir süre tereddüt yaşadım...
Trenlerde en doğal hareketlerden biri yanlış vagonda, aynı numaraya oturma ve kendisini ikaz ettiğinde oturanın yerinden kıpırdamayıp “Sen de oraya otur!” önerisi idi. Hele ki karşındaki lâftan anlamayan, duymakta zorluğu olan bir nine, ya da dede ise başarılı olup yerine oturman asla mümkün değildi!
Ne kondüktör(3), ne de şeftren(3) hatta gardıfren(3) bile gelse başarılı olamazlardı söz anlatmakta. Yalvarırcasına bakışlar yerin asıl sahibine yönlenirdi.
Kondüktör elindeki kâğıda bakar, o vatandaşın yer numarasını söyler, tren içinde, vagonlar arasındaki yürüyüşüm Ulus-Kızılay arası kadar sürerdi! Edepsizliği anlarım, ilenirim(5), ama yapacağım bir şey yoktur.
Üstelik trenden indiğimde trene binecek hemşerim olan kişinin de yerine oturmak istediğinde aynı terbiyesizlikle karşılaşacağını düşünerek onun adına da hüzünlenirdim(5).
Memleketim dediğim yerde daha trenden indiğimde karşılaştıklarımla başlayan sitemler eve ulaşıncaya kadar devam eder. Emin olduğum (bildiğim kadarıyla, hiçbir konuda) kendimi üzdüğüm kadar kimseyi (hele sitemlerini hak edecek gibi) üzmedim(9).
Büfedeki Ömer, bilet gişesindeki Emin, karakoldaki -bir gelişimde trafik kazasında rahmetli olduğunu öğrendiğim- Kahraman, yokuş üstündeki Nihat, Taksici Ramazan, ezan vakti ise Hoca Kemal ve Hacı Halil Amca ve diğerleri…
Ben; hepsi için “Bizim Oğlan”, “Köylü”, “Köylüm” veya “Bizim Köylüyümdür.” Ya da neden yakıştırdıklarını anlayamadığım, sorduklarımdan cevap alamadığım şekilde “Enişteyimdir.”
Bir yabancılık hissetmem, beni “Bizim” demelerine rağmen dışarıdan biri gibi görmeleri üzerdi, demek oluyordu ki, ben memleketimden bir kızla evlensem; düpedüz, tescilli “Enişte” olacaktım! Doğruya doğru, değil mi? Söylenenleri ise birikimlerimden aklımda kaldığınca şöyle sıralamam mümkün:
“Hoş geldin bizim oğlan! Sen buraları bilir miydin yav?”
“Hoş geldin köylü! Hangi rüzgâr attı seni buralara ha?”
“Koca köydesin ya bilâder(3), unutursun toprağını, tosbağa gibi (bazı-bazen şaşırıp kaplumbağa yerine toslumbağa diyerek) kabuğundan çıkmış gibi, bencileyin(3) bilmez, bilmezsin buraları gari(3)!”
“Koca hökümettesin ya, unuttun sandıydık buraları!”
“Hangi dağda kurt öldü? Mahlede ne yangın, ne de ölü var(11), ne sürükledi ayaklarını buralara?”
“Çok çalışınca, çok mu para veriyorlar?”
Bunların çoğunu eklentileri ile zenginleştirerek öncelikle annem, ilâveten de babam sitem olarak yansıtırdı yüzüme “alaylı” diyeceğim bir şekilde bakarak. Üstelik inanmıyormuşçasına usanmaksızın gözlerini ovuşturarak;
“Aaa! Gel bak adam! Hani bizim bir küçük oğlan vardı; adı Onur idi hatırladın mı, o gelmiş!”
Dediğim gibi babam sitemlerini yumuşatma gayretini yaşamamıştı hiçbir gelişimde;
“Ooo!! Hoş geldiniz efendim! Sefalar getirdiniz! Sıcak mı, soğuk su mu arzulardınız efendim ayaklarınıza dökmemiz için efendim?”
Gene de yabancı gibi durmazlar, iki taraftan sarılır, kucaklar, öperlerdi, daha kapıdan içeri adımımı atmadan.
Ve gecikmeksizin ilk, tek ve devamlı suallerini yola çıkarırlar;
“Eee! Ne var, ne yok?”
Öylesine kapsamlı bir sorudur ki bu, anlamam, daha doğrusu anlamazdan gelirim, çünkü her gelişimde, hatta Ankara’dan her telefon edişimde ki, bu haftada en az iki defa olurdu ve aynı sual tırmalardı beynimi;
“Eee! Ne var, ne yok?”
Bunun anlamı; ağabey-kardeş gibi büyüdüğümüz komşu ve annemin ahretliği(11), ahret kardeşi(11) olan teyzenin kızı, Ankara’da bir üniversite öğrencisi olan Şerife ile yakınlaşmam, hatta yuva kurmamın isteğidir.
“İnsan Ankara’da okuyan bir komşu kızının halini-hatırını arada bir sormaz mı? Harçlığı var mı, destek olmaz mı? Çekinikliği varsa ele-günden, hemşerisini gezdirmez, bir sinemaya, bir yemeğe götürmez mi? Hayatta iki şey vardır ki; ihtiyaç anında yanında olmazsan, zor zamanlarında yalnız bırakırsan(12), nerede kalır ki senin hemşeriliğin, her şeyden önce insanlığın?”
Her seferinde söz veririm; “Uğrarım üniversiteye de, yurduna da... diyerek. Ama Şerife akşamüzerine doğru yurda onun için her uğradığımda bilgiççe kafa sallar;
“Gene memlekete uğradın galiba?” diye sorgulardı, daha doğrusu bu bir sorgulamadan ziyade sitemidir. Çünkü hemen arkasından; “İyiyim, sağ ol!” deyip, ailesinin gönderdiklerini elimden alır, sırtını dönerdi.
Bunun; “Annenin-babanın ısrarıyla kendin istemeden görünmek için geliyorsan, bana ne? Güle güle!” anlamında bir söz dizisi olduğunu anlardım. Gerçek şu ki; uzak durmak yapımda olan bir nankörlüktü. Ya da “Anlayan için davul-zurna az!” anlamında bir deyiş, Atasözü. Ya da; “Bulut olmayınca, neden yağmur beklensindi(13)” ki? Bu bir bakıma sessizce; “Dağ kuşu dağında, bağ kuşu bağında(14)” demenin öz Türkçesi olsa gerekti!
Haberimin olmadığı, öğrendiğim konu bu kez değişikti, Ankara’da görüşmemizi gerektirmeyen. Şerife, özel bir nedenle, özel deyince yanlış anlaşılmaması gerek, annesinin, ya da babasının rahatsızlığı nedeniyle şehirde imiş. Annem;
“Dur bakalım! Ne zaman döneceğini söyle, bakarsın o da aynı gün okuluna dönecek olur, başında durursun, beraberce gidersiniz koca şehre!” dedi.
“Kocaman kız Anne! Başına adam dikmek gerekmez ki!”
“Sen beni dinle, git, sor!”
“Vakit geçmiş olsun, benden habersiz okuluna dönmüş olsun!” diye umursadım. Kuşlar mı haber vermiş, kokumu mu almış, gitmemiş buldum onu. Daha önce de resmi olarak(!) bir iki kez Güvenlik Görevlisi, Koruma Polisi gibi, başında görevlendirilmiştim!
Ahretlik iki anne! Kim bilir plânları nedir, ne konuşuyorlardır, ne alıp veriyorlar, ben bilirdim.
De?
Sanırım o da yakıştırılanlardan habersiz değildi, gibime gelirdi. Fısıltıların yakınlaşmaması mümkün müydü? Ama anne-baba istiyor, diye de bir ömür paylaşılmak için niyet edilmezdi ki?
Evine gittim, beklercesine açtı kapıyı, pencereden görmüş olabilir miydi, yoksa bir danışıklı görüşten anlamında dövüşten, şikeden mi şüphelenmem gerekliydi?
“Yarından sonra Ankara’ya gideceğim, senin programın nasıl, ona göre daha önceden de olduğu gibi başında bekçi baba olabilirim!”
“Sağ ol Onur! Başımın çaresine bakabilecek yaşta bir üniversite öğrencisiyim, bildiğin gibi. Ankara’da bile aile zoruyla, kırk bin nazla arayan sana yük olmayayım!”
“Oldukça heybetli bir sitem seziyorum sözlerinde, daha öncekilere oranla dozu artmış, kantarın topuzu kaçmış gibi(15)! Hem önceleri bana ‘Ağabey!’ derdin, şimdi ne oldu?”
“Ben, bana yakın olduğunu hissettiğimde içimden geldiği gibi seslenirdim. Uzak olmakta, uzak durmakta, sahte ve zorunlu arayışlarda bulunanlara ise ne el uzatır, ne de onların yapmacık, hatta resmi davranışlarına tahammül ederim!”
“Galiba oldukça birikmiş bir sitemin var, sanırım son sınıfta olmanın da bunda etkisi olsa gerek. Beni affetmen için beraber gitmeyi, kendimi affettirmek için her türlü çabayı göstereceğimi vaat etsem, gene de ‘Hayır!’ der misin?”
“Senin, bir akrabam gibi yakınım olarak en ufak üzüntün bile kahreder beni, nasıl ‘Hayır!’ derim ki? Bilet parasını getireyim hemen, öğrenci bileti alacağını hatırlatmama gerek yok değil mi? Yanındaki yeri de benim için al lütfen!”
Bu; yelkenleri suya indirişi(5) idi, duygularından emin olmadığını çözümlediğim genç öğrenci Şerife’nin. Ağabey dememekteki direnişi kulağımdan kaçmamıştı;
“Sitemin hâlâ devam ediyor galiba?”
“Bu bilmediğim bir duygu, sitem değil, aramızdaki yaş farkını unutup seni adınla çağırmak, sana ‘Sen!’ demek farklı bir şey!”
“Anlamadım, ama peki! Biletini getirdikten sonra sözleşiriz. Bilet bedelini trende alırım, olur mu? Yükün ağır olursa kontenjanımdan(3) yardımcı bile olurum!”
“Sağ ol!”
“Sen sağ ol, güzel kız!”
“Anlamadım!”
“Güzeli tarife, anlatmaya kimsenin gücü yetmemiş ki, benim yetsin, senin de anlaman kolay olsun. İşte böyle bir şey! Başka anlatmak istediğim bir şey yok. Bana ismimi söylemene izin verdiğimi, seni Ankara’da ziyaret edeceğime söz versem de, aynı şehrin, aynı sokağın, iki ahretlik annenin çocuklarıyız ve ben senin her daim ağabeyinim.”
Sustu.
Bir daha da konuşmadı, ne bileti verirken, ne de kapılarına gidip “Hazır mıyız?” dediğim ana kadar...
İkindiyi geçerekten trene binip el sallayarak uzaklaşırken, annelerimizin görünür bir şekilde, gülücüklerle kucaklaşmaları dikkatimi çekmişti, belki Şerife’nin de. Bu yolculuğun “Ne var, ne yok?” sorusunun cevabı; “Ateş bacayı sardı! (16)” şekli mi olsa gerekti ki?
Hayatta her şey anne ve babaların istedikleri şekilde olsa da, mutluluk ve saadet de onların istedikleri şekilde, ya da kadar olabilir miydi?
Bugünün coğrafyasında çoluk-çocuğa karışılmış olsa bile boşanmaların önünün alınamamasının esas sebebi, başlıca önemli noktası; insaf bilmeyen, sevda konusunda bilgi birikimi olmayan anne-babaların baskısının neden olduğu söylense yanlış mıdır ki?
Birbirini tanımayan iki yabancı yolcu gibiydik aynı vagon ve aynı koltukta. Sadece bavulunu rafa koyarken zorlanmış gibiydim ve dilim sürçmüştü;
“Ne var kız bu bavulda, kurşun gibi ağır, nasıl taşıyacaksın?” dediğimde gülümsemiş;
“Senin tarifine göre güzel olan bir üniversite öğrencisine hangi centilmen yardımcı olmaz ki?”
“Maalesef yanına oturan hanzo(3), centilmen değildir, içtenlikle itiraf ederim!”
“Yanlış anlama Onur. İçinde kitaplarım, giyeceklerim ve çok sevdiğim aygıtlı salça(17) var. Muhtemelen senin annen de yanına bir kavanoz koymuştur mutlaka ve de börek, çörek, poğaça gibi şeyler, ana yüreğinin ağırlık olmasına aldırmaksızın yüklediği…”
Tren ahenksiz bir şekilde ilerlerken aniden durmuştu, daha semaforları(3) henüz geçmiş olsa gerekti son vagonlar. Lokomotif rampayı çıkamamış, belki de fren sistemi de koruyucu olamamış, lokomotif “Küstüm!(18)” modunda, makinistin ara sıra gayreti ile bazen kayıyor, bazen de yürüyordu geriye doğru.
Şeftren, gardıfren, kondüktör, ya da bir görevli, belirli aralıklarla konmuş telefonlardan biri ile istasyona haber etmiş, bir görevli de Mors Alfabesi(19) ile bir yerlere bir şeyler ulaştırmaya çalışıyordu, “Ne oluyor?” diye merak ederek bir kısım yolcularla ön tarafa doğru yöneldiğimde gördüğüm kadarıyla.
Bindiğimiz tren, istasyona geri dönmüş, treni açık bir hatta almışlardı, riskleri düşünüp, tedbirleri alarak. Uğurlayanlardan eser yoktu, doğal olarak.
Bekledik, hem uzunca bir süre. İnmek tereddüdünü yaşıyorduk. Çünkü burası Türkiye, bakarsın olmadık bir imkân oluşur, anons bile edilmeden tren tekrar yoluna devam edebilirdi. Bu nedenledir ki Şerife kitaplarından birini açmış, uykulu gözlerle, ara sıra da esneme modunda okuduklarını sindirmek(5) gayreti içindeydi.
İlerleyen zamanda tahammülünü ya da direncini yitirmiş olsa gerekti, elindeki kitap sessizliğe hükmedecek, ancak Şerife’nin uykusunu bozmayacak bir şekilde elinden düşmüştü. Aldığım kitabı öndeki poşete yerleştirdiğim anda omzum Şerife tarafından işgale uğramıştı(5)!
Posta trenleri, karma trenler(6), marşandiz trenleri(6) bile geçiyordu bizim trenimizi. Prosedürü(3), kuralları ya da kaideleri bilmem mümkün değil, belki karma trenler için haksızlık gibi görünebilir ama marşandizlerin yolcu trenlerinden daha kuvvetli lokomotifleri olduğunu düşünüyordum…
“Ya da ranfor(3) desteklese de bizim trene rampayı çıkartsa, ya da Eskişehir’e kadar getirip bıraksa iyi olmaz mıydı?” diye düşünmedim değil, çünkü Eskişehir’de kocaman bir lokomotif atölye vardı, bildiğim kadarıyla.
Benimkisi belki de ipe-sapa gelmez düşünceler(6) olabilirdi. Sanırım bu kadarcık akıl o trencilerde (Trenci amcalarda!) da olsa gerekti, yoksa akılsızlıklarını iddia etmek aklımdan geçmezdi (Hani meselâ)!
Akşamın ilerleyen vakti, geceye dönmüştü tekrar hareket ettiğimizde. Bu; gece ulaşmayı düşündüğümüz Ankara’ya sabahın ilerleyen vakitlerinde ulaşacağımızın müjdesi(!) gibiydi, bitmeyen çilemizin biteceğinin zannıyla yaptığım hesaba göre...
Eskişehir’i geçtikten sonra trenimiz bir kere daha ve çok ani olarak durdu. Bu kere trenin vakit dışı tehirli olduğunu uykulu bir şekilde fark eden hemzemin geçidin(6) bekçisi aceleyle geçidi kapatmaya yöneldiğinde hattın üstüne düşmüş ve kendisini toparlamasına fırsat kalmadan trenimiz geçit bekçisinin canına kastederek asil görevlerinden birini yerine getirmişti!
Savcının gelmesi, tek olan hattın açılmasının gerekliliği nedeniyle bu kez de bir süre için de olsa yol ortasında bekletilmiştik.
Sinirlenişimin dozunu artırmak üzereydim, eğer trenin ani duruşuyla uyuklamakta olan Şerife’nin başını ön koltuğa çarpmasını kurtarma çabam olmasaydı ki, çok insan boş bulunmuştu, bir yerlerden darbeler almışlardı, ağlamalar, sızlamalar kulağıma ulaşıyordu, ama yorgunluğa tahammülü olmayanlar tınmıyorlardı bile!
Yorgundu Şerife (herhalde) uykusu bölünmedi, ya da bölmedi, koluma sarılarak başını iyicene omzuma yaslarken, belki rüyasında, belki hayalinde yaşattığının etkisiyle, belki de uykusundaymış gibi mesaj vermek istercesine;
“Sığınağım benim, seni seviyorum!” diye mırıldandı. Duydum mu gerçekten, yoksa hayalimden mi uydurdum, uykusuzluğumla? İtiraf etmeliyim ki; uydurmuş olsam da sığınak olmaktan dolayı mutlu olmuştum.
Yüzüne baktım dikkatle, isteyerek, eğer ben hayal dünyasında yaşamadıysam bugüne kadar böyle bir sevgiyi neden fark edemediğimin, anlayamadığımın düşüncesindeydim. Hoş, anlamış olsaydım da ne olurdu ki?
Birincisi; ben bu sevgiye lâyık mıydım? İkincisi; ben sevmesini bilmiyordum ki!
Onun yüzüne böylesine dikkatli bakmak, nefes alıp verişini izlemek, koynuma büzülüp, omzuma yaslanmasından hoşnutsam ve buna sevgi deniyorsa ben (de, diyemiyorum) onu seviyordum. O halde annelerimizin biz istasyondan ayrılırken birbirini tebrik etmelerinde haklılık payı olsa gerekti.
Trenin yeniden hareketi ile sarsılan vagonda yeniden ve bu kez daha bir sıkı sarıldı koluma, belki farkında olmaksızın elini avucumun içine bıraktığında farkında olmaksızın elimi öptü. Sevgiye ihtiyacı vardı hissettiğim kadarıyla.
“Sev beni değil, sevmeme izin ver, sevmesen de” der gibi yorumladım hareketini, bencilce. Oysa kendime karşı dürüst olmalıydım, şu kısacık zaman içinde sevgim doruk yapmıştı, vaz geçemeyecek gibi.
Bu yolculuk birçok bakımdan unutulmazlarım arasında yer etmeye kesinkes adaydı. Çünkü yol tamiratları, heyelân(3) bölgelerinden hissettirmeden geçme kaygıları(!) ve tehirimiz nedeniyle diğer trenlere yol verme mecburiyeti Âşık Veysel’in; “Uzun ince bir yolunu”, kalın zahmetli bir yol olarak işaretlemiştik!
Yolunda gitmeye başladı yolculuğumuz bana göre, başlangıçta küskün iki yabancı olsak da, bazı duyguların egemenliğini kabul etmemin, hatta etmemizin gerekli olduğunu düşünüyordum, hatta bu şarttı bizim için.
Bunun için inanıyordum ki Ağustosta suya girsem, balta kesmez buz olma(20) ihtimali asla olmayacaktı.
Balta kesmeyecek olsa da şanssızlığımız mı, yoksa kolumda bana sığınışının, elimi öpmesinin yarattığı şans mı diyeyim, öğlene ulaşmak üzereyken bu kez tam Sincan İstasyonuna girerken trenimiz bir kez daha kesme-biçme işlemini gerçekleştirmişti, sağır olduğu söylenen yaşlı bir teyzenin üstünden geçerek.
Vakit öğleni geçti, geçmek üzereydi. Netice itibariyle bugün Pazar günü olduğundan, yarın telefon eder; “Gelemiyorum, yorgunum!” der, işe gitmeyebilir, muhtemelen gazetelerin üçüncü sayfalarında yer alabilecek olağandışı haberlerle de yorgunluğumu belgeleyebilirdim.
Ama yanımdaki genç kız? Yani Şerife? Ya, yetişmesi gereken dersleri vardıysa, dinlenmesi gerekiyorduysa?
“Güzel kız!” diye seslendim kulağına. Başını kaldırdı, mahmur gözlerle;
“Geldik mi?..” der demez durakladı, sonrasında arkasından dile getirmek istediği (meselâ “Sevgilim” gibi) kelimeyi zapt etmek ister gibiydi.
“Trenimiz bir katil, önce bir geçit bekçisini çiğnedik. Şimdi de yaşlı bir kadını çiğnediğimiz söyleniyor. Savcı, olay yeri inceleme, tahkikat, tatbikat gibi nedenlerle bir hayli gecikeceğiz…
Henüz istasyona gelmedik, ama saatlerce beklememize gerek yok. Yardım edeyim, trenden inelim, yetiştirmek zorunda olduğun dersler varsa, seni yurduna bırakayım bir taksiyle…
Yok, ‘Seni dinlerim!’ dersen, gidelim benim fakirhaneye, bir aylık ayrılık nedeniyle bir şeyler yoktur dolapta, ya da bayatlamıştır, çıkar alırım. Atıştırır, dinlenirsin, istersen çantandan takviyelerle…
Akşam dersen akşam, sabah dersen sabah erken bir vakitte seni yurduna da, okuluna da yetiştiririm.”
İnsanın çenesi düşük olunca, kelimeler yerlere dökülünce seslerini duyuracak şekilde oluyorlardı.
“Benden çekinme! Ben kanepede yatarım, gardıropta temiz çarşaf, pike falan var. Kapıyı da arkasından kilitlersin. Yeter ki okula yetişmen gereken vakti bana öncesinde haber ver!”
“Senden çekinmem Onur!”
“Neden, benim diğer gizli-kötü niyetli erkeklerden ne farkım var ki?”
“Doğduğumda seni gördüm, bildim. Şimdi seni görüyor, biliyorum. Dünyamda senin dışında güvendiğim biri yok!”
“Neyse! Eve gidelim, bunları uykunu aldıktan sonra da konuşuruz. Şimdi sana destek vereyim, vagondan inelim. Sonrasında sen sağ, ben selâmet. Ne dersin, tamam mı? Ha?”
Yaşamımın bu anına kadar, mesai arkadaşlarım, dışarılardaki çalışmalarım dâhil, ilk kez yorumsuz, itirazsız bir “Peki!” ile karşılaşmıştım.
Vagon kapısının son basamağı raylardan oldukça yüksekti. Hanımefendi biri olarak yol için kot pantolonu vardı üstünde, atlayıp zıplaması sorun olmayacaktı düşünceme göre. Önce ben atladım ve o atlarken onu kucakladım.
Neredeyse dudaklarım değiyordu dudaklarına, nefesini yüzümde hissettiğim an, bugüne kadar asla yaşamadığım duygular içindeydim. Bize uyan genç bir arkadaş bavullarımızı uzatmış, ben de ona yardımcı olmuştum.
Sanırım yolcu yolunda, evi olan evinde, misafir olan da misafir olarak kalmalıydı, gecikmeksizin, hem dinlenme gerekliliği ile.
Taksiye bindik, ben öne, o arkaya, o bana anlamsız gözlerle bakarken, tekrarladım;
“Öğrenci yurdunda gönül rahatlığıyla dinlenemem, rahatça ders çalışamam dersen doğrudan bize gidelim, dinlenirsin, sonra da ben seni yurduna götürürüm, istediğin zaman!”
“Olur, Onur... Ağabey!”
Duraklamasının sebebi, bana güvenini hissettirmek mi, taksi şoförünün dikkatini çekmemek için mi olduğunu bilemedim. Çünkü bildiğim kadarıyla; “Ağızdan çıkan söz söylendiğinde, zaman geçtiğinde ve güven yitirildiğinde asla geri dönmezdi!(21)”
Tabii bunu genelleyerek aldığın nefes, atılan ok(22) gibi bir sürü örnekle de çoğaltmak mümkün, ama güveni yok etmemek en önemli konu olsa gerekti.
Üstelik insan kendinden yaşlarca küçük, duygularına egemen olamadığı, ahretlik annesinin yönlendirdiği birine karşı yanlış yapmamalıydı. Anne, genç kızına karşı arzusu olan kelime ve cümleleri sarf ettiğinde ümit vermeye, bunu hissettirmeye çalışmamalıydı çok şeyi sanki biliyormuşçasına.
Evet, anneler doğal olarak duyarlar, hissederler, ama onların hiç yanılmayacaklarını düşünmek yanlış olmaz mıydı? Arzu; evet, istek; evet, ama bu evlâdın hiç hakkının olmadığı anlamını taşır mıydı?
Kelimeler de, cümleler de bazen cam kırıkları gibiydi ağızda, kalırsa dili parçalar, saçılırsa yaralardı(23) ya da benzeri bir şey. Ve benim ikilem(6), üçlem(6) yaratacak cümlelerle bir genç kızın yaşamına mal olacak hatalar yapmamam gerekliydi. Çünkü “Hayat başlar ve biterdi. Nasıl başlayıp nerede (ve nasıl) sona erdiği değil, ikisi arasına neler sığdırabildiğin önemli(24)” olan bu kavramdı!
Dolaysıyla ikimizin de bu serüven arasına sığacak konuda dikkatli olmamız gerekliydi. Ama kendi adıma konuşmam gerekirse; ne oluyordu bana? Bir genç kızın istemsiz, ya da istemli hareketlerinden, sayıklayışından(5) kendime bu kadar çok pay çıkarmama gerek var mıydı, düşünerek? Taksi şoförünün;
“Dediğiniz adrese geldik abey!” demesiyle irkildim, “Üstü kalsın(25)!” dediğimde;
“İyi günler, geceler kardeşler!” demesi hayrete düşürdü beni. Gerçekten hiçbir benzerliğimiz olmamasına rağmen kardeş gibi mi görmüş, yoksa kinayeli(3) bir şekilde hissettiklerini mi anlatmak istemişti?
Asla aşağıladığımdan(5) değil, bir taksi şoförü bile o uzun mesafede, kısa bir zamanda beni çözmüşse Şerife’nin beni çözemeyeceğini düşünmek fazla iyimserlik olmaz mıydı? Yuf olsundu bana!...
“Termosifonu yaktım. Duş almak istersen ben markete gideceğim, anahtarı da almayayım yanıma, kapıyı tıklatırım, müsaitsen açarsın, yoksa beklerim!”
“Sen gene de anahtarını al Onur! Bakarsın uykuya dalıveririm rahatlayınca. Saatlerce olmasa da dakikalarca kapıda dikilmen üzer beni!”
“Peki! Termosifon elektrikli, öyle gaz kaçağı falan gibi tereddüdün olmasın!”
“Peki, gazlı olsa ve etkilenseydim, beni anadan üryan(6) görmekten utanır mıydın, ya da sen gelinceye kadar ölsem üzülür müydün?”
“Böyle bir şey mümkün değil, Allah korusun!”
“Beklediğim cevap bu değil, ama olsun!”
“Dolapta havlu, şampuan, lif falan var. Çekinmezsen kullanabilirsin.”
“Çekinmem, ama gene de bavulumu açarım, yatılı bir yurtta kalmak zorunda olan bir kıza neler gerekli ise, her bir şeyciğim var Allah'a şükür! Ek olarak bir kavanoz aygıtlı salçam bile...”
“Sen mi hazırladın?”
“Usulünü bilirim, evet!”
“O halde koy masaya, tat, sana bir şey olmazsa ben de tadarım.”
“Onur, defol! Elimden bir kaza çıkmasın! Ben senin için içinde zehir olduğunu bilsem bile o salçadan yerdim, hem çekinmeden...”
“Anladım, benimkisi şaka idi, hemen defoluyorum, yarın sabah gelirim artık!”
“O kadar uzun süreliğine değil, yeterince ve sakın geç kalma, erken gel(26)!”
“Mesaj anlaşıldı güzel kız!”
“Güle güle Onur!”
Evimden uzunca bir süre “Yok olacağım” için, buzdolabını komşulara boşaltmıştım! Dolap takviye bekler şekilde tam takır-kuru bakırdı(6)! Alışveriş edeceğim süre bir genç kızın duş alması için, yeterdi de artardı bile, marketlerin, bakkalların Pazar günleri de açık olması şanstı...
Kapıyı parmak uçlarımla tıklattım ve bekledim bir süre kapı önünde dikilerek. Açılmayınca açıp içeri girdim. Yatağımda düpedüz uyuyordu, uyuklama modunun çok çok ilerisinde. Üstelik yattığı yerde sandalyeye oturmuş, ya da dört numara gibi idi, tıpkı ben…
Masa üstünde kapağı açık salça kavanozu, poğaça ve börekler duruyordu, hazırlanmış bir servisle, bir de not;
“Ben yedim, bana bir şey olmadı, sanırım olmayacak da. Güvenebilirsin, ya da sen bilirsin artık, nasıl istersen!”
Yapacak çok işim vardı; yumurta kaynat, ekmek kes, çay demle, masayı donat ve fizikman değilse de yorgunlukla kirlenmiş bedenini ılık bir duşla rahatlat...
Sistemli bir çalışma(?) ile hepsinin üstesinden gelip Şerife’yi, yorgunluğu nedeniyle uyandırmaya kıyamama rağmen, hafifçe dokunarak uyandırmaya çalıştım.
Kolunu doladı boynuma, yarı uykulu, ses çıkarmaksızın, nefesini hissediyordum yüzümde, içimde engelleyemediğim, üstelik engellemeyi de istemediğim duygular vardı. Emanete hıyanet(6) olmazdı, olmamalıydı da. Sarstım kendimi kollarından kurtarıp;
“Az kaldı boğuyordun beni, kendine gelsene Şerife!”
Ağlamaklı oldu birden;
“Yanlış bir şey mi yaptım? Niye bağırdın ki Onur? Hak ettim mi? Üzdüysem seni, hemen yurda döneyim!”
“Öncelikle şunu bil; ‘Gerektiği zaman ağlamaktan çekinme!’ Çünkü gözyaşları söyleyemediklerini söylemek içindir(27)…
Ve geleyim esas konuya; kollarının çok kuvvetli olduğunu söyleyen oldu mu sana hiç?”
“Eee! Ne de olsa köylü kızıyım! Aslını inkâr eden haramzâde(28) derler…
De...
Nereden geldi bu söz aklına?”
“Tecrübeyle sabit! Hadi kalk artık! Gözlerini gözlerime dikip de canıma kast eder gibi bakma öyle mahmur mahmur!”
Bu hanımları anlamam mümkün değil, anlayıp da, anlamazlıktan, duyup da duymazlıktan gelmek sayılamayacak meziyetlerinden(3) olsa gerekti!
“Biraz daha uyusam?”
“Söylenecek çok şey var, ama hadi bana kalsın. Kahvaltını et, sonra tekrar yat, bana seni uykudan kaldırmam gereken vakti söyle, istediğin kadar uyu ve seni yurduna dinç bir şekilde götürmem için izin ver. Lütfen…”
“Rüyamda seni görmeme izin var mı?”
“Ne rüyalarını, ne de hayallerini engellemeye hakkım var Şerife, biliyorsun!”
“Teşekkür ederim!”
“Hadi kahvaltını et, sonra teşekkür edersin. Bulaşıkları merak etme, uzmanlık alanımdır.”
“Bir şarkı vardı hani; kız yerine ‘Len ve varan!’ diye değiştirsem ayıp olmaz, değil mi? Len, sana varan yaşadı!(29)”
“Dertlerini de boşadı, diye devam eden. Doğru güzel Şerife, seni alan yaşadığını bilir gerçekten!”
“Sana varan kız da dediğim gibi; dertlerini boşar o zaman!”
“Hiç sanmıyorum!”
“Neden?”
“Bilmem! Belki de evlenmek, yuva kurmak gibi bir düşünce hiç aklımdan geçmediğinden olsa gerek. Ama bunlara şimdilik son ver! Kalk yüzünü yıka, kahvaltını et, üstünü ört ve dinlen! Söz veriyorum, gelecek Cumartesi günü İstiklâl Marşından sonra seni gezdirmek için kapında dikileceğim, yazılı ve sözlü olarak yapacağın tüm sınavlarına karşı hazırlıklı olarak!”
“Sahi mi?”
“Kararımı değiştirmeden yüzünü yıkamayı denesen...”
“Hemen!”
Yorgunduk…
Gecenin kör vaktinde uyandım buna rağmen, sözüm ona onu akşamdan teslim edecektim yurduna. “Sabah ola, hayrola!” diye düşünürken, onun da pijamaları ile yanıma geldiğini hissettim.
Kanepe ikimizin sığamayacağı kadar dardı, “Gel yatağımı üleşelim!” demem de yanlıştı! Pikesini ve yastığını almış, yanımdaki halı üzerine uzanmıştı; “İlk defa böyle, korkuyorum!” sözünü destek etmişti kendine.
“Kıyamam! Yerlerimizi değiştirelim!”
Yerlerimizi değiştirirken aynı sözü tekrarladı, galiba en çok kullandığı kelime o olsa gerekti;
“Sahi mi?”
"Gecenin bu kör vaktinde yalan söylemeye mecburiyetim mi var? Hadi uyu! Sabah her şeyin güzel olacağını um! Sen derslerine yetiş, ben de işime!”
“Bana kıyamadığın gibi, benim için çok masraf ettin, seni çok zahmete soktum...”
“Gecenin bu vaktinde söylenecek sözler mi bunlar Şerife? Büyüyünce ödersin!”
“Büyüyünce?”
“Of Şerife, her sözüme bir kulp takıp(5) sorgulamak(5) zorunda mısın? Hadi uyu! Gün ağarırken kahvaltı için ancak vaktin olacak. Ondan sonrası hafta sonuna kadar Allah Kerim!”
“Uyudum! Sessizlik!”
İkinci “i” harfi tehdit gibi bana mı uzun gelmişti, ben mi öyle hissetmeyi dilemiştim, bilemiyorum.
Zaman nefeslerimizde sabaha ulaştı (galiba)!..
Yoğun, yoksul, yalnız üç “y” dolu günlerin nasıl geçtiğini bilemedim, Cumartesiye ulaşmak üzere plânlarımı şekillendirmeye çalışırken, Cuma akşamına doğru telefonum çaldı;
“Ben Şerife! Her ihtimale karşı Cumartesiyi hatırlatmak istedim sadece!” dedi ve cevabımı beklemeden, bu imkânı tanımaksızın telefonu kapattı.
Muhtemelen okulunun, ya da yurdunun jetonlu telefonundan aramış olsa gerekti, arkadaşlarına da benzer imkânı tanımak için hızlıca dillendirmiş olsa gerekti, sözlerini.
Kapatmamış olsaydı telefonu, nasıl derdim ki; Unutmadım! Lâdes tutuşmuşuz(5) gibi aklımda!” diye.
Ve içimden geçeni nasıl engelleyebilirdim ki terennüm(3) olarak dudaklarımdan; “Ben seni unutmak için sevmedim…(30)” diyerek!”
İnsanın en güç şekillendirdiği yaşam, kendisine karşı dürüst olması, itiraf etmesi gerekeni, gecikmeksizin önce kendisine, sonra da hak edene söylemesi olsa gerekti, ama haddini bilmek(31) de erdemdi.
O; yol-iz bilmeyen(5) bir çocuk, bense feleğin çemberinden geçmekte(5) gecikmiş, saçına, hatta sakallarına bile tek-tük de olsa ak düşmüş biri(32)...
Daha doğru bir çağrışımla bir gül goncası ile deve dikeni, hatta kaktüs örneği. İki ayrı dünya insanı kısaca! Düşüncem asla aşağılık kompleksine(6) bürünmüş bir düşünce değildi
Çocuklar gibi şendi karşılaştığımızda, saklambaçta sobelemiş, istopta, yakan topta topu yakalamış gibi, belki de bana öyle görünen, ya da benim görmek istediğim şekilde.
Ancak bilmediğimiz, ya da aklımıza gelmeyen bir şey vardı; Şerife’nin kendi emsali amcaoğlu belki bilerek, belki aldığı talimatla(!) karşımıza çıkmıştı;
“Bu ne samimiyet?” dercesine bakarken sözü değiştirmek gereğini hissetmiş olsa gerekti; “N’aber bizim kız?”
Bu sözü ağzına tıkmamın gerekliliği gibi görünmüştü bana. Yahut da sözü ağzından kapmıştım, hem köyümüzün lehçesiyle;
“İyi ki karşılaştık be bizim köylü! Seni Allah gönderdi, çok işim vardı, Şerife’ye kendisini sinemaya götürmek için söz vermiştim. Madem karşılaştık, Allah razı olsun, ben işimin başına dönüyorum, tatil günü olmasına rağmen…
Yetiştirmem gereken o kadar çok işim var ki? Günümü Şerife alsa gece yarılarına kadar çalışmam gerekecekti, beni kurtardın, sağ ol! Haydi, iyi günler!” derken yalanımdan ve ondan uzaklaşmaktan dolayı içimdeki ezikliği tarif etmem asla mümkün değildi.
Yalandan kim ölmüştü ki, hiç de uygun bir deyiş gibi değil, ama “Eti senin, kemiği benim” dercesine neden kendimi yalan söylemeye mecbur hissetmiştim ki, onu havsalam almıyordu(5). Üstelik tekrar görüşmek için bir hafta daha sabretmek öylesine zor gelecekti ki bana?
Benim için akşam, ondan ayrıldığım öğle vaktinde başlamıştı. Küskünce evime döndüm, duygu ve düşüncelerime inat, üstelik çaresiz ve ne yapacağımı bilmeksizin. Evimde yalnızlığımla teselli bulacağım kimsem yoktu.
Annem uzakta, itiraf etmekte çekincem olsa da sevdiğim aynı şehirde, ama annemden bile daha uzaktı bana göre. Bu dünyada üç şey varmış, sevilirmiş(33). Ben şu anda yalnızca birine ihtiyaç duyuyordum, yakınımda olup da uzakta olduğunu düşündüğüme.
Alışkanlığım olsa arka arkaya birkaç sigara tellendirir, bir şişeden aczimi ve zavallılığımı değerlendirmeye çalışırdım. Ama yoktu, olamazdı da. Çünkü babamın en büyük vasiyetlerinden biri idi, bu ikisi...
Kefaretini ödesem(5), ödeyebilecek olsam bile, benim de sarılacağım teselli bedelleri değildi bunlar...
Parazit yaparak(5 dillenmemekte(5) direnen radyonun tepesine devamlı olarak vurmaktan yorulmuş, temelli olarak kapatmıştım. Kitap okumaya çalıştım. Neden sonra fark ettim ki aynı sayfaya belki yarım saattir, belki bir saattir bakmama rağmen okuduklarımı aklıma sığdıramamıştım.
Vaz geçtim okumaktan da…
Babamın (nedense Hacı Baba, Hacı Anne demeye ağzımı alıştıramamıştım bir türlü), hac sonrası hediye ettiği duvar saatinin gonklarıyla uyuma, unutma, umut yani üç “u” dünyasına yönlendirmeye çalıştım kendimi.
Mümkünü yoktu, gözlerimi kapatır kapatmaz, gözbebeklerimin en uç noktalarını bile sahiplenecek şekilde şekilleniyordu, hem de doruğa ulaşmış sitemlerini dizerek;
“Ben ne yaptım ki sana, beni sensiz bıraktın?” der gibi. Hüsnü kuruntu(6), ya da zaman israfı...
Memleketimin kendisine özgü kuralları, örfü(3), âdetleri(3) vardı. İki gencin bir arada olması tabu(3) idi, yasak idi, mekruhtu(3), haramdı, namahremdi(3) vs. Nişanlılık el ele tutuşmanın değil, karşıdan karşıya bakışmanın izni idi.
Nikâh olmuş da çeşitli nedenlerle (tayin, ölüm, hastalık, bir başka düğünle çakışmak gibi) düğün olmamışsa tüm inisiyatif(3) damatta olurdu, zifaf(3) gerçekleşmemiş olsa da, gelinin adım atmasından bile haberi olacak gibi.
Neden bunu yazdığıma gelince(34), evet memleketten uzakta idik, gören, karışan, eden yoktu, ailelerimizin de yakın olduğumuzu bilmeseler bile yakın olmamızı istedikleri, ortada idi. Ancak fol yok, yumurta yokken(6), söz, nişan, nikâh yokken onu nasıl hayal edebilirdim ki kendi dünyamda?
Saatin sarkacının sallanmasına iştirak etmek isteyen gonk, saat sekizi işaretlerken, kapım çalındı. Mümkünü yoktu, çevremden birilerinin sürpriz yapmak istercesine, habersiz ve bu vakitte gelmesi...
“Hayırdır inşallah, bu vakitte kim ola ki?” diyerek kapıyı açtım. İnsanın umut etmeyi bilememesi, cahilliğin en belirgin özelliği idi, karşımdaki Şerife idi, tüm canlılığı ile ve bana tüm örf, âdet, gelenek her neyse onların hepsini unutturan. . .
Daha kapı önünde;
“Sen de kalmaya geldim(35)” dediğinde;
“Sen geldin ya, güneş doğdu sandım(36), gecenin bu vaktinde!”
Adımlarını ancak eşikten içeri attığında, ben ona sarılmış saatin sarkacı gibi, sesimi çıkarmaksızın, belki de içimden geçirdiklerimin farkında olmaksızın iki tarafa sallıyordum onu(37) kapıyı açık bıraktığımın farkında olmaksızın. Öylesine dayanılmaz bir özlem içindeydim ki;
“Seni, duygularını hissediyorum, hiç olmazsa kapıyı kapatsaydın da el-gün(6) bilmeden önce ben bilseydim içinden geçenleri...” dediğinde ancak ayılıp, yaşama döndüm.
“Hoş geldin, aydınlığını bizi getiren sorunlu trene bininceye kadar hissedemediğim, dünyamın ışığı…” dediğimde;
“Beni sevdiğini bilmen, anlaman için seni iteklemem mi gerekti, kendime doğru? Bugüne kadarki zamanımızı sensiz geçirmeme neden izin verdin ki?”
“Bağışla!” demekten başka çarem yoktu, üstelik zaman ilerliyor, ama dilim olduğu gibi duruyor, sadece gözlerine bakıyordum, sanki gözlerimle konuştuğumu düşünürken.
Sonra karşılıklı bakışan iki sokak lâmbası direği gibi dikilmeye son vererek, çenesini tutup yukarıya kaldırdım, gözlerini kapattı.
Doyasıya öpmek istedim, doymadım, doyamadım, cevapladı, terk etmeyi bilmezcesine, son bulmasın gibiydi isteğim, memleketimin tüm kurallarını, örflerini baş aşağı getirerek.
Yanıma oturdu soluk soluğa ve içinden geçenleri dökme arzusunu yaşadı;
“Hep benden bekledin. Hep sana gelmemi istedin. Cesur olman, beni sevdiğini hissetmen, bilmen için yapman gerekenleri bu yaşımda ben mi anlatmalıydım sana? Ne kadar çok boşa geçti zamanımız? Evet, okuyorum…
Evet, özellikle ahretlik olan annelerimiz bir ve beraber olmamızı dilediler, diliyorlar hatta küçüklüğümüzden beri, güçleri yetse, ya da yöremizde de âdet olsa belki beşik kertmesi(6) bile olurduk…
Ama kesin olarak biliyorum ki, aramızda sevgi değil, mecburiyet olurdu. İyi ki bu örfümüz yok!”
Dinlenme, belki de soluklanma arzusu duydu, devam etmek için;
Ben hislerime egemendim. Senin, ateşini bilmen için bir kav, bir kıvılcım mı gerekliydi, tıpkı sorunlu o tren gibi?”
Sitemlerini tartıp, ölçüp, biçip üzmeyecek boyutta sıralamak gayretindeydi sanki;
“Amcamın oğlu, daha doğrusu torunu ağabeyle karşılaşmam iyi oldu. Aynı soyadı taşıdığımız için evci kâğıdı çıkarttım, şurada mezuniyetime bir-iki ay kalmasına rağmen, hep seninle beraber olmak için!”
“Gelinliğinin beline kırmızı kurdeleyi, başına duvağı ve gelin tacını, parmağına istediğin yüzüğü takıncaya kadar sana elimi sürmeme gayretini yaşayıp, benim olman için sabırlı olacağım, söz!”
“Ben doğduğumda senindim zaten. Hep senin oldum, hep senin olacağım. Bedenim de senindir, sen kirletmezsin bedenimi senin olmadığım sürece, bilirim. Günler, geceler boyu yanında kalsam da, yatıp-kalkıp uyusam da, şimdi şu an, ne kadar saf ve temizsem, sana “Evet!” diyeceğim güne kadar da aynen öyle kalacağımdan eminim...
Seninim. Ömrümün sonuna kadar da senin olarak kalacağım, sen istemesen de!”
“Nasıl istemem ki seni? Sen beni yaşama bağlayansın, dünyamsın, güneşimsin, her şeyimsin. Senden ayrılığım ancak ölümümle olur, onu da Tanrı yazmışsa direnmek isterim, ama gücüm yetmez!”
Dudaklarımı yaklaştırırken fısıldama gayretini yaşıyor gibiydi;
“Sus! O kelime ağzına hiç yakışmıyor, haydi öp beni bir kez daha, tıpkı öncesi gibi, ilk kez olduğu gibi ki, yaşadığımı hissedeyim.”
Saf, temiz ve duru olarak cinsellik dışında paylaşmak, gönlümüzden tüm geçenlerin israf olacağını aklımızdan geçirmeksizin taşırarak paylaşmak; Tanrının bahşettiği en ulu ve değerli nimetti...
Sözleştik bir Cumartesi-Pazar tatilinde, yüce bir milli bayramı da öncesine, ya da peşine takarak...
Kız evi, naz evi olmadı, bilakis yakıştırma mecburiyet dışında, sevgimiz de bu dileğin destekleyicisi oldu...
Şerife’nin mezuniyeti demek; iş-güç, ev-bark, çoluk-çocuk demekti beklentimizde…
…
Biz beklentimize ulaştık. Neler değişmedi ki? Çoluk-çocuğa, torun topalağa karıştık, şimdi annem-babam gibi olduk biz; Şerife ve Onur olarak.
Torunlarımızdan Onurcan ilkokuldan sonra bir tatil günü ertesinde, ısrarla yanımızda kalmayı ve eğitimine yanımızda devam etmeyi arzuladığını söyledi. Ne anne-babasının, ne de biz dede ve ninenin onun arzusuna “Hayır!” diyemezdik, gücümüz yetmezdi çünkü;
“He!” dedik bir ağızdan.
Onurcan, Şerife’nin ahretliğinin kızı Şerefnur ile el ele tutuşarak okula gitmeye başladı.
Aralarında ne yaş, ne de sınıf farkı var gibi gözüküyordu. Onların bizden tek farkı; kaprisli bir trene ihtiyaçlarının olmamasıydı, galiba!
Onurcan ve Şerefnur haricindeki çocuklarımızı, torunlarımızı biz bekliyoruz her tatil günlerinde özlemle, evimizde…
Evimizin hemen kenarından geçen demiryolunda her tren “Düt!” sesi çıkardıkça heyecanla, istekle ve arzuyla, bir ömrü üleşerek tüketirken…
YAZANIN NOTLARI:
(*) Söylediğim zamanlar; 1969-1970 yılları, ne otoban, ne yeterli ulaşım yollarının, ne de gelişmiş teknolojinin olmadığı yıllar idi; cep telefonu, bilgisayar, televizyon henüz icat edilmemiş, YHT denilen çift hatlı hızlı tren için demiryolu güzergâhları değiştirilmemişti!
Genelde buharlı-kömürlü lokomotiflerin çoğunluğunun, dizel motorlu trenlerin tek-tük olduğu yıllardır.
TSİ (CTC) denilen elektronik sistemlerin olmadığı, güçlü dizel lokomotiflerin ve elektrikli trenlerin olmadığı ve sadece tek hattın olduğu dönemler. Yaşayan varsa ki, Edirneliler bu şirin, Osmanlının payitahtlarından biri olan bu ili ve ilk payitaht olan Bilecik ilini her bakımdan beyinlerinde şekillendirebilirler.
Öyküde belirtilen insanların (kahramanlar Onur haricinde olanlar) hepsi yaşamışlar, geçitte geçit bekçisi (Aklımda yanlış kalmadıysa Hacı Ahmet Amcayı) ve tren yolunda ceviz toplayan yaşlı teyzeyi (yine aklımda yanlış kalmadıysa Şayeste Teyzeyi) gerçekten tren çiğnemiştir.
Bilecik İstasyonundan Karaköy İstasyonuna kadar uzanan demiryolunda sıra sıra tüneller (17 adet) ve uzun köprüler (Bekdemir ve Yayla Köprüleri) vardır. Bu veriler, o rampanın ciddiyetini anlatmaya yeterlidir, sanırım.
Tek bir söz daha; yaşadığımız o zamanlarda Cumartesi günleri mesailer yarım gündü, hem okullar da açıktı. İstiklâl Marşını okur, öyle dağılırdık okullarımızdan. İlkokullar beş yıl, ortaokullar üç yıl, liseler üç yıldı. İlkokullara başlangıç yaşı ise yedi idi.
(*) Onur; Kişinin kendi varlığına, kendi kişiliğine karşı beslediği özsaygı, şeref, haysiyet, izzetinefis, kişisel değer (insanı insan yapan iç değer). Başkalarının gösterdiği saygının dayanağı olan özlük değer. Saygınlık. İtibar.
Şerife; Şerefli, kutsal. Mübarek. Soylu, temiz.
(1) Bülbülü altın kafese koymuşlar; “Ah! Vatanım!” demiş; İnsan doğup büyüdüğü ortamdan, yurdundan uzakta ne kadar iyi bir yaşama ortamında bulunursa bulunsun, yine de yurdunu arar, onun özlemin çeker.
(2) Tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer; kürkçü dükkânıdır; İnsan, ne denli başına buyruk yaşarsa yaşasın sonunda bağlı olduğu çevreye dönmek zorunda kalır. Meslek ya da alışkanlık gereği olan sonuçtan kaçınılamaz. Bir bakıma; “İnsan doğduğu yerde değil, doyduğu yerde yaşar!” deyimi ile zıtlaşmadır.
(3) Âdâp (Adap); Edep kelimesinin çoğulu, Edepler. İyiliğe, güzelliğe yönelttiği için insanın övgüye değer güzellikler. Dinin gerekli gördüğü ve aklın güzel bulduğu bütün söz ve davranışlar ile uyulması gereken görgü kurallarını, göz önünde bulundurulması, izlenilmesi, bilinmesi gereken yol, yordam, yöntem gibi unsurlar…
Âdet; Töre. Bir topluluk içinde öteden beri uyulan ve uygulanan kural.
Bencileyin; Benim gibi.
Birader; (Yöresel olarak; Bilâder) Aslı erkek kardeş olmakla beraber, “Arkadaş, dost, hey, yahu” anlamında kullanılan bir deyiş.
Dağarcık; Aslı meşinden yapılmış çoban ya da avcı torbası olmakla birlikte bir kimsenin sözcük, ya da bilgi birikimi. Bellek, akıl, hafıza, zihin.
Devasa; Dev gibi, çok büyük.
Felsefe; Düşünce Bilimi. Bilgeliği İnceleme. Var olanların varlığı, kaynağı, anlamı ve nedeni üzerine düşünme ve bilginin bilimsel olarak araştırılması. Bir bilgi alanının ya da bilimin temelini oluşturan ilkeler bütünü.
Gardıfren; Frenci. Trenlerde vagon frenlerini işletmekle görevli, fren görevlisi diyebileceğimiz kimse.
Gari; Gayrı. Artık, bundan böyle.
Gurme; Tatbilir. Yemekler ve içkiler konusunda uzmanlık ölçüsünde anlayan, bilgisi ve gelişmiş beğenisi olan, ağzının tadını bilen, yemek zevki olan, yiyecek ve içeceklerini titizlikle seçen kişi, yiyecek, içecek uzmanı.
Hanzo; Kaba-saba, görgüsüz, iri yarı kimse.
Heyelân; Büyük ölçüde toprak kayması.
İhtişam; Büyüklük, ululuk, göz alıcılık, görkem, gösterişlilik.
İnisiyatif; Bir kimsenin alınması gereken kararı öncelikle ve kendiliğinden alabilmek konusundaki yeterliliği, üstünlüğü, niteliği. Karar verme yetisi. Bir şeyi yapmaya öncelikle davranma, önceliği ele alma, öncecilik.
İstisna; Bir kimse, ya da bir şeyi benzerlerinden ayrı tutma. Genelde ayrı, kuraldışı olma, ayrıklık, aykırılık, ayrı tutulan kimse ya da şey.
Kinayeli; Bir fikrin, düşüncenin, ya da dileğin kapalı, dolaylı, üstü kapalı bir şekilde iğneleyici, aşağılayıcı bir şekilde söz olarak söylenmesi.
Kondüktör: Yolcu trenlerinde biletleri denetlemek ve vagon işlerine bakmakla görevli kimse.
Kontenjan; Bir yararlanma ya da yükümlülük işinde, o işin kapsamına girenlerin oluşturduğu topluluk. Bir kimsenin ya da bir kuruluşun seçip almakta kullanabileceği, yararlanabileceği sayı, miktar.
Mekruh; Haram gibi kesin ve bağlayıcı olmamakla birlikte yapılmaması istenen, hoş görülmeyen, beğenilmeyen şey. Namazda işlenmesi hoş olmayan şeyler (Namazda etrafa bakınmak)
Meziyet; Bir kişiyi, ya da nesneyi, diğerlerinden üstün gösteren nitelik.
Müteşair; Şairlik taslayan, şairlik satmak isteyen, şair olmayıp şair olduğunu öne süren, şair gibi görünen, sahte şair, demektir. Bununla ilgili şahane bir benzetme vardır: “Çile bülbülüm” şarkısındaki gibi meselâ: Burada; “çile” kelimesinin “çilemek” fiilinden geldiğini görebilen “ŞAİR”, Farsça “ızdırap” anlamına geldiğini sanan kişi ise; “MÜTEŞAİR” dir.
Namahrem; Yabancı, el. İslâm dinine, hukukuna göre evlenmelerinde sakınca olmayan anlamında olmakla beraber kendisinden kaçınılması gerekenler, mekruh hatta günah sayılma durumu.
Örf; Yasalarla belirlenmemiş, halkın kendiliğinden uydurduğu gelenek.
Prosedür; Bir amaca ulaşmak için tutulan yol, bir işte uyulması gereken yol, yöntem, işlemlerin tümü.
Ranfor (yahut da ramfor); Özellikle uzun marşandiz veya karma trenlerde eğimli yollarda treni arkasından iten diğer lokomotif.
Semafor; TCDD’da (Fransızcadan gelen) Durdurma İşareti. Gündüzleri mekanik olarak, geceleri kırmızı bir ışıkla birlikte hareket eden, yatay olarak yerleştirilmiş bir koldan ibaret ikaz işareti. Kol yaklaşık 45o kadar yukarıda veya geceleri yeşil ışık yanıyorsa “Geç!” anlamına gelir. Ayrıca deniz yollarında iki gemi, ya da gemi ile kıyı arasında haberleşmede kullanılan işarettir.
Şeftren; Bir trenin yönetiminden sorumlu görevli.
Tabu; Toplumca yasaklanmış, yaptırımlarla korunan, dokunulması, eleştirilmesi, değiştirilmesi olanaksız her şey. İlkel kavimlerde dini inanış olarak kutsal kabul edilen, korkuyla karışık saygı duyulan, dokunulması, ya da kullanılması yasak olan, yoksa zararının olacağına inanılan her şey, yasaklanarak korunmuş olan, tekinsiz.
Teftiş; Denetleme. Bir görevin yerinde yürütülüp yürütülmediğini anlamak için yapılan araştırma.
Telkin; Bilinçdışı bir sürecin aracılığıyla kişinin ruhsal ve fizyolojik alanıyla ilgili bir düşüncenin gerçekleştirilmesi. Bir duyguyu, bir düşünceyi aşılama, kulağına koyma.
Terennüm; Güzel ve alçak sesle şarkı söyleme, genelde kuşlar için şakıma, ötme, anlatma, ifade etme anlamlarında kullanılan bir kelime olup, öyküde mecazi anlamda kullanıldığı açıktır.
Zifaf; Gerdeğe girmek. Gerdek. Karı-kocanın evliliklerinin ilk gecesinde beraberlikleri.
(4) Söyleyenlerini not alamadığım, hatırlayamadığım birkaç alıntı.
Bazen alıp başını gitmeli insan ve yanına sadece iki-üç şarkı almalıydı insan…
Bazen başını alıp gitmek ister insan, bilmediği, bilinmediği uzaklara. Nedensizce hesapsızca…
Nereye gidersen git, yalnızlığının da seninle beraber geleceğini unutmaksızın…
Nereye gidersen git, aklındakiler de seninle geliyor…
Kendine sakladığın şarkıların sana teselli olacağını sanma…
Eskittiğimiz yalnızlıklar işe yaramıyor. Yeni yalnızlıklar bulmalı… Bulmalı ki insanın anlatacak bir şeyleri olsun! Edip CANSEVER
(5) Âlâlı-Vâlâlı (Âlâyı-Vâlâlı, Âlâyı-Vâlâ ile) Karşılanmamak; Her şeyiyle mükemmel, dört-dörtlük bir karşılama yapılmaması. Karşılamada göz ardı edilmeyecek hata, kusur ve eksikliklerin olması.
Askıya Almak; Geciktirmek, belirsiz olarak ertelemek, bir işi zamanında yapmayıp savsaklamak, ertelemek, idare etmek. Altı boşalmış desteği kalmamış bir yapıyı dikmelerle tutturarak yıkılmaktan kurtarmak. Batmış, ya da oturmuş bir gemiyi yüzdürmek için başka teknelerle kaldırmak.
Aşağılamak; Tahkir etmek, onur kırmak, onuruna dokunmak.
Çay Sıra Gidip, Yol Sıra Gelmek; Herhangi bir işi isteksiz olarak yapmak.
Davete İcabet Etmek; Çağrılı olduğu yere daveti geri çevirmeksizin gitmek (Mutlaka).
Dillenmemek; Konuşmasına izin verilmemesi nedeniyle susmak, konuşmanın sona ermesine tahammül etmek. Dile getirilmesi gerekenin kısıtlamasına bir bakıma göz yummak mecburiyetinde kalmak.
Feleğin Çemberinden Geçmek; Çok tecrübeli, başından birçok olay geçmiş, gün görmüş. Her güçlüğü yenip, her zorluğun üstesinden gelmiş.
Haşır Neşir Olmak; Bir arada olmak, kaynaşmak.
Havsalası Almamak; Aklı kabul etmemek.
Hayıflanmak; Acınmak, yerinmek, esef etmek, kaybedilen bir fırsat için üzülmek.
Hüzünlenmek; Hüzün Duymak; Hüzün hissetmek yaşamak, içini hüzün sarmak.
İlenmek; Bir kimsenin kötü bir duruma düşmesini gönülden geçirmek, ya da bunu açıkça söylemek, bir kimse için kötü dilekte bulunmak.
İşgale Uğramak; Öyküdeki anlamı, Herhangi bir işgalle ilgisizdir. Kişinin şu veya bu şekilde sözle veya fiziksel olarak meşgul edilmesi, eylemlerinin engellenmesi, hatta sabote edilmesi.
Kefaret Ödemek; Herhangi bir nedenle işlenmiş bir günah, söz verilip de sözden dönülmüşse Tanrıya bağışlatmak umuduyla verilen sadaka, ya da tutulan oruç.
Kulp Takmak (Bulmak); Bir şeyi, bir kimseyi kusurlu gösterebilmek için uydurma bir neden bulmak.
Lâdes Oynamak (Tutuşmak); Tavuğun lâdes kemiğini iki kişinin birer ucundan tutarak kırması, birinin “Aklımda” demeden bir şeyi ötekinin elinden almasıyla yenilmiş sayılarak oynanan oyun.
Ördek Toplamak; Büyük şehirlerde korsan taksicilerin, özellikle Trakya Bölgemizde otobüslerin yol kenarında bekleyen yolcuları (otobüs dolu olsa bile sevabına) alıp ulaşacakları yerlere götürmesi.
Radyo Paraziti Yapmak (Olmak); Radyo (televizyon, telsiz vb. aygıtların) yayınına karışan yabancı ses veya cızırtı, zırıltı ve gürültü çıkarması. Vericilerin ürettiği dalgaların dışında elektrik yüklerinin hızlı yer değiştirmelerinden doğan ve bu dalgaların ilettiği yayını bozan radyoelektrik yayın olması.
Sayıklamak; Uykudayken, ya da bir hastalığın verdiği dalgınlık sırasında anlamlı, anlamsız sözler söylemek, konuşmak. Özlediği, istediği bir şeyden sürekli olarak söz etmek, boyuna o şeyi anlatmak.
Sindirmek; Tahammül etmek, hazmetmek. Sinmesini, korkmasını, çekinmesini sağlamak, ya da sinmesine, korkmasına, çekinmesine yol açmak. Sindirim sistemindeki değişikliklerle alınan besinlerin kana karışmasının sağlanması.
Sorgulamak; Suç niteliğinde görülen bir konuyla ilgili olarak, sanığa veya yasal yetkilisine (avukatına) sorular sormak.
Yelkenleri Suya İndirmek; Israrından, iddiasından, direnmekten vazgeçip karşısındakinin dediğini, ya da isteklerini yerine getirmek.
Yol İz Bilmemek; Bulunduğu yerde yabancı olup gideceği yolu ve yeri bilmemek .Görgüsüz davranmak.
(6) Abuk Sabuk Mazeret; Sağduyuya uymayan, düşünülmeksizin söylenen, saçma sapan mazeretler, özürler, bahaneler, hatta yalan gerekçeler.
Anadan Üryan; Çırılçıplak.
Aşağılık Kompleksi; Kendini küçük görme, hakarete, incitilmeye, hor görülmeye hazırlıklı olma. Onurunun kırılmasına, aşağılanmasına izin verme, ruhsal karmaşa içinde yaşama eğilimi.
Beşik Kertmesi; İki ailenin aralarındaki iyi ve sıkı ilişkiyi daha da güçlendirmek için birbirlerinin çok küçük kızlarını ve erkek çocuklarını, bazen bebeklerini, ilerideki duygusal gelişmeleri önemsemeksizin evlenmek üzere sözleşmeleri veya nişanlamaları ki, hiçbir felsefi önemi, dini, sosyal ve felsefi değeri olmayan akit.
Boş Gezenin, Boş Kalfası; Yapacak işi olmayıp vaktini sağda-solda boşuna harcayan, ya da harcamaya meyilli olan (boş gezen) insanlar için kullanılan bir halk deyimidir. Bir bakıma aylak, avare.
Dostlar Alışverişte Görsün; Gösteriş olsun, amaç iş yapmak değil, iş yapıyor görünmek anlamında söz.
El Gün; Başkaları, yabancılar, herkes.
Emanete Hıyanet; Kendisine emanet edilen kutsal şeylere, emanetlere, namusa, ırza, mahremiyete el uzatma, kötülük etme, karşı davranma, hainlik, ihanet. Görevi kötüye kullanma, aldatma, vefasızlık.
Ensesi Kalın; Parası çok, varlıklı, sözü geçer, ödeme gücü yüksek kimse.
Fol Yok, Yumurta Yok; Ortada konuyla ilgili hiçbir belirti yokken varmış gibi havaya girilmesi durumunda sarf edilen söz.
Hemzemin Geçit; Karayoluyla aynı düzeyde bulunan demiryolu geçidi.
Hüsnü Kuruntu (Hüsn-ü Kuruntu); Zararsız kuruntu, güzel kuruntu anlamlarını içermekte. İhtimali bulunmadığı halde güzel bir şeyin olacağını sanma, hayal etme, kendini buna inandırma. Herhangi bir durumu kendince, bencilce iyiye yorumlamak denilebilir. (Süslü Kuruntu; Avam dilindi söyleniş biçimi.)
İkilem; Dilemma. Kıyasımukassem. Değişik iki yapıda her iki durumda da doğru davranılmayacak iki olanak karşısında kalıp kişiyi, istemediği halde bunlardan birini yapmaya zorlayan durum. İki önermesi bulunan ve her iki önermesinin sonucu da aynı olan düşüncelerden birini seçme mantığı. Değişik yapıda iki öğenin birlikteliği. İki özellik gösteren durum. Bu durumlarda insan özellikle beğenip istemediği bir seçeneği seçmek zorunda kalmaktadır.
Üçlem; Moleküllerle ilgili bir terim ve Hristiyanlıkta “Baba, Oğul, Kutsal Ruh” olarak Tanrı’nın düşünülmesi ise de öyküde anlatmak istediğim şey; ikileme benzer bir sunum. Aslında insanlar, üçlem, dörtlem gibi söylenecek sorunların çözümü olacak konular için bile dilimize yerleşmiş “ikilem” sözünü kullanmaktalar. Öyküde bu tabuyu engellemek istedim.
İpe Sapa Gelmez Düşünceler; Akla yakın olmayan, biri diğerini tutmayan düşünceler.
Karma Tren; Bir kısmı yolcu, bir kısmı yük taşıyan vagonlardan oluşan tren.
Marşandis (Marşandiz Treni); Yük treni. (Hareketi oldukça yavaş, genelde diğer trenleri bekleyen, yük durumuna yol boyu istasyonlarda vagonu bırakan tren)
Sırtı Kalın (Pek, Sırtı Kavi); Varlığı yerinde. Kalın giyinmiş. Genelde, uzmanlık konusu yağcılık olarak birilerine sırtını dayamış, bu nedenle hakkı olmayan şeyleri (özellikle para) kazanan, muhtemelen para ile her şeylere sahip olabilen değersiz kişi.
Tabiri Caizse; Sözün özünü söylemek gerekirse, diğer bir deyişle şöyle söylemek uygunsa.
Tam Takır, Kuru Bakır; İçinde hiçbir şey olmayan, bomboş.
(7) KARATEKİN, Erol. 2005 Yılı. “EDİRNE”
(8) Gurbetten gelmişim, yorgunum hancı… diye başlayan Bekir Sıtkı ERDOĞAN’ın “HANCI” isimli şiirinin bir-iki dizesi “Bende bir resmi var yarısı yırtık” “Yolculuk başladı Haydarpaşa’dan” şeklindedir. Şiir ayrıca Selâhattin İNAL tarafından Uşşak Makamında Türk Sanat Müziği olarak bestelenmiştir de.
(9) Kendimi üzdüğüm kadar kimseyi üzmedim hayatta… Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKI
(10) Havada bulut yok, bu ne dumandır, Mahlede ölüm yok, bu ne figandır. Muş yöresinin sahiplendiği bu türkü aslında Yemen türküsü olup bazı eserlerde “figan” kelimesi “şivan (çoban)” olarak da geçmektedir.
(11) Ahretlik (ya da Ahret Kardeşi); Birbirine kardeş gözüyle bakacaklarına ve ahrette birbirlerine şahadet edeceklerine söz vermiş iki kadından her biri, aralarında sözleşmiş karı-koca.
(12) Hayatımda iki insanı hiç unutmam... İhtiyaç anımda yanımda olan, zor zamanımda yalnız bırakan… ALINTI
(13) Bulut olmayınca, neden yağmur beklensin… Beklentide umutsuzluğu, hayıflanmayı belirten söz.
(14) Dağ kuşu dağında, bağ kuşu bağında yakışır. Atasözü; “Her canlının hayatını sürdürebileceği, ihtiyaçlarını görebileceği, neslini devam ettirebileceği uygun yerler vardır.
(15) Kantarın Topuzu Kaçmak; Aşırıya kaçmak, sinirlilik, uyumsuzluk, ayarsızlık, asabiyet.
(16) Ateş Bacayı Sarmak; Bir gönül işinin oldukça ilerlemiş olması. Tehlikeli bir durum, önüne geçilemez, önlenemez bir biçim almak.
(17) Aygıtlı Salça; (Yöresel olarak öyküdeki anlamı) Sadece domatesten yapılmış salçaya eklenen, kırıklanmış ceviz, baharat, zeytinyağı eklenerek salçanın kahvaltılık çeşnili hale getirilmiş hali.
(18) Küsmek nedir bilir misin? Küsmek dürüstlüktür. Çocukçadır ve ondan dolayı saflıktır. Yalansızlıktır. Küsmek ‘seni seviyorum’ dur. Vazgeçememektir. Beni anlatır küsmek, kızdım amma hâlâ buradayımdır, gitmiyorumdur. Gidemiyorumdur. Küsmek; nazlanmaktır, yakın bulmaktır. Benim için değerlisindir. Küsmek; sevdiğini söyle demektir. Hadi anla demektir… Küsmek; umuttur, acabaları bitirmektir. Emin olmaktır… Yani diyeceğim o ki: Ben sana küstüm. Nazım HİKMET
(19) Mors Alfabesi; Telgraf haberleşmelerinde kullanılan nokta ve çizgilerden oluşan alfabe (S.O.S.; Mors Alfabesinde üç nokta, bir çizgi, üç nokta olarak, ses olarak üç kısa, üç uzun, üç kısa ses olarak belirtilen durum SOS olarak bilinen imdat, ya da yardım dileği çağrısının işaretidir).
(20) Kara bahtım kem talihim, Taşa bassam iz olur… diye başlayan Adana Yöresi Türküsünü Aziz ŞENSES isimli üstat derlemiştir. Ağustosta suya girsem, balta kesmez buz olur, eklentisidir.
(21) Ağızdan çıkan söz söylendiğinde, zaman geçtiğinde ve güven yitirildiğinde asla geri dönmezdi! Sözün Aslı; “Ağızdan çıkan sözü, yaydan çıkan oku, silahtan çıkan kurşunu geri döndüremezsin… (Ek olarak; kaçan fırsat, giden gençlik) DIMME” şeklindedir.
(22) Aldığımız nefesi bile geri veriyorsak, hiç bir şey bizim değildir. Necip Fazıl KISAKÜREK
İnsan her adımını mezardan uzaklaşmak için atar. Yine her adımda mezara bir adım daha yaklaşır. Her nefesi hayatı uzatmak için alır, yine her nefeste hayatından bir nefeslik zamanı azaltır. Namık KEMAL
(23) Cam kırıkları gibidir bazen kelimeler, ağzına dolar insanın. Sussan; acıtır, konuşsan; kanatır! Oğuz ATAY
(24) Hayat başlar ve biter! Nasıl başlayıp nerede sona erdiği değil, ikisi arasına neler sığdırılabildiğin önemlidir… Âmin MAALOUF
(25) Ölüyorum Tanrım / Bu da oldu işte / Her ölüm erken ölümdür / Geciken ya da gecikmiş ölüm yoktur. /Biliyorum Tanrım / Ama ayrıca aldığın şu hayat / Fena değildir… / Üstü kalsın… Cemal SÜREYA
(26) Sakın geç kalma erken gel… Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Ahmet RASİM’e, Bestesi; Tatyos Efendiye ait olup eser Uşşak Makamındadır.
(27) Gerektiği zaman ağlamaktan çekinme. Çünkü gözyaşları söyleyemediklerini söylemek içindir sadece. Fyodor Mihayloviç DOSTOYEVSKI
(28) Aslını inkâr eden (Saklayan) Haramzadedir(Kâfirdir); Atasözüdür. Atalarını, mensup olduğu milleti inkâr etmek, kendini başka bir soydanmış gibi göstermenin, geçmişini inkâr etmenin yanlış olduğunun ifadesi olup saygınlığın ve iyi meziyetlerin yaşanmasının gerekliliğinin ifadesi.
(29) Kız Seni Alan Yaşadı; Sözlerini Hakkı YALÇIN'ın yazdığı, Mustafa SANDAL'ın besteleyip seslendirdiği “Kız sen ne güzel bakıyorsun?” diye başlayan şarkının nakarat bölümü; “Kız seni alan yaşadı, dertlerini de boşadı!” şeklindedir.
(30) Ben seni unutmak için sevmedim… “Aşk bu mu?” nakaratıyla ünlenen Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; İlhan Behlül BEKTAŞ’a, Bestesi; Amir ATEŞ’e ait olup eser Segâh Makamındadır.
(31) Haddini Bilmek; Neler yapabileceğini, gücünün ve yeteneğinin nelere yeteceğini bilerek onun ötesine geçmemek, ölçüsünü bilmek. Mevlânâ Celâleddîn-i Rumî’ ye sormuşlar; “O kadar yazarsın, o kadar okursun, ne bilirsin?” diye. Şu cevabı vermiş; “Haddimi bilirim!”
(32) Saçlarıma ak düştü, sana ad bulamadım… Güftesi; Ramazan Gökalp ARKIN’a, Bestesi; Sadettin KAYNAK’a ait Türk Sanat Müziği eseri Buselik Makamındadır.
(33) “Bu dünyada üç şey vardır sevilir / Biri ana, biri baba, yâr da var / Ana sana, baba ona, yar bana!” Doğu Anadolu yöresine ait bu türkü.
(34) Mecburiyetten Oluşan Evlilik Öncesi Nikâh; Bu ananeyi bilen yabancı bir damat, gelin adayı çalıştığı yerden, memlekete gidince, hiç hakkı olmadığı halde, bağırıp çağırmış, ani kalp krizi geçiren kayınpederinin ölümüne neden olmuştu. Benim kahırla etkilenmiş olmam mı? Olayın tam 18 yaşıma bastığım gün şekillenmesi idi.
Olayın sonrası mı? Damat; düğünsüz, derneksiz, masrafsız karısını alıp gitmişti, atandığı yere! Gelin de kuzu-kuzu takip etmişti kendisini, anlayamadığım, bilmediğim, havsalamın alamadığı bir şekilde. Bu aile şimdilerde de yaşamakta ve çoluk-çocuk, torun-topalak sahibidir.
Ancak yaşadıklarında, eşinin hiçbir suçu günahı yok (desem de) “Allah’ın sopası yok ki!” diyeceğim o kadar yaşamaması gereken olaylar var ki!
(35) Dün akşam yine benim yollarıma bakmışsın… şeklinde başlayan Türk Sanat Müziğinin Güftesi; Halit ÇELİKOĞLU’na, Bestesi; Selâmi ŞAHİN’ ait olup eser Kürdi Makamındadır. Birinci kıta son mısraında; Sende kalmaya geldim!” İkinci kıta ikinci mısraında; “Senin olmaya geldim!” denmekte.
(36) Sen geldin ya, güneş doğdu sandım; Bu sözün öyküsünü anlatmam gerek; Fuzuli cam kenarında sevdiğinin yolunu gözlerken onun geldiğini görür ve mumu söndürüp kapıyı açar; eve uzaktan yaklaştığında mumun yandığını fark eden sevgili dayanamaz sorar; “Az önce mum yanıyordu, şimdi niye söndü?” Fuzuli'nin cevabı manidar ve derindir; “Sen geldin ya, güneş doğdu sandım!”
(37) Yöresel Kucaklaşma; Bu şekilde sarılmak, kucaklayarak iki tarafa sallanmak, yöreme has özlemi anlatan bir davranıştır. Değil öpüşmek, insanlar yanak yanağa bile değdirmezler, bu özlem şekillenişinde. Şimdikiler gibi şapır-şupurlar, kafa tokuşturmalar yoktu Bilecik’te.