Nasıl ki büyük şehirlerin büyük sitelerinin, hatta yan yana komşuların, alt kat-üst kat, gürültü-patırtı, çoluk-çocuk sorunları varsa Gayretullah’ın köyünde de aynı sorun, daha da yüklü olarak iki kapı komşusu olan aileler arasında da yaşanıyordu, çeşitli şekillerde, mümkün olan, ya da olmayan.
Her şeyden önce köylü idiler, yani aynı köyün çocukları, komşuluk hakları vardı. Her ne kadar Gayretullah’ın ailesi sakin, sükûneti(1) sağlamak için var güçleriyle gayretli gibiydiyse de karşısı kanlı-bıçaklı olmak için en ufak kıvılcımı bekliyor gibiydi.
Üstelik her iki taraf da bu kinin, bu garezin, bu karşılıklı şikâyetlerin nasıl olduğunu, oluştuğunu bilmiyorlardı Gayretullah’ın doğumundan önce ve doğumunu takip eden zamanlarda bile…
İki aileyi yapı itibariyle şöyle yorumlamak daha doğru görünebilir. Gayretullah’ın ailesi, ancak geçinebilen, kendi yağıyla kavrulan, el-avuç açmayan, buna mukabil el-avuç açanlara tüm gereklilikleriyle kol-kanat germeye, yardım eden veya yardımcı olmaya çalışan, fakir, ya da yoksul denecek varlıksız bir aileydi.
Karşı tarafı ise; kısaca zengin, varlıklı, burnundan kıl aldırmayan(2) bir aile olarak tarif etmek herhalde yerinde ve yakışır bir tarif olsa gerekti.
Anne-baba, iki oğlan birer kız çocuğundan ibaret aileler kısaca tarif edilirse; Varlıksız Aile; Anne Ayşe, Baba Ahmet, Gayretullah, Sabir ve Sabire’den, karşı Varlıklı Aile; Anne Hasene, Baba Hasan, Kerim, Kerem ve Kerime’den oluşuyordu.
Kızlar karşılıklı olarak sahipli gibiydiler, karşı tarafın oğlanları tarafından. Sabire’nin gönlünün kimde olduğu belli idi. Peki Gayretullah’ın? Sır olması mümkün değildi ki? Karşısındaki ailede gönlüne girecek tek bir kız vardı.
Ancak ne Gayretullah’ın, ne de Sabire’nin ağabey-kardeş olarak mutlu olacaklarına inanmayı düşünmeleri bile abesti. Hele ki her gün yeni bir maraza(1) çıkarmak için Varlıklı olan karşı aile gayretli ise.
Caminin Hocası, Muallim Bey, Emekli Şeftren araya girmişler, Varlıklı Aile; “Nuh demiş, Peygamber dememiş!” suskunluklarında kendi başlarına üretmişlerdi kinlerini (affedersiniz) ürüyerek(2).
Bu nedenle Gayretullah’a bu ismi veren ailesi, ikinci oğlana Sabir, kıza da Sabire isimlerini vermişlerdi, sabretmek, bir tatsızlık çıkmaması, karşının bitmez-tükenmez dilek, istek ve davranışları için gayretli ve sabırlı olmayı düşünme arzusuyla.
Babalar-dedeler zamanından kalma evlerde ilk sorun Gayretullah ve babasının televizyon anteni kurmak için müşterek duvar üzerine çıktıklarında itiraz anlamında yükselmişti duvarın öteki tarafındaki Varlıklı Aile evinden;
“Duvar bizim, ne üstüne çıkabilir, ne de televizyon anteni takabilirsiniz!”
Komşuluk hakkı(3), hatırı vardı ve duvarın kim tarafından yaptırıldığı ve kime ait olduğu hakkında hiçbir bilgisi yoktu Varlıksız Ailenin.
“Dert etme komşu! Çatımıza dikeriz!” deyip çevrede yeni-yeni edinilmeye başlanan televizyonlarının antenini çatılarına dikmişler, karşı taraf ise hemen televizyon edinip, yoksa vardı da Varlıksız Aile o ana kadar antenini mi görememişlerdi, televizyonlarının antenini duvar üzerine yerleştirmişlerdi.
Şunu öncelikle belirtmek gerekir ki köyde neyin ilk olduğu duyurulursa ucuz-pahalı denmeksizin ilk edinen aile Varlıklı Aile idi, hani deyimde yanlışlık olmazsa; “Görmediğin şeyi olmuş!” anlamında (tekrar affedersiniz)!
Bu nedenle televizyonun da Varlıksız Aileden önce edinilmiş olması normaldi!
Anteni diken aile rahatlamış olsa gerekti, ama “Allah'ın sopası yoktu ki?” Çevrede ne kadar güvercin, kumru, karga, saksağan varsa gelip-gidip o antene konuyor, ayar bozulduğu için komşunun oğlanları da özellikle küçük olan anteni düzeltmek için her seferinde gönüllü olarak duvara çıkıyordu.
Bu arada hemen eklemek gerek ki karşı tarafın ikinci oğlanının, yani Kerem’in, yani Sabire’nin gönlü olanın genel anlamda (affedersiniz) şasisinde ufak da olsa fark edilen bir kayıklık(3) vardı.
Yorum yapmak pek yakışmasa da, bunun nedeni Kerem’in doğumuna yakın muhtemelen nefsine hâkim olamayan, cahil ve bilgisiz babanın nefsini köreltmesi olsa gerekti.
Kerem’in askere alınmamasına da neden olan görüntü; başının hafifçe yamuk, o yöndeki kulağı başına yapışık, gözünün biri kapalıya yakın ve ağzın çenesine doğru eğik…
oluşuydu. Belki çevresinde hiç beğenen yoktu, asabiyeti fiziksel olsa gerekti, vazgeçtiği anlar hariç! Gönüldü bu, karşılıklı olarak birbirine düşmüşse, sadece melekler mi muhtaç olurlardı ki aşkın, güzelliklerin dolu olduğu yüze…
Gayretullah’ın hissettiği kadarıyla Sabire de aynı vakitlerde ya bahçede, ya da pencerede oluyordu! İçinden geçmemiş değildi; “Acaba kuşları Sabire mi yönlendiriyordu ki?!” Kardeşinin mutluluğu her şeyden önemli idi, peki ya kendisinin ki, ya diğerlerinin ki?
Sonunda karşı tarafın, “Harç bitti, inşaat paydos!” örneği yılgınlıkları ve antenin çatıya muhkem(1) bir şekilde sabitlendirilmesiyle anten sorunu halledilmiş, dolaysıyla da gençlerin karşılıklı bakışmaları sona ermişti!
Mi?
Nerde? Bu; başlangıçtı daha!
Çatının suları komşunun çatısına damlıyordu, ara sıra! Damlamak ve ara sıra...
Özellikle Sabire'nin tahmin edilebilecek bir ısrarı ile “Aman tatsızlık olmasın!” şeklinde ilk ehveni şer(3) anında kiremitlerin aktarılması ve saçtan oluklar yapılması sonucu bu sorun da halledilmişti.
Ustalarla bu işin yapılması sırasında ağzından bir iki dize dökülmüştü Gayretullah'ın babasının dilinin ucundan;
“Suskunluğum asaletimdendir. / Her lâfa verilecek bir cevabım var. / Lâkin bir lâfa bakarım, lâf mı diye. / Bir de söyleyene bakarım, adam mı diye…(4)”
Duvar dibindeki sarmaşığın dalları duvarı aşıp öbür tarafa geçmek üzereymiş! Dallar toparlanmış, sarmaşık “Hıı!” diyerek azarlanmış(!) sıkı sıkıya tembihlenmişti;
“Bir daha olmasın!” denilerek!
Dut taneleri komşunun bahçesine düşüyormuş, kaza ile ara sıra hem de! Gözünün yaşına bakmaksızın dut ağacının o yöndeki dalları budanarak cascavlak(1), çekilmez bir hippi(1), punkçu(1) durumuna getirilmişti!
“Eşeğe anırma, ineğe möleme, köpeğe havlama, horoza, tavuğa ötme, gıdaklama!” denilemezdi ki?
Bir gün duvarın üstünden Varlıklı Ailenin annesi kafasını uzatıp;
Komşu, sizin kuburun(1) kokusu bizim tarafa geçiyor!” demiş. Ayşe Hatun da;
“Atalarımız zamanlarında böyle kazmışlar alaturkaların kuburlarını. Helâ ağzını da kapatıyoruz, bol su döküyoruz. Sizinki de bize geliyor. Hem ahırınızın, mayıslarınızın(1) tezeklerinizin esintisine bizler ses ediyor muyuz?
Enteresandır, bir gün şikâyete gelmiş kapıya, komşu hanım, dilinin döndüğünce, usulünce anlatma gayretiyle, başarılı olamamış;
“Sizin horoz, bizim tavukları şey etmiş, bi da’a olmasın!” demiş.
Gayretullah’ın annesinin cevabını merak etmemek gerek;
“Bizim horozun canı çekmiş, tamam, sizinkilerin gönlü olmasa halvet olurlar(2) mıydı? Hiçbir hayvanın cinsel hayatları, tercihleri, fantezileri beni, bizi ilgilendirmez. Seni de ilgilendirmesin!”
Başka nasıl kovabilirdi ki kapısından? Üstelik hızını alamamış diyeceklerine eklemişti;
“Bizim köpeğimiz Damat, sizin köpeğiniz Gelin’le evcilik oynarken sesiniz soluğunuz çıkmadı, enikleri sağa-sola peşkeş çekerken(2) şikâyetiniz olmuyor, horoz misafirliğe geliyor...
Tövbe(1), tövbe...
Git işine be kadın, insanı günaha sokma, akıllı ol biraz!”
Gerçekten Damat’ın eve gelişi şöyle hatırlanıyordu. Damat yavru bir kırma erkek köpekti. Gayretullah’ın babası nedense belki de onun istikbalini önceden görüp o nedenle takmıştı; Damat adını.
Gayretullah onu enikliğinden, bebekliğinden şu anda geldiği yaşlara kadar eliyle beslediği için tam bir liyakat(1) ve dirayetle(1) kendisine itaat ediyordu. Ailenin diğer fertlerine ise kontenjandan(!) ya da Gayretullah’ın himmetiyle ilgi göstermek mecburiyetinde kaldığını hissettiriyordu.
Çevre üstüne yönelmezse, o da çevreye tavrını koymayan, tıpkı onu sahiplenen aile gibi emsalsiz sakin bir köpekti.
Eee! Varlıksız Aile bir köpeğe sahip olurdu da yan Varlıklı Aile komşu sahip olmazsa olur muydu? Onlar da sahiplenmek istemişlerdi, belki annenin ısrarı, belki şans, ya da şanssızlık eseri dişi bir köpekleri olmuştu o ailenin de.
O ailenin ona ne ad verdikleri önemli değildi, Gayretullah’ın takdiri onun ismi önce “Gelin Kız!” daha sonra gerekçesi(!) nedeniyle “Gelin” olarak şekillenmişti.
Aslında Gayretullah’ın evlerindeki tüm hayvanlar aşağı-yukarı çocuk(!) yaşlarında, hiçbir çaba ve gayret olmaksızın nüfuslarına dâhil ve kayıt olmuşlardı! Hepsinin ayrı bir öyküsü, hepsine evin annesi tarafından verilmiş isimler vardı. Anne; bir bakıma Nüfus Müdürü idi, evin reisi de olan isim anaları...
Bu düşünce gerçekten yanlış olmasa gerekti, evin reisi ve isim annesi olarak her iki durumda da. Damat hariç.
Damat’tan bir nebze(3) bahsedilmişti zaten, teferruatı ise şöyle: Aslında Damat’ı annesi bağ evinde dünyaya getirmiş, diğer kardeşleriyle birlikte. Meraklı Damat, köye gelin almaya gelen bir damadın arabasının önünden güçlükle sıyrılmış, evin babası da o anda Damat’ı sahiplenmiş. Evin nüfusuna ilk kaydedilen ve isim verilen varlık Damat olmuştu!
Sonra Sarı Kalender bir inek olarak teşrif etmişti, bir bakıma nüfusa kaydı mecburiyetten denilebilir, daha buzağı iken. Sarı Kalender’in annesinin sahibi, borçlarını ödemek için onu satmaya kalkışınca evin babası üç yerine beş sayarak sahiplenmişti buzağıyı, evin reisinin onayını alarak ve damda gerekli düzenlemeleri yaparak tabii...
Sarı Kalender, ilkinde ağızdan(1) ve annesinin memesinden sebeplenip daha sonra taşıma sütle büyüme gayretini yaşamış ve büyümüştü.
Büyüyen Sarı Kalender’in kusuru; zamanı geldiğinde iki kez aşılmasına(2) iki-üç kez de suni tohumlama yapılmasına rağmen çocuğunun olmaması idi. Bunun bir işaret gibi algılanması yanlıştı, yaşamda şekillenecek gibi olsa bile.
Kara Garip, sıpalıktan teşrif eden, annesini trenin kestiği, sakat gibi göründüğü için kimsenin sahiplenmediği, ölsün, kurda, kuşa yem olsun diye yılkı(11) gibi ortalıkta bırakılmış bir garipti. Kimsenin sahiplenmediği bir katılımdı nüfusa. Karalığından ve garipliğinden dolayı o ismi vermişti evin annesi ona.
Sütle, havuçlarla beslemişler, sofada örtülerle, kilimlerle soğuktan muhafaza etmişler, hususi olarak veterinere gidilerek ilâçlar, lâpalar almışlar ve ayağa kaldırmışlardı onu. Ama annesizliğin verdiği acı ve belki de aşırı ilgi nedeniyle deve gibi kinli(3), keçi gibi inatçıydı(3).
Azıcık da atalardan gelen alışkanlıkla sırtı hep kaşındığından(!) sık sık da anlanıyordu(2) Keşke eşeklikle ilgili tüm hassaları(1) da üzerinde taşıyor olsaydı Kara Garip!
Tüm aile sopa değil, fiske bile vurmamış, sitemli bir ses bile duyurmamıştı ona. Onun tek özelliği bu değildi, istemedi mi, “Zınk!” diye durur, dakikalarca dil döksen, vinç getirsen yerinden kıpırdamaksızın asaletini, huysuzluğunu(1) şekillendirirdi.
Bazen gecenin kör vakitlerine kadar edepsizliği aç-susuz sürer, gecenin bir vaktinde kapıya gelir, Bremen Mızıkacılarından(5) bir fert olarak içeri alınmasını emrederdi, bilinen o muhteşem höykürüşüyle!
Sıkıysa kalkıp kapıyı açma! Nedense Kara Garip’in bu şekildeki ses ve davranışları konu komşuyu, komşuları hiç rahatsız etmezdi.
Karagöz ve Karakız isimli kuzular yaylada bir kurdun parçaladığı bir annenin iki öksüz çocuğu idiler.
Ve kötü kader denilecek bir olguyla daha gençliklerini, yani kuzuluklarını bile bitiremeden kurt mezesi olmak yerine tren altında kalıp telef olmuşlardı(2).
Damat onların etlerinden bir lokma bile yemedi, zaten çiğ eti yemezdi, pişmişine de bakmadı bile. Evin annesinin hüzünle cansız bedenlerini tren yolundan alıp kenara koyduğu kuzucuklar başta Gelin olmak üzere köyün tüm köpekleri tarafından üleşilmişti, belki de kardeşçe.
Gayretullah’ın evindeki bu nüfusa karşın karşı ailenin birikintileri mi? Onlar sadece damızlık ve seçkin cinslerle ilgilenirlerdi, işte o kadar!
Köyün içinden özellikle sonbaharın sonlarına, kışın başlarına doğru 5.15 Marşandiz treni geçerdi(6) ve gerek tanıdıkları olduğundan, gerekse tünele girmek üzere olduğundan tedbir amaçlı düdük çaldığından Gayretullah, kardeşleri ve komşu ailenin tüm çocukları aynı trenin farklı tarihlerinin ürünü olan çocukları idiler! Hem arka arkaya süt koruması(3) falan denen şeyler, ya da tedbirler hak getire!
Ufak bir açıklama gerekirse, köy yaşamı Karınca(7) örneği gibiydi, Ağustos Böceğinden(7) farklı olarak. Yazın çalış, biriktir, kışın dinlen, harca gibi.
İşte bu sıralarda geçerdi o 5.15 treni. İnsanlar yatsalar, yatmaya devam etseler uyku tutmazdı, kalksalar iş yok, güç yok, kuzine üzerinde sıcak su her daim hazır. . .
Vs. Vs.
Varlıklı ve Varlıksız Ailelerin annelerinin, yani Ayşe ve Hasene’nin çatışmaları yandaş ve karşıt komşuların tetiklemeleri(2) ve fitnelemeleri(2) nedeniyle bitip tükenmiyordu. Biri en iyi tarhanayı, turşuyu, gakı, yaprak sarmayı yapıyorsa, öteki en iyi çeyizlikleri, bürümcükleri(1), mendilleri yapıyordu.
Biri reçelde üstünse, ötekinin pekmezde, sirkede, birinin açma börekte üstünlüğü görünürse, ötekinin bazlama, gözlemede üstüne yoktu. Yalnız ikisi de tam buğday köy ekmeği yapımı konusunda dünya âlemi(3) çatlatırdı(2), ikisinin de birbirinden farkları yoktu, yandaş ve karşıtların ağız birliği etmişlercesine.
Bu konuda en başarılı olanlar tabiidir ki, kendilerini gurme(1) taklidi sayan komşulardı, hem de çoluk-çocuk doyuncaya kadar. Ayşe ve Hasene Hatunlar genelde berabere kalırlardı gurmelerin kararları ile!...
İçtenlikle bir konuyu belirtmek gerekli ki; köyde en iyi mantı Ayşe Hatunun kendi elleriyle yaptığı mantı idi. Komşuluk hatırı “Hasene Hatunun da canı çekmiştir!” diye onu da çağırırdı, ama o gelmezdi, gene de gurmelerden bilgi alır ancak haddini bilir(2) iddialaşmazdı.
Ayşe Hatunun mantısının bir özelliği de tepsilerden bir mantı tanesinin içine bir düğme tanesi saklamasıydı. Kendisi de bilmezdi hangi tepside olduğunu. Eğer düğme daha başlarda bulunursa mantıdan çoluk çocuğuna da kalırdı Ayşe Hatunun. Bulunmazsa gurmeler düğmeyi buluncaya kadar tüketirlerdi mantıları, doymak bilmeksizin ki bu aile efradına da; “Avuçlarınızı yalayın!(2)” demek olurdu.
Düğmenin sırrı ise; hediye yani Ayşe Hatunun plânlamasına göre; ya bir çift çorap, ya bir çift mendil, kahve, çay fincan takımları dağıtması idi. En önemlisi bir gram altın idi ki, bu olay bir Cuma namazı sonrasına rastlatılır, neredeyse bütün bir köy halkı toplanırdı, düğün yemeği gibi dört-beş tepsi bile yetmezdi.
Tepsiler boşaldıkça Ayşe Hatun ve yanında yardımcı olma gayretinde olanlar bir taraftan hamur açar, bir taraftan aygıtlar ve tepsilere dizerler, fırınlarlardı. Çünkü mantı yöresel olarak tepside yapılırdı, Kayseri mantısı gibi değildi. Bu arada yetmezse kimi evinden ev salçası getirir tereyağı ile sos, kimi sarımsaklı yoğurt hazırlardı.
Altın mantı içindeki beyaz düğmeyi bulana gider, her tepsiye değişik renk bir başka düğme konur, onları bulanlara da daha önceden olduğu gibi çorap, mendil, bürümcük gibi hediyeler verilerdi, düğmelerin renklerine göre. Sebeplenemeyenler ise, sadece hasetten çatlayanlar(2) olurdu...
Bir salkım üzüm konusuna gelmek gerekirse...
Yok, öyle atasözündeki gibi; “Babası oğluna bağ bağışlamış da, oğlu bir salkım üzümü esirgemiş de...” örneği gibi değil konu.
Varlıklı ve Varlıksız olarak tarif edilen her iki ailenin de çocukları sağlıklı, yakışıklı, güzel, gayretli, bilgili, ilkokullarını başarılı, en iyi derecelerle okuyup bitirmiş, ilerlere köyün imkânsızlıkları nedeniyle yönelememiş çocuklardı, sadece Kerem’in özrü hariç.
Gayretullah’ın ailesi tarlalarından, bahçelerinden, gelirlerini sağlarlardı. Karınca kararınca(3) da kendilerine yetecek kadar et-süt-bal-yumurta ile yetinirlerdi. Köyde çok kişinin edindiği gibi yağ, tuz, şeker, pirinç, giyecek gibi gereklilikleri de, sonradan okumaya meyilli öğrencileri şehre götürüp-getiren midibüsle şehre gidip alırlardı. Tek şartla...
Midibüsün servisini gözleyerek. Çünkü iki aile bir keresinde yer kavgası yapmışlar, ondan kelli(3), midibüse ayrı ayrı binmeye gayretle mecbur kalır olmuşlardı.
Zaten, ezkaza(1) çakışsalar(2), ya da yerleşmiş sosyete tabiriyle pişti olma ihtimali olsa şoför olayı muhtara çıtlatıyor(2) ve muhtarın “Heyt!” demesi her iki aile için de yeterli oluyordu, suspus olup(2) salon kedisi gibi oluyorlardı. Korktuklarından dolayı değil, muhtara ve çevreye olan saygı ve sevgilerinden dolayı…
Sahi evin köpeklerinden bahsederken bir taraftakinin Mistan, diğer taraftakinin Fistan adı olan kedilerinin de birkaç kez cürmümeşhut(3) halinde yakalandıklarını söylemem gerek, hem de nikâh akdi olmaksızın, zina gibi!
Velhasıl kelâm(3), ailelerin insanları dışında, her varlık geçimliydi, kapı komşusu olarak. Bir de Kerime-Gayretullah, Sabire-Kerem birlikte nasıl nefes alabileceklerini bilebilselerdi?
Birbirlerine sesleri bile ulaşmamıştı, bakışmaları dışında.
Ve aile büyüklerinin, diğer erkek kardeşlerin bile rızaları konusunda tereddütleri vardı dördünün de ayrı ayrı. Hele ki; Kerim’in annesinin bir dediğini işittiklerinde...
“Kerem senin huyun çok farklı, Allah saklasın, tüm huyların sarraf altını gibi güzel. Ne olur birazını da ağabeyine göstersen? Babası kılıklı kindar Kerem! Baban yerine biraz Kerem’i örnek alsan, ölür müsün? Bu huyun gâvur parasıyla(3) beş kuruş, metelik etmez(2). Bir gün başına dert almasan bari!”
Bu sözler aileler arasındaki yanlışlığın, kırgınlığın, küslüğün, her ne denirse densin, babadan ve irsiyet(1) yoluyla büyük oğuldan kaynaklandığının delili idi sanki...
Her şeyde sürat gerekliydi, o mantı gününün Cumasında Ahmet Emmi, yani Gayretullah’ın babası o günün plânı olan talimatlarını hazırlamıştı;
“Ben Damat’la ark başındaki Bibiciyeri’ne gidip fasulye, barbunya, sebze falan toplayacağım. Arkın durumu müsaitse sularım da. Sabir sen Öteyaka’ya git, arkın koluna bak, çepinle(2), sonra sula, oradan da Kumbağlar’dan Cinlercevizi’ne geç, toprak kabarmıştır, belleyebildiğin(2) kadar belle…
Gayretullah sen de Karagarip’i, Sarı Kalender’i al, Kersenkayalar’ yönel, şöyle hem hava aldır, hem de meyve topla. Vaktin olursa çalı altından beli çıkar, sen de belle, hava aldır toprağa ve hemen dön, Cumaya yetiş! Aman oğlum sana bulaşmak isteyenlere bulaşma! Gayret et adın gibi, ‘Ya sabır!’ çek!(2)”
Erkeklerin iş taksimi bitmişti, kızına döndü Ahmet Emmi;
“Sabire senin yükün ağır bugün. Gerçi altın gününüz değil aklımda kaldığı kadarıyla, ama gene de köyün hepsi değilse de çoğu bizim evde bugün. Allah yardımcınız olsun! Yardımda yetişemezsen halana, teyzene de de haber et, yardıma çağır. Gıdım-gıdım(3) değil, bol bol dağıtın, yetişebilirsek biz de nefsimizi köreltiriz(2) artık, kontenjandan hakkımıza ne kadar düşerse?”
Erkekler olarak herkes bir yöne dağıldı.
Gayretullah'ın gittiği yön üzerinde Sıracalar’da bağları vardı yan komşuların. Hani bir söz vardı, yukarı-aşağı tükürmek gibi. Hem karşılaşmamak istiyordu yan komşu aileyle, ama hem de görmek istiyordu gönülden sevdiğini, ama sonunun, sonlarının ne olacağını bilmediği.
Tanrı kader olarak bir şeyleri alınlara çizmişse önüne geçmek mümkün olmuyordu.
Gayretullah önde, iki iple yönetmeğe çalıştığı Sarı Kalender ve Kara Garip arkasında ve göremediği yan komşunun ailesi ise kendilerinin arkasında idi, ama fark etmediği.
Tam bağın yanından geçerken Kara Garip’in inadı tutmuş, Sarı Kalender de ona uymuştu.
İddialaşmak hem mümkün değildi, hem de zordu. “Canınız da pek isterse!” deyip bir kesek üzerine oturdu. Maksadı nazları sona erinceye kadar bekleyip sonra yoluna devam etmekti.
Sarı Kalender elindeki ipin izin verdiği kadarıyla önüne rastlayan otlarla nefsini köreltmeye başlamıştı hemen, acelesi varmış gibi, hatır-hutur koparıyor, (sanki) çiğnemeden ilgili mahalle gönderiyordu! Kara Garip ise bir Mısır Mumyası gibi olduğu yerde çakılı duruyordu.
Keçi inadı denmişti ama atasından şüphesi olsa; sergilenen için “Katır İnadı(3)” gibi de diyebilirdi Gayretullah.
Bu arada ufak bir meltem aklını başından uçurdu Gayretullah’ın, üstelik güneşin alnında hiç beklemediği ve en yakın asmada “Al beni!” diye yerinde duramayan bir üzüm salkımına içi gitti, kendisini engelleyemedi.
Cebini yokladı, 5 lira kâğıt para vardı; “Daha fazla edecek değil ya!” deyip görülebileceğini düşünmeksizin salkımı kopardı eliyle ve sağdığı birkaç taneyi avucunda Kara Garip’e uzattı. Kara Garip umulmadık bir iştahla üzüm tanelerine yumulurken arkalarından bir ses yükseldi;
“Hey! Neler oluyor oralarda?”
Kendisine hışımla yönelen Varlıklı Aile idi.
Baba asmadaki parayı alıp parça parça etmiş; “Senin parana ihtiyacımız mı var?” derken Kerim de eline bir kaya parçası almıştı. Anne, Kerem ve Kerime; “Yapma!” deyinceye kadar Kerim o koca kaya parçasını neredeyse tüm gücünü kullanarak beline indirmişti Gayretullah’ın. Aslında Damat yanı başında olsa bunu yapmaya cesareti olamazdı Kerim’in.
Bir süre soluksuz kalıp yere yığıldı Gayretullah. Eşek ve inek saygısızlıklarının eserini hazmetmek(2) istercesine yere çökmüş, mevta gibi yatmış sahiplerine öylesine bakıyorlardı.
Kerem ve Kerime diz çöktüler, Kerime Gayretullah’ın başını dizlerinin üstüne koyarken,
“Bir salkım üzüm için değer miydi ağabey?” şeklinde sözleri yankılanır gibiydi.
Ve anneleri tasdikledi sanki bu sözleri, kocasına eğri eğri bakarak;
“Üstelik parasını da fazlasıyla dala asıp koymuşken?”
Yerinde doğruldu kendisine gelen Gayretullah, üstünü silkelemeğe çalışırken; “Sağ olun!” dedi Kerem ile Kerime’ye iki elini ayrı ayrı uzatırken. Sonrasında annenin elini öptü, belki merhamet dileğiyle, belki içinden gelip de zapt edemediği duygularla “Anne!” diyerek.
Elini öptükten sonra, inatlaşmalarını sanki olaydaki hatalarının farkındaymışçasına hüzünlerini anlatmak istercesine inatlarından vazgeçen hayvanların iplerinden tutarak geriye evine doğru yöneldi, hiçbir işe el atmaksızın. İpler gevşek, sarkık, Gayretullah onları çekmiyor, onlar onu takip ediyorlardı suçlu gibi sanki…
“Düştüm, belimi incittim galiba!”
Kendi telâşı içindeki annesi; “Pirinç lâpası yapayım, koyayım beline!” dedi.
“Gerek yok, biraz dinleneyim geçer!” demesine rağmen, ağrı, sızı ve sıkıntıdan dolayı Cumaya gidemedi, akşamın nasıl olduğunu da bilemedi.
Herkesin mantılara yüklenip yumulduğu anlarda kulağına çalınan sözler;
“Düşmüş, belini incitmiş, gençtir, geçer canım!” şeklindeydi.
Kapı açıldı Kerem ile Kerime girdiler içeri. Babaları tarafından kısıtlanan yaşamları ve yasaklara aldırmaksızın kendilerini yönettiklerine inandıkları düşünüşle ne mantılarda idi gözleri, ne de meraklı gözleri hissediyorlardı üzerlerinde, yıllar yılı iki aile ayrı kutuplarda yaşadıklarını bilmiyorlarmış gibi.
“Nasıldır, diye Gayretullah’ı ziyarete geldik!” deyip nedenini merak edenlerin mimiklerine önem vermeksizin Gayretullah’ın yatıyor olabileceği odaya doğru yöneldiler. Aslında Kerime onun penceresini çok iyi biliyordu, hatırlıyordu değil, bulması bu nedenle zor olmadı.
“Nasılsın?” dedi utanıp başını eğerek.
Başını kaldırdı Gayretullah, Kerem’in de başında olduğunu görünce, sadece; “İyiyim!” dedikten sonra;
“Kerem kardeşim, susadım, bir bardak su istesem!” deyip Kerem’in kapıya yönelişini gördükten sonra Kerime’nin elini tutup dudaklarına götürdü;
“Sen başımda olduktan sonra, dünya yerinden oynayıp yıkılsa, ben gene de iyiyim!”
O kısacık an içinde, Sabire de mutfağa yönelmiş, karşılaştığı Kerem elini tutmuş, o da aynı sözleri söyleme gayretini yaşamıştı ama farklı olarak;
“Çirkinim, ama bahtımdasın(1). ‘Hayır!’ dersen anlarım, ama ömrümün sonuna kadar da sana bağlı kalacağıma inan!” dedi.
Sabire koynundan bir mendil çıkartıp verdi Kerem’e. Sonra elinden tutup ağabeyinin odasına girdi, Kerime’ye de bir mendil uzattı ayrıca. “Belki lâzım olur!” deyip verdikten sonra; yaşından umulmayacak şekilde bilgiççe “Haydi vedalaşın! Sonra sen de evine dön Kerime!” dedikten sonra kapıdan çıkar çıkmaz Kerem’in elinden tutup kapıya yönelirken, Kerime de mendili Gayretullah’a vermişti; “Anlamını biliyorsun, değil mi(8)?” diyerek.
Günler geçti aradan, karşılıklı sevgilerin beyinlerde üleşilip de büyüdüğü, ancak aileler arasında sevgi, muhabbet(1), konuşma, barışma, görüşme gibi hareketlerin esamisinin(1) bile dile getirilmediği.
Gayretullah akıl baliğ olduğu(2) günden kayayı beline yediği ana kadar yaşadıklarını, yaşayamıyor olmasının hüznü ve endişesi içindeydi.
Bir vesile uydurup şehre Hükümet Doktoruna gitti. Başı çok kalabalıktı doktorun, normal olarak da bunaltılıydı. Normal koşullarda 20-30 kişiye dertlerini dinleyerek Hipokrat’a(9) uygun olarak bir hizmet vermesi gereken doktor, aynı süre içinde 50-100, hatta 150 hastalık şikâyeti olan kişiye ancak fabrikasyon üretim şeklinde bakabilirdi!
Sıra Gayretullah’a gelip de, kendisine anlatılanları dinledikten sonra, gayet normal bir havada ve hareketle kendince belirlediği gerçeği Gayretullah’ın yüzüne çarpmıştı;
“Bu demektir ki arkadaşım, çocuğun olmayacak, bunun ne ilâcı, ne de çaresi var, bildiğim kadarıyla! İstersen koca şehirde bir uzman doktora da görün, sen bilirsin. Sıradaki…”
Bu son söz, kovulmasının, yaşamının hiçliğinin ve yaşama küsmesinin(2) ifadesi gibiydi.
Yemekten, içmekten, gülmekten, seslenmekten kesilmiş, özellikle bakışmaktan ve görünmekten çekinir olmuştu. Kimsenin anlamadığı bir dertti yaşadığı. Beynindeki tasavvurlardan vazgeçmemesinin gerekliliğini yaşıyordu. İnsanın umudu zayıf da olsa bazı şeyleri yaşama gayreti hissedebilirdi.
Ama o artık çocuk sahibi olacak baba adayı bir erkek değildi, doktorun söylemine göre. Üretkenliği yoktu, bir genç kızın sahip olmayı dilediği o en muhteşem annelik denilen duyguyu sevdiğine yaşatamazdı, üretemezdi.
Bu; Kerime’nin başını yakmamasının(2) gereği idi. Uzaklaşmak, uzak durmak gerekti, canından çok seviyor ve üstelik mendille söz almış olmasına rağmen. Çaresiz derdini anlatamazdı, söyleyemezdi hele ki ona. Ölürdü de kendini vermezdi ele.
Acil bir hasta için, ısrar üzerine gecenin kör bir vaktinde köye gelen doktor, camiden çıkmakta olan Gayretullah’la karşılaşmış ve simasını unutmamışçasına;
“İşin Allah’a yalvarmaya mı kaldı, erkeklikten nasibi olmayan arkadaşım?” dediğinde doktorun dediğinden başlangıçta bir şey anlamayan köylü, Gayretullah’ın tavır ve davranışlarını göz önüne alınca yer yerinden oynamıştı sanki.
Hele ki doktor gerçeği olduğu gibi muhtara anlatınca...
Kaybolmuştu Gayretullah bir anda. Kimse nereye kaybolduğundan haberdar değildi, yer yarılmış, yerin dibine girmişti sanki. Kendisi bile kendini öyle sanıyordu.
Günlerce kimse bilmedi onun nerede olduğunu, Damat bile onu aramaktan yorulmuş gibiydi.
Öğrenen Kerime; “Varsın çocuğumuz olmasın, ben onunla bir ömrü tüketirim!” derken aklı başına gelen Kerim duvarları yumrukluyor, kimsenin sözüne bakmaksızın sigaranın birini söndürüp diğerini yakıyordu, gizli-gizli şişeler tüketiyordu çaresizliğinde;
“Ben ne yaptım, hem de bir salkım üzüm için!” diyerek.
Bir gün çobanlardan biri bir dağ eteğinde saçı-sakalı karışık, üstü-başı perişan birini hayal meyal gördüğünü(2) söylemişti, köye indiğinde, ne kadar zaman öncesinde olduğunu hatırlayamaksızın, umutlar tükenmemiş olsa da yitirilmek üzereyken…
Başta Kerim, Kerime sonra her iki ailenin tamamı, köyden birkaç kişi, fener, gaz lâmbası, elbise, ekmek, su gibi akla gelenlerle çıkmışlardı yola.
Geceler boyu, günler boyu dolaştılar dağ-bayır, bahçe-tarla...
Onun Mecnun misali(3), bir derviş gibi bedenini ölmek için sürükleme gayretinde olduğunu bilmiyorlardı. Koca koca, yüce yüce dağlarda, ormanlarda aradılar.
Köylüler yorulup köylerine döndüklerinde, iki aile, hem sarmaş-dolaş(3), azıkları bitmesine, suları az kalmasına rağmen dolaşmaya devam ettiler Damat dâhil.
Kerim; “Bir salkım üzüm yüzünden!” diyerek hıçkırarak çektiği vicdan azabının(3) üstesinden gelmeye çalışıyor, Kerime; “Canımdan bir parçaydın, neden bıraktın beni?” diye dövünerek aranıyordu çalı diplerinde bile sevdiğini.
Ayşe Hatun Anne ile Sabire; “Oğlum! Evlâdım! Canım! Ağabeyim!” diye yeri göğü inletiyorlar(2), bu hazince inleyiş yıldızlara, aya, güneşe doğru yankılanıyordu.
Gayretullah bu sesleri duysa, cevap verir miydi? Sanmak mümkünsüz, çünkü o dünyasından vaz geçmiş, ancak Allah korkusuyla kendini yok etmek yerine Allah’a yardımcı olarak yok olmayı plânlamıştı.
Gayretullah yaşamında mutlu olmaktan ziyade, mutlu etmeyi düşünmüştü. Ağaç varken meyvesi yoksa olmayacaksa, o ağacın keresteden, odundan ne farkı olurdu ki? Mademki mutlu etme şansı yoktu, o halde yanmalıydı, yanıyordu da zaten.
Tek umudu; pervane olup ateşinde yok olmaktı, ateş her ne şekilde olursa olsun, yeter ki olsun!
İlerleyen adımlarında fark edilir, edilmez bir ses duyduğunu sandı Kerime. İnildeme değil, hissedilmemesi için uğraş veren bir insanın soluk sesiydi sanki bu. Elini kaldırdı, mehtaptan destek alarak “Durun!” dercesine. Elini kulağına götürdü, sesin geldiği yönü bulmak istercesine ve birden koşmaya başladı, Kerim de, Damat da peşinden onu takip etti.
Gayretullah’a ulaştıklarında sitem doluydu Kerime;
“Ben seni sevdim, seninle yaşamak, seninle ölmek istedim. Beni sensiz bırakmaya hakkın var mıydı? Allah yazdıysa, tek başına Allah’a isyanın neden? Beraberce belimizi doğrultamaz mıydık? Mutlu olmayı becermek bu kadar zor muydu?”
Sözlerin tamamını duymuş muydu Gayretullah bilinmez, ama mataradaki suyun tamamını son damlasına kadar içtikten sonra, başı yana düşmüş, kendinden geçmişti...
Kerime gelin oluyordu, her şey kuralına uygun gerçekleştirilmiş olarak. Tellendi, duvaklandı, kına yakıldı, ata bindirildi. Gayretullah durgunluğunun duyumsuzluğuna rağmen mutlu edeceğini düşündüğü için hüzün yerine mutlu görünme çabasındaydı.
Tanrı bazen iyilikler için kötü olanları iyilerle cezalandırıyordu. Küslük; değil kendini Müslüman taslayanlara, tüm insanlara yakışmazdı. Hatta belki doğru, belki yanlış küslük bir ıslak mendil kuruyuncaya kadar en fazla üç günde bitirilmeliydi.
İki aile birleşip kendilerinden birinin üstüne olan arsa üzerine köyden çıkan mühendislere rica ile yazdırıp çizdirerek iki katlı, ikişer adet ev yaptırdılar. Çekilen kuraya göre birincisinin üst katında Kerime, alt katında Sabire oturacaklardı.
Diğerine ise zaman gelip baş göz olduklarında, çekilecek kuraya göre Sabir ve Kerim sahip olacaklardı…
İki aile yakınlaştı bu evlilikle. Hatta Sabire ile Kerem de birleştirdiler yaşamlarını, tıpkı Kerime ve Gayretullah gibi sessizce, ama âdet(1), usul, erkân üzerine. . .
Zaman geçti, bir bebek sesi yükseldi alt kattan, Kerime’nin hüznünü doruklara yükselten, ama sevgisinin yüceliği nedeniyle küskünlüğünü belli etmemek için çırpındığı…
Bir gün Kerime ve Gayretullah koyun koyuna televizyon izlerlerken “Tüp Bebek(16)” sözleriyle irkilip anlamlı bir şekilde bakıştılar. Kerime’nin kusuru yoktu, Gayretullah’ın elini sıktı, terletinceye kadar, sonra sevgiyle baktı yüzüne, arzusunun anlaşılması dileğiyle...
Şehre gittiler önce, karı-koca beraber, doktor dinledi, etti ve sonra gerekli tetkikler bittikten sonra Kerime’yi tekrar çağıracaklarım söyleyerek Gayretullah’ı günlerce sorguladı, yokladı test etti, psikolog ve psikiyatr(11) arkadaşlarıyla.
Gayretullah günlerce gitti-geldi, her seferinde Kerime'nin soran bakışlarına cevap yetiştirme arzusuyla. Doktorlar tekrar tekrar defalarca muayene ve tedavisi için uğraştılar, neredeyse tüm boş vakitlerini değerlendirerek. En sonunda günlerden bir gün doktor;
“Sana kısır olduğunu söyleyen yanlış söylemiş oğlum. Bugüne kadar da ufak bir tedavi ile kendine gelmen gerekirken eşinle de yanlış yaşamışsın. O tedaviyi de uyguladık zaten, geliş-gidişlerinde. İyisin, sağlıklısın. Anlatabildim, değil mi? Hadi var git, eşine! Mutlu ol! Hak ettiğin bu!”
“Peki, ilâç-milâç doktor!”
“Hadi; ‘Var git eşine!’ dedim ya, ilaca falan gerek de, ihtiyacın da yok! Birbirinize sevginiz, saygınız, her türlü ıstıraba birlikte göğüs gerdiğiniz için ilâç denen nesneye asla ihtiyacınız yok! Ha! Derseniz ki, ‘İlk bebeğimiz erkek olursa adınızı koyacağız!’ diye bak ona bir şey demem, yani ‘Hayır!’ demem anlamında...
Kulağım bir olmadık zamanda çınlayıverirse(2) dünyada bir adaşım olduğunu hisseder, inanır, sevinirim! Hadi, var git eşine! Birbirinize yardımcı olun, eskiyi unutun ve yarın için, yarınlar için umutlu olun, zaman yitirmeksizin...”
Tüp bebeğe gerek olmadığını öğrenmiş olarak umutla döndü evine Gayretullah, tüm gecikmişlikleri yok etmek istercesine karısına sevgiyle sarılarak...
Günler, aylar geçti aradan…
Bir gün koşuşturan ebeyle arka arkaya iki ses yükseldi Gayretullah’ın üst kattaki evinden. Ebe;
“Gözünüz aydın! Bir oğlun, bir de kızın oldu arkasından. Allah bağışlasın. Allah analı-babalı büyütsün!” dedi.
Mutluydular. Bebekler sadece ikisinin eserleriydi hem yalnız ikisinin şükürleriyle. Gayretullah doktora verdiği sözü unutmamıştı.
Oğluna doktorun ismini, kızına ise soy ismini verdi. Sadece kızına bir ayrılık yaptı; “Bir salkım üzümden” esinlenerek ikinci olarak ayrıca “Salkım” ismini ekledi.
Herhalde doktorun iki kulağı birden çınlamış olsa gerekti…
YAZANIN NOTLARI:
(*) Doktor değilim, tüp bebek, kısırlık, cinsel aktiviteler, sorunları, çözümleri, tedavileri üzerine bir kısım kitaplar okudum. Şifahi olarak doktorlarından karınca kararınca bilgiler edinmeme, internette uzunca bir süre dolaşmama rağmen, ahkâm kesip, bu konuda bilgiçlik taslayıp bir şeyler yazmaya çekindim. Sanırım öykünün ahengini bozacak kısıtlama yapmama neden olan bu bölüm herhalde affedilmeye değer, özürlerimle...
(*) Ortaokulda iken Satılmış isimli bir sınıf arkadaşımız vardı, aynı öyküdeki Kerem'in tarifindeki gibi özürlü. Çok zaman başı eğikti, suç kendisininmiş gibi. Kendisine kendisi anlatılmış olsa gerekti, mahzun bir şekilde en arka sırada otururdu sınıfta. Birinci sınıf sonunda da kayboldu ortalıklardan, hazin...
(*) Gayretullah; Mukaddes değerlere saldırı halinde meydana gelen ilâhi ikaz.
Sabır; (İsim olarak Sabir şeklinde de kullanılmaktadır ki öykü de yerel bir deyiş olarak bu şekilde kullanılmıştır) Acı, yoksulluk, haksızlık gibi üzücü durumlarda ses çıkarmaksızın onların geçmesini beklemek olayı, ya da olacak, gelecek bir şeyi telâş göstermeden beklemek.
Sabire; Sabir isminin kız ismi olarak kullanılan şekli olup, tahammül gösteren, sabreden, bekleyen, her türlü zorluğa karşı göğüs geren, halinden şikâyet etmeyen, acılara, sızılara dayanan ve Allah'a şükreden.
Salkım; Üzerinde olduğu gibi, birçoğu bir sap üzerinde bir arada bulunan yemiş. Ana saptan çıkan yan çiçeklerin sapları hep aynı boyda olan çiçek durumu.
(*) Bibiciyeri, Öteyaka, Kumbağlar, Cinlercevizi, Kersenkayalar, Sıracalar... Köyümdeki mevkilerden bir kaçı.
(1) Âdet; Töre. Bir topluluk içinde öteden beri uyulan ve uygulanan kural.
Ağız; Ağız Sütü, ya da fenni tabirle “Kolostrum denilen buzağının doğumundan sonraki onun ihtiyacı olan tüm isteklerini karşılayan yoğun kıvamlı ve gıdalı süttür. Birkaç gün sonra bu süt normal kıvamına döner.
Baht; İyi olma, mutluluk, talihlilik.
Bürümcük; Ham ipekten yapılmış kumaş olmakla beraber, bu kumaştan yapılmış başörtülerine söylenen söz. “Bürüncük” de denilmektedir.
Cascavlak; Çırılçıplak, örtüsüz. Saçsız, tüysüz.
Dirayet; Beceriklilik, yetenek, ustalık. Kavrayış, zekâ.
Enik; Kedi, köpek gibi çok memeli hayvanların yavrusu.
Esami; Adlar, isimler.
Eskaza (Ezkaza); Kaza eseri, istemeden olan bir şey. Yanlışlıkla, rastlantıyla.
Gurme; Tatbilir. Yemekler ve içkiler konusunda uzmanlık ölçüsünde anlayan, bilgisi ve gelişmiş beğenisi olan, ağzının tadını bilen, yemek zevki olan, yiyecek ve içeceklerini titizlikle seçen kişi, yiyecek, içecek uzmanı.
Hassa; Bir kimseye veya şeye has hâl, vasıf, özellik. Kuvvet, tesir.
Hippi; Toplumun üst ve orta sınıfından olmakla birlikte yaşayış olarak toplumsal düzene ve tüketime karşı olan, hiçbir iş yapmayan, uyuşturucu kullanan ve derbederce yaşayan genç insan.
Huysuzluk; Huyu iyi olmama, şirretlik, geçimsizlik, rahatsızlık.
İrsiyet; Kalıtım. Soyaçekim. Çevre etkileriyle köklü olarak değiştirilmeyen biyolojik özelliklerin bir kuşaktan diğer kuşağa geçmesi, soya çekim, veraset. Bireylerin genetik yapılanması, kalıtım ve kalıtsal olarak özellik ve niteliklerin ebeveynlerden fiziksel ve zihinsel karakterlerin yavrulara aktarılması özellikleri.
Kubur; Helâ Çukuru. Lâğıma inen borular. Boru şeklindeki kaplar. İnsanların öldükten sonra defnedildikleri mezarlar (Kubûr; İnsanların öldükten sonra defnedildikleri mezarlar).
Liyakat; Lâyık olma, yaraşma, yaraşırlık, uygunluk. Yeterlilik, yetenek.
Maraza; Anlaşmazlık, çekişme, kavga.
Mayıs; Taze sığır gübresine verilen ad olup, çoğu biyogaz üretiminde kullanıldıktan sonra tarlaya verilmektedir. Kalanlar ise bazı aileler tarafından tezek yapılarak kışın kullanılmaktaydı. Yılın beşinci ayı.
Muhabbet; Sevgi. Dostça bir arada bulunup konuşmak, sohbet, söyleşi.
Muhkem; Sağlamlaştırılmış, sağlam. Esaslı, dayanıklı.
Punkçu (Punkçı); Serserice işler yapan kişi. Kendi giyim tarzı, felsefesi, edebiyatı, dansları ve görselliği olan insan.
Sükûnet; Dinginlik, durgunluk, hareketsizlik, sakinlik. Rahat, huzur.
Yılkı; Yaşamının kalanı kısmını rahat geçirmesi, bir bakıma kendi kendine ölmesi için doğaya teslim edilen, ya da başıboş bırakılan, azat edilen at ya da eşek.
(2) Akıl Baliğ Olmak; Ergen hale gelmek.
Anlanmak; Hayvanlar için toprakta yatıp yuvarlanmak. İnsanlar için başıboş, bomboş, gayesizce yatmak.
Aşılmak; Bir boğanın bir inekle yaşadığı seks kavramı, birleşmesi, halvet olması (Başka nasıl anlatılır bilmiyorum).
Avuç (Avucunu) Yalamak; Beklenenin, umulanın olmaması, umduğunu bulamamak, elde edememek, umulanın ele geçirilememesi, umduğunu, istediğini ele geçirememek. Sükûtu hayale uğramak. Umulan, beklenilen bir şey ele geçirilemediğinde kullanılan bir deyim.
Başını Yakmak; Birini ağır, dayanılmaz bir zarar uğratmak, çok güç bir duruma sokmak, durumda bırakmak. Kendi kendini, pek de gerekli olmadığı halde, dayanılamayacak bir zarara sokmak.
Bellemek; Bel denilen araçla toprağı işlemek. Öğrenip belleğe yerleştirmek, ezberlemek, akılda tutmak, Zannetmek, sanmak, bilmek, tanımak.
Burnundan kıl aldırmamak; Hiçbir hatasını kabul etmeyen bencil ve kibirli kişilerin tanımı. Kimseyle anlaşamamak, geçinememek, geçimsizlik.
Çakışmak; Birbirinin içine geçerek kenetlenmek Birbirine çarpmak, vuruşmak, çarpışmak.
Çatlatmak; Merak etmesini sağlamak için suskunluk, çatlamasına yol açmak, çatlak duruma getirmek. Çok koşturarak ölmesine neden olmak.
Çepinlemek; Yöresel olarak çapadan daha küçük olan çepin denen araçla toprak devirmek.
Çıtlatmak; Bir kimseye bilmediği, merak ettiği bir şeyden ancak sezdirecek kadar söz etmek. Bir şeyden “Çıt” sesi çıkarmak.
Fitnelemek; Bir kimseyi çekiştirmek. Birinin arkasından konuşmak, Bir kimseyi kötülemek, yermek (Gıybet).
Haddini Bilmek; Neler yapabileceğini, gücünün ve yeteneğinin nelere yeteceğini bilerek onun ötesine geçmemek, ölçüsünü bilmek. Mevlânâ Celâleddîn-i Rumî’ ye sormuşlar; “O kadar yazarsın, o kadar okursun, ne bilirsin?” diye. Şu cevabı vermiş; “Haddimi bilirim!”
Halvet Olmak (Sahih Halvet); (Halvetleşmek. Türkçemize yerleşmiş böyle bir eylem ya da kelime yok). Halvet; Tenhaya çekilme, Yalnız, ıssız bir yerde baş başa, yalnız kalma, gerdek sonrasında beraberlik, ıssız ve kapalı yer. Şeriatta; birçok kuralları olmakla beraber kısaca nikâh akdinden sonra zifaf olayı (Yani eşlerin kendilerini kimsenin görmeyeceği bir yerlerde baş başa olmaları) (öyküde vurgulanmak istenen konu). Hamamlarda çok sıcak, ufak yer anlamlarındadır.
Hasetten Çatlamak; Kıskançlığın neden olduğu bir yaşam şekliyle çatlayacak, ölecek gibi olmak.
Hayal Meyal Görmek; Açık seçik olmayan, şöyle böyle, bulanık, flu bir görüntü gibi, belli belirsiz görmek.
Hazmetmek; Kimi durumlara katlanmak.
Kulağı Çınlamak; Uğuldama, vızlama, vızıltı, ya da çınlama şeklinde şiddeti kişilere göre değişen tıbbi bir olgu. Ancak; hurafe olarak yorumlanacak bir görüşe göre sağ ve sol kulağa göre çınlama, iyi ya da kötü haber olarak yorumlanır. Ancak konunun hafife alınmaması, devamlılık halinde mutlaka bir KBB mütehassısına görünmenin gerekli olduğu ifade edilmektedir.
Metelik Etmemek; Çok az para kadar olmak. Çeyrek kuruş, on para değerinde demir para bile olamamak
Nefsi Köreltmek (Nefis Körletmek, Nefsini Köreltmek); Nefsin isteklerinden herhangi birini üstünkörü gidermek. Bir şeyin zayıflamasına, şiddetinin yoğunluğunun azalmasına sebep olmak. Doyum isteğini şu ya da bu şekilde karşılamak. Nefsi değer, önem ve yeteneğini yitirmiş duruma getirmek.
Peşkeş Çekmek; Verilmemesi gereken bir şeyi uygunsuz bir amaçla ya da yersiz olarak birine vermek. Başkasının malını bir başkasına bağışlamak.
Suspus Olmak; Korku ya da benzeri bir nedenle sinmek, susmak, hiç sesini çıkarmamak, artık işe karışmaz ve sesi çıkmaz olmak.
Telef Olmak; Gereksiz yere, bir hiç uğruna ölmek ya da bir kısım şeylerin elden çıkması, eksilmesi.
Tetiklemek; Harekete geçirmek, etkin bir duruma getirmek. Harekete geçmesine yol açmak.
Ürümek; Havlamak.
Ya Sabır Çekmek; Sıkıntı ya da üzüntü veyahut da acı veren bir durumda kendine hâkim olmaya çalışmak, bu sıkıntıya ses veya tepki vermeden katlanmaya çalışmak.
Yaşama Küsmek; Yaşama isteğini yitirmek. Kötümserleşmek. Bezginleşmek.
Yeri Göğü İnletmek; Olanca gücüyle bağırmak, çığırmak, ses çıkarmak.
(3) Bir Nebze; Çok az şey, az, pek az, bir parça.
Cümle Âlem (Dünya Âlem, El Âlem); Kim var, kim yoksa herkes.
Cürmümeşhut; Suçüstü. İşlenirken başkaları tarafından görülen suç. Görgü tanığı olan suç, kabahat.
Deve Kini; Hiç sönmeyen, geçmeyen, unutulmayan öç duygusu.
Ehven-i Şer; Doğru söylenmesi gereken söz; “ehven-üs-şer” iki şıklı yanlış, hata, zarar, ya da kötülükten daha az olanını seçmek anlamında Arapça bir deyimdir.
Gâvur Parası; İslâm’a göre peygamberi olmayan, Müslüman olmayan kimselerin parası.
Gıdım Gıdım; Çok az olarak, azar azar, yavaş yavaş, dinlene dinlene…
Karınca Kararınca (Karınca Kaderince, Kararında, Kararınca); Az da olsa elden geldiğince.
Katır İnadı; Aşırı inat. Aşırı huysuzluk.
Keçi İnadı; Bir türlü yumuşamayan inat.
Komşu (Komşuluk) Hatırı; Komşuluktan ileri gelen, komşular arasında gözetilen sevgi ve saygı.
Mecnun Misali; Karasevdanın, gerçekten sevginin, âşık olduğunun örnek şeklinde anlatılması.
Nikâh Akdi (Akdi Nikâh); Evlilik Akdi. Evlilik Sözleşmesi. Şeriate göre bir erkeğin bir kadını “Aldım, kabul ettim!” demesi, Medeni Hukuka göre kadın ve erkeğin görevli memurun sorularına “Evet!” demeleri şeklinde gerçekleşen evlilik hali.
Ondan Kelli; Ondan ya da bundan sonra. O nedenden dolayı. Bir kısım sözlerin ardı sıra geldiğinde sözlerden birincisini zorlayıcısı anlamında bir söz.
Sarmaş Dolaş; Birbirine iyice sarılıp kucaklaşmış bir hal ve biçimde, neredeyse kucak kucağa.
Süt Koruması (Laktasyon Amenorisi); Emzirme ile korunmaya halk arasında oluşmuş bir deyiş. Doğum sonrası süt oluşumunu ve salgılanmasını sağlayan Prolaktin denilen hormon kadınlarda yumurtlamayı ve regl olmayı sağlayan östrojen ve progesteron hormonlarını baskı altında tutarak regl olmayı ve yumurtlamayı önler. Emzirme sıklığının, ek gıdalara geçişin, gece emzirmelerinin devamı süt korumasında etkilidir.
Şasi (Şase) Bozukluğu; Motorlu kara taşıtlarının iskelet bölümünde (yerden yüksekliği konumunda) bozukluk.
Velhasıl Kelâm; Velhasıl, Elhasıl, velhasılıkelam, Kısacası.
Vicdan Azabı; Başkasına zarar verdiğine inanan bir kişinin duyduğu pişmanlık duygusunun bir ifadesi. Suçluluk duygusuyla ilintili olup kişinin kendi kendine yönelttiği bir kızgınlık halidir.
(4) Suskunluğum asaletimdendir. / Her lâfa verilecek bir cevabım var. / Lâkin bir lâfa bakarım, lâf mı diye. Bir de söyleyene bakarım, adam mı diye… Mevlânâ Celâleddîn-î RÛMÎ
(5) Eşek deyip geçmemek gerek; Eşek, bazı insanlardan bile merhametli ve akıllıdır.. Onunla dağda bile yol bulmak mümkündür. Eşek hem akıllı, hem de iyi bir kılavuz olup gittiği yönü ve yeri asla unutmaz, yoksa niye kervanların önüne eşek konulsundu ki? Ve “Eşek bir çamura bir defa düşer!” deyimi oluşsundu ki?”
Bremen Mızıkacıları; Grimm Kardeşlerin fabl tarzında yazdıkları çocuk masalı. Sahiplerinin kendilerine iyi davranmadığı için Bremen’e doğru yola çıkan eşek, köpek, kedi ve horozun müzisyenlik serüvenidir.
(6) Sabah Treni (5.15 Treni); İktisatçılardan 1990 mezunlarından birinin anlattığı bir fıkradan alıntı; “Kasabanın birinin hemen yanından sabaha karşı 5.15 treni diye bir tren geçermiş ve kasabadan geçerken de tiz bir şekilde düdük çalarmış. Kasaba halkı uyanırmış bu sese (Artık; “Lâhavle çekerek mi, Allah razı olsun!” diyerek mi, benim yorumum) doğal olarak. Kalksalar çok erken, uyumağa kalkışsalar çok geç. Velhasıl kasaba nüfusunda büyük bir patlama olmuş, çok geçmeden!
(7) Karınca ile Ağustos Böceği Masalı; La Fontaine’e ait masalın ders verici birkaç çeşidi vardır. Yazın çalışan karıncanın kışın dilencilik yapan ağustos böceğini terslemesi öyküde ana temadır. Oysa öyküde yanlışlık vardır. Ağustos Böcekleri (Cırcır Böcekleri) kısa ömürleri nedeniyle yaşam olarak kışa ulaşamazlar.
(8) Mendil Vermek; Anadolu’da genelde söz vermek, ”Bekleyeceğim!” anlamına gelmektedir. Ancak; mendil vermenin ayrılık getirdiği de söylemler arasındadır.
(9) Hipokrat Yemini (Bugünkü Hali); “Tıp Fakültesinden aldığım bu diplomanın bana kazandırdığı statü, hak ve yetkileri kötüye kullanmayacağıma, hayatımı insanlık hizmetlerine adayacağıma, hastalarımı memnun edeceğime, insan hayatına mutlak surette saygı göstereceğime, mesleğim dolaysıyla öğrendiğim küçük sırları saklayacağıma, hocalarıma ve meslektaşlarıma saygı ve sevgi göstereceğime dil, din, milliyet, cinsiyet, takım, ırk ve parti farklarının görevimle, vicdanım arasına girmesine izin vermeyeceğime, mesleğimi dürüstlük ve onurla yapacağıma namus ve şerefim üzerine yemin ederim.” (Bu yeminde anlayamadığım şeyler; küçük sırları açıklamamak iyi de, büyük sırları açıklamakta sakınca yok mu? İkincisi; parti farkları denirken neden mezhep farkları da dikkate alınmamıştır ki? Üçüncüsü; Anayasaya rağmen yeminler bozulabilirken, bu yeminin gerçekleşme olasılığı % kaçtır?)
(10) Tüp Bebek (In Vitro Fertilizasyon); Kadın yumurta hücresinin (oosit) ile erkek meni hücresinin (sperm) vücut dışında laboratuvar şartlarında sunî olarak döllenerek, yumurta hücrelerinden (embriyo) belirli bir sayıda seçilmesi ve rahim içerisine yerleştirilmesiyle kazanılan bebek.
(11) Psikolog-Psikiyatr; Çok kişi psikolog ile psikiyatrist kelimelerini, anlamlarını ve görevlerini karıştırmaktadır. Psikiyatrist, Psikiyatr; Tıp Fakültesinden mezun, psikiyatri ihtisası yapmış, ruh sağlığı konusunda uzmanlaşmış bir doktordur. Ruh Hekimi. Ruh ve sinir hastalıklarıyla ilgili olarak kişilerde görülen önemli uyumsuzlukları önlemeye çalışan, teşhis ve tedavisi ile uğraşan uzman kişi. Psikolog ise; Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü mezunu olup Ruh bilimi ile uğraşan, ruh bilimci olup doktorluk hüviyeti yoktur. Psikolog, psikiyatrist ile beraber çalışabilir, ancak tanı yetkisine sahip değildir.