BURASI DAĞ BAŞI MI?

(Erol KARATEKİN)

 

Üçünü birden görevlendirmişti patron. Üçünü birden bir arada görevlendirmesi manidardı. Genç kızın gezip hava almasını mı, yoksa gezip-görüp-öğrenmesini mi istemişti, bilinmezdi. Ya da aklından geçen başka şeyler. Meselâ mı? Onu patronun kendisinden başkası bilemezdi ki! Ama üçünün de gecikmiş sonbaharın ötelerinde, kışa çeyrek kala bu görevi bu şekilde hiç de düşünmedikleri aşikârdı. Hatta işe başlayışının hemen ertelerinde olan genç kızın, ondan üç-beş yıl önce arka arkaya işe başlayan aralarında bir, bilemedin iki yaş fark olan gençlerin de akıllarından bile geçmeyecek, geçmeyen bir şeydi bu!

Patronun “meselâ” denildiği gibi kendine göre, kendince bir kurgusu var mıydı? Kim bilir? Belki. Evlât sahibi olamamıştı patron. Bu nedenle tüm çalışanlarına “Çocuklarım!” der, şefkat ve sevgiyle titrerdi üstlerine, her birinin ayrı ayrı. Ayrıcalık tanıdıkları mı? Gönlünde vardı mutlaka, ama hissettirmezdi kimseye, kimselere. Bayramda, yılbaşında hediye mi? Cebinde akrep mi vardı ki? Maaşlarına nasıl ve hangi oranda zam yapıyorsa ilkelerine sadık olarak hepsine aynısını alırdı ve verirdi. Nişanlanan, evlenen, sünnet yaptıran mı olurdu, hediyeleri aynıydı, herkes bilirdi, ambalaj içine saklanmış olsa dahi. Üstelik hediyeleri kimseyi rencide etmeden ve kimseye hissettirmeden verirdi ve o çocuklarının o mutlu günlerine eşiyle birlikte mutlaka katılırdı.

İlhan ve Sinan Pazarlamacı, Nur ise Reklam ve İnsan Kaynakları Bölümlerinin elemanlarıydılar. Birbirleriyle ne alâkaları vardıysa veya işleri arasında nasıl bir ilinti gördü, ya da sezdiyse patron, işte o şekilde görevlendirmişti onları? Çünkü her iki bölümdeki görevliler her nedense hem birbirlerini çekemezlerdi, hem de ayrılık-gayrılık, gereklilik-gereksizlik gibi düşünceleri birbirlerinin arkalarından sarf etmekten çekinmezlerdi. Buna rağmen karşılıklı olarak saygıları, hatta sevgileri olsa da ya bunu belli etmezler, ya da belli etmemek için çaba gösterirlerdi.

Genç kız bu farkı fark edemeyecek kadar yeniydi iş yerinde. Üç ay olmuştu işe başlayalı, bilemedin birkaç gün fazla, eksik değil ama. Güzelliği herkes tarafından takdir ediliyordu. Anlatılmayacak, kendinin bile belki de bilemediği, hissedemediği bir çekiciliği vardı. Uzun boylu, muhteşem bir yüz güzelliği, 60-90-60 olmasa bile, uygun ölçülerde bedeni ve her şeyden önemlisi öylesine bir yakıcı, can alıcı, denizden esirgenmiş gözleri vardı ki… Tarif etmek bile mümkünsüzdü.

Pazarlamacılar; “Acaba patron, yakını olan bu kızı bizi denetlemek için müfettiş gibi mi taktı peşimize?” diye düşünmeden edemediler, kendilerince, dertleşir gibi birbirine sorguladıklarında. Üstelik öyle çok sıkıntıları olacaktı ki? Örneğin uykuları gelince kendileri çekiyorlardı arabalarını bir park yerine, kestiriyorlar ve gecikmeden yollarına, işlerine devam ediyorlardı. Bir otele gitseler, iki kişilik tek odada rahat rahat istirahat ediyorlar, dinlenebiliyorlardı. Şimdi bu genç kız yanlarında olunca arabayı bir yerlerde durdurmak mümkün olamayacağı gibi otele geldiklerinde de ayrı bir oda isteyecekti bu kız. Bu da ekstra bir masraf demekti, her ne kadar bedeli işyerine gider olarak yazılıyor idiyse de.

Sonra onlar salaş yerlere, kendin pişir-kendin ye gibi yerlere giderler, hatta vakitleri darsa, ekmek arası bir şeylerle nefisleri körletirlerdi, hem yol alır, hem karınlarını doyururlardı. Rastladıkları bir yol çeşmesinden serinlemekten gocunmazlardı, üstelik dağlardan gelen su, temiz, billur gibi, soğuk ve üstelik bedava idi. Bu arada yaşayabilecekleri tuvalet-lâvabo sorunlarını da göz ardı etmemeleri gerekiyordu. Erkek milleti değil mi, çöğdürüverirlerdi bir yerlere, işlem tamamdı. Ama bir bayan için?

Yolculuklarında bazen içki bedelleri kendilerinden, yemekler işyerinden olmak üzere kafayı bile çekerlerdi, durumları uygunsa. Üstelik bir yanlışlıkta ağızlarını bozmadan(!) küfredip, akıllarına eserse rastladıkları reklâm panolarından esinlenerek müstehcen-ayıplı fıkralar bile anlatırlardı birbirlerine.

Tüm bunlar bir tarafa birisi bu genç kıza yan bakacak olsa, baştan aşağıya süzmeye kalksa badi gardlık, ağabeylik, korumalık, hamilik göstermeleri gerekebilirdi. Öyle görünmeseler bile ağabeyleri sayılırdı genç kızın her ikisi de. Gerçekte ise aralarındaki yaş farkı üç, bilemedin beş, en fazla beş buçuk-altı idi.

Üstüne üstlük; “Yorulduk, biraz da arabayı sen kullan!” deseler, şehir dışına bir kere bile arabayla tekerlek döndürmemiş birine bu teklifi yapmak bile “Deveye hendek atlattırmaktan” daha zordu. Yorum yapmakta fazla mı ilkel davranıyordular, ne? Özellikle İlhan; “Böyle bir şey dilesek, herhalde; ‘O sınıf Sürücü Belgem yok, yol tecrübem yok, bu arabayı kullanamam!’ gibi mazeretler ileri sürer, biz de avucumuzu yalarız, en iyisi teklif etmeyi bile düşünmemek gerek!” diyordu, içinden. Çünkü tek-tük de olsa, ara sırada fabrikadaki yoğun işler nedeniyle servise binmediği zamanlar için gidip-geldiği küçük bir arabası vardı, muhtemelen babasının mezuniyet, ya da yeni yaşı için alıp hediye ettiği. Üstelik hissettikleri kadarıyla böyle pikapları kullanamamasının nedenini belki cinsiyetinin verdiği özellikler dolaysıyla uzun uzun cümlelerle anlatırdı. İş yerinde öyle tanımışlardı onu. Bir bakıma kafadar sayılmazdı yani.

Birisi ona “Nasılsın?” demek gafletinde bulunsun! Vay soranın haline? “Dün akşam yatarken, ya da yattığımda…” diye başlar, “Sabah kalktığımda…” diye devam eder, şikâyet ya da gerekli(!) izahatlar sonrasında “İyiyim!” diye bitirmezdi cümlesini, ya “Bir kırıklığı olurdu üstesinden gelemediği”, ya da “Canı hiçbir şey yapmak istemezdi.”

Üstelik her şeyi sorardı, öğrenmek istercesine, hem herkesten; en kıdemsiz işçiden patrona kadar. Öyle bir ayrıcalığı da vardı işte, çokçasına kendilerinin başlangıçta anlamadığı! Sorduklarının karşılığında ilgilendiğini de belli etmez, etmek istemezdi. Belki de gerçekten öğrenmek için değil, merak ettiği için sorardı. Bundan sonrasını “ve saire” diye tamamlamak daha kolay olacaktı özellikle İlhan için. Çünkü tüm artı puanlara rağmen çekiciliği değil, iticiliği vardı kendine göre, kendince. Yanılmak insana mahsustu çünkü!

Başlangıcın sonunda İlhan da, Sinan da öğrenmişlerdi gerçeği: Bu genç kız patronun sınıf arkadaşının kızı idi ve Üniversitedeki branşı nedeniyle kendi işyerlerinde pişmesi için sınıf arkadaşına ricada bulunmuştu babası kızı için. Kısaca “Torpilli” dense doğruydu. Ha! Maaş alıyor muydu, bilmiyorlardı, Muhasebeciye sormak da ayıptı. Hem zaten maaşa ihtiyaç duymayacak kadar babası tarafından varlıklıydı, tahminen, muhtemelen hem. Belki de babası babalık içgüdüsüyle kendisine egemen olamayacağı varsayımıyla bu iş yerine göndermiş de olabilirdi kızını; “Dış dünyayı, insanları tanısın, hayatı öğrensin, yansın-pişsin!” diye.

Galiba patron, belki de kendilerine olan güveni ve dış dünyayı tanımasına yardım edebilecekleri inancıyla bu kızı yanlarına takmış da olabilirdi. Asıl sebep bu olabilir miydi? Olurdu tabii. Patron görmüş-geçirmiş, önünü gören, arkasında şüphe ve “keşke” bırakmamış değerli biri idi, gerçekten.

“Sabah erken çıkalım, Meselâ saat altıda!”diye plânlamışlardı. “Gideceğimiz yerde mesai başlangıcına yetişip işlerimizi kolaylaştıralım!” diye sözleşmeye çalışmışlardı.

Genç kız yüzlerine hayret edercesine bakınca; “Peki, en geç saat yedide sizin evin önünden tekeri çeviririz!” demelerine de o muhteşem gözlerinin içini boşaltırcasına boş boş bakmıştı…

Sabah, belirlenen saatten on beş dakika kadar önce çift kabinli pikaplarıyla genç kızın o heyula görünümlü evinin kapısına gelmişler ve orada olduklarını belirtmek istercesine birinden biri cep telefonunu yalnız bir defa çaldırmıştı.

Evin ışıkları fark ediliyordu, üst kattaki pencerelerden biri açıldı, pijamasıyla görünen genç kız; “Tamam!” dercesine elini salladı. Bu; iki genç için hiç de iyi bir görünüş değildi. Hani, yani; “İyiye alâmet değil!” gibi bir şeydi.

Beklediler. Plânladıkları saati yirmi dakika-yarım saat kadar taştıktan sonra sinirlerine hâkim olamadan tekrar cep telefonu ile işaret verdiler…

Biraz sonra tüm aile sabah kıyafetleriyle kapıda gözüktü. O ve onun arkasının önünde bir tas su ile annesi, ellerinde poşetler ve çantalar ile diğerleri peş peşe geliyorlardı. Aile; baba, anne ve bir de küçük beyden müteşekkil gibiydi, onun dışında.

İyi denilecek bir kıyafet vardı genç kızın üstünde, göreve giderken olması gerektiği gibi. Pantolon-ceket-siperlikli şapka-şapka üstüne yerleştirilmiş renkli gözlük-topuksuz pabuçlar ve gömleğinin yakasını kapatan gözlerinin renginde bir fular.

İlhan direksiyondaydı, elleriyle direksiyona tempo tutar gibiydi. Kıpırdamadı bile yerinden, sadece kontağı çevirip arabayı çalıştırdı, gecikmişlerdi, prensiplerine sadıktı ve bundan böyle hiç bir şey umurunda değildi sanki. Sinan ona göre centilmendi (herhalde), indi arabanın arka kapısını açtı, genç kızın “Günaydın!” demesini cevaplamadı, cevaplamak istemedi yahut. Sadece ağzını açmadan “Hı!” gibi bir ses çıkardı o kadar. Zira ikisinin de tahammül sınırları zorlanmış, yüzleri maviden mora dönüşürcesine, siyah gibiydi. Felsefe olarak Ağabey görünümlü İlhan ve Sinan aynı düşüncede idiler: Çünkü “Erken kalkan daima yol alırdı, geç kalan donakalırdı!”

Annesi arabanın arkasından elindeki tastan suyu dökerken, dudakları dua niteliğinde olsa gerek kıpırdıyordu. Keşke dualar, edildiği şekilde kabul olunsa idi.

Nur; “İyi yolculuklar!” dedi. Bu kere İlhan; “Peki!” dedi, ne anlama geliyorduysa? Herhalde; “Teşekkür ederiz!” demek uzundu, “Sağ ol!” demek de içinden gelmemişti demek ki! Ve ağzının içinde gevelemişti: “İnnallahe ma ‘as’ sabireen!(1)

Genç kız arkada bir kısım poşet-kâğıt sesleri sonunda, ön tarafa seslendi, hiçbir şeyi fark etmemişçesine, davranışlardan hiçbir şey anlamamışçasına;

“Kahvaltı etmemişsinizdir, annem kurabiye ve poğaça yaptı. Sıcacıklar. Termosta da sıcak çay var, taze. Giderken mi içer-yersiniz, yoksa bir yerlerde durur muyuz?”

İçinden “Lâ havle!” çeken, “Geciktiğimiz yetmiyormuş gibi bir de bir yerlerde durur muyuz, diye sormaz mı?” diye gönlünden geçiren İlhan’ın ne dediği anlaşılmaz bir biçimde dudakları kıpırdadı sadece. Sinan;

“Ben bir kurabiye alayım, mümkünse, severim çünkü. Asfalt bitinceye kadar da çayımı bitiririm, sanırım.” dedi ve arkasına dönerek ekledi; “Lütfen!”

Bu sitemli “Lütfen” sözünden sonra nihayet aklı başına gelmişti genç kızın:

“Geciktiğim için özür dilerim, tamamen kendi kusurum.” dedi.

“Estağfurullah efendim!” diye yine sitemle cevaplayan Sinan’dı, İlhan hiç oralı değilmişçesine gözü yolda görünüyordu. İçinden, genç kız için “İtici” demesine rağmen, “Çekici” demekten çekiniyor gibiydi

Bir yerde durup benzin aldılar, sadece birkaç dakika harcayacak zamanları vardı ve sormadılar bile genç kıza; “Bir ihtiyacın var mı?” diye. Zaten sormaları da abes değil miydi? Böyle sosyete çocukları umumi lâvabolara girerler miydi, böyle yerlerden bir şeyler alıp, yiyip, içerler miydi ki? İlhan bu duruşta bile Nur’un tekliflerine açık değildi, ya da açık olmamak için direniyor gibiydi.

İlhan acele ediyordu, zaten gizliden saklıdan bir kısım arkadaşları ta Üniversiteden bile ona; “Acul İlhan!” derlerdi. Prensiplerine sadıktı, bir şey plânlanmışsa, plânlanandan önce gerçekleştirmeye çalışırdı gerekeni ve bir şey için sözlenilmiş ise vaktinde olmasını isterdi. Gecikildi mi? Vay gecikenin haline, tıpkı bugünkü gibi! Ama bilmediği şeyler de vardı: Örneğin, “Acele eden, ecele giderdi, Gün doğmadan neler doğardı, Acele işe şeytan karışırdı!” gibi. Hem bir kamyonun tampon yazısı idi galiba; “Geç geldin desinler, geçmiş olsun, ya da başın sağ olsun demesinler(2)!” gibi, ya da bunun gibi bir şey. İnanıyordu, ama prensiplerinden sapmak da aklının ucundan geçmiyordu.

Yola devam ediyorlar Nur hayat hikâyesini anlatıyordu, dinliyorlarmışçasına. Belki bunda gecikmesinin yarattığı sinirliliği yumuşatma gayreti de vardı. Hatta bir ara; “Bir daha olmayacak!” gibi bir söz de sarf etti.

Patlama noktasında olan İlhan’ın çenesi ilk defa açıldı, yola çıktıklarından beri:

“Bir daha mı? Bir daha sizinle yola çıkmak mı? Tövbe! Tövbe!”

“Yani o kadar çok kızdınız?”

“Haddime mi efendim? Bizlerin prensiplerimiz olsa bile öyle kızmak hakkımız yoktur, o hak sadece sizlere verilmiştir.”

“Yani, bir daha yola beraber çıkmayız, demek istiyorsunuz?”

“Gençsiniz, ama zekisiniz, anladınız demek istediğimi. Şöyle söylemeye çalışayım isterseniz içimden geçeni: Bir kez daha beraber görevlendirilirsek istifamı verir ayrılırım işimden, hem tazminat-mazminat düşünmeden. Çünkü ben bana gerekliyim. Nasıl olsa bir lokma ekmek parası kazanacak kadar bir yerlerde iş bulurum. Benim için sözler ve prensipler önemlidir, asla vazgeçmeyeceğim, vazgeçmeyi düşünmeyeceğim.”

“Diyorsunuz, üzüldüm. Bir son şans dileyeceğim sizden gecikmemek konusunda. Bu seferinde oldu, oldu, olmadı, sizin ayrılmanıza gerek yok, ben ayrılırım!”

Bir süre durdu, bir tepki, bir söz, bir soluk bekledi genç kız. Gelmeyince devam etmek gereğini hissetti:

“Söz verdim, hadi gülümseyin artık, biraz !”

İlhan’ın elinde değildi gülümsemeleri çakışırken arabanın motorundan gelen bir öksürme, kesiklik sesi ve motorun durması üzmüştü gene onu. Oysa ulaşacakları yere bir hayli mesafe vardı daha. Aracın bakımdan çıkması yeni olduğu halde motorun böyle şaşırtması sinirlendirmişti, İlhan’ı da, Sinan’ı da. Ve işin kötü tarafı Sürücü Belgeleri Profesyonel olmasına rağmen ilk defa karşılaşıyorlardı böyle bir durumda.

Bildikleri stepne değiştirmek, şarj lâmbası yanıyorsa vantilâtör kayışına bakmak, hararet yükselmişse durup bir yerlerde dinlenmek ve sonra radyatör kapağını dikkatlice açarak suyunu doldurmak, cam silecekleri için su depolamayı unutmamak gibi şeylerdi. Bunun sebebi neydi, motorun orasına burasına bakmışlar, keşfedememişlerdi.

Elleri şakaklarında ne yapacaklarını düşünüyorlarken hemen geçtikleri köy yolundan çıkan bir kamyonet imdatlarına yetişmiş gibiydi. En kötüsü parasıyla değil miydi? En yakın Benzin İstasyonuna kadar çekme halatıyla çektirirlerdi kendilerini ve ondan sonrası Allah Kerim’di.

Genç kızın bu gibi şeyler hiç de umurunda değildi. Termosundan çayını bardağına doldurmuş, annesinin kurabiyelerinden yiyordu, acıkmışçasına.

Kamyonet gelmiş ve arkalarında durmuştu, el işaretlerine bakarak. İki bıçkın, pehlivan yapılı, güçlü-kuvvetli oldukları belli köy çocuğu, arabadaki genç kızı gördükten sonra gözleri fıldır fıldır oynayarak yanlarına gelmişlerdi. Yanılmamış olmayı istercesine dikkatlerini çeken genç kıza tekrar yönelmişler, isteklice ve kısa bir an birbirlerine bakmışlardı, aynı düşünceyi paylaşıyorlarmışçasına.

Daha uzun boylu ve fakat daha genç görünen sormuştu:

“Hayırdır? Neyiniz var?”

“Bakımını yaptırıp çıkmıştık yola. Benzini, suyu, yağı falan hepsi tamam, ama biraz öksürdü, silkelendi, sonra ‘Zınk!’ diye durdu.”

Genç görünen tarif üzere anlamış gibiydi sorunu. Yaşlı gibi olana işaret edip;

“Abi! Bas bakam bi marşa!” dedi, kaputu açıp.

Marşa basılınca “tık!” sesinden başka bir ses duymayınca;

“Önemli değil, plâtin meme yapmış, beş dakikalık iş deyip, kendi arabalarından ufak bir kâğıt parçası gibi bir şeyle dönmüş, motorun bir yerlerinden bir şeyler çıkartıp, elindeki kâğıt parçasını, sürtüp üflemiş, kontrol edip tekrar sürtüp üflemiş ve;

“Abi! Bas bakam marşa bi da’a!” demişti. Araba çalışmıştı. Gencin elindeki, kâğıt bir zımpara parçasıydı. Onu İlhan’a uzattı,

“Belki lâzım olur bi da’a!” dedi. İlhan;

“Borcumuz nedir?” diye sorunca;

“Borcunuz yok! Kızı bırakın, gidin!” dedi, Abi olan.

Yaşamda böyle bir saçma istek olabilir miydi? Ama onlar kendilerine göre, genç, dinç ve kuvvetli görünüyorlardı. Dayak yemenin ötesinde her şeye rağmen Nur’u kaybedebilirlerdi. Ürkütmemek gerekti onları.

Olayın vahametinden, konuşmalardan haberi olmayan Nur çayını içmeye devam ediyordu, arkadaşları neredeyse çıldırmak üzereyken.

İlhan Nur’un kapısını açtı, fark edilmeyecek şekilde gözünü kırpmaya çalışırken;

“Yolculuğunuz buraya kadarmış Küçük Hanım. Gençler sizi istediler, biz de hayatımızı kurtarmak için sizi onlara verdik. Haydi; şimdiden geçmiş olsun!” derken, genç kızı kucaklayarak indirmek şeklinde gözükürken onun oturduğu kanepenin altından bir şeyler almak gayretinde idi. Bu arada genç kızın orasına burasına dokunduğunun ve bunlardan genç kızın hoşnut olmadığının farkında değildi. Çekincesini de düşünemezdi zaten.

Nur, İlhan’ın harekete başlamasından önce açılan kapıdan boş bardağını ancak atabilmişti. Ayrıca, hem orasına-burasına dokunulmasının tedirginliğini yaşıyor, hem korkuyor, hem de İlhan’ı yumrukluyor, tekmeliyor, ağzına gelen tüm kelimelerle hakaret ediyordu, küfür bilmiyordu, bilse de, böyle bir durumda da olsa küfrün ağzına yakışmayacağı inancındaydı.

İlhan hiçbir şeye aldırmıyor, bedenindeki acılara, beynindeki hakaretlere tahammül edercesine, sanki köylülere kızı teslim edecekmiş gibi kızla boğuşurcasına aradığını bulmaya gayret ediyordu. İlhan nihayet aradığını bulmuştu. Genç kızın bağırıp çağırmalarına karşın eliyle ağzını kapatıp aniden geriye dönmüştü. Elinde bir tabanca vardı:

“Burası dağ başı mı…?” dedikten sonra yutkundu. Yanında bir genç kız vardı ve küfretmemesi gerekiyordu, devam etti:

“Her iyiliğin bir bedeli mi olmalı…? Namusu bize emanet edilen bir genç kızı itirazsız olarak sizlere teslim edeceğimizi mi sandınız? Haydi, şimdi defolun!”

Kamyonetten inenler şaşırmışlardı. Muhtemelen böyle bir tepki beklemiyorlar gibiydi. Kamyonete binerlerken büyük olanı; “Görüşeceğiz gene!” diyerek işaret parmağını uzatarak elini salladı, manevra yaparak geldikleri yöne geri döndüler. Duymalarını istercesine bağırdı arkalarından İlhan:

“Elinizden geleni, ardınıza koymayın!” ve genç kıza, Sinan’a dönerek;

“Özür dilerim, haydi gidelim gençler!” dedi. Nur;

“Neden?” diye sormak gereğini hissetti.

“Ben bana emanet edilen birinin kılına bile zarar gelirse neden yaşayayım ki? Bana emanet edilen namustur, ırzdır, sevgidir, saygıdır, muhabbettir! Bunları asla yitirmek istemem. Buna yaşasaydılar anam-babam-ba ım gibi sizler de dâhilsiniz. Her ikiniz de. Bu nedenle saklıdır oradaki bu oyuncak tabanca. Gene de iş görüyor işte.”

Bir süre durdu İlhan, beklediği asla takdir sözleri değil, tedirginliğiydi.

“Bu arabamızın arızasını gideren gençlerin çabucak pes edip vazgeçeceklerini sanmıyorum. Mutlaka bir şeyler yapıp yine önümüze çıkmaları muhtemel. Bu nedenle Nur Hanım, sizi otobüslerin durduğu bir yerde bırakalım. Eğer rastlarsak şoföre silâh zoruyla, hostes koltuğunda da olsa sizi götürmesini rica edelim. Siz gideceğimiz yere ulaştığınızda iyi bir otel bulup yerleşin. Sonrasında telefonlaşır, sonraları için sözleşir plân yaparız! Tamam mı efendim?”

“Efendim, demek çok acımasız olmuyor mu?”

“Kastım yoktu, özür dilerim!”

“O halde anladım, efendim! Benim de kastım yok!”

İlhan şöyle bir baktı arkasına motoru çalıştırırken, anlatılmak istenen neydi, anlaşılan neydi, anlayamıyordu, böyle bir cici kızın karşısında da anlaması gereksizdi zaten. İlgi mi? Mümkün değildi, hele hele daha başlangıçlarda kin gütme yarışındayken… “Külâhıma anlat sen onu!” içinden mırıldandığı bir sesti bu, bir histi…

İnsan dilerse Allah gönüllerine göre veriyordu. Benzin istasyonuna ulaştıklarında bir otobüs gittikleri yöne doğru hareket etmek üzereydi. Çapraz durarak otobüsü durdurdular. İlhan hemen inip şoföre yalvarma ile tehdit arası bir şekilde konuştu, Nur’u almaları için. Mazeret mi? Mazeret çoktu! Meselâ araba ikide bir hararet yapıyor, istop ediyor falan yalanı? Makuldü!

Genç kız arabadan sadece bir çantasını aldı ve;

“Gecikmeyin! Çayı, kurabiyeleri de bitirin!” deyip bindi otobüse. Otobüs yola çıktı, gönül yorgunluğunu dinlendirmek için kalıp birer çay içmeye başladıklarında, benzinlik girişinde kendilerine yardım eden ve fakat arkadaşlarını edepsizce isteyenlere ait kamyonetin pusuda beklediğini fark etmediler. Yola çıkmalarını bekliyorlardı muhtemelen; “Yüzlerini şeytan görsün!” diyecekleri kişiler.

Ellerini, yüzlerini yıkadılar ve yola çıktılar. Takip edenler de peşlerinden hemen. Bir köy yolu sapağına yaklaşırlarken, muhtemelen oraları çok iyi bilen kamyonettekiler önlerine geçip biri tüfeğini, öteki tabancasını havaya doğru ateş ederek, köy yoluna sapmaya mecbur ettiler onları. İkisi de silâhlarını doğrultarak geldiler yanlarına ve Abi olan bağırdı:

“Nerede ulan kız? İşte burası dağ başı! Biz de dağların efesiyiz!”

İlhan, başına gelecekleri düşünmeksizin pikaptan indi, sakindi, belki de sakin olmaya çalışıyordu. Sinan kapısını bile açamamış donmuş gibiydi pikabın içinde.

“Kız çoktan şehirlerarası otobüslerle gitti, hatta ulaşmıştır bile şehre!” deyince;

Çıldırmış gibiydi Abi denilen. Yakasından tuttu, önce bir kafa attı İlhan’a, ağzı burnu kan içinde kalmıştı garibin. Yılmadan, bıkmadan defalarca, kerelerce hırsını almak istercesine yumrukladı, tekmeledi. Sinan da ötekinden nasibini alıyordu dövülerek, ama öyle çılgıncasına değil, sanki kibarca, sanki acıyarak.

Yorulmuşlardı, Abi olan;

“İşte burası dağ başı, bu da size ders olsun!” dedi, burnunu, sümüğünü silercesine koluna sildikten sonra genç olana “gel!” dercesine işaret etti;

“Bu yeterli değil, ver bakalım tabancanı, kötürüm kal da artistlik yapmak neymiş öğren!” diyerek İlhan’ın ayağına doğru bir el ateş etti apaş. İlhan’ın zaten ayağa kalkacak hali, Sinan’ın da neredeyse ondan kalır şekli yoktu. Sapa bir toprak yoldaydılar ve kendilerini o durumda görecek kimse olamazdı. İlhan’dan ses gelmiyordu, sanki ölmüş gibiydi. Nabzını, soluğunu kontrol etti; “Allah’ıma şükürler olsun!” dedi Sinan.

O vakitte aklında olan tek şey, ya caddeye kadar sürünerek gitmek ve gelecek birilerinden yardım istemek, ya da tüm gücünü kullanarak İlhan’ı sürükleyerek de olsa pikaba bindirip, son sürat bir hastaneye yetiştirmekti. İkinci fikir daha olgun gelmişti kendisine çünkü birinci fikirde zamanın yitirilmesi ve olması gerekenin de gecikeceği düşüncesinde idi.

Biraz dinlendi, soluklarını keskinleştirdi, “Ya Allah!” diye Tanrı’dan güç dileyerek onu pikabın arka kanepesine oturturla-yatar arası bindirdikten sonra pikabı çalıştırıp şehre yöneldi.

Hastanenin kapısına geldiğinde o da son gücünü tüketmiş gibiydi, kendinden geçti. Duran arabadaki hareketsizliği fark eden Güvenlik Görevlisi arabanın başına gelip ikisini de kendinden geçmiş, ağızları-burunları kan-revan içinde görünce hemşirelere haber vermiş, onlar da iki sedye ve Doktorlarla birlikte koşarak gelmişlerdi başlarına. Doktorlar ikisinin de nabızlarına ve göz kapaklarını kaldırarak gözlerine bakmışlardı. Doktorlardan biri;

“Bacağı mendille boğulmuş, ama çok kan kaybetmiş, hatta kangren olma tehlikesi de var! Hemen ameliyata!” diye bağırmıştı!

Sinan’ın ufak darbelerden, bir iki morluk ve çentikten başka bir kusuru yoktu, gene de yediği dayaktan ötürü yorgundu, tedavi ve istirahata ihtiyacı vardı. Bu arada İlhan’ın ayağını nasıl bağladığını da hatırlayamıyordu. Ama gerçekti, çünkü mendili cebinde değil, İlhan Ağabeyinin ayağında idi.

Nur, akşamın ilerleyen vaktine kadar bekledi onları. Ne pikaptan, ne de onlardan ses-seda vardı. Çekinerek İlhan Ağabeyinin telefonunu çaldırdı. Hemşirelerden biri açtı telefonu, hemen yanında yatan Sinan’ın uzanmasına fırsat kalmadan. Gene de telefonu Sinan’a uzattı:

“Gecikince merak ettim!” dedi Nur.

“Telâşlanmazsanız ufak bir haberim var!”

“Çabuk söyleyin ne oldu Ağabey!”

“Ufak bir kaza geçirdik, şimdi hastanedeyiz, iyiyiz ama, merak etme, İlhan Ağabey henüz kendisine gelemedi!”

Başka türlü söyleyemez, anlatamazdı Sinan.

Ne kadar zaman geçmişti ki aradan, bir dakika, beş dakika, yoksa yarım saat mi? Başlarındaydı Nur.

“Anlat, nasıl bir şey bu! Pikap hastane bahçesinde sapasağlam duruyor, gördüm. Nasıl bir kaza geçirdiniz, çabuk söyle, anlat!”

Anlattı Sinan, ilendi Nur. Dilinden, gönlünden, kalbinden çok kötü şeyler söylemek geçti, ama frenledi kendini.

İlhan hareket ettiğinde olayla ilgili her şeyi unutmuş gibiydi, ya da unutmak ister gibiydi Nur. Sadece içinde frenleyemediği, hatta frenlemek bile istemediği bir şeyler vardı, şimdilik isimlendiremediği bir duygu idi bu, daha önce hiç mi hiç farkında olamadığı. Hiç yaşamamıştı, şimdi yaşamaya başladığı inancındaydı. Kendisi için biri bir şeyler yapmıştı başlangıçta ve sonunda bu onun hayatının sona ermesine de sebep olabilirdi. Demek ki bir bağ vardı hissedemedikleri.

Başucundaki sandalyeye oturdu ve içinden geldiğince sarılıp, yanağını okşarken duyacağını hisseder gibi fısıldadı:

“Kahramanım! Benim için kendini düşünmeden feda edenim!”

Gözlerini açtı İlhan;

“Ne söylediğini farkında mısın sen?” dedi kendini zorlayarak, yorgunca.

“Evet! Tüm şirretliğime, tüm yanlışlarıma, tüm acımasızlığıma rağmen ben, benim. Gencim, belki bilmediğim çok şey var, öğreneceğim. Ama bildiklerimi yeterli görüyorum, hele bir kendine gel, hele bir iyileş, hele benim olduğunu tüm varlığınla hisset! Sana daha çok söyleyeceklerim var!”

İlhan sessizce, kendinden geçer gibiyken son bir cesaret ve gayretle seslenmeğe çalıştı:

“Benim de…”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

YAZANIN NOTLARI:

(1) İnnallahe ma ‘as’ sabireen: Arapça “Sabırlı, sabırlı söyleyin!” anlamındadır.

(2) Acelecilik, ya da acullük (ki acul, Arapçada “aceleci” demektir) aklımda kalan belki atasözü, belki kişilerin deyişleri olarak birkaç alıntı da şöyledir: “Aceleyi yavaş yapın! Ağır ağır acele et! Sabır sevincin, acele pişmanlığın ifadesidir! Hata acelenin hayırsız çocuğudur!” gibi.