İnsanın bazen “Yuh!” çekesi(1) geliyordu kendine. Hem çok bakımdan...

Üniversiteyi bitirmişsin, askerliğini de yapmışsın, ama iş bulamıyorsun, hâlâ Kaldırım Mühendisisin(2) ve baba eline bakıyorsun, tespih sallayarak(3)

“Varsa torpilin arkadaş, patlat, patlat, fezaya ulaş!”

Kimseyi aşağıladığımdan(1) değil, ancak yeteneklerinden şüpheli olduğum bir kısım arkadaşlardan bazılarının sahip oldukları işlerine, hatta giyim-kuşamlarına, enselerinin kalınlığına(2), besili olmalarına(!) gıpta ile bakmadan(1) geçemiyordum.

Evet, baba eline bakıyordum, ama tüm özümle değil, gazetelerin iş ilânlarına da bakarak! Elimde fotokopi ile çoğaltılmış CV’lerle(4) gazetelerle ve gazetelerdeki adreslere, ya da telefonla adres öğrenip bizzat iş yerlerine ziyaretlerine giderek.

Bazen telefonlarda başlangıcıma hacet kalmaksızın(1) refüze olsam(1) da...

Tanrı bir kuluna küsmüşse ya istenen vasıfları o kuluna vermemiş, ya da bir başkası kendinden önce başarılı bir şekilde o işin sahibi olmuş yahut da ilân o kişiyi anlatacak şekilde düzenlenmiş oluyordu, özellikle resmi ilânlarda!

Bir bakıma; “Ağustosta suya girsem, balta kesmez buz olur!(5) örneği. . .

Babamın eline sadece ben baksam iyi idi, ancak “Hayırlı kısmet, yaşınız boşa geçmesin!” dilekleri ile neredeyse “Silâh zoru(2)” esprisiyle “O çocuk, ben çocuk, diyeyim ki “Çocuktuk, ufacıktık(6)” daha üniversiteyi bitirmeden karımla evlendirilmişlerdi beni!

İkimiz de varlıklı ailelerin çocukları idik ve maddi kaygı ve sıkıntılarımızdan söz edilemezdi, işsiz-güçsüz vasıflarını taşımama rağmen!

Berbat bir felsefe(4) ile; “Ekmek elden, su gölden(7)!” ya da “Erken kalkan yol alır, erken evlenen döl alır(7)!” deyimlerine “Cuk oturur!(1) gibi.

Fiziksel olarak en olgun(!) olduğun zamanlarda, sadece eşin olarak yanında değil, can yoldaşı gibi, derslerinle, yaşamınla hiç ilgilenmese de evinde seni bekleyen, kendi eğitimini yeterli görmüş, askerdeyken yolunu beklemiş biri vardı.

Ve bu arada törelerin icabına göre(!) sana iki erkek evlâdı arka, arkaya vermiş birinin varlığı, mutluluğun esamisi(4) olmasa bile bir bakıma sevinçti, ama ya sonrası?

Başlangıç olarak tek evlâtları karım tarafı için, ben sadece damızlık bir boğadan gayri bir şey değildim ve oğullarım doğar-doğmaz ki, ilki ben üniversite de, diğeri ben askerdeyken ebe katkısıyla evde doğmuşlardı.

Tövbe(8), neuzibillah(8) Allah taş ederdi, eğer hastanede doğum yaparsa, kadın doktor da olsa orasını-burasını göstererek doğum yapılacağı için Allah taş yapma hakkından vaz geçmezdi. Hele ki maazallah(8) erkek doktor doğumu yaptırsın gideceği yer doğrudan doğruya cehennemdeki gayya kuyusu(8) idi.

Çocuklarımın adları; Muhammed ve Mehemmed idi, son harfleri Arapçaya uygun şekilde “d” harfi ile. Söylemeye gerek yok, isim koymak için ezan ve kametleri(8) anne dedeleri kulaklarına üflediği gibi çocuklarımızın Nüfus Kâğıtlarını da o çıkartmıştı tabii.

Aklımdan geçen, eğer karımın 99 adet daha(!) çocuk doğurma hakkı olsaydı, hacı baba onlar için de Allah’ın 99 ismi olan Esma ül Hüsna’yı(8) şekillendirir miydi acaba?

Gençliğin ilk heyecanları, eğer karşılıklı sevgi olmaksızın sadece bedenlerin bir araya gelmesi, her gün anlamadığım bir şekilde karımın akrabaları ve arkadaşları ile dolup taşan evde aynı çocuklara sevgi duyarak yaşamak; yaşamaksa, yaşıyorduk diyebilirim.

Üstelik “Sevgi olmaksızın” sözü arkasına gizlemeye çalıştığım “Aşk olmaksızın” düşünce karşılığı; “Seversin, alışırsın!” denmişse “Anlaşırsınız!” demek yerine “Yaşıyorduk!” demek yerine “Yaşıyordum” demenin gayet doğru olduğuna kişiselleştirerek inandığımı belirtmem gerek!

Hacı baba ve hacı anneme karşı gelmeksizin, belki de tesettürlü(8) olduğu için bana uygun gördükleri karımla evlenmem dışında, belki de onlara karşı inatla karşı geldiğim konu; alnımın ancak Cumalarda ve bayramlarda secdeye değiyor olmasıydı.

“Karım” dedim de, hemen aklıma geldi. Karım değil sokakta, evde, mutfakta, hatta yatağımızda bile tesettürlü idi, banyoda nasıldı bilmiyorum ama. Çünkü sırtını keseletmek için bile annesi gelirdi evimize. Her nasıl bir çare ise?

Bu nedenle bazı konular da kısıtlıydı desem, anlaşılır herhalde demek istediğim, hem birkaç boyutlu olarak!

Ama karım gerçekten inceliklerine vakıf olup olmadığı konusunda tereddütlerim olsa bile dinine son derecede bağlı(!) ve dindardı. “İyi geceler!” yoktu asla seslenişlerinde, “Günaydın! Tünaydın! İyi günler!” sözleri ise hak getire(2) idi.

“Selamünaleyküm!” ertelerindeki sözleri; “Hayırlı geceler! Allah rahatlık versin! Hayırlı günler!” şeklinde idi.

Ve benim; “Ben de sana ‘Evetli günler!’ dilerim!” dememe bozulurdu, ama tahammül ederdi. Çünkü ailelerin kararlarına saygı duyması gereken ataerkil(4), kadınlara zerre kadar değer vermeyen bir garabetin mezunu idi, kendisi.

Erkeğine başkaldırmak mı, babası kör bıçakla keserdi, alimallah(8) boğazını.

Hem bu sözleri de çok nadiren ulaştırırdı karım bana, eğer ki, birimizden birimiz, daha doğrusu genellikle ben erkence yatağımıza yönelmişsem. Sözler Muhammed ve Mehemmed’e ulaşırdı sadece. Hani o tekerleme şeklindeki deyişle; “Git öte, git öte(9)!” tutumundaki gibi.

O; önce o günün yatsı namazını, sonra “Kazaya kalmıştır!” zannıyla birkaç günlük kaza namazlarını eda ederdi(1)! Ramazanlarda ise, ben söylemeyeyim, çevremdekiler anlatsın!

Bazen, hatta çok zaman onun sözlerine gerek kalmaksızın bir pike ile salon kanepesinde uykuya dalmış olurdum. Eee! Ne de olsa ben, başlangıçta bilinmeyen, huyu-suyu iş-işten geçtikten sonra fark edilen bir zındık(4) idim.

Onlar ise, ailem dâhil, hepsi dindar Müslümanlardı, kulakları ezan sesinde idi, devamlı olarak. Hatta çok zaman nafile, kaza, evvabin, ya da şükür namazları(8) kılarlardı saatlerce...

Bu konuda kesin bilgim yok, ama böbreklerimin gayet normal bir ritimde çalışması ve benim sabırsız oluşum nedeniyle kalktığımda çok zaman karımı abajur ışığı altında ibadet ederken görürdüm, onun yaşam biçimine saygı göstermemin gerekliliği olarak.

Dindar olmasam da, dinci ve dini dar da olmadığımdan gider başörtüsü daha doğrusu türbanının üzerinden öperdim onu, muhteşem duygularına birazcık da olsa özenerek.

İtiraf etmeliyim ki bu konuda hoşuma gitmeyen Muhammed ve Mehemmed’in daha ilköğretime başlamadan mahalledeki Kur’an Kursunu bitirip, sular seller gibi Türkçesi kıt bilgileriyle neredeyse anneleri gibi evde takke ile dolaşma istekleri idi.

Ben evdeyken annelerine ve saklamaya çalıştığım hoşgörüme(4) rağmen buna cesaret edemezlerdi. Ama sanırım ki, ben yokken ve özellikle her iki dedelerinin, her iki nenelerinin yanında “Aferinler” hak ederek dolaşıyor olsalar gerekti.

Evet, iş arıyordum, ama sadece ben aramıyor muşum! Eşim tarafı da, benim tarafım da bana iş arıyorlarmış. Ensesi kalın, dindar, hükümete yakın, cami, mescit, medrese, türbe, tarikat esnafından biri desteklemek için icazet almış(1) ailemden, benim binamaz(8) olmamı bilmesine rağmen, acıyarak...

Bir gün sabahtan bir araba yanaştı kapımıza. Akşamdan tembihli ve tıraşlı idim. Şoför arabadan inmeden yanındaki kapıyı açtı, arkadaki kalantor(4) gözüken bey;

“Selamünaleyküm evlât! Buyur!” dediğinde karım eteklerini toplayarak arabanın arkasından bir kova suyu boca ediyordu(1), muhtemelen dualarla, ama neden olduğunu bilemediğim. Çünkü bazen öyle oluyordu ki günlerce evden çıkmıyordum, tabiidir ki bu, bir ev kadını olan karımın yaşamını kısıtlıyordu.

En basitinden iki aile tarafımızın da “Hu Çektiklerini(8)” biliyordum. Ve Kur’an’ın bilemediğim ayetlerine sığınarak “Er izninden çıkmaması(8)” gerekliliğine mecbur ediyordum karımı.

O ağabeyle bir bankadan girdik içeri. Müdür, önünü ilikleyerek ve yerlere kadar eğilerek karşıladı o ismini bile bilmediğim adamı. Onlar oturmaya yönelirlerken Müdür, yanına daha önce sözleşmiş olduğuna kanaat ve fark edebileceğim bir şekilde birini çağırdı…

O gün bir banka memuru olarak işe başladım. Çok şeyi üniversiteden biliyordum, bilmediklerimi de kısa sürede öğrettiler, ben de öğrendim.

Boş gezenin boş kalfası(2) olarak, “Sarı kurdelem sarı…(10)”, “Evreşe yolları dar…(11) ya da  “Kırmızı buğday…(12) çığırarak(1) boş gezmekten, eve kendi paramla ekmek alıp getirdiğim için baş-boyun eğmekten(1) kurtulmuştum.

Sanırım en çok sevinen de karımdı, para kazandığım için değil, tüm saha (yani evin tamamı sabahtan akşama kadar) kendi ihtiyaç ve düşünceleri için kendine kaldığından, özgürce hareket etme imkânına kavuşup rahatladığından dolayı! Benim çalışmam dolaysıyla yokluğum, tüm gün azat olmak demekti kendisi için, düşünebildiğim kadarıyla.

Ve bu kadarcık gözlemimle karımın ben işe başladıktan sonra tamamen değiştiğini görüyor, inanıyordum. Bazen herhangi bir nedenle eve üç-beş dakika önce geldiğimde, ya da bir vesile ile uğradığımda kadın-erkek fark etmeyen, çok zaman benim ve onun ailelerinin de katıldığı ayinlere(4), gecikmiş kalabalıkların evden çıkışlarına rastlıyordum.

Sakalları göbeklerine kadar, sarıkları kuyruklu olanlar, peçeli-çarşaflı-sıkma başlı- türbanlı, hatta burkalı(8), nikaplı(8)

Çoğunun görüntüsü öne-arkaya, ya da sağa-sola sallanmaktan dolayı yorgunlarmış gibi görünürdü bana.

Bu eylemlerin sadece bizim evimizde, yani karımın sahip olduğu evde değil, başka yerlerde de yapıldığından emindim. O akşam için yemek yapılamamışsa, lâvabo bardak-tabak-çanakla doluysa, ya da bulaşık makinesine sığmamışsa ve karım bulaşığın kalanlarını elinde yıkama gayretinde ise, bilirdim bilmek istediğimi…

Ve dahi en önemlisi karım neler yakıldığını anlayamadığım mangalı kaldırmayı unutmuşsa, tütsü dediği o tuhaf kokuların işgali altında olan odaların pencere ve kapıları açık olmasına, vantilâtör ve klimalar var güçleriyle çalıştıkları halde odanın havası değişmemişse o günkü “Hu Ayininin!” evimizde yapıldığını anlardım, belgesel gibi.

Bu; karımın dünyası idi ve ev karımın üstüne tapulu, üstelik damızlık görevim “Bana göre” sona erdiği için söz söylemeye hakkım olmadığı halde bu yapılanların şeriatta(8) nerede kayıtlı olduğuna dair düşüncelerimden de vazgeçemiyordum.

Karım ve büyükleri ulema ve sadece kendileri için Müslüman olduklarından, bilseler bile bana neden söylesinlerdi ki?

Sinirlenişim; çocuklarımın da ilerleyen tarihlerde bu törenlere(!) katılmaları ve her iki tarafın da “Hakkımızı helâl etmeyiz!” tehditleri nedeniyle çocuklarımı engelleyememem, onların şimdiden yobazlaşmalarına(1) göz yummam gerekliliği idi.

Üstelik kayınpeder ve kaynanamın doğrudan yüzüme bakarak; “Bir âlimden bir zalim, bir zalimden bir âlim doğar(13), gâvur parasıyla(2) bile beş para etmezsin(14)! Allah’ım neydi günahımız ki böyle bir damada sahip olduk!” gibi sözleri olağandan öte incitiyor, bunaltıyordu beni.

Hele ki; “Yalanımız yok, eksiğimiz var, fazlamız yok, üstelik arkandan değil, yüzüne karşı söylüyoruz, gıybet etmiyoruz(8)!” şeklindeki çığırışları çıldırtıyordu beni. Para ile imanın kimde olduğu bilinmezmiş. Oysa bu ikisi de bu Müslüman ailelerin muhafazasında, tekelinde(1) idi!

Bazen düşünüyordum, bugünlere gelmeden, bu günleri yaşamadan önce, gençlik heyecanı ile hem de arka arkaya iki çocuk sahibi olmamızı...

Demek ki dindar ve kindar yetişecek çocuklardan ikisi de benim ismimi taşıyacaktı.

Çaresizlik tüm mevcudiyetimde idi ve bilmemek, çözümsüzlük büküyordu boynumu ve hacıların “Damat” dedikleri konuyu ben de işliyordum beynimde.

Neden zamanımda, bugünleri tahmin ederek, düşünerek davulun bile dengi dengine çaldığını umursamaksızın böyle bir evliliğe “Hayır!” diyemedim diye de üzülüyordum.

Kaçmak, kurtulmak, her şeyi olduğu gibi bırakmak en kolay yoldu. Ancak tek bir cengâver(4) olarak, üstelik “Hakkımızı helâl etmeyiz!” kozu(4) ile destekli olarak karşıma çıkan bir orduya karşı nasıl mücadele edebilirdim ki?

İnsan eğer yüzme bilmiyorsa, boyunu aşan suya girmemeli, haddini, noksanlıklarını bilmeliydi. Ben bilmiyordum, bilemiyordum açıkça...

Bunalımla(4) geçirdiğim yılların neredeyse farkında değildim. Büyük oğlum Muhammed’i göz önüne alırsam, onun yaşı itibariyle on yıllık geçmişi olmalıydı evliliğimizin. İnsan on yıldan fazla bir süre içinde hep baklava-börek yese bile bıkardı.

Peki ya böyle bir yaşam? Kocatırdı insanı yaşından önce.

Her insanın bir tahammül gücü, sınırı, her davranışın bir limiti, her kahrın minimumu, her sabrın maksimumu vardı. Bir de inceldiği yerden kopma gibi bir eylem. Bu; benden beklenen bir tavır olsa gerekti. Aklımdan geçen onları mahcup etmemekti, sadece ölmeden evvel yitireceğim evlât hasretini yaşamak korkusu büküyordu boynumu.

Karşımdakiler takkeli, geri kafalı(2) olsalar da evlât özlemi çekmemek için düşünmeli, geniş bir boyutta düşünmeliydim. Üstelik bankadaki bana yüklenmiş, yapmam gereken işleri aksatmadan, açık vermeksizin yapmam önemliydi.

Maddi olarak her türlü hesabı verir, verebilirdim. Ancak en ufak şüphe, ima, lekeleme mahvederdi beni. Kimsenin yüzüne bakamazdım böyle bir durumda, hem yaşamak zulüm olurdu, her bakımdan...

Övünmek gibi olmasın, görevimde titizdim. Asla; “Salla başını, al maaşını(15) tipinde olmadım. Başlangıcım dışında kimseye eyvallahım(4), kimseye müdanam(4), minnetim, yalakalığım, dalkavukluğum(4) yoktu. Kimse de benden kendilerine şükran beslediğimi(1) görme hakkına sahip değildi.

Akşamları kendi kendine, kendilerini yaşayanları kendilerine bırakarak, gelişen teknolojiye uygun olarak okuyor, öğreniyor, ona göre çalışıyor ve bilmeleri gerekenlere bilgilerimi hissettirmeksizin, üzmeksizin, gücendirmeksizin aktarıyordum. Hatta bir üst kattaki özel odasında -bana göre- günün olmayan yorgunluğunu, stresini(4) yok etmek çabasındaki Müdür Beye bile.

Bu nedenledir ki çok zaman, hatta her zaman, başta Müdür olmak üzere elemanlar tüm angarya yüklenmek istemeyen arkadaşları, bu arkadaşların görevlerini hatta stajyerleri bile bana yönlendirirlerdi.

Görevde olsam da sıra numarasını gösteren düğmeleri kapatarak, bilgisayarın önüne onları oturtturup yanlarında durarak ilgilenirdim o gençlerle ve varımı yoğumu vererek ne kadar bilgilendirmem gerekirse o kadarın azamisini yüklemek için gayretli olurdum.

Personele inat en fazla iki, bilemedin üçüncü günlerinde, numaratörü açarak oturturdum onları tekrar bilgisayarların karşısına, benim sandalyeme ve onlar müşterilerini sahiplenirlerken erinmeksizin(1) başlarında dikilirdim, iyice pişmelerini bekleyerek.

Belki insana inanmak güç gibi gelebilir, ama staj defterlerinde yazdıklarına katkıda bulunarak, sonuna gayret ve başarılarının devamını beklediğimi, ileriki tarihlerde beraber çalışmak arzu ve dileğimi ekliyordum.

Ve ancak bu (bence) yanlış merasim gösterisinden sonra belgeyi Müdür Beyin imzasına ve vedalaşmasına beraberce sunuyorduk.

Böyle bir zamanda geldi Serap yanıma. Âdettendi, “Hoş geldin!” demeler, “Hal-hatır!” sormalar, öncesini ve sonrasını bilmek, tahmin ya da hayal etmek, arzu, istek ve dileklerini öğrenmek gibi…

Serap annesini, babasını bilmiyordu, öksüz(2) ve yetimdi(2), yaşamının ilk bölümü Çocuk Yurdunda ve daha sonraki diğer bölümü de Yetiştirme Yurdunda geçmişti.

Bakıma muhtaç bir aile çeşitli mücadelelerden sonra onu hizmetçi gibi değil, bağırlarına basarak evlât gibi okutup yetiştirmek için yanlarına almışlar, ancak okuldan mezuniyetini görmelerine imkân vermemişti Allah.

Bir-bir buçuk yıl kadar arayla almıştı onları Allah Serap’ın kendinden. Serap’ın bu nedenle malı-mülkü(1)-varlığı-tası-tarağı(1); kısaca bir bakıma her şeyi vardı, ölenlerin vasiyetleri gereği…

İlk kez elimde olmayan duyguları ona karşı hissettiğim için mahcuptum ve üstelik iğreniyordum(1) kendimden, bir genç kıza böylesine yakınlaşmaktan, evli-barklı, çoluk-çocuklu, üstelik yaşlı olarak.

Nerdeyse; “Yarı yarıya” diyemesem bile “Ondan 2/3 oranında yaşlıydım!” diyebilirim. Hani meselâ o yirmisinde ise, ben en aşağı otuzunda olarak.

Güzel ötesi, evren güzeli bir genç kızdı Serap, kısa zaman içinde “Amca” demekten vaz geçip “Ağabeyliğe” terfi ettirmişti(1) beni. Zekâsı, IQ’su(4) umduğumun ötesindeydi. Bir söyleyişte anlıyordu, anlatmak istediğimi.

Bu nedenledir ki; yanlış bir hareketten, yanlış bir sözden esirgemeye çalışıyordum kendimi.

Onun sevgiye açlığını hissediyordum, cici baba, cici anne olarak tüm sevgisini üleştirdiği iki insanı yitirdikten sonra, yalnızlığında.

Benim de yaşamadıklarımı, yaşayamadıklarımı yaşama arzum vardı. Ama o genç, incecik, körpe(4) bir fidan, ben içi kurumuş gibi kof(4) bir ağaçtım. Ya da bir başka deyişle o garip bir civciv, ben kart, babaç(4) bir horozdum, neredeyse işinden de, damızlık görevinden de emekliliğine çeyrek kalmış! Umut etmeyi ummak bile fuzuli idi, benim için.

Ancak kendime itiraf etmeliyim ki; soran o hain bakışlarından, saçının, teninin kokusundan etkilenmeme gayretim geriyor, yoruyor, perişan ediyordu beni. O yüksek IQ onda olduğuna, sevgiye ihtiyacının olduğunu bilmesine, sevgiye ihtiyacım olduğunu hissetmemesi gerektiği halde dirense bile hissediyorsa, kalp kalbe karşı(16) durumunda gibi ne yapabilirdim ki, ben dirensem?

Diğer stajyerler için kullandığım bir sözü tekrar kullanmam gerek. En fazla iki-üç günün sonunda değil, geldiği günün hemen sonunda öğrenmişti, bana göre öğrenmesi gerekenleri ve hemen ertesi sabah açmak istemişti bilgisayarı, biliyordu şifresinin açılmasının gerekliliğini ve şimdilik benim açmam, her ihtimale karşı yararlı olacaktı.

İlk müşteri bankoya yanaştığında, sol elini arkasına uzatarak sanki elini tutup desteklememi istemiş, “Hayır dualarını eksik etme!” demişti, der gibi yapmak yerine. Reddedemezdim, hem asla. Sıcacıktı, sıkıp bıraktığı eli.

Maşallahı vardı, şakır-şıkır, hiçbir desteğe ihtiyacı olmaksızın yürütüyordu işleri. İki-üç gün daha dikildim başucunda, açığı-kaçığı-kaçağı olmuyordu. Olağanlık her sabah ekrana ilk yöneldiğinde sol elini arkasına uzatması ve “Hayır duanı eksik etme, ağabey!” sözünde gerçek bir gerekçe idi.

Boşa çıkmıştım. Arzulamama rağmen, onu serbest bırakmam, başında fuzuli bir şekilde duraklamamam gerekti. Bu; etkilenme sınırımı daraltmak için değil, yok etmem, sıcaklığını hissettirmek istemesinin önüne geçmem için gerekli idi.

Müşteri Temsilcisi arkadaşımın yardım etmem arzusunun olup olmadığı soruma; “Çok memnun olurum!” demesi, sevinç ötesinde mutluluk olmuştu benim için. Tek sorun insanların soru(n)larını sinirlenmeksizin, sorun ve sorunlar yaratmaksızın, genç-yaşlı olduğuna bakmaksızın tebessümlerle, güler yüzle, sakince çözümlemeye çalışmaktı.

Ve bu benim için o kadar zordu ki aynı şeyleri, sözleri tekrarlamak şeklinde…

Akşam mesai bitimi hesapları toparlamak ve yeni müşteri girişini engellemek için kapıyı kilitleyerek kapattığımızda seslendi Serap, daha öncelerinde de olduğu gibi.

“Ağabey kontrol edip kapatmam için yardımcı olur musun?”

Yanına geldim, tepkisini merak ettiğim için, el çabukluğu ile kasanın alarmını kapatıp kasadan bir kâğıt para (ç)alıp bir kenara koydum.

Hesapları kapattık, alınan-verilen hesabı tutmasına rağmen kasadaki para denk değildi. Para sayma makinesi tekrar tekrar saymaktan dolayı iflâs değil, ancak istifa etme kararında görünüyordu sessizliğimde, aynı şeyleri aklında tutmaktan gına gelmiş(1) gibiydi (sanki).

“Nasıl yaptım ben bu hatayı?” diyerek ağlamaya başlayınca, “Sadistliğin de bir sınırı var!” diyerek kenarda duran parayı uzattım kendisine.

“Bu sana bir ders olsun diye ben gerçekleştirmek istedim bu mizanseni(4). İstersen ‘şaka’ diyeceğim, hani içinde üzme amacı olmasa da “Bir şey şakası(17)” da denilen bir davranıştı bu küçük kız. Yaşamda kendinden başkasına güvenmeyeceksin. Hele ki bu para dünyasında...

Haydi, sil gözyaşlarını ve beni bağışla!”

“Mademki gözyaşlarıma sen sebep oldun ağabey, o halde öperek de sen kurut onları. Üstelik ben küçük bir kız değil, üniversite mezunu, kocaman, meslektaşınız olmaya aday bir ablayım!”

“Çekinmiyor musun?”

“Neden çekineyim ki? Bir ağabey sevgiye muhtaç bir kardeşinin gözyaşlarını öperek kurutamaz mı, hele ki onu üzmüş ve bu gözyaşlarına istemeden de olsa sebebi yaratmışsa? Peki, siz çekinir misiniz, evli-barklı, çoluk-çocuklu olduğunuz için?”

“Buna çekinmek değil de, sıfatı söylenmeyecek bir anlamda sakınmak desem, daha doğru. Ama umurumda değil. Gel, öperek kurutayım gözyaşlarını, hatalı hareketimin ceremesi(4) olarak…”

Belime sarıldı öperken, kalbimin sesini dinlemesinden çekindim, uzaklaştırdım onu kendimden, onun şaşkın, mesai arkadaşlarımın hayret dolu bakışlarına aldırmaksızın. Çünkü olağan olarak yaptığımı sandıkları bu davranış, sadece bankadan ayrılacak stajyerlere ayrılıp giderlerken ve yanaklarına doğru yaptığım bir uygulamaydı, vedalaşmak anlamında ve bugünkü hareketimin ne telâfisi(4), ne de izahı vardı?

Kapıdan çıkarken fısıldadı;

“Bu gece kaldığım misafirhanede yatarken yüzümü yıkamayacağım, dudaklarını hissedecek ve yaşayarak uyuyacağım gözlerimde... "

Hem “Sen”, hem de “Hissetmek…” Üstelik göz kapağının biri üzerinde işaret parmağını gezdirip, sonrasında parmağını öpmek gibi hareketinin nedenini de anlamamıştım, daha doğrusu anlamamamın doğru olacağını düşünmüştüm.

Tanrı, kullarının yanlışlıklarına göz yummuyordu, memur arkadaşlardan birinin yakını o gün ailesinden yakın birinin geçirdiği kaza ve hastaneye kaldırılmış olması dolaysıyla başında bulunmasının gerekliliğini söyleyerek birkaç gün izin almıştı.

Bu onun görev yerinin boş kalması demekti ki, banka prensiplerine aykırı idi bu (meselâ)!

Bu olay ya da benzeri; hastalık, bebek doğumu, hastalığı, bazen ölüm gibi çok zaman yaşayabileceğimiz bir olasılıktı ve benim yanlışlıktan dönmemi de sağlayacaktı gibime geliyordu. Artık o genç kızla, birbirinden uzakta, hatta iki yabancı kabul edebilirdik birbirimizi, olması gereken bir biçimde.

Bu yaklaşım ancak öğlenlere kadar, akşamlara kadar doğruluktan nasibini ya da iznini alabilirdi, peki sonra?

Öğle tabldotunda, akşam çıkışlarında sessiz, gözlerinde yaşadığım mutluluğu hissettirmemek için gayret ediyor idiysem de bu sadece kendi hüsnü kuruntum(2) idi, yanıyordum, hem cayır cayır(1).

Bilmediğim genç de olsa bir kızın, daha bir genellemeyle bir kadının altıncı hissinin varlığı idi. Hem zaten, kim anlamak istediğini, anlamaktan vazgeçerdi ki, gizlemeye, karşısındaki gizlenmeye çalışsa bile?

Sanırım stajın ortalarında bir gündü. Tabldot Salonunda her zamanki gibi aynı masaya oturmadan dışarıya yönlenmeye çalıştığında sormak gereğini hissettim;

“Hayrola küçük abla?”

“Patlıcan var!”

“Eee! Ne olmuş, ben çok severim, hem patlıcandan her şey yapıldığı gibi, tatlısı, turşusu bile vardır!”

“O halde benim hakkıma da el atıverirsin!”

“Seni yalnız bırakır mıyım? Hem nereye gideceksin, biliyor musun? Misafirhane de çok uzak! Herhalde ya nefsini bisküvi, kraker gibi bir şeylerle körelteceksin, ya da bilmediğin bir yere gidip mideni bozacaksın…

Üstelik senin gibi güzel ve cici bir ablayı kim gözden kaçırmak ister ki, yani bilmesen bile tahmin edebileceğin şeyler…”

“Yanımda ağabeyim varsa o beni korur öyle zıt şeylerden, kurtarır beni, tabii izin gibi bir sorunu yoksa...”

“Benim mi senin mi? Seninse senin yalnız başınalığına iznim yok küçük abla, sana hem ne arzulayacaksın onu ısmarlayacak, hem de koruyacağım seni kem gözlerden(2)…”

“Keşke evli-barklı olmasaydın da, ömür boyu korusaydın beni

Demek istediğini anlamıştım, beklermiş gibi mutlu da oldum, ama gerçeğimi, gerçeklerimi nasıl unutabilirdim ki?

“On bir-on iki yıl önce olsaydı belki mümkündü, ama o zamanlar sen küçük abla olmayacak kadar bebektin, beni nasıl görür, ‘Senin olayım!’ derdin ki? Affedersin, ters ve yanlış söyledim, demek istediğim; ‘Deli mi, ne?’ diye avaz avaz bağıracağına(1) kesinlikle inanacağım o günlerde nasıl ‘Benim ol!’ derdim ki sana? Bunu bugün düşünmek bile aklımdan geçmiyor küçük abla...

 Hadi gidelim, yakınlarda iyi İskender yapan bir lokanta var, bildiğim, temiz, iyi ve hijyen kurallarına(2) uyan. Sever misin bilmiyorum, ama hoşuna giderse sonra bana ‘Allah razı olsun!’ demeni beklemeyeceğim, söz! Ama acele edelim, haydi gecikmeyelim!”

Tatlı bir andı yaşadığımız, geleceği düşünmeksizin, umursamaksızın.

“Yarınki yemek de patlıcan olsa keşke, ama bu sefer benim ısmarlamam şartıyla.”

”Vejetaryen(4) değilim, hissettiğin gibi. İskender, döner, her türlü kebaplar favorimdir, yerim, sebze yemeklerinin her zaman önceliği vardır indimde. Eğer yarın da sakatatı(4) olan, ya da parça etli bir yemek çıkarsa bir başka yere gideriz. Ama sen bu şehirde misafirsin, iznin yokmuş gibi anlamaya çalışıyorsam da, gönüllü olarak yanımda olmandan mutlu olurum. Tabldotu kontrol eder, dışarıya çıkmak için öyle karar veririz, ne dersin?”

“Bence kontrol etmeye gerek yok, yarın da ya gene patlıcan, ya da sakatat olacağından kesinlikle eminim!”

“Madem emrediyorsun abla...”

“Sadece arzuluyorum desem...”

Yine, yeni, yine, arkası kesilmeksizin diyebileceğim bir şekilde, ancak iki-üç günde bir, bir tanesini de bir hafta sonuna sığdırdığım bir yemek birlikteliğimiz olmuştu. Sözüm ona gözlerden uzak(2), fark edilmediğimi(zi) sandığım.

Bazen “Acele işe şeytan karışır!” derlerdi, sanki şeytanın sadece acele işlere müdahale etme zorunluluğu varmış gibi. Acele iş değil, ama bir genç kıza yemekler ısmarladığım hemen ulaştırılmıştı gereken yere ve gereken yerden de diğer gereken yerlere.

Akşam “Aile Meclisi(2)” sorgulamak ve hüküm verilmek üzere kurulmuştu, belki çocukların etkilenmemesi için, cici baba, yani hanımın babasının evine gelmem sitemli bir davetle, neredeyse emredilircesine belirtilmişti.

Karşımdaki meclisin tüm fertleri o kadar gürültülü, tatsız, hükmedici(1) ve incitici(1) bir şekilde konuşuyorlardı çoğunu anlamam, çoğundan çoğunu hazmetmem(1) zordu. Hem danışıklı dövüş gibi; “İdam kararım!” verilmiş, bavulum bile öncemden peşinen gibi hazırlanmıştı.

Sadece çağırılan çocuklarıma; “Benim uzun süreli bir seyahate çıkacağım” söylenerek elimi öpmelerine izin verilmişti. “Her hal ve şartta, her zaman, tüm içtenliğimle ve unutmamın mümkün olamayacağı bir şekilde sizi sevmeye devam edeceğim!” demem de verilen iznin ayrı bir boyutu idi.

Çocuklar ayrıldıktan sonra, çenemi tutmamın gerekliliği kalmamıştı;

“Ortada fol yok, yumurta yok(2)! Yaptığınız sadistçe, içten pazarlıklı olarak, önceden kurgulanmış(1), fırsat beklenen bir şike! Beni kovduğunuzu sanıyorsunuz, ancak ben yıllardır bu ‘Bozuk, yanlış ve kara düzenden acaba nasıl kurtulurum?’ diye düşünüyordum…

Siz beni kovmuyorsunuz, ben sizi terk ediyorum. Kararınızı nasıl şekillendirip uygulamayı düşünüyorsanız öyle uygulayın…

Bilemiyorum, ‘Mayanız, şeriatınız ne diyor?’, bir kadının ayrılma düşüncesi için, benim bildiğim “Hülle(8)” çözümü olmayan, benim asla geri kabul etmeyeceğim bir söz dizisi olacak, mal-mülk hiçbir şey aklıma getirmeksizin, hepsi sizin olsun…

Karım eğer ‘Geçinemeyeceğim!’ derse, çocuklarım için zorunlu olarak ödeyeceğim nafaka(4) gibi, anneleri için de nafaka öderim, devlet ne takdir ederse...”

Zurnanın zırt diyeceği(18) noktada idik, düşünmeksizin, ama sonucunu bilerek sözlerimi tartıp sıralamaya çalıştım, onların da dileği, isteği olacağı düşüncesiyle;

“Üç kez söylüyorum işte; ‘Boş ol! Boş ol! Boş ol!(8)’ Şeriata göre oldu mu? Sizlere, yasalar uygun görürse belirli bir süre sonuna kadar çocuklarıma sağlık, sizlere de aklınızdan ne geçiriyor ve diliyorsanız, aynını diliyorum, şu kadar misli demiyorum!”

Garip bir dünyaydı yaşadığımız, ama bilinen şey insanların saplantıları ve peşin hükümleri(2) idi. Oysa “Cahil âlim olmazdı, su taşımakla tekkeye, Müslüman mümin olmazdı gitmekle (camiye) Mekke’ye.(16)

Her ne kadar bunun değişiği yüzüme karşı ifade edilmiş olsa da, söze eklemek istediğim şey; örtünmenin de, hacı-hoca olmanın da insan olmaya yetmeyeceği idi.

Bavulumu alıp, bankaya yakın bir otelde kaldım o gece. Sabah Müdürden izin alıp, Müdüre ve Serap’a nedenini söylemeksizin işim olduğunu söyleyip ayrıldım bankadan.

Otelde devamlı olarak kalmaya param yetişmezdi. Belirli bir süre için, misafirhane, pansiyon, dayalı-döşeli bir ev veya kira sıkıntısından yakınan birinin evine ortak olmalıydım.

Sonrasında, aynı havayı solumaktan utandığım, ama çocuklarımı özleyeceğim bu kentten ayrılmayı düşünecektim. Türkiye’nin bir ucu da, öteki ucu da olsa atanacağım yere koşarak mutlaka ve mutlaka ulaşacaktım.

İsterdim ki orada Serap da olsun, gönül dostu(2) bir güzel olarak. Yaşlarımız, başlarımız neydi ki, nasıl iki sevgili gibi yaşamak, ya da onun benim eşim olmasını dilemek gibi bir görüşüm, düşünüşüm olabilirdi ki?

Arayışım ancak ikinci günün sonuna doğru tükenmişti. Üçüncü günün sabahı bankaya geldiğimde hazırlıklı olmamın mümkün olamayacağı bir sürpriz bekliyordu beni.

Serap; Staj süresini doldurduğu için “Görülen lüzum üzerine(17)” belki de istese, olamayacağı, olmasında tereddütler geçirilebilecek şekilde cici anne ve cici baba saydıklarının evine neredeyse bitişik olan bankaya asil memur olarak gönderilmişti, bilemediğim.

Bilmem de başlangıç için asla mümkün değildi, lüzum görenlerin müneccimlikleri gibi, Serap’ta şeytan tüyü olmasını(1) da aklımdan geçiremezdim. Onun şansı; ev sorununun olmayacağı, şanssızlığım ondan uzakta belki de onu bir daha göremeyeceğim burada veya ona ulaşmamın mümkün olamayacağı bir başka yerde olacağım idi.

Ancak ilerilerde, hatta çok ilerilerde olsa bile şansımı denememe de kimsenin engel olabileceğini düşünmüyordum, velev ki(2) o beni istemesin.

Tuzun bile koktuğu(1) bir ülkede idik ve kovana kimin çomak soktuğu(1) belli idi bence, ama neden? Bu; belki çocuklarımın babasız kalmamalarının temini için geri dönüşümün isteği, ısrarı olabilir miydi?

Kovulan bir insanın; “Tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer, kürkçü dükkânıdır!(18)” felsefesine yanlış bir gülümseyişi değil miydi umut? Hele ki, bir koz gibi, çocuklarımın özlemine dayanamayacağım düşüncesiyle bazı şeylere zorlukla katlanmaya devam edebileceğimi saygı noksanlığı ile düşünenler için. Geçmiş ola!

Serap’ın benimle vedalaşmadan, ya da içimdeki sese yakın olarak; “Vedalaşamadan” nereye gönderildiği benden saklanırcasına söylenmiyordu, bu da üzüntüm idi. Zoruma da gitmişti. Benim teselliye ihtiyacım, onun çekincesiz bir yemek yeme hakkının olduğunu çevremizdekiler neden anlamak düşüncesini yaşamamışlardı ki?

Çareler tükenmezdi, eğer insanlar niyetlerine sadık(4) iseler, bir şeyleri bulmak, yaşamak için muratları varsa ve inançlarını yitirmek gibi bir tereddütleri yoksa.

Düşünüyordum, öğrendiğimde, daha önce söylediğimi tekzip ediyorum(1), ülkemin neresi olursa olsun değil, onun olacağı yere isteyecektim tayinimi. Kim bilir belki aynı banka şubesinde çalışıyor da olabilirdik, yan yana meselâ, umut ettiğim gibi.

Umutsuz insan olamazdı, ben de yaşıma-başıma bakmaksızın umut ediyordum, umut etmeğe hakkım olmadığını, umutsuz olmam gerektiğini bile bile(19).

Bir gün bir mektup aldım, banka adresime, göndereni belli olmayan, ancak oldukça yüklü olduğu belli olan.

Serap'tandı...

Neden telefon etmediğini, neden bana ulaşmadığını, hatta zarfın üstüne olmasa da içine adresini yazmadığını anlayamıyordum, başlangıçta.

Başlangıcı; “Ağabey, sevdiğim” şeklinde idi.

Sonrası devam ediyordu;

“Benim yüzümden eşinle tatsızlık yaşadığına üzülüyorum. Tüm yasaklara karşın senden ayrılmamın benim için zor olacağını düşünerek seninle vedalaşmaktan çekindim.”

Sevgi dolu cümleleri sıra sıra dizili idi, çekinmeksizin, “Bunlar bana yeter!” şeklinde ve sonrasında nasihat bölümü(!) vardı;

“Bana yönünü biliyorum, sana sırtımı asla dönemem, sen de izin verme ve beni unut, karına, çocuklarına, yuvana dön, beni çocuklarının düşüncelerinde ‘Yuva yıkan bir kadın’ olarak gösterme yalvarırım!”

Daha sonrasında ise duygularına egemen olamaksızın, ya da şaşkınlaşarak gönlünden tüm geçenleri sıralıyordu art arda, daha önce yazdıklarını unutmuşçasına, başlangıcı hiç yazmamışçasına, sıraya sekiye aldırmaksızın(1), heyecanla, hicranla, hüsranla gizlemeye çalıştığı duygularla, gizlenmeye, saklanmaya çalışarak belki de tekrar yazdıklarını okumak için geri dönmek zahmetine katlanmaksızın, unutmuşçasına.

Tek cümlesi tüm yazdıklarının, ya da söylemek istediklerinin özeti gibiydi; “Annemi-babamı bilemedim. Anne-baba bildiklerimin sevgilerine doyamadım, ya da o sevgi doyurmadı beni. Ben senden öğrendim, elinin sıcaklığında, nefesinde ve dudaklarının göz kapaklarıma hükmedişinde…”

Saklamak arzusunda gibiydi kendini. İtirafının yeterli olduğunu, onu unutacağımı, ondan vazgeçebileceğimi sanıyor olsa gerekti. Herhalde zarfın üzerindeki postane damgasından kendini bulacağımı düşünmemiş olsa gerekti.

İyi bir, “Zehir Hafiye(2)” değildim, ama ara sıra çalışırdı kafam böyle şeylere…

Ve aklımda kalan “Sora sora Bağdat’ın bulanabileceği” idi. Hem buna gerek de kalmamıştı. Zarfın üzerindeki damga Serap’ın “Cici Anne, Cici Baba” dediklerinin yaşadıkları il idi, hiçbir yanılgı yaşama ihtimalim olmayan.

Söylemeyi unuttum, benim hayıflanarak(1) kahırlanarak(1) geçirdiğim süre içinde Serap’ın stajı bitmiş, kötülük yaptığını sananların zekâlarının kıtlığı ve fakat Serap’ın yetenekleri, görülen başarıları nedeniyle üstünün teklifi, yukarının uygun görmesi nedeniyle aynı yerde göreve başlamıştı, yani evinin bitişiğinde, o zamanlar içinde benim bilmem gerekenleri bilmediğim zamanda.

Gelen mektup üzerine tayinimi istedim, aynı şehire yolluk falan isteğim olmaksızın. Öncesinde de anlatmağa çalıştığım gibi yaşamakta olduğum bu şehir kimsesizliğim, yalnızlığım nedeniyle zor geliyordu artık bana.

“Bir süreliğine annenizle ayrı yaşamaya karar verdik, sonucuna katlanmak arzusuyla. Bu nedenle ben bir yerlere gideceğim, siz annenizle kalacaksınız!” dedim çocuklarıma vedalaşırken.

Onlar dışında, Allah’ın gücüne gitmesin, anneleri dâhil hiç kimseyi görmeksizin ayrıldım. Sanırım onların da beni görmek için istekleri olmasa gerekti.

Çünkü ayyuka çıkan(1) seslere önem vermeksizin kapıya gelip çocuklarımın isimlerini söylediğimde çocuklarım, yani yalnız ikisi çıkmışlardı, üstelik takkeli kıyafetleri ile ve içerilerden ulaşan seslere geri dönerek acilen katılmak arzusuyla gibi.

Muhammed’e şehirden ayrılacağımı herhangi bir nedenle haberdar olmam gerekirse bankaya haber vermesini ya da cep telefonumdan bana ulaşmasını tembih ettim.

Banka yakınındaki adını, sanını bilmediğim avukata her ihtimale karşı;

“Ne der ve ne isterlerse ‘He!’ de! İtiraz etme!” diyerek vekâletname(4) ve cep telefonu numaramı verdikten sonra, bir miktar da peşinat bıraktım masasına...

Uzun otobüs yolculukları, hele ki içinde nedenini bildiğin, hissettiğin, hatta yaşamakta olduğuna inandığın arzular varsa, yol geceleri daha da uzuyormuş gibi gözüküyordu ve çekilir gibi değildi.

Ama bugünkü koşullarımda başka türlü davranmama gerek yoktu. Çünkü zamanı takip etmek zorunluluğum yoktu, düşüncem; zaman beni takip etsin modundaydı.

Ben, bana inanıyordum, seviyordum bu küçük kızı, haddim olmayarak. Bunu engellemek için direnmekte zorluk çektiğim düşünceler, sevgimi pekiştiriyordu.

Otobüsten inince bir taksi tutup şoförün tarifi üzerine, PTT'ye yakın olan atamamın yapılacağını umduğum bankaya gittim. Belirli bir süre o banka ile diğer banka arasındaki süreyi hesapladım, önce adımla, sonra saniye ile.

Daha sonra da tretuvardaki ağaçları sayıp, cinslerini tahmin ederek ve ıslık çalarak “Lâm bir, lûm iki!(23)” diyerek dans modunda, geçenlerin şaşkın bakışlarına aldırmaksızın.

Bankanın açılma saatinin geldiğini hissedince, bankamatik önünde ekrana yansıyan görüntülerden yararlanarak gelenleri görme gayretini yaşadım. Umudum; bankamatikte işi olanların olmaması ve onun bu bankada görevli olması idi, yoksa otogardan ve bu bankadan uzak şubelere de gitmemin gerekeceği idi.

Aynı şansın Serap’ın da görevli olduğu bankaya ilişmesini dilemek herhalde bencillik olmasa gerekti.

Gözlerimin yanılmadığından emindim. Ancak cep telefonu denilen bir icadı o ana kadar neden akıl edip kullanmadığımın da sorgulaması içindeydim. İnsanın bazen dedikleri gibi; “Basireti bağlanıyormuş(1)!” demek ki, her ne anlama geliyorsa, şu an düşünmediğim?

Çocuklarım, banka personeli biliyordu telefon numaramı. Ama Serap biliyor muydu, mektup yazdığına göre şüphelenmem abesti, vermemiş olsam gerekti? Peki, ben onunkini biliyor muydum?

CV’sinden haberim vardı, ancak aklımda tutmak gibi bir başarım olmadığı gibi, böyle bir şey için ilerleyen zamanda, her nedense bugünü, bugünleri yaşayacağımı bilmediğim için ihtiyaç duyacağımı da düşünmemiş olsam gerekti.

“Serap!” dememle birlikte geriye dönüp bana sarılması, öpücüklere boğarken, “Ağabeyim! Sevdiğim! Canım!” gibi kelimeleri de arka arkaya sıralama gayretini yaşıyordu, yanındaki, yakınındaki aynı banka personelinin şaşkınlıklarına aldırmaksızın. Bir ara durakladı;

“Bekle ağabey!” dedi, şaşırmaksızın. "Müdür Beyden izin alıp seni evime bırakayım. Soyun-dökün-duş al, istirahat et! Ben izin alıp, öğlene gelmeye çalışırım, belki daha erken de gelebilirim. Sonrası Allah Kerim! Çok sevindim. Anlatmam mümkün değil!”

Elimde bavulum, bankamatik nöbetçi görevlisi gibi dikili kalmıştım, hayret dolu bakışlarla ilinti kurma çabası yaşamaksızın. Öyle ya, Serap’ın hayat hikâyesi ve yalnızlığı biliniyor olsa gerekti, kanıma göre.

O halde benim gibi bir yalı kazığını(2); “Ağabey, sevdiğim, canım” tarifinde olan kimdi? Nereden çıkmıştı? Hem yıllardır görmemişçesine coşkunca kucaklayıp öpücüklere boğduğu?

Sahi, ben kimdim, onun böylesine sahiplendiği, ama benim sahiplenme hakkım olmayan? Hani nimetten sayılacak ne özelliğim vardı, onu böylesine coşkunluğa sürükleyen?

Ve ben köhne(4) bir ağaç olarak onu sahiplenmek gibi nasıl bir düşüncedeydim, aklımdan bencilce geçirmişçesine, evi-barkı terk edecek kadar?

Geldiğinde, üstüne vazifeymiş gibi, ya da yorgunluğum nedeniyle yardımcı olmak arzusuyla bavulumu almak istedi, elimden;

“Olur mu güzel kız, ben seni taşıyacakken, sen bavulumu taşımaya niyetleniyorsun. Uzaksa evin, taksi çevirelim!”

“Yok aşkım! İki adım ötede, şu görünen apartmanın üst dubleks katı, Cici Annem, Cici Babamdan bana kalan!” diye fısıldadı, sanki birileri duyacakmış gibi, çekinerek.

“Aşkım?”

Tırmandık merdivenleri, kapıyı açtı, bilmeksizin diyeceğim bir şekilde diye özetlemem gerekir bir şekilde bu kez beni bir âşık gibi öpmeye çalışırken, muhtemelen ayakkabılarını giymek için oturduğu tabureye çökercesine oturdu, iki büklüm(2) gibi.

Ne biraz evvelki dudaklarıma yönelmek, ne karşılaşmamızdaki tezahürat vardı sözlerinde, ne de birikmiş öpücükler…

Evet, dudaklarında birikmiş bir şeyler vardı, ıstıraplı bir ısırış, ıhlamak(1) gibi bir ses, gözlerini kırpıştırma ve karnıyla göğsü arası, sol alt bölgeyi bir eliyle ovuştururken, sol elini sallar gibi sırtından kulunçlarına doğru okşarcasına düzeltme çabası içinde idi.

“Neyin var, bir tanem?”

“Bir şeyim yok, daha önce de olmuştu, geçer şimdi?”

“Hemen hastaneye gidiyoruz, soyunup dökünme lütfen!”

“Peki, çantamı al yalnız!”

Kucakladım, merdivenleri nasıl arşınladığımın(1), nasıl taksi bulduğumun farkında değilim.

Başında durmak isteğime rağmen Acil Servisten dışarı kovaladılar beni! Bir doktor ve hemşire grubu çeşitli alet, edevat ve takılarla, oksijen, serum verme, özellikle kan almak ve gereklilikleri vermek için damar yolu açma gibi etkinliklerde bulunuyorlardı.

Sakinleştirici ilâç verildiğini, ya da seruma eklendiğini sanıyordum. Dolaysıyla bunun idrar tetkiki olabileceğini de düşünüyordum. Ondan sonrası muamma(4) idi benim için.

Ne kadar süre kukumav kuşu(2), gamlı baykuş(2) gibi kanepe tepelerinde yer değiştirerek tüneklediğim hatırımda değil. Bir doktor dikildi başıma;

“Endişe edilecek bir durum yok, diyebilirim içtenlikle. Kalbinde iki damar tıkalı çıktı, % 70 ve % 40 olarak. Şu anda anjiyo(4) safhasında eşiniz. Damarın az tıkalı olanını balonla patlatıp açacaklar. Ancak öteki için stent(4) tercihinizi belirtmeniz gerek!”

“Ne gibi?”

“Biri kuvvetlisi, diğeri zayıf iki stent var, bedelleri de ona göre ve zayıf olanın bedelini sosyal kurumunuz ödemekte, kuvvetli olanda da bir kısım sıkıntılar olabilir, azımsanmayacak ödemeniz gereken fiyat farkı gibi!”

“İyisi, kuvvetlisi hangisiyse onu uygulayın, ya da kullanın, hemen, her neyse, lütfen!”

“Söylediğim stenti uygulayın lütfen!” dedi telefonunu açan doktor karşısındakine kısaca.

“Diğer damarı balonla halledecek arkadaşlar, birkaç gün misafirimiz olacak Serap Hanım. Sonra da rızasının olması gereken sinek ısırığı(2) gibi bir laparoskopi(4) denen bir operasyonla apandisitinin çaresine bakacağız, üzüntü vermeksizin...”

“Ona bir şey olmasın doktor, yaşayamam ben. Ne masraf giderse gitsin, umurumda değil, yeter ki Tanrının iyiliği ve yardımlarıyla onu bana bağışlayın!”

Daha başka ne kadar zaman tükettiğimin farkında değildim. Fark ettiğim sadece akşamın karanlığı, gecenin ışıkları idi. Gurka yatmış bir tavuk gibi boş gözlerle gazete sayfalarında, cezalı bir öğrenciden sadece tek ayakla durmak dışında farksız yaşıyordum!

Sonra bir hemşire geldi yanıma; “Eşinizi görebilirsiniz!” müjdesiyle.

Tanrı, önce doktora söyletmişti, sonra hemşireye "Eşiniz!” dedirterek. Nasıl bir davranışta bulunmuştum ki Serap’ı bana eş olarak yakıştırmışlardı, mutluydum!

Telâşla, heyecanla takip ettim hemşireyi…

“Nasılsın bir tanem?” dedim kurulmuş bir gramofondaki kırık bir plâk gibi.

“İyiyim ve yaşamımı, tüm varlığımı adadığım sana borçluyum. Ya başımda olmasaydın, ya kalbine doğmuş gibi gelmemiş olsaydın?..

Oysa ben sana ve çocuklarına yaşadığınız en büyük kötülüğü yaptım, eşinden, çocuklarından ayrılmana, uzaklaşmana neden olarak...”

“Bir kere bu düşüncenin yanlışlığını vurgulamama izin ver, sen bizim ayrılmamıza değil, gitgide tükenmekte olan saygımızın farkına varmamızı sağlayarak, eşimin de, benim de bunalımlı bir yaşamdan kurtulmamıza neden oldun…

Aslında çok önceden söylemem gerekti, ben yanında olmasam bile sen akıllı, zeki, tuttuğunu koparan yaşı küçük olsa da kocaman bir beyni olan ve onu verimli bir şekilde kullanan genç bir kızsın…

Bu nedenle ayakta kalıp, rahatsızlıkların için çözüm üretebilirdin. Hatan öncesindeki ilk belirtilere ilgi göstermemiş olmana rağmen. Ama rahatsız olduğun anda, Tanrım başında olmam imkânını yarattığı ve yaşattığı için bundan gizli bir sevinç duyduğumu da söylemem gerek!”

“Başka söyleyecek bir sözün yok mu; ‘Bir tanem!’ demek dışında, yarım kalmış bir eylemi tamamlamak gibi!”

“Canımdan çok sevdiğimi söylemek ve özlemle öpmek gibi mi?”

“Neden olmasın, öpeceğin kadardan daha da iyiyim hem!”

“Söyleyemem belki. Ama ispat edeceğim, senin için cennetten bile vazgeçerim, senin sevgine lâyıksam, lâyık olabileceksem cehennemi kendim için bir armağan, ödül olarak düşünürüm(24)

Yanında tüketeceğim her an için sana kul-köle olurum, ibadet ederim sende Tanrıya ve tükenmekse sadece senin için tükenirim. Vazgeçmekse sadece senin için vazgeçerim yaşamdan. Yani ölmemi istersen; çiğnemeni, tekmelemeni beklemeksizin ölürüm. Tanrım ve sen şahidim olun!”

“Tek cümle diledim, dünyayı da ahreti(4) de dillendirdin. Ben seni sevmeyip de kimi sevecektim ki? İyi ki çıktın karşıma, ama nedense evini, eşini terk ettiğin, benim yüzümden çocuklarından ayrı kaldığın için bir kanadım kırık!”

“Şairin dediği gibi, kanadını kırmadım, ama kanatlarını ben kopardım, seni melek gördüğüm için benden kaçıp gitme(25), diye…”

“Seni canımdan çok seviyorum!”

“Ben de seni canımdan çok seviyorum ve sensiz bir yaşam asla geçmiyor aklımdan!”

“Çok hırpalandın, çok yoruldun bugün, gece boyu yolculuk yaptığın için de uykusuzsun, git, dinlen ve sabaha dinlenmiş olarak görün bana!”

“Seni üzmemek için gideceğim, yoksa ne yorgunluk hissediyorum, ne de başka bir şey, yanında olduğumda. Dizlerinin dibinde nefesini hissetmek her şeye bedel, benim için. İzin ver, lütfen!”

“Dışarı! Yoksa dışarıdaki hemşireye ve özellikle Kırkpınar Pehlivanı gibi olan hastabakıcıya söylememi ve seni attırmamı istemezsin değil mi? Ancak bir şeyi unutmamanı öneririm, çabuk iyileşmem için!”

“Maksat anlaşılmıştır, yeterli olacağını sanmıyorum, ama seni ilk kez sevenin, âşığın olarak öpebilir miyim, eğer yanlış anlamadımsa...”

“Ben kaç zamandır bunu düşlüyorum, biliyor musun?”

“Nefesinle anlat!”

“Gel sarıl bana koca bebek ve öp beni, veresiye gibi değil ama. Tecrübesiz bir bene öğretir gibi, unutmayıp bundan sonra seni öpmem için, yani bütünleme sınavına kalmayacak gibi!”

Öptüm onu yaşamımdan bir saniye bile eksilmeksizin ve itekledi beni, soluksuz kalmışçasına.

“Sağ ol! Bu dermansız halimde hemşire ve doktorlardan çekinmeksizin, öğretircesine nefessiz bıraktığın için. Ama hadi beni dinle, git artık. Eksiğini yarınlarda tamamlarsın, öğrenmek için çok zamanım/ız olacak, gayretli ol, benden sana söz…”

Yarınlar birbirini takip etti. Bankadaki arkadaşlarının ziyaretleri ile apandisit ameliyatından sonra sağlıkla evimize geldik. Evimize dememde sakınca olmadığını düşünüyorum.

Yaşadığımız en önemli olay, Serap'ın bankadaki arkadaşlarının bizim ağabey-kardeş değil, iki sevgili olduğumuzu bilmeleri idi. Gerçi hastanedeki herkes bizi-karı-koca biliyordu, sosyal güvenlikle ilgili tüm ödemeleri karım(!) yapmasına rağmen. Katkı paylarının ise esamisi yoktu, hal-hatır sorulamazdı!

Ben ki başı bağlı, nasıl gider isterdim ki kendisini kendinden; “Benim ol!” diye. Medeni Kanundan nasıl sakınabilirdim ki, “Şeriat şu kadarına kadar izin veriyor!” diyerek. Bunun bir çözümü olmalıydı, ama karım benden boşanmazsa, nasıl?

“Kul sıkışmayınca Hızır yetişmezmiş!” Ama böyle bir yetişme aklımın ucundan geçmez, dilemezdim de. Yıllık iznim bitmiş, bitmek üzere idi. Aynı evde yaşayan, birbirini seven insanlar olarak karı-koca değildik! Serap henüz başlamıştı göreve. Arkadaşlarının soran bakışlarına, sözlerine içtenlikle cevap veriyormuş;

“Evet onu seviyorum, ama o evli-barklı, çoluk-çocuklu, bir yuvayı yıkarak, yasaları umursamaksızın, karısı olmak istiyorum ve fakat bir imamın görücüye çıkmış gibi değil. Bu nedenle hissetmeyi arzuladığınız anlamda aramızda bir şey yok! Bana kalsa ben hemen doğurmak isterim çocuğumuzu, ama o, ‘Benim olmadan, seni sahiplenemem!’ diyor, her akşam pikesini alıp salonda sabahlıyor…

Bugün yarın da şehrine, belki de evine geri dönecek, ben bunu bilmiyorum ve yaşadığım hüznü kimsenin de bilmesi, mümkün değil!”

O güne kadar aranılmakta suskun, aramakta coşkun olan cep telefonum, ilk kez çalmıştı, gıybet etmek doğru değil, ama annelerinin despotlukla(4) yönlendirdiğine inandığım büyük oğlum Muhammed’di arayan, kırgınlıkla ve sitem yüklü olarak, sorarcasına;

“Efendim oğlum?” dedim.

“Annemi kaybettik baba. Cenazesi yarın öğle namazında kalkacak, her neredeysen yetişirsin, diye haber vermek istedim, hissettiğim kadarıyla ayrı yaşıyor olsanız da!”

Sevinmek mi? Asla! Yakışmazdı bana. Ama üzüldüğüme de içtenlikle kimsenin inanması beklentim değildi. Ancak 10-11 yıla sığdırma gayretini yaşadığımız serüven için de çocuklarımın anneleri olarak haksızlık etmem mümkün değildi, asla.

Her şeyi olduğu gibi bırakarak Serap’a iki satır bıraktım;

“Acilen dönmem gerek! Tıpkı bir serap gibi...

Ancak en kısa zamanda geri döneceğim. Sevdiğin!”

Bu kadar kısa idi mesajım ve her ihtimale karşı cep telefonumu kapattım. Çünkü merak edecekti ve benim bilmeden, öğrenmeden bir şeyleri ona aktaracağımı düşünmesi yanlış bir düşünce olacaktı gibime geliyordu...

Olay, çocuklarımın ve yaşayanların anlatışlarına göre korkunçtu. Çünkü musalla taşlarında(2) ve sehpalarında (herhalde seki demem gerekti) mahallemizin alışkın olmadığı altı cenazenin tabutu sıralanmıştı, dördü kadın, ikisi erkek.

Yaz ortasında “Hu!” ayini yaparken mangala attıkları ot ya da kokular mangalın közünü(4) kapatarak zehirlemişti ayine katılanları. Çocuklar o gün babaannelerinde ve oyunda olduklarından, katılanların diğer bir kısmının ise ciğerleri sağlam olduğundan kurtulmuşlardı.

Ancak kaderin cilvesi(2) olsa gerek bohça gibi sarınmış çocuklarımın annesi, anneanneleri, dedeleri ve iki kadın ile bir yaşlı adam da kurtaramamışlardı kendilerini, ya da Tanrı “Hu!” çekmelerinin mükâfatı(!) olarak onları yanına almayı uygun görmüş olsa gerekti!

Anlatanların tasavvurları da benim düşüncelerimden farklı değildi; “Allah'ın işine karışmak gibi olmasın ama...” parantezine sığdırarak söyledikleri; “Abdestlerinde, namazlarında zikrederken(8) öldüler, mutlaka cennettedirler şimdi idi!”

Hiç de umurumda olmayan tüm servete sahip çocuklarım başsız olamaz, başsız kalamazlardı, kısa bir zaman içinde Cici Anneye alışmalarını da bekleyemezdim. Ayrıca bu can sıkıcı, acı ve tatlı hatıralarıma egemen muhit benim yaşayacağım muhit olma hakkını çoktan yitirmişti.

Ve ben bu nedenle Serap’ın yaşadığı ile tayinimi istemiştim, umutluydum!

Bana göre çözüm; alternatifleriyle birlikte çok ve mümkün gibi görünse de, ben çözümleyemiyordum. Akıl yaşta değil, baştaydı, sevdiğime danışmalıydım, hem hemen karım olması dileğimi ekleyerek.

Ancak eşini kaybetmiş, boşanıp boşanmadığı bile belli olmayan bir adamın, hemen evlenmesi uygun ve mantıklı olabilir miydi, uzun zamandır ve bilmem kaç kilometre uzakta olsam dahi (Kadınlar için önemli olan “İddet Müddeti(8)” kendi için geçerli değildi elbet!).

Muhtemelen cinayetle bile suçlanabilirdim, bozacının şahidi şıracı olacak(26) bilgi ve belgelerle şüphelenilebilirdi benden!

Ki memleketim şartlarında bu, bu şekilde gayet doğaldı. Çünkü kendi ilinde, yani memleketinde olan bir parlamentere(4), parlamento(4) civarında aşçılarla suikast plânlanmıştı ya! O örnek, benim durumum da pek farklı olabilir miydi?

Üstelik tam altı kişinin katili olarak idam cezası olmadığına göre ömür boyu hapsedilebilirdim, Serap da, çocuklar da ortalıklarda kalırlardı, Allah korusun!

Yaşam düzenimi kurmam çok zordu, hem hepimiz adına tek sorumlu olarak. Yaşlı olup kendilerine bakmakta bile zorluk çeken, bu nedenle bir hizmetliyle gece-gündüz beraber olan anne ve babamın çocuklarıma bakacaklarını düşünmem bir hayaldi.

Bir bakıcıya çocuklarımı emanet etmek ise akılımın ucundan geçmezdi, başlarında durabilecek olsam bile bu, ne kadar güvenli olabilirdi ki? Serap’la, üstelik mantıksız olarak düşündüklerine inanmak zorunda olduğum çocuklarımın annelerinin katili şeklinde yorumladıkları ile aynı evde yaşamaları da mantıklı değildi.

Galiba doğrusu, eğer Serap da uygunluğunu onaylarsa onun olduğu yerde hep beraber yaşamaktı. Buna; ben ve Serap baş başa karar veremezdik. Psikolog, psikiyatr(27) ve en önemlisi bu uzmanların nezaretinde çocuklarıma sormalıydım.

Annemin-babamın birer ayaklarının çukurda olması sorun değildi, ağabeyim ve yengem ne gerekiyorsa ilgilenirlerdi onlarla, hele ki malda mülkte gözüm olmadığını hissettirirsem yengem koşa-koşa, ayakları poposuna vurarak gelir, 24 saat ilgisini eksik etmezdi, annemden-babamdan.

“Sanırım” dememin oldukça doğru olacağını düşünüyorum, kadıncağızın günahına girmek istemem, ama velev ki; “Kendi çocuklarının yanında benim çocuklarımın bakımını da üstlensen, yani, ha, mümkün olur mu acaba?” deseydim?

Çocuklarımın annelerinden kalan haklarını gasp ettiğimi(1) de hissettirseydim, yengem galiba kendi evi ile birlikte diğer iki eve de yetişirdi gibime geliyordu.

Gene de yengemin arkasından konuşmak, gıybet etmek gibi düşüncem için Tanrının merhametine sığınıyordum.

Danıştım, konuştum, konuştum...

Bazen “Nuh deyip, peygamber denilmeyen” sözlerle bazen çözümsüzlüğün olmadığının ikna edilmesi tavırlarla karşılaştım. İkna olmamak için direnmeler yanında, yumuşamamak dirençleri de gözden kaçmıyordu çocuklarımın.

Bunun en önemli nedeni, belki de annelerinden ayrılmamızın, kesinlikle boşanma ile sonuçlanacağının aile fertleri tarafından, karımla birlikte yaşayıp evimizden hiç ayrılmayan dede ve nine de aile fertleri olduklarından söylendiği, anlatıldığı, en basitinden çocuklarımın kulaklarına kar suyu kaçırıldığı(1) idi.

Bu kar suyunun çocuklarımın kulağına kaçırılması çabasında annelerinin katı bir davranışı olacağını sanmıyordum. Çünkü o kadar yıllık, çocuklarına, babasız kalmalarına yüreği elvermeyecek kadar düşkün bir kadındı.

Muhtemelen aramızdaki “Boşanma” sözüne rağmen çocuklarımın başına geleceğimden, beraber olacağımızdan ümit vardı yahut da vakti geldiğinde açıklamak için kendisine bir mehil tanımış(1) olsa gerekti.

Bunu bilmem asla mümkün değildi ve olamayacaktı da. Dolaysıyla çocuklarımı boşanmış bir anne-babanın değil, annelerini kaybetmiş bir babanın çocukları olarak düşünmem normal olacaktı.

Mademki ayrı yaşadığımızdan başka bir şey bilmiyorlardı, mademki ölüler konuşamazdı(28), o halde benim de ağzımı açmama gerek yoktu.

Birkaç gün için çocuklarımla ilgilenen yengem için aldığım, haşmetli(4) diyebileceğim bilezik onun için yeterli olmamış ve kocacığının evine dönmüştü! Çocuklarım her gün lokantaya gitmekten, ya da eve gelen fast food(2) tipi menülerle beslenmekten bıkmışlardı.

Üstelik “Hu!” çekilen bir dünya dışında bir başka desenli dünyanın da olduğunu anlatmamdan dolayı, potur(4) yerine pantolon, takke yerine şapka olduğundan haberdar olmuşlardı (bir bakıma).

Normal bir şekilde yaşamama engel olan, eğitimlerine devamlarına çeyrek kala bir zaman dilimini tüketiyorduk beraberce, yaşadığımız zannıyla, çaresiz. Tayin isteğimle ilgili bir haber çıkmaksızın devam ediyordum bankadaki rutin işime.

Elim böğrümde, bir başka şehirde her gün konuşmamıza rağmen birinin daha eli böğründeydi. Zorlanarak yaşadığım şehre, ölü kokusu sinmiş(1) eve “Gel!” diyemezdim ona.

Çocuklarımı da bilmeksizin, görmeksizin, tanıştırmaksızın, ben olmaksızın okullarına devam etmelerinin gereği için gönderemezdim. Bu hem angarya, hem de çocuklarımın uyuma yönelmiş psikolojilerinin bozulmasına neden olabilirdi.

Bu zamanı değerlendirmem için daha önce aklımdan geçtiği gibi bir psikiyatra danışmalıydım, danışmalıydık...

Çocuklarım da, ben de, Serap da yapmamız gerekenler için destek aldık. Bilgilenmemiz, öğrenmemiz gereken, davranış ve sözlerimizin neler olması gerektiğini öğrendik. Konular anlaşılmış, ortam şekillendirilmiş, sadece gereken zamanda sadece ivme gerekecekti(1).

Psikiyatr ve psikologların bana söylediklerini özetlemem gerekirse, aklımda kalanlara göre şöyle sıralamam mümkün;

Çocuklara mecburiyet değil, dileklerimizi sunum olarak iletmemiz gerekliydi. Bunu gerçekleştirecektim aklımdan geçirdiğim, falso yapmayacağıma(1) inandığım bir anda, meselâ plânıma göre onlara yolda anlatmam doğru olacak gibiydi kanımca.

Benim yaşadığım muhtemelen; yalnızlığımın sonlanması isteği ve çocuklarımın sorumluluklarını tek başıma kaldıramama zorluğu olabilirdi. Ancak bunu da çocukların hemen kabullenmesini beklemek doğal olarak yanlıştı.

Evlilik kararı alacaksak bu bizim için, kendi hayatımızla ilgili bir karardı ve benim, hatta bizim bunu çocuklarımıza uygun bir şekilde biz bize iken sessiz, sakin bir ortamda açık, net ve doğru bir şekilde söylememiz gerekliydi.

Ve bunun için çocuklardan izin almak gibi bir düşünce; hem bizim egemenliğimize bir baskı, hem de onların yaşlarına uygun olmayacak sorumlulukların yüklenmesi gibi bir şey olabilirdi. Ayrıca çocukların bizimle ilgili gerçeği öğrendikten sonraki tepkilerine bizler hoşgörüyle katlanmalıydık.

Serap’ın da, benim de yapamadığımız şey, bir arada olamadığımız için çocuklarla Serap’ın gerekenden önce tanışmalarını sağlayamamaktı. Güven, sevgi ortamı zorlayıcı bir şekilde yaratılmamalıydı.

Doğal olarak çocukların başlarına geçecek bir anneyi hemen kabullenmeleri mümkün değildi. Elbette ki yaşanabilecek sorunlar olacaktı, bunun da ilâcı zamandı. Ancak çocuklara sevgi konusunda eksikliklerin olmayacağı hem baba, hem de anne adayı tarafından defalarca olsa bile dayatmaya çalışılmalıydı.

Çocuklar her iki taraftan da sevgi konusunda doyurulmalı, ilişkiler doyurucu olmalıydı. Çünkü çocuğun böyle bir durumda yaşayacağı etkilerin bir kısmını karşılama ihtiyatsızlığı oluşabilirdi. Şöyle ki,

Çocuk yıkıcı, yıpratıcı hareketlerde bulunabilir, yeme ve uyuma sıkıntısı, ya da bozukluğu çekebilir, öfkelenebilir ve bu anında ne yaptığını bilemeyebilir, içine kapanıp sessizleşebilir, okula başladığında yeni arkadaşlarına uyum göstermekte gecikebilir, hatta bu arada arkadaşlarına zarar verebilir, hatta ve hatta derslerinde gerileme olabilirdi.

Anneyle birlikte yaşayan erkek çocukların, annelerinin başında olmaları nedeniyle kendilerini evin erkeği gibi görmeleri doğaldı. Dolaysıyla yeni gelecek olana, ya da gelene karşı çocukların huysuzluk, öfke, düşmanca gibi tavırlar sergilemelerini, güvensizlik hissetmelerini, yakınlaşmamak için direnmelerini, yanlışlık olarak görmemeliydi.

Yeni yuvanın kurulmasıyla çocuk(lar) kendilerinin bir kenara itilmesi, eskisi gibi sevilmeleri konusunda tereddütler yaşamamalıydı ki bunda en büyük görev babaya düşmekteydi, bunun için de çocuklarla kesin yargıları belirleyecek cümleler kurulmamalı, hareketler yapılmamalıydı.

Birbirini tanımak, anlamak ve kabul etmek zamana bağlıydı. Anne adayının (yani Serap’ın) “Sizden beni hemen kabullenmenizi, sevmenizi isteyemem, siz beni, ben sizi tanımıyorum çünkü. Birbirimizi tanıyalım ki, yapmamızı gerekenleri bilelim!” şeklinde konuşması yararlı olmaktadır. Dolaysıyla; “Her şeyden önce iletişim önemlidir!” denilebilir. Bunun için yeni annenin, asıl anne öldüğüne göre belirli zamanlarda, örneğin en basitinden ölüm yıldönümlerinde çocukların annelerinin mezarlarını ziyaretlerine özen göstermelidir.

Çocukların ölüm olayında en çok etkilenen birey olduğu göz ardı edilmemelidir(1). Bu durumda baba, anne adayı, hatta çevre olağandan fazla dikkatli olmalıdır.

Aklımdan geçen, hissettirmeden Serap’la nikâhlansak, acaba eş durumundan onun olduğu şehre nakil olabilir miydim? Yoksa madem eş durumu, “Al sana eş durumu” denip Serap’ı kurulu düzenini terk edecek şekilde benim olduğum bankaya yönlendirirler miydi? Riskti, yanlıştı, ikimize göre de. O halde beklemek şarttı, ikimiz için de.

Bir gün bankada, Serap’ın tayini ya da ayrılışını müjde gibi ileten müdürün yardımcısı arkadaş elinde bir kâğıtla yanıma yaklaştı, bu kez müjde vermesinin mutluluğunu yaşayamıyor gibiydi, imalı bir şekilde;

“Tayin emrin çıktı, gözün aydın! Artık nikâhına davet etmeyi unutmazsın!”

“Böyle bir şeye hakkınız var mı?” demekten son anda vaz geçtim, bu; elinde koz olan, yanlışlığı nerede yaptığından, yapacağından habersiz kişilerle uğraşmamak en iyisi idi.

Avukata uğramayı ihmal etmedim;

“Hepsi annenin ak sütü gibi helâl olsun. Boşanma yok artık! Ek masrafların olduysa, söyle hemen ödeyeyim!”

Yokmuş!

Hemen ilgilendim tayin emrimle ilgili olarak, gecikme arzum yoktu. Sadece çocuklarımı ikna etme moduna girmem ürkütüyordu beni, psikiyatr ve psikologların yaptığına inandığım yönlendirmelere rağmen.

“Bu ev acı hatıralarla dolu çocuklarım, size anlatan ağabeylerin ablaların söylemeye çalıştıkları gibi. Hem öncesinde biliyordunuz, muhtemelen çevreniz gibi annenizin de bir süreliğine de olsa ayrı yaşama kararı verdiğimizi. Serap’la tanıştığımı da ben söylemek isterdim, ama sizinle sohbet eden abla-ağabeyler kendilerinin söylemelerinin doğru olduğunu ifade ettiler...

Serap bana göre iyi bir kız. Asla anneniz olması, annenizin yerini alması, annelik taslaması mümkün değil. Ama iddiam o ki; Serap size annenizin baktığı kadar bakar, annesizliğinizi unutturmaya çalışır. Biraz süre vermenizi bekleyeceğim sizden, sonrasında siz ne derseniz o olur, olacaktır da!”

Sessizdiler, sanırım gereken ivmenin sırası idi;

“Ne dersiniz çocuklar? Çantalarımızı hazırlayıp, ilk kez binmekten hoşlanacağınız uçakla size söylediğim şehrin yakınına, sonra da Serap’ın evine gidelim mi?”

Çocuklarımın benim aktardığım sözlerim, yaşadıklarım, düşüncelerimin ve anlatışlarımla ilgili olarak aralarında neler konuştuklarını bilmiyordum, ama çantalarını kitaplarını hazırlayarak odadan çıktıklarında, “Kalanları daha sonra sen getirirsin baba!” diyerek elime sevgi ile dokunmalarından, kucaklayıp öpmelerinden anladığım kadarıyla inancım o ki; ıstırap çekmeyecektim, daha doğrusu çekmeyecektik.

İçtenlikle söylemeliyim ki; evden ayrıldığımızda, anneleri yaşadığı için umursamaz gibi göründüğüm şey, şimdi zorunluluğum olmuştu. Gerçekte çocukların sevgi konusunda ihtiyaçlarını hiçbir şey umursamaksızın o kasvetli(4) ve cenaze evinde tek başıma halledemezdim. Bunu düşünmemin bile altından kalkamazdım, güçlü-kuvvetli bir hamal, en gerçekçi bir deyişle; “Baba olsam da…”

Ne kadar olsa bir acıyı arkalarında bırakmışlardı, ama kem-küm etmediler(1). Evin anahtarını babamın, annemin hizmetlisine bırakıp ilk uçakla yöneldik, yeni bir yaşama başlayacağımızı umduğum şehre.

Uçakla giderken sordum;

“Serap’ın size ne demesini istersiniz?”

Sustu ikisi de.

“Peki, siz ne demek istersiniz ona?”

Gene sustular.

Aslında bu davranış benim değil psikolog ve psikiyatrın önerdiği bir davranıştı. Onlar Serap’ı getirmemin değil, çocuklarımı ona götürmemin yararlı olacağını ifade etmişlerdi.

Ve özellikle çocuklar açısından çevrenin düşünceleri yaşadıkları yerde de, yaşayacakları yerde de önemli değildi.

Serap’a bir nebze bahsetmiştim ve o en can alıcı sözü söylemişti, telefonda;

“Onlar benim canlarım, kuzucuklarım olacaklar. Annelik yapmam için onları ille de doğurmuş olmam şart değil. Ben onların beni ‘Anne’ olarak kabullenmelerini de asla beklemem, bekleyemem. Onlar kendi annelerine ait, ama benim de onlara fiziksel olarak da olsa annelik yapmama arzulu olmalarını beklemek isterim, zorla ve hem hemen değil, isteklerince ve zamana yayarak...

Sözlerini noktalamak istemediğinin farkındaydım, devam etmesini bekledim, sessizliğimde;

“Saklamaksızın söylemek isterim ki, benim de anne olmak hakkım ve arzum var. Eğer çocuklarımız hoşgörüyle karşılarlarsa ben de bizim çocuğumuzu, onların da kabulleneceği kardeşlerini doğurmak isterim. Sadece üçüncü kardeş değil, Allah nasip ederse bir dördüncüsünü bile…

Benim ilk evliliğimle ilgili gerçekleri ve yaşadıklarımı biliyordu, kendisinin şehirden uzaklaştırılmasına neden olana kadar.

Çocuklarımın uygun görüşlerini hissedersem Serap’la evlenip ömür boyu mutlu olacağıma inanıyordum. Muhammed ve Mehemmed gibi sahip olmayı dilediğim çocuklarımızın da bu mutluluğa ekleneceklerine inancım sonsuzdu. Çünkü bebelerimin hepsi benim olmayan evde değil, biraz ileri bir zamanda bizim olacağına inandığım Serap’ın evinde olacaklardı, tepkilerinin makul ve mantıklı olacağı(1) inancımla.

Bu konuda düşüncelerimi, aldığım ders ve önerilere göre annelerinin, daha bedeni toprak olmaya başlamadan önce anlatmaya, şekillendirmeye çalışmak bencillik, acelecilik, yanlış olabilir gibi görünse de başka bir şey düşünemiyordum beraber ve birlikte yaşantımızla ilgili olarak.

Boşa geçirdiğimi düşündüğüm süre içinde Serap tek başına, kendi düşüncesine göre yön vermeye çalışmıştı evine, belki arkadaşlarından, belki komşularından destek alarak.

Evin iki odasını belki içindekileri apartmanda kendine ayrılmış ardiye ya da depoya kaldırarak kendi zevkine göre hazırlamıştı, muhtemelen çocuklarımın da beğeneceği umuduyla. Karyolaları, çalışma masaları, kütüphaneleri, duvar saatleri hatta terliklerine kadar.

Çocuklar bu ilk karşılaşmadaki tezahürat, davranış ve görüntülerden mutlu olmuşlardı. Hele ki yemek masasının kendileri için sevdiklerine göre donatılmasından.

Ancak etkilendikleri ilk konunun Serap’ın “Canlarım, kuzucuklarım, öksüzlerim!” diye sarılması, belki aldıkları terbiye dolaysıyla Serap’ın davranışlarına istemeyerek de olsa cevap verme gayretleri idi.

Soyunup dökündüler, kura ile sahiplendikleri odalarda. Yüzlerinde fark edilecek bir kahır vardı, tebessüm etmek yerine. Duşlarını aldılar, kendilerine has havlularla, ayrı ayrı.

Tarif etmeme rağmen kendine güvenemediği için iç çamaşır, zevklerine uygunluğu konusunda tereddütleri olduğu için de gömlek, tişört gibi şeyler alamamıştı Serap. Bütün bunları ben yüklememiştim omuzlarına, “Desteğin gerek!” diyerek kendi yüklemişti.

Dolaplarındaki ve üstlerindeki eksikliklerin bir kısmını özellikle bıraktığım, onları da çocukların istek, arzu ve dileklerine göre beraberce alıp yapabileceğini, yerlerine koyacağını anlattı, çocuklar masaya oturmadan evvel ve katkıda bulunma isteğimi duymazlıktan gelme gayretini yaşamıştı. Taksitle aldığını ilerleyen zamanda öğrenecektim.

Masaya oturduğumuzda ilk kez konuşma gayretini hissetti Serap, çocukların karşısında. Bu; muhtemelen psikoloğun kulağını çektiği bir söz dizisi olsa gerekti;

“Tekrar hoş geldiniz! Siz kabul edinceye kadar ben babanız için hiçbir şeyim. Ama izin verin, babanız dışarılarda kalmasın, misafir odasındaki kanepeyi onun için hazırladım. Annenizin yerini asla tutamam, buna hakkım da, iddiam da yok! Sadece sizlerin iyi yaşamanız, tahsilli, iyi ağabeyler olmanız için her türlü gayreti göstereceğimden emin olun…

Beni abla, kardeş, bir yakın olarak kabul edin, lütfen!”

Bir süre dinlenmesinin yararlı olacağı inancıyla susar gibi yapıp devam etti, herhalde psikologdan aldıklarını hatırlama modunda olsa gerekti;

“Bana; ‘Anne, cicianne, hanımanne’ gibi bir deyişinizi beklentim yok sizden. İçinizden ne geliyorsa onu deyin, ya da demeyin, beni kabullenip isteyeceğiniz ana kadar sabırlı olacağım. O anın geldiğine inanırsanız ki, bunu içtenlikle umut etmemi bana bağışlayın lütfen, bunu babanıza söyleyin…

Ben aklım başıma geldiğinden beri gördüğüm babanızın da beni görmesi dileğini yaşayacağım, rızalarınızla. Hiçbir konuda ısrarcı değilim, sadece sizi sevdiğimi, hep seveceğimi bilin...

Çünkü yaşamda değer verdiğim tek insanın eserlerisiniz sizler. İlerleyen zamanda gene de konuşuruz. Haydi, biraz soğumuş olsa da yemeklerinize başlayın, afiyet olsun gençler!” dediğinde sanki ben yanlarında yoktum…

“Yedik, içtik! Afiyet olsun! Sofrayı Serap kaldırsın!” demek espriye sığınıp ortamı sıcaklığa kavuşturma niyetimdi...

Belirli bir süre sessizlik, aynı sessizlikle televizyon seyredip sokağın, caddenin ışıklarını gözledikten sonra Mehemmed Serap’ın ellerinden tuttu, sürüklercesine odasına yönlendirirken, Muhammed de onları takip edip kendi odasına yöneldi, ben de peşlerinden. Muhammed’in üstünü ben örttüm, Mehemmed’in üstünü ise Serap.

Gönül yorgunluklarına katkılı fiziki yorgunlukları nedeniyle kısa süre içinde uyudular, dememiz yanlış olmayacaktı, salona geçerken...

Özlemimiz, çocuklarımızın uykularının hafif olması ihtimalini düşünemeyecek durumda her ikimiz için de aşırı bir boyuttaydı. Saatlere sığmayacak bir şekilde birbirimizin nefesini hissedip kalplerimizin atışını dinledik.

Ertesi günün Pazar olması ve gün boyu dinlenmek, çocukların arzularına göre şehri gezmek ya da istedikleri etkinliklere uymak rahatlığımız olacaktı.

Haftanın başlangıcı ise Serap’ın da izin alma zorunluluğu nedeniyle yoğun geçmeye aday bir gün olacaktı.

Çocukların yakın okullardan birine kayıtları, eksikliklerinin tamamlanması için gayretli olacaktık. Atlet, fanila, pabuç, okulun kurallarına uygun elbise ve arzulayacakları ne olursa olsun alacaktık.

Bunların dışında ayrı ayrı sahiplenecekleri dizüstü bilgisayar ve cep telefonları da vardı, rahmetli annelerinin edinmelerine kesinlikle izin vermediği.

Salondaki yatağımda uyuklarken ezan sesi ilişti kulağıma. Şükretmek için ayaklandım, lâvaboya yönelmeden önce üslerinin açık olup olmadığını kontrol için ikisinin de odalarına girdiğimde yataklarının boş olduğunu görmem bir an için de olsa endişelendirdi beni.

Serap’a bilgisi olup olmadığını sormak için odasına yöneldiğimde hayretler içinde kalmak bir yana, dilim damağıma yapışmış(1), gözlerim fal taşı gibi açılıp(1) yerlerinden fırlar gibi olmuştu.

Daha aradan 24 saat geçmeden, annesizliklerinin özlemi ile kocaman adamlar olduğunu iddia edeceğim bebelerim benim olmasını dilediğimi, benim yerime iki yandan sarılarak sahiplenmişlerdi.

Sanırım bu Serap’ın da hoşuna gitmiş olmalıydı, mutlu olduğu sabah ezanında bile yüzünden anlaşılıyordu.

Ertesi gün bu mutluluğun kapsadığı bir gündü. Alışverişte çocuklarımızın bir anne gibi ona teşekkür etmeleri, çok zaman elinden tutma gayretleri, havsalamın almayacağı(1),  umut dünyamda bile aklıma getiremeyeceğim bir davranıştı, annesizliğin ve anneliğin ne olduğunu bilmeyen sadece babalar ve erkekler olsa gerekti.

Bu arada iliştirmeden geçmemem gerek ki; çocuklara dışarıda yemek ikram etme teklifim anında reddedilmişti; “Evimizde yiyelim!” diyerek. Çocuklarımızın davranışlarında annelerinin vefatından sonra günlerce hazır şeyler yemek, lokantalara yönelişlerinin menfi etkisi(2) olsa gerekti.

Eve döndüğümüzde paketleri açıp ayrı ayrı yerleştirmeye çalışırlarken, çok kısa bir zaman dilimini beraber tüketmiş olmalarına rağmen benden ziyade Serap’ın yardımını istemelerinden (doğrusu) hoşnuttum.

Lâf aramızda onların bu davranışları Serap’la benim de mutluluğumuz olabilir miydi? Umut etmekle ne yitirirdik ki?

Okullar açıldı, beraber götürdük onları okullarına el ele. Öğretmenleri ayrı ayrı “Merak etmeyin!” derlerken Muhammed’in öğretmeni yakıştırmış olsa gerek ki; “Annesi-babası” demek eklerini de yaşamıştı.

Azıcık vakit ayırabilir misiniz öğretmenim?” diyerek bizi anlatmanın, çocukların ruh halini bilmelerinin gerekli olduğunu düşünmüştüm. Üstelik bu iki çocuğumuz için de şarttı, diğer öğretmeni de aynı konuda bilgilendirmesini rica etmek fazlalık gibi görünmemişti bize.

Aynı bankada ayrı bölümlerde, birbirimizden uzak çalışıyorduk, ama dikkatli, istihza dolu bakışlardan koruyamıyorduk kendimizi, eğer hislerimiz bizleri yanıltmıyorduysa. Bizi anlayan, anladığına inandığımız bir karı-koca vardı, mesleklerinde oldukça ileri adımlarda ve ortalıklarda hiç görünmeyen, seslerini ancak herhangi bir nedenle hissettiğimiz.

Benden önce Serap hissettirdi sıkıntımızı bana;

“Beni istiyorsan, şu imalı bakışlardan kurtulmak için nikâhlanalım, ama çocuklarımızın rızası olmadan, istememe rağmen karın olmam senin!”

Çocuklarımızın bizi kabullenecekleri yeterli bir zaman gerektiği düşüncesiyle usulca, usulünce ve acele etmeden nikâhlandık o ağabey ve ablanın şahitliğinde, kimseye, kimselere haber vermeksizin, gerekli görmeksizin.

Bir akşam, evimizde takamadığımız yüzüklerimizle evimize yöneldiğimizde çocuklarımızın öğretmenleri ile birlikte geldiklerini gördük. Başlangıç olarak bir adaptasyon(4) sorunu, anne eksikliği nedeniyle öfkeli bir davranış ilkelliği yaşadıkları geçti aklımızdan.

Ama değildi. İnsanların ya da kişiselleştirerek(1) benim neden öncelikle olumsuzluklar aklıma geliyordu ki? Öğretmenlerin eğitim almış en yüce psikolog ve psikiyatr olduklarını nasıl bilmezdim ki? Atatürk’ün şu sözleri(29) hiç mi aklımdan geçmiyordu ki, öğretmenlerinin çocuklarımızı bizim için yönlendirebilecekleri anlamında?

Muallimler, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır. Dünyanın her tarafında öğretmenler insan topluluğunun en fedakâr ve muhterem unsurlarıdır. Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir. Öğretmenler! Cumhuriyet sizden fikri, vicdanı, irfanı hür nesiller ister. Cumhurbaşkanı bile sınıfta öğrenmenden sonra gelir. Değil mi ki Cumhurbaşkanı da öncelikle bir öğretmenin eseridir?”

Muhammed'in öğretmeninin önceliği vardı;

"Bir kahve içiminde çocuklarınızın size söylemek istediklerine biz de şahit olalım istedik!” dedi.

“Çocuklarınız” kelimesi dikkatimizi çekmişti; “Buyurun!” derken.

Serap’ın kahve ikramı sonrasında öğretmeni Muhammed'e;

“Artık müjdeyi verebilirsiniz çocuklar!” dediğinde çocukların ikisi de yerlerinden kalkıp, koşarak yanımıza gelip bizi birbirimize yaklaştırırken;

“İkinizi de seviyoruz, annemiz-babamız olun, artık!” derlerken heyecanlarına engel olmaksızın ağlıyor gibiydiler, tıpkı öğretmenleri gibi.

Yarınlarımızın garantilerini dokuyan, onları eğitim yönünden eksikli bırakmamak konusunda her türlü gayreti esirgemeyen öğretmenlerden ikisi bizim çocuklarımızı anlattıklarımızı dikkate alarak bize doğru, doğruluklar için yönlendirmişlerdi.

Gönlüm kırk gün, kırk gece düğün yapmak isterdi sevdiğim insan için. Ama bu çocuklarıma ve rahmetli annelerine karşı haksızlık olurdu. Serap da razı değildi, rıza göstermemiş, sadece kuğu gibi, gelinliğinde salınmakla yetinmişti…

Zaman gereğince, gerektiği gibi hiçbir engellemeye gerek kalmaksızın geçti…

Netice; iki oğlumuzdan sonra iki oğlumuz daha oldu; Doğuş ve Doruk isimlerinde annelerinin istediği isimler olarak.

Ağabeyler kocaman adamlar olduklarından yataklar ranzalar haline dönmüş, masa, sandalye ve diğerleri ilerleyen zamanda odalarına sığdırılmaya çalışılmıştı.

Ailemiz altı kişi, kısaca mutluyduk…

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Öyküde, ayrılma ve ölüm halinde eşlerin ayrılması, çocuk eylemleri, yeni anneyi kabul konularında Psikolog Aile Danışmanı Nedim Yüksel ÇAKIR’ın ve Psikolog Emine İLERİ’nin yazılarından yararlanılmıştır (Fikirleri italik harfler olarak belirlenmeye çalışılmıştır).

(*) Öyküyü dillendirenin adı hiçbir yerde geçmedi. “O kim?” denirse O, Odur işte! İsteyenin kendisi de olabilir...

(1)

Arşınlamak; Amaçsız geniş adımlarla dolaşmak.

Aşağılamak; Tahkir etmek, onur kırmak, onuruna dokunmak.

Avaz Avaz Bağırmak; Olanca gücüyle, sesi yettiği kadarıyla, var gücüyle bağırmak.

Ayyuka Çıkmak; Sesin yükselmesi durumu, açığa çıkmak.

Basireti Bağlanmak; Gerçeği göremez bir duruma düşmek, iyi ve yerinde düşünememek, doğru yolu, gerçeği göremez durumda olmak,  görememek, alınabilecek uygun bir önlem varsa almamak, alamamak.

Baş Boyun Eğmek; Direnmekten vaz geçip güçlünün buyruğuna geçmek, teslim olmak. İtaat etmek, emirlere rıza göstermek, razı olmak. Otoritenin dediğini yapmak.

Boca Etmek; Bir kabı birden çevirip içindekini dökmek, boşaltmak. Geminin başını rüzgâra çevirmek.

Cayır Cayır Yanmak; Şiddetli acı çekmek, yanar gibi halde olmak. Çok şiddetli ve alevli yanmak.

Cuk Diye Yerine Oturmak (Aşığı Cuk Oturtmak);  İşi çok olumlu bir şekilde almak, yapmak. Uygun gelmek, yakışmak. Aşık kemiğinin dik duruşunu ifadelendiren bir deyim olmakla birlikte, tam yerine denk, rast gelmek anlamında kullanılan bir deyim.

Çığırmak; Çağırmak, seslenmek. Avaz avaz türkü, şarkı söylemek.

Dili Damağı Kurumak (Dili Damağına Yapışmak); Aşırı heyecandan, susuzluktan, ya da çok konuşmaktan dolayı ağzı kurumak

Eda Etmek; Davranış, tavır, vermek, ödemek, yerine getirmek.

Erinmek; Üşenmek. Kendinde bir gevşeklik duyarak bir işi yapmaya eli varmamak, tembellik yapmak.

Falso Yapmamak; Yanlış olarak özetlenebilecek bir davranışı yapmamak, çekinmek. Aslında bir müzik terimi olup bir parça çalınır, maestro tarafından idare veya söylenirken nota yanlışlığı yapmamak için tüm müzisyenlerin önlerindeki Nota Sehpasındaki nota ve sözleri dikkatle takip etme, süzme olayı.

Gasp Etmek; Zorla, izinsiz almak.

Gına Gelmek; Usanmak, bıkmak…

Gıpta İle Bakmak; Başkalarında bulunan bir özellik ya da varlığa imrenerek bakmak, kıskanmak bir bakıma.

Göz Ardı Etmemek (Edilmemek); Gereken önemi vermek, verilmek.

Gözleri Fal Taşı Gibi Açılmak; Şaşkınlık ve öfke gibi sebeplerle gözlerin iri iri açılması. Hayret etmek. Hayretten gözleri fırlamak

Hacet Kalmamak; Gereği olmamak.

Havsalası Almamak; Aklı kabul etmemek. Zihnin bir şeyi anlama ve kavrama durumunu kabullenememek.

Hayıflanmak; Acınmak, yerinmek, esef etmek, kaybedilen bir fırsat için üzülmek.

Hazmetmek; Kimi durumlara katlanmak.

Hükmederek Konuşmak; Sakınmaksızın, çekinmeksizin, karşısındakine baskı yaparak, dinlediğinin gereğini yaptırma amaçlı açık, açık açık, açıkça, net olarak konuşabilmek, söyleyebilmek.

Ihlamak; Hastalık, ya da yorgunluk nedeniyle “Ih! Ih!” şeklinde ses çıkarmak.

İcazet Almak; İzin, onay, diploma almak.

İğrenmek; Tiksinmek. Bir şeyi, bir kimseyi, bir düşünceyi, bir davranışı vb. kötü,  iğrenç, ya da aşağı bularak ondan uzak durmak duygusuna kapılmak, kaptırılmak. Tiksinti verici bulmak, tiksinmek. Çok aşağılık, çok bayağı bulmak.

İnciterek (İncitici bir şekilde) Konuşmak; Katı bir tavırla, sözlerini sakınmaksızın, hakaret niteliğine ulaşacak şekilde çekinmeksizin, karşısındakine baskı yaparak açık, açık açık, açıkça, net olarak karşısındakinin fiziksel durumuna bakmaksızın aşağılayıcı bir şekilde konuşabilmek, söyleyebilmek.

İvme Gerekmek; Öyküde anlamı hızlandırmak.

Kahırlanmak; Çok ve için için kendi kendine, kimseye sezdirmeden üzülmek.

Kem Küm Etmemek; Anlatmak istediğini açık seçik ifade etmek.  Sorular karşısında bocalamaksızın cevap vermek, abuk sabuk, anlamsız sözler söylemekten çekinmek. Hık mık etmemek.

Kişiselleştirmek; Bir olguyu nesnelliğinden sıyırıp kişinin kendiyle ilgili duruma sokması.

Kovana (Arının)  Çomak Sokmak; Tehlikeli kişiyi kışkırtmak, tehlikeli bir şeye sataşmak.

Kulağa Kar Suyu Kaçmak; Yanlış bir haber işitmek, müşkül bir duruma düşmek, şüphelenmek (de olabilir) ancak öyküde genel anlamda kullanılan; gizli tutulan bir şeyi öğrenmek anlamında kullanılmıştır.

Kurgulanmak; Görüntüleri ve sesleri çeşitli kurallara ve yollara uygun olarak arka arkaya belirli bir anlayışa uygun olarak sıralamayı sağlamak.

Makul ve Mantıklı Olmak; Akla uygun, akıllıca, belirgin, aşırı olmayan, uygun, elverişli, akla uygun iş görmek, akılla kanıtlanan sözü akla yakın bulmak, anlaşma düşüncesi sağlamak, asgari müşterekte birleşmek.

Malı Mülkü Olmak; Dünyalığı, fazla miktarda mal, mülk, servet, para ve varlığı olmak.

Mehil Tanımak (Vermek); Süre vermek, uygun süre tanımak.

Ölü Kokusu Sinmek; Bir kokunun başka bir yere sinmesi, ölünün olduğu odadaki sessizliğin koku şeklinde yorumlanması oranın da aynı kokuya sahip olması,  (özellikle şeker nedeniyle ölen birinin bedeninin ekşi elma gibi kokması) koku bulaşması.

Refüze (Refüse) Olmak; Geri çevrilmek, reddedilmek, kabul edilmemek.

Sıra Seki Aldırmamak (Dinlememek); Kurallara, sıralara uymaksızın her şeyi oluruna bırakıp, bir bakıma kaderine, olacaklara rıza göstermek.

Şeytan Tüyü Olmak; Kendisini herkese kolaylıkla sevdiren kişilerde bulunan özellik.

Şükran Beslemek; Tanrıya ya da insana minnet duymak. Teşekkür etmek. Aldığı yardımdan dolayı hoşnutluğunu belirtmek. Şükretmek

Tası Tarağı Olmak; Türkçemizde böyle bir deyim yok. Tası Tarağı Toplamak (Gitmek zorunda kalarak bütün eşyasını toplayıp hazırlanmak) bir deyimdir. Ancak öyküde mal varlığının çokluğu anlatılmak istenmiştir.

Tekelinde Olmak; Herhangi bir şeyi elinde, uhdesinde tutmak, tekeli altında bulundurmak.

Tekzip Etmek; Yalanlamak.

Terfi Ettirmek; Amirleri tarafından bir görevde derecesi yükseltilmek. Herhangi bir işte bir üst sınıfa geçirilmek.

Tuz Kokmak (Tuzun Kokması); İmkânsız olanın gerçekleşmesi, olmaz denilen, gereken bir şeyin olması veya olmaması. Deyim olarak “Balığın baştan kokması” ile eşdeğer kabul edilebilir. En uçtakinden ziyade en baştakilerin yanlışlığının, yasadışılığının, adam kayırma, rüşvet, müsamaha, torpil vb. gibi özel tasarrufları halinde kullanılan bir deyim (“Su çürüyor, tuz kokuyor…” denir)

Yobazlaşmak; Bir düşünceye, inanca aşırı derecede bağlı olmaya çalışmak. Dinde bağnazlığı aşırıya vardırma, başkalarına baskı yapmaya yöneleme, fikirleri değiştirmeye yanaşmama çabası. Aksi, inatçı, kaba-saba, önceliksiz olmaya gayret etmek.

Yuh Çekmek; Yuhalamak. Birine “Yuh! Yuha!” diye bağırmak.

(2) Aile Meclisi; Aileyi ilgilendiren önemli bir olay karşısında, gerektiğinde büyük baba-ninelerin de olduğu aile büyüklerinin de bir araya gelmesi gereken karar alma, verme topluluğu. Yasal olarak;”Vesayet altında olan bir kişinin temsil edilebilmesi olayı. Bunun için mahkeme kararı ile atanmış 3 kişiden meydana gelen küçüklük ve kısıtlamalarla ilgili kararları alan topluluğun adı “Aile Meclisidir.

Boş Gezenin, Boş Kalfası; Yapacak işi olmayıp vaktini sağda-solda boşuna harcayan, ya da harcamaya meyilli olan (boş gezen) insanlar için kullanılan bir halk deyimidir. Bir bakıma aylak, avare.

Ensesi Kalın; Parası çok, varlıklı, sözü geçer, ödeme gücü yüksek kimse.

Fast Food; Hazır yemek. Hamburger türü, ayaküstü yenilen yiyecek.

Fol Yok, Yumurta Yok; Ortada konuyla ilgili hiçbir belirti yokken varmış gibi havaya girilmesi durumunda sarf edilen söz.

Gamlı Baykuş; Baykuşun gam yüklü olarak uğursuzluk getirdiğine inanılan biçimi.

Gâvur Parası; İslâm’a göre peygamberi olmayan, Müslüman olmayan kimselerin parası.

Geri Kafalı; Yenilikleri istemeyen, eskiye, bir düşünceye, inanca aşırı derecede bağlı olan kimse. Dinde bağnazlığı aşırıya vardıran, başkalarına baskı yapmaya yönelen, fikirlerini asla değiştirmeyen kimse. Mürteci. Aksi, inatçı, kaba-saba, önceliksiz.

Gönül Dostu; Aşk, sevda, sevgi gibi bir duyguyla birinin bir diğerine yakın ilgisi. Cinsiyet önemli değildir.

Gözlerden Uzak (Irak); Önem vermemek, arka plâna atmak.

Hak Getire; Bulunmaz, yoktur, ne arar.

Hijyen Kuralları; Sağlık, sağlıklı korunma, sağlıklı olma durumu, sağlık bilgisine uygunluk, sağlığa yararlılıkla ilgili tüm kurallar.

Hüsnü Kuruntu (Hüsn-ü Kuruntu); Zararsız kuruntu, güzel kuruntu anlamlarını içermekte. İhtimali bulunmadığı halde güzel bir şeyin olacağını sanma, hayal etme, kendini buna inandırma. Herhangi bir durumu kendince, bencilce iyiye yorumlamak denilebilir. (Süslü Kuruntu; Avam dilindi söyleniş biçimi.)

İki Büklüm (Olmak); Hastalık, Sancı, ağrı vb. ile yaşlılık gibi nedenlerle insanın karnını, midesini, göğsünü tutarak çok eğilmesi, belkemiğinin çok bükülmesi. Saygı gösterir gibi dalkavukluk, yalakalık yapmak şeklinde eğilmek.

Kaderin Cilvesi; Talihin beklenmedik bir zamanda ortaya koyduğu durum.

Kaldırım Mühendisi; İşi olmadığı, iş aradığı için bir iş yapmayarak sokaklarda gezen kimse.

Kem Göz; Baktığı şeyi nazara uğratan göz.

Kukumav Kuşu; Baykuşgillerden kahverengi tüylerinin üzerinde beyaz benekleri olan, kafasını 1800 çevirebilen bir baykuş türü. Türkiye’de her mevsim rastlanan bir kuş türü olup, küçük memelilerle, böcek ve sürüngenlerle beslenen genellikle düşünceli gibi durağan hali olan kuş (Öyküde durağanlığı vurgulanmıştır).

Menfi Etki; İyi durum belirtisi olmayan, sonuçsuz olma durumu. Olumsuzluk, negatiflik.

Musalla Taşı; Cami avlularında tabutun konulduğu kıble duvarına yakın masa şeklindeki taş seki. Namaz kılmak için ayrılmış yer, namazgâh. Halk dilinde daha çok cenaze namazının kılındığı yer olarak bilinir.

Öksüz-Yetim; Çok kişi “Kimsesiz” anlamında da kullanılan “Öksüz” kelimesini “Yetim” kelimesi ile karıştırmaktadır. Öksüz; bazı literatürlere göre hem anasını, hem babasını kaybetmiş kişileri için kullanılmaktaysa da; Öksüz; “Anasız”, Yetim ise; “Babasız” demektir.

Peşin Hükümlü (Olmak); Bir konu ile alâkalı olarak düşünmeye veya araştırmaya gerek görmeden, elinde bir delil, kanıt olmadan hüküm sahibi olan, önyargılı kişi (olmak).

Silâh Zoruyla; (Mecazi olarak) Sanki elinde silâh varmışçasına zorla, metazori, ister istemez.

Sinek Isırığı Gibi Operasyon; Endişe edilmeyecek, fazla özelliği olmayan, süre almayan ameliyat işlemi.

Velev ki; İster, isterse, hatta bile, öyle olsa da, farz edelim ki anlamlarında Arapça bir kelime.

Yalı Kazığı Gibi; Uzun boylu, iri kemikli, eğilip bükülmesi olmayan, sabit fakat dengesiz kimse.

Zehir Hafiye; Göz açtırmayan, sert yaradılışlı kimse. Olayları en ince veya gizli noktalarına kadar bilen, inceleyen kimse.

(3) Tespih Çekmek; Bilinenin aksine adabı olan bir eylemdir. Örneğin; yaşça büyük olan birinin yanında tespih çekilmez. Tespih sadece kişiye aittir, başkasına verilmez, sahibinde durur. Tespih sallamak yanlış bir eylemdir. Ferman TOPRAK’ın ünlendirdiği şarkının ikinci bölümü; “Hayatı tespih yapmışım sallıyor muşum  / Adını duydukça ağlıyormuşum!” dizeleri yer almaktadır.

(4) Adaptasyon; Uyarlama. İçine girdiği çevreye, iklime vb. uyma.

Ahret (Ahiret); Dini inanışa göre, insanın öldükten sonra dirilip sonsuza dek kalacağı ve Tanrı’ya hesap vereceği yer, öbür dünya. Bu dünyadan sonra gideceğimiz ebedi âlem. Kıyametten sonra tüm varlıkların toplanacağı yer.

Anjiyo (Anjio); Anjiyo kardiyografi sözünün kısaltılmışı. Kalp damar sertliği hastalığının belirtileri ortaya çıktığı zaman veya kalp krizi gibi damar tıkanıklığı durumlarında kasık damarlarından çok ince özel tellerle girilip kalp damarlarına gösterici bir ilâç verilerek damarların, tıkanıklıkların ve sorunların teşhisinin görüntülenmesi olarak uygulanan tıbbi tetkik yöntemi.

Ataerkil; Erkek otoritesine (pederşahi) dayanan bir toplumsal örgütlenme düzeni. Bu düzenin temeli soy erkekler tarafından belirlenir, hâkimiyet erkeklerdedir. Erkeklere kadınlardan daha çok saygı, sevgi, itibar, söz hakkı verilmesinin gereği görünen ananedir. Anaerkilden farklı olup; kültür, adalet, inanç, mitoloji bakımından bambaşka bir düzendir.

Ayin; Âdet, merasim, usul, tarz, adap, örf.  Dinsel tören, tapınma, ibadet, dinsel müzik.

Babaç; Çok yaşlı, dede hüviyetindeki kişi. Erkek kümes hayvanlarının en iri ve en yaşlı olanı.

Bunalım; Buhran, kriz. Herhangi bir durumun doğal gidişi sırasında, birden bire ortaya çıkan aykırılık. Sonucu kötü olabilecek gerginlik.

Cengâver; Savaşta kahramanlık gösteren, savaşçı, cenkçi, iyi dövüşen, dövüşçü, savaşkan, silahşor.

Cereme; Başkası tarafından yapılan ya da kaza sonucu ortaya çıkan zararı ödeme.

CV; Curriculum Vitae kelimelerinin baş harfleri. İş başvurusunda bulunan birinin eğitim, deneyim ve tecrübelerinin gösterildiği belge. Özgeçmiş, hal tercümesi anlamındadır.

Dalkavukluk; Şaklabanlık. Çıkar ya da yarar beklediği ya da kendisinden çıkar sağladığı kimselere, makamca, durumca büyüklere karşı saygı ve hayranlık gibi kendini göstererek yalakalıkla yaranma.

Despotluk; Buyuruculuk, azarlayıcılık, sıkıcılık. Bir ülkeyi baskıya, zora dayanarak tek başına yönetme, diktatörlük. Her istediğini ve dilediğini yaptırma. Zorbalık.

Esami; Adlar, isimler.

Eyvallah; Kabul ettik.

Felsefe; Düşünce Bilimi. Bilgeliği İnceleme. Var olanların varlığı, kaynağı, anlamı ve nedeni üzerine düşünme ve bilginin bilimsel olarak araştırılması. Bir bilgi alanının ya da bilimin temelini oluşturan ilkeler bütünü.

Haşmetli; Görkemli, muhteşem, gösterişli, heybetli, büyük, kibar, nazik, alçakgönüllü.

Hoşgörü (Müsamaha); Tolerans. Tahammül. Kolaylık göstermek, iyi karşılamak, ayıplamamak, hatayı görmezden gelmek, göz yummak. Kırıcı ve aşağılayıcı olmamak, affedici olmak, kendi görüşlerimize aykırı olan görüşleri sabırla karşılamak. Kendine, düşüncelerine ters gelse bile başkalarının düşünce, fikir ve davranışlarına karşı anlayışlı davranma, rahatsız olmama, tepki göstermeme, sabırla katlanma.

IQ; (Intelligence Quotient) ya da EQ (Emotional Quotient)  olarak belirlenen zekâ testi.

Kalantor; Yaşlıca, gösterişe düşkün ve varlıklı erkek.

Kasvetli; İçe sıkıntı veren, içi daraltan, sıkıntılı.

Kof; Güçlü görünmekle beraber güçlü olmayan, dermansız, güçsüz. Kuruyarak ya da çürüyerek içi boşalmış olan, içi boş.

Koz; Başarı fırsatı olan elverişli durum. Saldırış ve savunma fırsatı. Ceviz. İskambil oyunlarında diğer kâğıtları alabilen, diğerlerine göre üstün tutulan belirli renk ve işaretteki kâğıt.

Köhne; Eskiyip yıpranmış, bakımsız kalmış. İçinde yaşanılan zamana göre geride kalmış, eskimiş olan. Çağdışı.

Körpe; Genç, güzel, hoş, henüz bozulmamış, yıpranmamış. Yeni yetişmekte olan. Dalından yeni koparılmış, tazeliği üstünde, daha büyümemiş, kart karşıtı.

Köz; İyice yanıp ateş durumuna gelmiş kömür ya da odun parçası.

Laparoskopi; Genel anestezi altında yapılan optik bir cihazla (ince bir teleskop) karın bölgesini görmek için üç bölgeden yapılan görüntüleme prensibine dayanan kesik ve yapılan tedavi. “Kansız ve bıçaksız ameliyat” adı da verilir.

Mizansen; Bir oyun düzeni. Bir şeyi, bir durumu, olduğundan değişik göstermek amacıyla hazırlanan düzen (Tiyatrolar için değişik anlamı vardır).

Muamma; Anlaşılmayan, bilinmeyen bir şey. Bilmece.

Müdana; Minnet.

Nafaka; Geçimlik. Bir kimsenin geçinmesi (yemek, içmek gibi gereken her şey) için kazanması gereken para. Boşanma davası sürerken, ya da boşanma davasının sona ermesinden sonra maddi zorluğa düşecek olan geçindirmekle yükümlü bulunduğu kimseye ya da kişilere mahkeme kararı ile bağlanan ve her ay ödenmesi gereken para.

Parlamenter; Milletvekili.

Parlamento; Belirli sürelerde ve belirli bir süre için, yurttaşların oylarıyla seçilen milletvekillerinin oluşturduğu, ülkenin yasalarını yapan, devlet bütçesini çıkaran, hükümetini denetleyen ve anayasaya göre daha başka görevleri ve yetkileri bulunan meclis. Bu meclisin görev yaptığı yapı.

Potur; Bacakları dar bir pantolon çeşidi.

Sadık; Aslına uygun, gerçek, doğru. Dostluğu ve bağlılığı içten olan, birine ya da bir şeye içtenlikle bağlı bulunan.

Sakatat; Kesilmiş hayvanların ciğer, işkembe gibi iç organlarıyla baş ve ayakları.

Stent; Tıkanmak üzere olan damarın içine konan araç. Kafes.

Stres; Kişide bir kısım sorunların yol açtığı ruhsal gerilim, zorlanma, dayanıklılığı azaltan ruhsal gerilimler. Ameliyat şoku, travma, soğuk, heyecan gibi etkenlerin iç organlarda, organizma ve metabolizmada oluşturduğu bozuklukların tümü. Canlıların yaşamları için uygun olmayan koşullar.

Telâfi; Kötü, olumsuz bir etkiyi ya da sonucu, herhangi bir zararı, iyi, olumlu bir etkiyle, sonuçla vb. karşılayıp giderme.

Vejetaryen; Bitkisel gıdalarla beslenen, etyemez. Hayvansal gıdaları tüketmeyen.

Vekâletname; Bir kimsenin bir kimseyi belirli durumlarda kendi adına hareket edebilmesi için yazılı olarak yetkilendirdiğine ait genel veya sınırlı biçimde olan, iki taraflı sözleşme niteliğinde belge.

Zındık; Hacı-hoca takımının “Dinsiz-İmansız” anlamında sıkça kullandığı bir kelime. Yani Müslüman göründüğü halde, gerçekte İslami inanış ve bununla ilgili bilgi ve belgeleri kabul etmemiş kişi. Daha doğru bir cümle ile “İmansız, dinsiz, ahrete ve Allah’a inanmayan, ateist” demelidir.

(5) Kara bahtım kem talihim, Taşa bassam iz olur… diye başlayan Adana Yöresi Türküsünü Aziz ŞENSES isimli üstat derlemiştir. Ağustosta suya girsem, balta kesmez buz olur, eklentisidir.

(6) Ziya GÖKALP'in ALAGEYİK isimli şiiri, şöyle başlamaktadır: “Çocuktuk, ufacıktık / Top oynadık acıktık...”  “Çocuktuk, ufacıktık” başlangıcıyla Şair Ali ÇAPAN 'a ait bir başka şiir de GOOGLE'da ayrıca yer almaktadır.

(7) Ekmek elden, su gölden; Kendisi kazanmayıp başkalarının kazancı ile geçinen kimselerin durumu.

Erken Kalkan Yol Alır; Yapacakları işe erken girişenler kazançlı olurlar, işlerinde ilerlerler. Er Evlenen Döl Alır (Atasözü); Erken evlenenlerin ise çocukları erken olur, şeklinde bitişik olarak da kullanılır.

(8) Alimallah; Allah bilir.

Binamaz; “Namaz kılmayan” anlamında olan bu kelime halk arasında yanlış olarak “Beynamaz” şeklinde söylenmektedir.

Boş Ol Demek; İslâm dininde bir erkeğin karısına üç defa “Boş ol!” dedikten (Buna şeriatta Talak deniyor) yani boşadıktan sonra, artık o kadınla yeniden evlenememe durumu.

Burka; Her tarafı kapalı, giyenin önünü görmesi için yüz kısmı kafesli çarşaf.

Er İzni demekle kastedilen; Kur’an Ahzab Suresi, 33 Ayet; “Evlerinizde oturun; eski Cahiliye (âdetinde olduğu) gibi açılıp saçılmayın! “

Esma Ül Hüsna; Allah’ın isimleri; 99 adet. İslam toplumunda Kur’an ve Hadislerde Allah’a izafe edilen fiil veya sıfatlardan türetilmiş veya doğrudan Allah’ı ifade amacıyla kullanılan kız çocuklarına Esma ve Hüsna şeklinde ayrı ayrı olarak konulan isimler.

Gayya Kuyusu; Sözlük olarak İslami anlamı cehennemde ateşten bir dere, nehir veya cehennemin en derin tabakasında yer alan bir kuyu olarak tarif edilir. Kur’an’daki ayete göre; cehennemliklerin içine atıldığı, ne tam battıkları, ne de tam nefes aldıkları içi pislik dolu kuyu. Ayrıca mecaz olarak; belâlı, karışık ve karmaşık işlerin döndüğü yanlış durumlar (Arapça; limit, en son uçta) anlamındadır. Genelde olumsuz, ümitsiz, aşılması zor durum, handikap (aşılması zor, güç engel) olarak da düşünülebilir. 

Gıybet Etmek; Çekiştirmek. Bir kimsenin gıyabında (arkasından) onun ve yakınlarının kusurlarından hoşlarına gitmeyecek şekilde bahsetmek, konuşmak, yüzüne karşı söyleyemeyeceği şeyleri arkasından söylemektir ki Kur’an’la yasaklanmıştır.

Hu Çekmek; “Hu!” ayinlerinde, bir bakıma ibadetmiş gibi devamlı surette “Hu!” demek.

Hülle; İslâm dininde, bir erkek bir kadını üç defa “Boş ol!” diyerek (Buna şeriatta Talak deniyor) boşadıktan sonra, artık o kadınla evlenemez. Ancak Anadolu’da yaygın bir olaya göre erkek karısını tekrar almak isterse yaşlı, iktidarsız biri ile evlenmiş gibi göstererek karısına tekrar sahip olabiliyor. Bir bakıma; “Allah’ı kandırmaya çalışmak!” gibi yorumlanabilecek yanlış bir olay. Olay budur.

İddet Müddeti; Medeni Kanuna göre boşanan bir kadının tekrar evlenmesi için bekleme süresi olup üç yüz gündür. İddet müddeti denen olay karı ölmüşse beklenmez, boşanmışlarsa  beklenmelidir.

Kamet; Camide cemaatin namaza kalkması için okunan ezan.

Maazallah; Kötülüklerden Allah'a sığınırız.

Namaz Çeşitleri; Farz (Beş vakit ve Cuma), Vacip (Vitir, Bayram) Sünnet (Beş vakit namazların önünde ve arkalarında kılınan namazlar) ve Nafile (Teravih, Teheccüd, Tahiyyatül-Mescit, İsrak, Duha, Evvabin, İstihare, Tespih) namazlardır. Bu namazların her birinin kendilerine göre kural ve şekilleri vardır.

Neuzibillah; Allah'a sığınırız.

Nikap; Yüz örtüsü, peçe.

Şeriat; Din, yol, mezhep, metot manalarına da gelir. İslâm Hukukunda ise Kur’an ayetlerine, Hazreti Muhammed’in sözlerine ve yaptıklarına, bunlardan çıkarılmış yorumlara dayanan, insanın yaşamını, toplumsal yaşamı düzenleyici, Tanrısal olduğu için hiçbir zaman değişmeyecek olan dinsel kurallar, sözler, olaylar, hareketler, hadisler bütünü. Kısaca; İslam Hukuku.

Tesettürlü; Kapanıp gizlenmiş. Örtünmüş. Giyinip kuşanmış.

Tövbe (Tevbe); İşlediği bir günahtan ya da suçtan pişmanlık duyarak bir daha yapmamaya karar verme. “Bir daha yapmam, olmaz, yeter” anlamında.

Zikretmek; Sözünü etmek, adını anmak.

(9) Bir tekerleme; “Evliliğin ilk yılları can cana, sonraki yıllar yan yana, daha sonraki yıllar, .öt, .öte, daha sonraki yıllar ise ‘Git öte! Git öte!’ şeklinde” özetlenir!

(10) Sarı kurdelem sarı… Hicaz Makamındaki Türk Sanat Müziği eserinin Güfte ve Bestesi; Fahri KAAHAN’a aittir.

(11) Evreşe yolları dar… Çanakkale-Gelibolu yöresine ait türkü.

(12) Kırmızı buğday…  Manisa yöresine ait türkü.

(13) Bir âlimden bir zalim, bir zalimden de bir âlim doğabilir; Zihnimizi ön yargılardan temizlememiz gerektiği, bir zalimin çocuklarına o nazarla bakmamak, aynı şeklin ters olarak bir âlimin çocuğu için de düşünülmemesi gerektiğini belirten genelleme şeklinde bir söz dizisi.

(14) Gâvur parası ile beş para etmemek; İslâm’a göre peygamberi olmayan, Müslüman olmayan kimselerin parası ile bile değeri olmamak, kişiyi aşağılamak, kıymeti olmadığını belirtmek.

(15) Salla başını, al maaşını; Namdar Rahmi KARATAY’ın bu isimli şiiri; “Ey inleyen zavallı, bulmuşsun kırk yaşını…” şeklinde başlayan şiirinin nakarat bölümü; “Ne derlerse hu deyip hemen salla başını,  / Gerdan kır, belini bük, her at al maaşını” şeklindedir.

(16) Kalp Kalbe Karşıdır; İnsan kalbi, diğer birinin kendine karşı sevgi mi, nefret mi beslediğini hisseder, sevgi varsa sevgi, nefret varsa soğukluk demektir.

Kalp kalbe karşıdır derler, onun için sormadım… Güftesi; Turhan TAŞAN’a, Bestesi; Coşkun  SABAH’a ait olan Türk Sanat Müziği eseri Hicaz Makamındadır.

Uyandım seninle birden… şeklinde başlayan “Kalp kalbe karşıdır, derler”   Aslı GÜNGÖR

(17) Eşek Şakası; Kaba, incitici, üzücü, hırpalayıcı, derin izler bırakan, küsmeye, lânetlemeye, ayrılıklara bile sebep olan söz veya hareket şakası.

(18) Zurnanın Zırt Dediği Yer; Yapılmakta olan bir işin en önemli, en özen isteyen, en can alıcı yeri.

(19) Adam hacı mı olur ulaşmakla Mekke’ye, eşek derviş mi olur taş çekmekle tekkeye?  Türk ATASÖZÜ

Eşek tekkeye taş taşıdı diye âlim, deve hacca gitti diye hacı olmaz.

(20) Görülen Lüzum Üzerine; Devletin değil, iktidarda olan hükümetin genelde uyarı, tayin, taltif, duyuru, istifa, tenzili rütbe, mümtazen terfi vb. konularında yasal kılıfına uydurarak yaptıkları nizami olmadığına inandığım uygulama.

(21) Tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer; kürkçü dükkânıdır; İnsan, ne denli başına buyruk yaşarsa yaşasın sonunda bağlı olduğu çevreye dönmek zorunda kalır. Meslek ya da alışkanlık gereği olan sonuçtan kaçınılamaz.

(22) Umudunu kaybetmiş olanın, başka kaybedecek bir şeyi yoktur. Kim BOSLEY

Umut, cesaretin varışıdır. Honoré de BALZAC

Umut, en son kötülüktür. Çünkü işkenceyi uzatır.  Friedrich NIETZSCHE

Umut, insanı uyandıran bir rüyadır. ARISTOTELES

(23) Lâm Bir, Lûm İki (Oyunu); Ayakkabıların uzunlukları dikkate alınarak, art arda gelecek şekilde sayılarak oynanan oyunda, her ayakkabının uç uca getirilişinde söylenen sözler.

(24) Gözlerim uykuyla barıştı sanma, sen gittin gideli dargın sayılır… şeklinde başlayan VURGUN isimli eserin Seninle cehennem ödüldür bana, sensiz cennet bile sürgün sayılır!” Türk Sanat Müziği eserinin son bölümü olup eserin Güftesi; Cemal SAFİ’ye, Bestesi; Selçuk TEKAY’a ait Uşşak Makamındadır.

(25) Melek Yavrum; Faruk Nafiz ÇAMLIBEL’in “MELEK” isimli eşsiz yapıtlarından biri. Başlangıcı; “Annesi dün Zeynep’e: ‘Melek yavrum!” diyordu. İşitince bu sözü kız merak etti, sordu…”  Sonu; “İki yavrum var idi / Onlar kanatlanıp uçtular / Hepsi yalnız bıraktı, Bu talihsiz kadını, Bari sen uçma diye Kopardım kanadını.”

(26) Bozacının Şahidi Şıracı; Osmanlı devrinde şıracılar ve bozacılar üretici ve satıcı olarak, yasak olmasına karşın içlerine konurdu. Bu ikiyüzlülüğün, yalancı şahitliğin, yalanın bilindiği halde ispat edilememesinin karşılığıdır.

(27) Psikolog-Psikiyatr; Çok kişi psikolog ile psikiyatrist kelimelerini, anlamlarını ve görevlerini karıştırmaktadır. Psikiyatrist, Psikiyatr; Tıp Fakültesinden mezun, psikiyatri ihtisası yapmış, ruh sağlığı konusunda uzmanlaşmış bir doktordur. Ruh Hekimi. Ruh ve sinir hastalıklarıyla ilgili olarak kişilerde görülen önemli uyumsuzlukları önlemeye çalışan, teşhis ve tedavisi ile uğraşan uzman kişi. Psikolog ise; Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü mezunu olup Ruh bilimi ile uğraşan, ruh bilimci olup doktorluk hüviyeti yoktur. Psikolog, psikiyatrist ile beraber çalışabilir, ancak tanı yetkisine sahip değildir.

(28) Ölüler Konuşamaz; Farazi V. KAYRA’ya ait “Hayalet Islığı” Albümündeki bir şarkı, Dilara KESKİN’e ait bir kitap, birkaç film ve dizide geçen bir deyim. Nefes almayan bir cesedin, dünya ile ilgili tüm sırları da bedeniyle birlikte götürdüğünün ifadesi.

(29) Büyük Türk Atatürk’ümüzün eğitim ve öğretmenler ile ilgili sözlerinden ancak birkaç tanesini özetlemeye çalıştım. Yoksa Atatürk’ümüzü bir öykü içine sığdırmak mümkün müdür ki?