Yaşam, hiç de konuşulduğu, düşünüldüğü gibi değildi. “İnsanlar doğuyorlar, yaşıyorlar, yani bir anlamda büyüyorlar, sonra da ölüyorlar.” deniyordu. Oysa annesi doğmuş, doğurmuş, tam yaşamağa başlarken, tam yaşayacakken bırakıp gitmişti onları. Hem de hiçbir şey anlamalarına olanak dahi tanımadan.
Geçmiş günlerden bir akşamüstünü, annesinin göçüşünü anımsadı genç adam. Nasıl olduğunu anlamamıştı, ama yaşadıkları dün gibi, gün gibi gözlerinin önündeydi.
“Karnım ağrıyo evlât!” demişti, kız kardeşlerini gelin edip de (kocaya verdikten, baş-göz ettikten sonra) evde evlât olarak bir tek kendisinin kalması nedeniyle üzerine yoğunlaştırdığı sevgiyle annesi.
“Karbonat yapıp da getireyim mi, anneciğim?” dediğinde,
“Karbonatlık bir ağrı yok evlât! Böylesi, hiç yaşadığım gibi bir ağrı değil!” deyip sonra sırtüstü kanepeye uzanıp ayaklarını “Dört numara gibi(1)” karnına doğru çekmiş, üst üste getirdiği iki elini karnının üstüne koyarak, dizlerinin altına destek yapmış, bir-iki defa “Uf!”, “Of!”, “Vay! Vay! Vay!” gibi sesler çıkartmıştı.
Başlangıçta, önemsememişti annesinin durumunu genç adam, daha sonra akşamın ilerleyen vakitlerinde eve dönen babası;
“Abdest alırken ayaklarını üşüttün herhalde Hatunum(2)!” demişti. Biraz durmuş; “Belki de yel sancısıdır!” diye eklemiş, o da önemsememişti ağrısını Hatununun.
Yaşantılarının bu bölümünde baba-oğul her iki insanın da, değer verdikleri birinin, evin kadınının, anasının, sadece bir aylık ömrünün kaldığının bilincinde olmamaları gayet doğaldı.
Sonra ağrılar ve doktorun gidip-gelişleri sıklaşmıştı. Doğru dürüst konuştuğu söz olarak sadece; “Karnım ağrıyo evlât!” cümlesi kalmıştı genç adamın beyninde, bir yerlerde.
Hastaneye gitmek, teknolojinin imkânlarından yararlanmak ya akıllarına gelmemiş, gelememiş, ya da durumun gereksizliğini gören doktor tarafından yönlendirilmemişlerdi.
Takviye edemediği bilinçsizliği ile bir gün; “Hatun kişi niyetine!” diyerek annesini uğurlarken, zapt edilemez yalnızlığının görüntülerinin şekilsizliğinden nefret edercesine bulmuştu kendini.
“Kanser” denilen illete küfretmişti. Hem de dinlenip dinlenip hem yeniden, hem tekrar tekrar küfretmişti. Sonra da dua etmişti; “Dert verip, derman aratma Allah’ım!” diye.
O, evin tek oğlu, son çocuğu idi. İki ablası da annesinin dediği gibi; “Gelin olmuş!” gitmişlerdi. Babası da “Baş-göz etmek!” diye söylerdi, annesinin deyişine ek olmasını istercesine.
Kocalarının işleri, ya da memuriyetleri dolaysıyla uzak iki diyarda bulunan ablaları, çocuklarını konu-komşuya emanet ederek hastalığının ağırlığı sıralarında hep annelerinin başında durmuşlardı, beylerinin rızaları ile.
Beyleri, yani enişteler cenaze namazına ancak yetişebilmişlerdi. “Namahrem(3)” denmiş, onlara kaynanalarının soğumuş solgun yüzü gösterilmemişti, mezarlıkta defnedilirken bile.
Sonra yaşam normal boyutuna yönelmişti, yani; “Evli-evine, köylü-köyüne” gitmişti, yalnızlığını babasıyla paylaşmasını ödüllendirirler gibiydiler, gidenler genç adamın.
İlk sıralar, kenarı-köşeyi toplayan, cenaze sonrası yapılması gerekenleri yaparak, “Kırk mevlidine geliriz, elli iki mevlidine kadar da kalırız inşallah, malûm çoluk-çocuk!” diyen ablalarının bıraktığı çok şey ile bazı işler yolunda gitmişti, oldukça. Veyahut da onlara öyle gözüküyordu, bilgisizliklerinde, cahilliklerinde.
Çamaşırları birikmişti önce. Makinede nasıl yıkanırdı ki çamaşır? Bilmiyordu, bilmiyorlardı. Perdeler, pencereler hep kapalı duruyordu ama evin, ortalığın tozunun alınması gerekiyordu. Bu işlerin de nasıl yapılacağını bilmiyorlardı baba-oğul. Yemek işini babası hallediyordu, bazen akşamdan bir şeyleri ıslıyordu, ıslatıyordu, yıkıyordu.
Bazen saatlerce mutfakta bir şeyler yapmağa çalışıyordu, kiminin tuzu eksik oluyordu bazen, bazen soğanın, yağın, ya da biberin konulması unutuluyordu. Ama olsundu; “Nefis körleniyordu(4)” ya. Bulaşıkları yıkayanın kim olduğunu sormak doğal olarak haksızlıktı. Bu konuda uzman olmuştu genç adam, tabir caizse.
Lokantalardan bazen de hazır bir şeyleri getiriyordu babası, tencere, ya da paketlerle. Midenin açlığının doyurulması gayet kolaydı da, gönül açlığının doyumu için neler yapılması gerektiğini bazen biri birinin gözlerinde okuma gayretinde oluyorlardı baba-oğul.
Gelecekten beklentileri yoktu baba-oğul, her ikisinin de. “Daha mezardan dönerken yeni bir hanım için şapkasını devireceği” söylenen baba, yalnızlığını başlangıçta sık sık, sonraları Cuma günleri ziyaret ettiği eşinin kabriyle, beş vakitte ve dahi vakit dışı dualarıyla paylaşıyordu.
Genç adam bazen, babasının bir beklentisi olmadığını, buna rağmen bazı şeyler için ona hak vermesi gerektiğini düşünüyordu. Oysa kırk mevlidine gelen ablaları yalnızlıklarının otaması(3) için babalarını evlendirme düşüncelerini söylediklerinde genç adam,
“Gelen babamın karısı, evin kadını olabilir, ama asla annem olamaz!” diyerek tüm düşüncelerini tek cümlede topladığını düşünmüştü. Babası belki böyle bir düşünce için niyetli değildi ama niyetli olmaması gerektiğini de, oğlunun kulağına ulaşan deyişinden anlayacak kadar zeki idi. Çünkü o bir öğretmen emeklisi idi, çocuklara öğrettiklerini kendisinin bilmemesi diye bir şey düşünülemezdi.
Baba, çok genç denilecek yaşlarda, eğitimdeki yanlışlıklara küserek emekli olmuştu. Birikimlerini değerlendirmiş, memleketteki ata yadigârlarının(3) satışı ve damatlarının katkıları ile bir Kırtasiye Dükkânı açmış, eğitimden ve öğrencilerden kendini ayıramamış, uzaklaşmamış, uzaklaşamamıştı. Karısını kaybettiğinde elli yaşını henüz bir adım geçmişti.
Görünen o ki, gençti, dinçti, kendine dikkat eden bir insan olduğundan yüzüne bakılacak fiziksel bir gösterişi vardı. Uzunca boyluydu, fazla sıska olmayan yapısı, atik-tetik olarak nitelenecek bir ivecenliği(7) vardı. Saçları kısmen dökülmüştü, beyazları oldukça fazlaydı. Diğer bir deyişle, tek-tük siyahlara rastlanıyordu kırlar arasında.
Yaz-kış, tatil-iş günü demeden “Sinekkaydı” tıraş olur, yelekli takım elbise giyer, öğrenci-öğretmen, çöpçü-memur, subay-er ayrımı yapmadan herkese aynı şekilde, gerektiği gibi, gerektiği kadar, görevliymişçesine davranırdı. Bu; onun yaşam biçimi, naturasından kaynaklanan bir ahlâktı.
İnsanlar, bazen saatlerini onun varlığıyla ayarlayabilecek kadar dakik olduğunu anlatırlardı birbirlerine, yaz-kış değişmeden;
“Bak Saadettin Hocamız geçiyor, demek ki akşam ezanı okunmak üzere!” ya da benzeri sözleri söylerlerdi birbirlerine, muntazam zaman ayarlaması nedeniyle.
Saadettin Hocanın oğlu (artık tanışma vakti gelmiştir, adı) Murat, onun bu huyunu bildiğinden yaz-kış tüm işlerini akşam ezanından önce evde olacak gibi bitirip o vakitte evde olmaya gayretli olurdu, özellikle de annesinin kaybından sonra bu konuda babasının yaşam biçimine daha çok saygı gösterir olmuştu.
İşinden kaynaklanan, ya da kaynaklanabilecek gecikmeleri ise mutlaka bildirirdi babasına gecikmeden. Çünkü evvelden annesi vardı, onun yerine mazeret gösterecek, onun yerine babasının dualarına karşılık olacak işleri yerine getirecek. Oysa şimdi…
Onlar yalnızlığa mahkûm, yalnızlıklarını aynı yaşamda paylaşan iki insandılar.
Murat yirmi üç-yirmi beş yaşlarında, fiziksel yapısı yanında, birçok huyu bakımından annesine benzerdi. Esmer-kumral arası fiziksel görünüşü, belki irsiyetten kaynaklanan bir yapılanma ile vaktinden önce kırlaşmış saçları, uzun boyu ve yapılı vücudu ile galiba, çevresindeki emsalleri olan karşı cinsin, kısaca genç kızların dikkatini çeken bir gençti, hatta delikanlıydı desek yeri.
Annesi ölmeden önce, Posta Kutusuna bir-iki, çıplak, duygu yüklü, tanışma, danışma istekli mektuplar atıldığını hatırlıyordu. Annesinin ölümünden sonra hiç böyle bir olayla karşılaşmamıştı, ama bazen servis arabasını park edip bir şeyler almak için bakkala yöneldiğinde bir kısım perdelerin kımıldadığını hissediyordu sanki.
“Aç tavuk, kendini darı ambarında görürmüş!” örneği bazen düşündüklerinden utanırcasına başını eğiyor, kendini ayıplıyordu ama yaşam biçimini kara bir perde veya çarşafla kapatamazdı ki. Hem gizlilik merakı doğuracağından buna gerek de hissetmiyordu.
Liseyi bitirdikten sonra bir müddet Üniversite imtihanlarında başarılı olamamıştı Murat. O arada gidip-gelmiş, askerlik görevini tamamlamış, tamamlayıvermişti. Aradan geçen süre bilgi dağarcığını(8) hamlatmıştı(9) ne de olsa. Tekrar Üniversite imtihanlarına girdiğinde Açık Öğretimi kazanmış, Açık Öğretim Fakültesinde okumaya başlamıştı.
İşini kaybetmemek için devam etme zorunluluğu olmayan bu okulu seçmişti, zaten gerekli olan puanları da ancak bu okul için tutturabilmişti! İşi; bir şirkette pazarlamacılık üzerineydi. Bu; ona hem okumak, hem ders çalışabilmek için vakit sağlıyor, hem de kazanç olarak sıkıntısı olmuyordu.
Tek bir zorluğu, insanlar karşısında eğilip, bükülmekti. Bir de kalabalık bir ağız yapısı ile insanların hoşuna gidecek şekilde davranması ona yapmacık bir hareket gibi geliyordu. Kısaca, yaptığında yapmacıklık olmadığını bildiği halde, kendisini insanları kandırıyormuş gibi hissetmekten üzüntü duyuyordu.
Murat, yalnızlıklarından bunaldığı bir gün, küçük ablasına telefon etmişti. Daha doğrusu eniştesine açtığı telefonla ondan izin almıştı. Küçük ablası, büyük ablasından daha önce evlenmiş, çocukları daha önce büyümüştü. Onun, büyük ablasına göre sorunlarının daha az olacağına inanıyordu.
Eniştesi; “He! Gönderiyom!” demişti, sevinmişti Murat. Çünkü ev işlerinden anlamamaktan dolayı bunalmıştı, birilerinin yardımı gerekliydi. Ablası bunu kotaracaktı(10), yani yardımı sağlayacaktı, kanatınca. Ama nasıl? Doluya koyuyor, almıyor, boşa koyuyor, dolmuyordu.
Apartmanın Yöneticisi, ablasının geldiği gün aidat toplarken, “Bir sıkıntılarının olup olmadığını, çamaşır yıkama, temizlik gibi işler için, muhtaç durumdaki bir yakınının, istedikleri takdirde kendilerine yardımcı olabileceğini söyledi.
“Hemen!” dedi Murat sevinçle. “Hemen yarın gelsin. Ablam da mevlit için burada, ne istiyorsa, nasıl istiyorsa, cevaplayalım. Düşündüğün için de Allah razı olsun senden!” dedi.
Başlangıçta olaya hiç de sıcak bakmayan Saadettin Hoca, oğlunun, kızının, Yöneticinin ve elini-yüzünü düzgün gördüğü pek de yaşlı olmayan “Hanımkız” ın davranışları nedeniyle, haftada iki kere, bedeli karşılığı, evi, baştan-sona “Elden geçirecek olma plânına” ses çıkarmamıştı.
İlk bir hafta kadar, daha doğrusu eniştesinin izin verdiği süre kadar ablası, daha sonra Yöneticinin Hanımı nezaret edecekti “Hanımkız”a. “Hanımkız” sözünü babası bulmuş, uydurmuştu, ablası ve genç adam da babalarına uymuşlardı. Artık onun adı; “Hanımkız”dı, öz ismi hiç önemli değildi. İleriki tarihler mi? Şimdilik; “Allah Kerim!” di.
Birkaç gün içinde ev pırıl pırıl olmuştu, neredeyse tam anlamıyla. Ablası sayesinde karnıyarık, yaprak sarma, bamya, mantı, şekerpare tatlı… gibi yapımı vakit ve emek isteyen, zor olan yemeklerden yiyerek nefislerini köreltmişlerdi(11).
Ablası iki avuççuk ev tarhanası, bir bakraççık kahvaltılık ev salçası yapmış, aygıtlamış(12), bir küpecik de turşu kuruvermişti onlara. Eksiklikleri bir kâğıda yazmış; “Gidince size keçi peyniri de göndeririz. Kışlık pirinci-bulguru falan toptan alıyoruz, size de göndeririz…” demişti.
Sırasında kırk ve elli iki mevlitlerini de okutmuştu ablası, annesinin. Mevlitte, Hanımkız’ın Süleyman Çelebi’nin dizelerinden “Merhaba”yı çok coşkulu bir şekilde, ağlatırcasına okuduğunu da anlatmıştı, kendilerine. Hafız’ın iyisi “Merhaba”dan anlaşılırdı çünkü.
Hanımkız, bir kız çocuğu ile ortada kalmış dul ve iyi bir hanımdı. Yaklaşık elli yaşlarında idi, sosyal hiçbir güvencesi olmayan kocası, yıllar öncesinde bir inşaat kazısında, ya da kazasında ölmüş, sigortası olmadığından, ya da olduğu halde olmadığı iddia edildiğinden, büyük, çok büyük adamlar karşısında haklılıklarını belgeleyemediklerinden, patronun verdiği üç-beş kuruşun bitiminden sonra böylesine ele-güne muhtaç olmuşlardı.
Kızıyla birlikte evlere temizliğe, çamaşıra gidiyorlardı. Kursak işliyordu, mide doymak istiyordu, “Gak-Guk!(13)” mutlak ihtiyaçtı. Namusla, erdemle çalışıp kursağı doyurmak, hiç olmazsa nefsi köreltmek ve ertesini şükürle beklemek gerekliydi, yaşam için.
Günlerden sonra bir gün Murat eve geldiğinde; “Böyle bir kapı bulduk, Allah’ıma şükürler olsun” dediğini duydu Hanımkız’ın halının üstünde dizleri üstüne çökerek, elindeki sabunlu bezle halıyı temizlemeğe çalışırken.
Yanında bir de genç kız vardı, yirmi-yirmi iki yaşlarında. O; neredeyse; “Hıh! demiş de, anasının burnundan düşmüş!” denecek kadar benzeri idi Hanımkız’ın.
Murat’ın kapı zilini de çalarak, anahtarı ile kapıyı açıp salona girmesiyle gösterdiği saygıyı, aynı içtenlikle cevaplamıştı ana-kız. Başörtülerini elleriyle sıkılayarak ayağa kalkmışlar, sonra Yöneticinin Hanımından, ablasından medet beklercesine;
“Gecikmişiz, kusura kalma bey!” demişti Hanımkız.
Genç olanı, yani Hanımkız’ın kızı, bir kez başını kaldırmış, gözlerinin karşılaşmasından utanmışçasına başını tekrar eğmişti. Murat’ın sorarcasına bakışlarından anlayan Hanımkız;
“Benim kız. İsmi Ayşecan. Bana yardıma geldi bugün. Ama yevmiye istemeyceeez onun içün” dedi.
“Hakkınız bizde kalmaz. Gerekirse onun hakkını da verir ablam, ya da biz.” dedi Murat, göz ucuyla da olsa, Ayşecan’ın gözlerini tekrar görme gayreti yaşayarak.
O; başı eğik, sadece susuyor ve yutkunuyordu. Yöneticinin Hanımı bir şeyler söylemek için sözü almak gayretindeyken Murat, yapması icap edeni yapması düşüncesiyle;
“Geçiyorken uğramıştım eve, ‘Bir şey lâzım mı?’ diye. Biraz daha işlerim var dışarılarda, şimdilik gidiyorum yine. Yalnız biliyorsunuz, babam akşam ezanı okunurken gelir eve!” dedi kapıya yöneldiğinde.
Ayakkabılarını giyerken, Ayşecan’ı görmek arzusuyla bakışlarını yöneltti, onun olduğunu düşündüğü yere, oysa o, yetiştirilmesi gereken çabasını adımlamaya başlamıştı bile, kendisi dışındakileri önemsemezcesine, ya da umursamazcasına.
Ayşecan, görebildiği, ya da zihnine resmini çizebildiği kadarıyla güzel bir kızdı. Saçlarını görememişti ama başörtülerinin kenarlarından fark ettiği kadarıyla analı-kızlı saçları siyah olsa gerekti. Belki de kumraldılar her ikisi de. İnsan, kısa saniyeler içine çok şeyi sığdıramıyordu beynine, birden.
Dudakları, kaşları ince, burnu yukarıya doğru kalkıktı biraz. Ufak, belki sadece nefes almasına yetecek kadar delikleri olan bir burundu bu. Gözlerinin koyuluğu fark ediliyordu başlangıçta ve bir bakışta Ayşecan’ın…
Ve; “İnsanın zekâsı gözlerinden anlaşılır!” deyiminde saklı olan bir ışık fark ediliyordu gözlerinde. Bütün bu fiziksel gözlemlerine karşın Murat, onun okuma şansının olmadığını geçirdi zihninden bilgece.
Servis aracına binerken hâlâ onu düşündüğünü fark etti Murat. İzinsizce düşündüğünden dolayı, kendinden onun adına özür diledi. Oysa onlar için evden ayrılmak zorunda kalmıştı. İsteği; günü aşan yorgunluğunu, ayaklarını uzatarak, hatta rahmetli annesi gibi halı üstüne uzanarak, ayaklarını kanepeye koyarak dinlenmekti.
Böyle yatış şekli için annesi; “Kan, beyine doğru ahenkle, beyninin istediği gibi, zorlanmadan gider!” demişti. Şu sıralar çok yerde ve çok olayda annesini devamlı olarak hatırladığını düşündü. Sevgiye, şefkate, ihtiyacı olduğunu, babasının verdiğinin yeterli olmadığını hissediyordu.
Acaba bunda babasının yıllar yılı, sevdiğini bildiği halde, kendiyle mesafeli durmasının da etkisi de var mıydı ki? Belki, belki de yıllar yılı içinde hissetmediği, karmakarışık olarak nitelendirdiği duygular, Ayşecan’ı görmesiyle şekillenmiş, hissettikleri de bu duygusallıktan kaynaklanmış da olabilirdi.
Önce ablası dönmüştü memlekete, sonra Yöneticinin Hanımı çoluk-çocuğunu, işlerini bahane edip görevlerinden istifa etmişlerdi(!) Şimdilerde Hanımkız ve Ayşecan, Murat’ın bir örneğini yaptırdığı evin anahtarıyla haftada iki kez eve geliyorlar, kapı-pencere dâhil temizliyorlar, silip-süpürüyorlar, yıkayıp-asıp-kurutup, ütülüyorlar, masanın üstüne konan, bazen fazla konulduğunu gördükleri ücretin fazlasını bırakarak akşam ezanı okunmadan önce kendi evlerine dönüyorlardı.
Görüşmüyorlar, konuşmuyorlar, ama birbirlerini hissedip duyabiliyorlardı. Bazen işler yetişmezse, ufak notlar yazıyordu Ayşecan masanın üstüne. Örneğin; “Çamaşır kurumadı, ütüsü yarın yapılacak!” gibi.
Bazen de Murat not yazıp bırakıyordu örneğin canının istediği bir şeyler varsa; “Malzemesi için masaya para bırakıyorum, yaprak sarma yapar mısınız?” Ya da; “Kol böreği yapmanız mümkün mü?” Veyahut da; “İşte bilmem ne cinsinden bir tatlı” diye. Cinslerini çok zaman parantez içinde belirtmeyi unutmazdı; zeytinyağlı sarma, peynirli ya da ıspanaklı börek, şekerpare tatlı gibi…
Murat eve geldiğinde, isteklerini yapılmış olarak bulmaktan neşe duyuyordu, seviniyordu, galiba mutlu olduğunu da hissediyordu. Sıkıldığı konu, market-bakkal fişleri ile bozuk paraların toplam olarak verdiğine eşit olması idi, ne beş kuruş eksik, ne beş kuruş fazla.
Bu aile görmemişti hissettiği kadar ama görgülüydü, efendiydi, terbiyeliydi. Önemlisi; baba-oğul onların, yokluklarındaki varlıklarına alışmışlardı, hatta mutluydular, huzurluydular da…
Günlerden bir gün, babasının kışa hazırlıksız yakalanmasının, bedenindeki tahribat nedeniyle işyerinden izin almış, babası yerine Kırtasiye Dükkânına birkaç gün de olsa bakmak zorunda kalmıştı Murat, her ne kadar bir kısım şeylerin fiyatını bilemiyor olsa da.
Babasının işine baktığı o günlerden birinde Murat, yanına almayı unuttuğu bir belgeyi almak için eve uğradığında (her zamanki gibi zili çalmış, kapıyı anahtarıyla açmış, hatta geldiğinin anlaşılması için üstünkörü öksürmüştü de) utangaçlığını paylaştı Ayşecan’ın kapı aralığında.
Çünkü babasının hastalığı sırasında, Hanımkız ve Ayşecan haftada iki gün mesai kavramını unutmuşlar, babasına bir ana, bir evlat, bir kardeş gibi bakmışlardı, bakıyorlardı zorunluluk olmadan, içtenlikle.
Eve doktor getirttirmişlerdi, babamın “Bir şeyim yok!” diyerek itirazlarına rağmen. İğneciyi bulup getirmişlerdi; doktorun verdiği ”penisirini(14)” vurdurmak için, ilâçlarını içirmişler, terletmiş, tarhana çorbası pişirip içirmişlerdi ona, sıcacık.
Tüm bunlara karşılık hiçbir beklentileri yoktu. Yalnızca insanlıklarına fırsat verilmiş olmasının gururunu hissettirmeğe çalışıyorlardı. Tüm söylenenlere verdikleri tek karşılık; “İnsanız, görevimiz!” demekti.
Murat, özellikle Ayşecan’a duygusal olarak yakınlaştığını da hissediyordu, artıkın. Babasının rahatsızlığını sebep göstererek; “Bir şey lâzım mı? Nasılsın baba!” diyerek öğlenleri de uğruyordu eve. Genelde Hanımkız, alışverişe ya da komşulara ev temizliği için işe gittiğinden Ayşecan’ı görüyordu babasının başında.
Ve akşam ezanı okunurken eve girdiğinde babasının yalnızlığı, kendi yalnızlığı ile çakışıyor ve kendi yalnızlığının hırpalandığını hissediyordu. İşte o zaman, henüz yaşadığını düşündüğü yalnızlığa dayanmak konusunda güçsüzleşiyordu.
Babası iyileşmiş ve dükkânını yine abone olanlar gazetelerini almaya gelmeden önce açmağa başlamıştı. Ona; “Geçmiş olsun Hocam!” denildiğinde, işini kısa bir süre için devretmiş olmasının üzüntüsünü yaşıyor gibiydi.
Kutu örneği dükkânında, elektrikli kalorifer ile ısınmaya çalışmasını uygun görmüyordu Murat. “Biraz daha dinlenseydin baba! Hem artık çalışmasan!” gibi sözleri geveledi(15) ağzında.
Babası; “Çalışmanın kendisi için bir yaşam biçimi olduğunu, çalışmazsa yaşamakta zorlanacağını” anlatma gayretinde oldu bir parça.
Murat için yine kararsız günler başlamıştı bıkkınca. Oysa zihninden geçen, pazarlamacılığı bırakıp babasının işini, dükkânını devralmaktı, belki babası da sportif amaçlı olarak devam edebilirdi işe, bir hobi(16) gibi, bir alışkanlık gibi.
Doğrusu da bu değil miydi ki, zaten? Ama hayır! Çalışmaya devam etmek istiyordu pederi. Birilerinin, yani annesinin yokluğunu ancak böylesine zihninden uzaklaştırıyor veya öyle uzaklaştırdığını sanıyordu.
Oysa bir şairin dediği gibi; “Gün yirmi dört saatti”(17) ve babasının annesini zihninden uzaklaştırması Ayşecan’ın sözlerinde de şekillendirdiği gibi; “Gayri mümkünsüzdü(18)”. Çünkü o, her şeyi önce kendi göçüşüne göre plânlamış, hazırlamıştı. Hesapta, kanserden umulmadık bir anda göçmek, yani eşini kaybetmek yoktu. Dolaysıyla o, kendisine ait zamanı umursamazcasına tüketmek arzusunda ve isteğinde idi.
Murat’ın dış görevleri nedeniyle küçük kapasiteli de olsa bir cep telefonu, hatta eskilerden kalma -deyim yerindeyse- bir de çağrı cihazı vardı. İkilemler, üçlümler, belki de beşlimler, yirmilimler arasında yorulurken onlara gönderilen mesajlarla değişiklikler yaşadığına inanırdı.
Numaraları babasında da vardı her iki cihaz için de. Aynı numaraları eve de, telefonun hemen yanı başına da bırakmıştı, not olarak, gerekirse aranması dileğiyle. Hem aranmak istiyordu. Notlar geldikçe “Aranma arzusunu” yaşıyordu.
Oysa ya insanlar kendilerini ve derecelerini biliyorlardı, ya da beklediği; isteklerinin üstünde idi. Neden insanlar; “Davulun bile dengi dengine” diye çalmasını beklerlerdi ki? “Kız, kendi başına bırakılırsa ya davulcuya, ya zurnacıya varırmış!” diye bir deyim vardı, neden bir temizlik görevlisi, işçisi veya bu konuda çalışan bir hanım, bir genç kız üniversitede okuyan, askerliğini yapmış pazarlamacı birine yakışmazdı ki?
Murat, düşüncelerinde oldukça yoğun bir şekilde “Ayşecanlaşmağa” başladığını hissediyordu. Gün-gece, dur-durak, debriyaj-fren hep onunla olmağa başlamıştı, hatta evlenmişlerdi de, cinsellikten öte çocukları bile olmuştu, hem de ikiz…
Murat, bunaldığının farkındaydı. İlk karşılaştıklarında; “Merhaba!” bile demeden, ”Benimle evlenir misin?” demediğini düşünür olmuştu. Kanına, iliklerine, tüm varlığına egemen gibiydi Ayşecan. Peki, Ayşecan ne düşünüyordu?
Sormalıydı. Ama nasıl, nerede, ne zaman? Sorun bir değil, bin idi! Ama neden? Bilmiyordu veyahut da bilmek istemiyordu.
Güzel kızdı Ayşecan. Yaşantısının bir boyutu olmuştu Murat’ın. Gülen nar, ağlayan ayva olmuştu gönlünde, çaprazcasına. Ve yaşamı şekillenmişti, hayatı boyut kazanmıştı Murat’ın. Oysa…
Sonbaharın yapraklarını silkelediği günlerden bir gündü Murat’ın yaşadığı. O gün, tüm çabalarında başarısız olmuştu Murat. Ne tahsilâttan umduğunu bulmuş, ne de plânladığı yatırımlarından olumlu sonuç almış, alabilmişti.
Küskünce Sanayi Bölgesinin bir bilinmeyeninde kaybolmakta olan zamanını sorumsuzca tüketirken cep telefonuna “Ara” diye bir mesaj geldi. Evin telefon numarası gözüküyordu kayıtta. Heyecanlandı, hem de kaç boyutlu. Hemen; “İzninizle!” deyip çevirdi numaraları bulunduğu yerde. Merakı, saniyeleri bile tüketmesine olanak verecek boyutta değildi.
“Efendim!” dedi karşıdaki ses yalnızca.
“Ben Murat! Mesajı aldım, hayırdır?!”
“Önemli sayılır belki, Saadettin Amca rahatsızlanmış, biraz evvel getirdi arkadaşları, gelseniz iyi olur diye düşündüm.”
Karşıdaki ses; Ayşecan’ındı. Temizlikle ilgili bir gün olmamasına rağmen nasıl ve niçin, neden evde olduğunu anlamamışçasına;
“Peki! Hemen geliyorum!” dedi Murat.
Kısa süre içinde ulaştı Murat evine. Babası bitkin gibiydi, ama beklentilerinin çoğuna ulaşmış gibisine huzurlu ve mutluydu. Onu görünce;
“Oğlum…” dedi. Bitkinliği tükenmişti, diriydi, canlıydı, sanki. Devam etti:
“Bu kızdan Allah razı olsun, hiç yalnız bırakmadı beni, hep yanımda, yakınımda oldu. Onu sevdim, saygı duydum…”
“Dinlen biraz baba. Rahatlayınca anlatırsın!” dedi Murat.
Saadettin Hoca anlamışçasına kapattı gözlerini, dinlenmek ister gibi. Sonra, zorlayarak açtı tekrar;
“Annene kavuşacağım ana yaklaştığım için sevinçliyim oğlum, ama sana iletmek istediklerimi aktardıktan sonra olsun istiyorum göçüşüm.”
“Ne demek o, baba? Daha uzun yıllar beraber olacağımız inancı var gönlümde!”
“Ben de öyle sanıyordum ama takdir-i ilahî(19), belli mi olur ki?”
“Her zaman, ‘Kalan zamanı tasarruflu kullanalım!’ demez misin?
“O halde kalan zamanı tasarruflu kullanalım, israf etmeyelim” dedi Saadettin Hoca ve dinlenmek ister gibi göz kapaklarını indirdi, gözlerini kapattı.
Ayşecan, başında, başucundaydı babasının. Anlatılması mümkün olmayan bir sevgi bütünlüğü vardı gözlerinde, dudaklarında, belki de tüm mevcudiyetinde. Anlamamak için insanın ne olması gerekliydi ki, kim bilir?
Gece dualarla geçti. Hanımkız da gelmişti, dualara katılmak için, Yöneticinin Hanımı da. Bir odada Murat tek başına okuma gayretinde olmuştu, sanıyordu ki (ya da öyle hissediyordu ki) babası sekerât(20) anında, ya da halinde idi. Yalnızlığına ilerleyen zamanda Yönetici de katılmıştı hanımının gelişinden neden sonra da olsa.
Sabah, gün ağarırken Saadettin Hoca; “Kefeni Yırttı!” deyişi gibi sağlıklı, yeni bir güne başlamanın heyecanı ve rahatlığı içindeydi. Sanırım buna etken, tüm evi değişik, tarif edilemez koku içinde bırakan “Kocakarı İlâçları” dediğimiz, nane-limon-sirke karışımı ya da birlikteliği ve göz ardı edilemeyecek dualardı şefkatle, istekle, arzuyla söylenen (belki de).
Yönetici, Hanımı ve Hanımkız evlerine çekildiler Saadettin Hocanın kendisine gelişi sonrasında. Ayşecan; “Saadettin Hoca iyice iyileşsin de, ben de o zaman dönerim evimize!” demiş ve kalmıştı.
Sabah namazları çoktan kılınmış, gün yükselmişti iyicene. Ayşecan, babasının uyuyor olmasından, belki Murat’ın varlığından haberdar olmadığından, başındaki örtüyü tekrar sıkılaştırarak bağlamak için çözmüştü. Murat o zaman görmüştü kumral uzun saçlarını. Babası uyumaya devam ediyor gibiydi, ama bu inançlı bir uyku değildi, dalgınlıktı bir bakıma, dudaklarında, gözkapaklarında gözlemlenen.
“Ben de gideyim artıkın!” dedi Ayşecan.
“Kalsaydın biraz daha. Onun ve inanabilecek misin bilmem benim, yani bizim sana, size ihtiyacımız var? Zaman ve mekân ters olabilir belki; ama seni sevdiğimi hissediyorum.”
“Yanılmayasınız!” dedi Ayşecan. Öyle bir “Yanılmayasınız!” demişti ki!? Ve devam etti:
“Minnettarlığı, sevgi üstüne yoğunlaştırmayasınız. Aslında söylemesi güç ama size saygı doluyum. Size gönlümde ve kalbimde yer alan duygu yalnız bu. Kalbim, gönlüm, ruhum ve mevcudiyetimde size ayıracak bir bölüm yok! Olamaz da!”
Konuşmasının düzeni, ahengi, dobra dobralığı(21), beklemediği kültür düzeni etkilemişti Murat’ı. Onun tahsilinin ancak ilköğretimin sonu olduğunu, okumayı çok sevdiğini biliyordu ama bu kadar düzgün ve bilgece konuşacağını beklemiyordu. Çünkü başlangıçtan bu güne değin; “Evet-Hayır” gibi mecburiyetten doğan kelimeler dışında hiçbir konuşmaları olmamıştı.
“Sevgi ve saygı karşılıklı olmalı. Yok olan bir şeyin oluşmasını beklemek bile zamandan israf… Sende benim olmadığımı söylemek istediğini anlıyorum. Umut etmiştim. Umutlanmak, saygıyı da tüketmeden yanında getirir. Ama umudumu yok edene kadar da saygı duyacağımı bekleme benden, olur mu? Lütfen! Gönlüme hükmeden O; saygı duymaya devam etmem gereken biri var!” dedi Ayşecan bakışlarını belki de utanmışçasına yere indirirken. Anlamamışçasına sordu Murat;
“Kim?”
“Baban! Ben, babanı seviyorum”
“Ama?”
Sorarcasına “Ama” demesini anlamamıştı, ya da anlamak istememişti Ayşecan.
“Neden?” dedi sorusunun anlamını açıklamasını istercesine. Soru, öylesine geniş boyutluydu ki, Murat sadece susması gerektiğini düşündü, zihninde kelimeler, cümleler, nedenler geniş boyutta çözümsüzlüklerini yaşarlarken.
Saadettin Hoca iyi idi. İyi oluşunun sebebi şifalı eller mi, duygusal yaklaşım mı, (Kocakarı ilâçlarını da yadsımamalı ama) yoksa doktorun verdiği onarıcı ilâçlar mıydı? Bunun cevabını kimsenin bilmesi mümkün değildi (galiba).
Saadettin Hocanın yaşadığı bir gerçek vardı gönlünde, bir tek kendisinin bildiği: Bu kız bir melekti, bu kız dünyaya gelen bir Mehdi(22) idi. Öyleyse oğlu, bu kızı kaçırmamalıydı! Sevgi yoksa da sonradan oluşur, büyürdü. Ayşecan, Murat’ın, yani oğlunun eşi olmalıydı, lâmı cimi yok(23)!
Gözleri kapanmadan bu mutluluğu yaşamayı istiyor, diliyordu Saadettin Hoca, kendi kendine. “Bunu hem ona, hem ona, yani diğerine nasıl söylemeli, nasıl anlatmalı!” diyordu içinden. Zihninden mizansenler(24) oluşturuyor, sonra da;
“Ah İçişleri! Ah Hatunum! Yanımda, yanı başımda, yakınımda olsaydın!” diye söyleniyordu bir başına, yatağında sağdan-sola, soldan-sağa dönüp dururken.
Biliyordu ki O; ona bazı şeyleri usulüne, sanatına uygun söyler, yönlendirir, yönetirdi onu. Oysa onun yokluğunun ona doğru bir yöneliş olduğunu bilir miydi Saadettin Hoca? Düşünse bile, Ayşecan’ın kendine yakınlığını, böyle bir şeyi düşüncelerinden bile geçirebilir miydi ki?
Bir kız… Hem evlâdı yaşında… Hatta daha da küçük yaşta… Ona gelecek ve; “Seninim veya senin karın olmak istiyorum” ya da kısaca; “Seni seviyorum!” diyecekti ha? Tövbe, tövbe!...
O vakitlerde Murat, kendine ayrılan odada belirsiz bir geleceğin yalnızlığını yaşıyordu. Sevgi ne idi? Ulaşmak nasıl bir duyguydu? Ulaşılınca yaşananlar ya da yaşanacaklar neydi? Ulaşılmazsa ne olurdu? Ne olması gerekliydi yahut?
Çözüm; yaşanan dünya ile mi sınırlıydı? “Canım” ya da “Sevdiğim” demek istediğine nasıl “Anne” diyebilirdi ki insan?
Doğa, bazı konularda insafsız değil miydi, örneğin şu anda hissettiği değil, yaşadığı konuda? Anasını kaybetmese onu göremezdi. Babasını kaybetmiş olsa, belki varlığından bile haberi olmazdı Ayşecan’ın kendi dünyasında. Ama şu anda…?
Onun yaratılışına sebep olanın, onun hakkını elinden aldığına inanıyordu.
André GIDE’in bir deyişi takıldı kulaklarının o üç demir adıyla anılan kemiklerine: “Yaratılmasaydım, ‘niye yaratılmadım?’ diye şikâyetim olacak mıydı?”
Öyleyse babası onu, ona bırakmalıydı. O; buna mecburdu. Hem kurallar böyle emretmez miydi ki?
Murat, babasının düşüncelerini bilmediği, bilemediği için babasına karşı haksızlık yaptığını da bilemezdi. Baba ne düşünüyordu, oğul ne? Oysa o da yarın babası gibi baba olacaktı ve babaların evlâdı için yaptığı, yapacağı ne varsa bilecekti. Zaten bilmek zorunda da değil miydi?..
Yaşanan saatlerde, aralarındaki yaş farkını umursamazcasına Ayşecan;
“Saadettin, seni seviyorum!” dedi birden, başucunda.
Kendisinden otuz küsur yaş küçük birisinin kendisini ismiyle çağırarak bu şekildeki itirafını yadırgamıştı Saadettin Hoca. Çünkü eşinden başka kimse onu ismiyle çağırmamıştı belki yirmi-otuz yıldır.
“Bir yanlışlık olmasın kızım?” dedi hayret ve dirayetle.
“Hayır, kendimi tarttım ve emin olduğuma inandığım için söyledim.”
“İnandığım, düşündüğüm kadarıyla oğlum Murat seviyor seni…”
“Onunki sadece size olan saygısı…”
“İnanıyor musun?” Her iki manayı kapsayacak şekilde söylemişti düşüncesini Saadettin Hoca, bilerek.
“Hem de nasıl?”
“Oysa yanıldığını söylemek zorundayım!”
“Olamaz!”
“Olur, olur! Hem düşünce ve duygularını tartman dileğiyle söylüyorum bunu sana.”
“Kültür seviyemde noksanlıklar olabilir, ama duygularım için aynı şeyleri söylerken zalim olmuyor musunuz?”
“Hayır! Kültür ile duygular aynı potada işleme konamaz. Bir şey varsa vardır, yoksa yoktur, bunun kültür ile yoğrulmaya çalışılması anlamsızdır.”
“Yani sizce ben, duygularımı yönlendirememiş mi oluyorum?”
“Bence düşüncen doğru. Sen oğlumda beni bulduğunu sandın!”
“Belki sizi, oğlunuzda da bulabilirdim, değil mi?”
“Neden olmasın? İnsanın aradığını bulması önemli. Eğer bulursa ve kaybetme olasılığını göz ardı etmeden yakalarsa.”
Saadettin Hoca hasta yatağından doğruldu. Ayşecan diz çöktüğü Saadettin Hocanın yatağının dibinde, yanında, yanı başındaydı. Ayşecan artık düşünmüyordu. Sadece düşündüklerini yaşamak ve varsa yanlışlıklarını düzeltmek çabası içindeydi.
Belirli bir süre suskunluk içinde geçti. İnsanlar bu suskunluk süresi içinde yaşadıklarını irdelemek, yaşayacaklarını normal yaşam düzeni içinde sıraya koyarak düşünmek zorundaydılar…
Murat, dışarılarda ulaşmıştı bir kez daha yalnızlığına. Zihninde tasarladıklarını pazarlama aracının içinde düşünmüş, bir süre kararsızlığını yaşamıştı. Düşüncelerini yönlendirmemiş, yönlendirememişti. Ah anası olsaydı! Annesi olaydı bunlar gelmezdi ki başına.
Sonra derelere, yamaçlara, koylara gitti Murat, düşünmek için. Bir tarafta; söylememek için çaba gösterse de O, kendisi istediği için resmen anası ya da analığı, diğer tarafta; kendi istediği için analık yerine eşi olmasını istediği kadın!
Ya babası? Onun (kendinin bilmediği) duyguları için yönlendirmek istediği düşünceler?
Atası çok şeydi. Hatta her şey. Öyleyse saygı ve sevgi sınırlarını zorlamamalıydı, düşüncelerini onların lehine yoğunlaştırmalıydı. Fedakârlık mı? Hayır! Düşüncesi bu değildi, Murat’ın. Sadece yaşanmamışların, yaşanmışlarla yaşanacaklara egemenliğini bütünleştirmekti.
Susacaktı Murat, susmalıydı da. Susmak ise yaşanmamışlığı yok etmekti. Öyleyse yaşanmayacakları neden harcamaya uğraşmalıydı zorbaca?
Kimsenin bilmediği, kimsenin duymadığı, hissetmediği bir ortamda, gâvur(25) filmlerindeki gibi; “THE END” yapmalı, yani sona, sonuca ulaşmalıydı.
Cehennem azabı mı? Her halde kul, Allah’ının vereceği bu azaba da tahammül eder, edebilirdi…
Murat önce Ata Yadigârı silâhı aldı eline. Kandan korktu. Sonra Eczaneden aldığı Fare Zehrini kokladı. Ya sonuca ulaşmadan kurtarılırsa idi? Vazgeçti. Yangına girmeyi, su altında kalmayı düşündü. Tren, otobüs gibi bir vasıta altına atlamayı düşündü yaşantısını sonlamak için. Ölememekten, ızdırap çekmekten, sakat kalıp muhtaç olmaktan korktu, vazgeçti hepsinden.
“Ölüm kolay!” diyorlardı, oysa hiç de kolay değildi. Bazıları bir nefes alımı ile geçip gidiyorlardı. Bazıları dakikalarca, saatlerce, hatta günlerce, haftalarca… çekiyorlardı ölmek sıkıntısını. Bazılarına ötenazi(26) uygulanıyordu gâvur memleketlerinde, ama bu, burada bu ülkede olası değildi.
Vade gelince sonuç oluşuyordu. Sonuca ulaşmak için kesin, ızdırap çekmeden ne yapabileceğini düşünüyordu Murat? Kimseye, ama kimseye üzüntü ve tasa ve hatta masraf yaptırmadan, sevgisi gönlünde kalarak ve Allah’a asi olmadan nasıl “Allahaısmarladık!” diyebilirdi ki insan?
Bilemedi Murat ne yapacağını. Babasının mutluluğu önemli idi, ama onun mutluluğu için yaşamak istemiyordu gönlünü boğarak. Ama insanın umut ettiği müddetçe yaşadığını da unutmamıştı Murat.
Cep telefonuna bir not geldi düşüncelerinin yoğunluğunda, kısa, kısacık. “Gel!” denmişti, gideceği inancıyla, gelmeyeceği inancı yaşanmadan. Gözleri karanlıklarda yol ararcasına bulutlandı. Arabasını hareket ettirdi eve dönmek üzere. Yorgundu, düşünceleri yormuş, hem aşırı yormuştu onu.
Allah, onun kendisine asi olmasını istemiyordu. Aşkının yük olmasını da uygun görmemişti ona belki. Onu, önce Arasat’a, sonra cehennem ateşine, sadece yaşadığı günahlarla taşımak arzusundaydı belki de, kim bilir? Sırat Köprüsünden belki de yaşamadığı günahlar nedeniyle çabucak geçmesini sağlayacaktı Tanrı. Belki de Murat annesini, annesi de Murat’ı özlemişti.
Murat gönlünün ve de bedeninin yorgunluğu ile kontrolsüz girdiği virajı alamadı. Her şey birkaç saniye içinde, özlediği gibi, arzuladığı gibi, istediği gibi, bitti, tükeniverdi.
Murat’ın azat edemediği, kendisiyle yanında götürdüğü duygularına egemen kapanmamış gözleri, gecenin aydınlığına ulaşırken cep telefonunda bir kez daha mesaj belirdi, bu kere mesajla birlikte telefonu da çalıyordu aralıksız; belki “Gel” isteğinin yinelenmesi gibi.
Murat evine dönemedi o gece. Evine sadece ağıt ulaştı…
YAZANIN NOTLAR:
(*) Bazı deyişler [Örneğin; Gelin Etmek (Kız çocuğunu evlendirmek), Baş-Göz Etmek (Çocuklardan birini evlendirmek), Hanımkız (Genç Kız Çocuğu, genç kız), Artıkın (Artık), Dobra Dobra (Açık açık, aleni), Kefeni Yırtmak (Ölecek sanılırken tekrar yaşama dönmek), Lâmı-Cimi Yok (Mazeret uydurmak gereksiz), Penisirin (Penisilin), Gâvur (Yabancı, el), Avuçcuk (Bir avuçtan az), Bakrakçık (Bir bakracı ancak dolduracak kadar), Küpecik (Küçük bir küp), Aygıtlamak (Salçayı yemelik hâle getirmek için içine; öncelik ve özellikle has zeytinyağı, baharat ve ceviz kırıkları koymak) vb.] yöreseldir.
(1) Dört Numara Gibi; Bir insanın koltukta otururken öne kaykıldığında, ya da yattığında ayaklarını karnına çektiği anda 4 numara gibi şekli.
Rahmetli annem hastaneye (yukarıda öyküde anlattığım gibi aynen) ayaklarını karnına doğru çekerek (dört numara gibi) geldiğinde biz de durumunun vahametini önemsememiştik. Annem, kız kardeşim hemşire olduğu için, karnındaki ağrının değişikliğini sadece kardeşime söylemişti, babam bile bilmemişti son ana kadar. Doktorlar da o günün teknolojisine rağmen olumlu hiçbir şey dememişlerdi, “Ameliyat edelim!” demenin dışında. Annem ameliyat oldu ve bilinemeyen ve bizlere o zaman asla söylenmeyen kanserle, 26. gün sonunda, bizi bizle bırakarak ayrıldı aramızdan, 16.09.1979 da, yani seneler, seneler seneler önce.
(2) “Hatunum” ve “İçişleri “ sözleri evlendiğim tarihten bugüne değin eşime söylediğim bir deyiştir, iftiharla, isteyerek…
(3) Namahrem; İslâm dinine, ya da hukukuna göre evlenmelerinde sakınca olmayan, dinen caiz olan, kendisinden kaçınılması gereken kişiler, yabancı, el.
(4) Nefsi Körlenmek; Doyum isteğinin şu ya da bu şekilde karşılanması. Nefsin değer, önem ve yeteneğini yitirmiş duruma gelmesi.
(5) Otamak; İlâç vererek hastalığı iyi etmeye çalışmak, tedavi etmek.
(6) Ata Yadigârı; Babadan-dededen kalan şeyler örneğin miras, ev, araba, tarla, bahçe gibi…
(7) İvecenlik (Evecenlik); Çabuk davranma alışkanlığında, huyunda olma.
(8) Dağarcık; Aslı meşinden yapılmış çoban ya da avcı torbası olmakla birlikte bir kimsenin sözcük, ya da bilgi birikimi. Bellek, akıl, hafıza, zihin.
(9) Hamlamak; Uzun zaman idman yapmamak, hareket etmemek yüzünden gücünü veya çevikliğini yitirmek.
(10) Kotarmak; Hazırlık yapmak. Bir işi tamamlamak, bitirmek. Pişen yemeği bir başka kaba boşaltmak.
(11) Körletmek (Köreltmek); Nefsin isteklerinden herhangi birini üstünkörü gidermek. Bir şeyin zayıflamasına, şiddetinin yoğunluğunun azalmasına sebep olmak. Keskinliğini yitirmesine yol açmak.
(12) Aygıtlamak; Salçayı yemelik hâle getirmek için içine; öncelik ve özellikle has zeytinyağı, baharat ve ceviz kırıkları koymak.
(13) Gak;Yöresel olarak elma, armut, erik vb. kurusu. Guk eklentisi ile Gak-Guk şeklinde ikindi kahvaltısı, atıştırmalık, çerez, meyve, hatta doyunacak şeyler. Gak şeklinde karganın çıkardığı sesle hiçbir ilintisi yoktur. Yanlış aklımda kalmadıysa bir masalda; Keloğlan Zümrüdü Anka Kuşunun sırtına binip Kaf Dağına doğru prensesini devden kurtarmak için yola çıkıyordu. Eee! Yol ve yolculuk uzundu tabii. Keloğlan heybesine yiyecek ve su koymuştu ve Zümrüdü Anka Kuşu “Gak!” dedikçe yiyecek, “Guk!” dedikçe de su veriyordu. Sanırım yöreme, yöresel bir terim olarak bu sebepten yerleşmiş olsa gerek!
(14) Penisirin (Yerel deyiş); Penisilin; Mikroplu hastalıkların tedavisinde kullanılan bir tüt antibiyotik. Güçlü bakteristik etkileri yanında düşük oranda da olsa zehirlilik etkisi olan doğal ya da sentetik bir madde.
(15) Gevelemek; Anlaşılmaz bir biçimde sesler çıkartmak, ne dediği anlaşılmamak.
(16) Hobi; Kişinin işi, meslek çalışması, asıl uğraşı dışında, dinlendirici bir iş olarak yaptığı, oyalayıcı şey.
(17) Ümit Yaşar OĞUZCAN; “AĞIR ŞİİR” isimli şiirinde; “En ağır işçi benim; / Gün yirmi dört saat, seni düşünüyorum” diyordu.
(18) Yaşar Kemal (adı aklımda kalmayan) bir eserinde; “Dilinen tarifi gayrî mümkünsüz!” demiştir (imlâ, tamamen kendisine aittir).
(19) Takdir-i İlâhi; Yazgı, kader. İlâhi takdir. Alın yazısı.
(20) Sekerât ya da sekerât-mevt kısaca; Ölüm halinde çekilen sıkıntılar anlamında Arapça çoğul bir kelimedir, tekili “sekr” olup bir bakıma; “ölüm anında, ölüme çeyrek kala” diyebileceğimiz zamanda insanın canını verme anındaki ızdırap ya da baygınlık diye bilerek ve sevdiklerinin özünde bu olayı yaşamış biri olarak özetleyebilirim.
(21) Dobra Dobra Konuşmak (Söylemek, Olmak, Demek); Sakınmadan, çekinmeden, korkmadan konuşmak. Açık, net, gerekli doğruları gizlemeden konuşabilmek, söyleyebilmek.
(22) Mehdi; eskilerin “Ahir zaman” dediği kıyamete yakın bir zamanda geleceği belirtilen yol gösterici anlamında bir kelime. İsteyenler GOOGLE’dan tam anlamını gerekçeleriyle öğrenebilirler.
(23) Lâmı-Cimi Yok! Değişmez, kesin, başka yolu yok. Mazeret uydurmak gereksiz.
(24) Mizansen; Bir oyun düzeni. Bir şeyi, bir durumu, olduğundan değişik göstermek amacıyla hazırlanan düzen. (Tiyatrolar için değişik anlamı vardır)
(25) Gâvur: İslâm’a göre peygamberi olmayan, Müslüman olmayan kimseler. Dinsiz, merhametsiz, acımasız, inatçı.
(26) Ötenazi; Ölüm Hakkı. Tedavisi mümkün olmayan kronik hastalıklarda, hayattan umudunu kesmiş bir hastanın ağrısız bir metotla yasal olmayan bir şekilde ölümüne izin verilmesi.