Müdüre Hanım onu sınıfa getirdiğinde aydınlanıvermişti sınıf sanki. Üç tarafı duvarlarla çevrili kalan tek tarafı üç pencereli sınıfımızın gündüzleri bile lâmbaları yanık olduğundan “Lâmbaları söndürmek gerekir!” demek geçmişti içimden, yani aklımdan. Müdüre Hanım sınıf kapısını pattadak(1) açıp girmişti onu sınıfa tanıtmak için.
O azamet, ona yakışmayan tavır, bir kurum(1), bir çalım(1), soğukluk ve soluk, abuk sabuk yüz(2), sarkık dudaklar ile(2) o genç yaşında kırışmış bir alın, yaşlı bir nine görüntüsüne sahip olmuştu, aydınlık, ama kibirli(1) gibi tavrıyla aniden nazarımda(1)…
Oysa ilkbaharın yaza dönüşüne azim katan(3) günlerinden birini yaşıyorduk, ceketlerimizi, hırkalarımızı henüz çıkarmamış, şemsiyelerimizi unutma lüksümüz olmayan.
Bana göre her nedense sıcaklığına inat soğuktu o, soğuklukla dolu, soğukça sınıfı baştan sona, sondan başa gözlemişti, sözüm ona Müdüre Hanım onu bize tanıtırken. O gelince itiraf etmem gerek ki; “Havalar mı soğudu ne?” demek bile geçti içimden.
Ayten’di adı. Hani şairin dediği gibi(4). Onun üzerinde eksiği var, fazlası yoktu şairin söylediklerinin, şair beni bağışlasın, eğriye eğri, doğruya doğru! Ona yakışmayan, gökten zembille inmiş(3) gibi hareketi idi.
Aslında sözlerimin açıklığa ihtiyacı vardı, tavrına karşı sözlerimin neden yalana dönüşmek için zahmete girme çabasına akıl erdiremediğim. En başta gerçekten soğukluk bir yana sıcacıktı, belki ilk çekingen tavırları beni onu kötülemeye itmişti.
Genel anlamda iticiliğine karşın çekiciliğini ve güzelliğini inkâr etmek doğru bir düşünce olamazdı. Tabiidir ki bunlar bana ait düşünceler, karma okulumuzda. Diğer öğrenci kardeşlerimin düşüncelerini bilmem doğal olarak mümkün değildi başlangıç olarak.
Gene de hiçbir yoruma bakmaksızın soğukluğu nedeniyle basit bir istiare(1) ile ben ona daha ilk konuşmamız gerektiğinde harflerden birini artırıp, içimden geçen düşünceye bir harf yutarak Aysten adını takmayı düşünmüştüm.
İngilizcedeki “Ice” ve “Teen” kelimelerini Türkçemizde birleştirerek; “Soğuk Genç” ya da “Soğuk Nevale” ya da “Buz Tenli” gibi bir anlamda. Herhalde eksi 10 derece (ya da 10 numara) soğuk olamazdı, değil mi? Hani “e” harfinin birini (kaza ile) düşürürsek “Ten” İngilizcede “10” demekti ya…
Benim düşünceme göre Aysten'i Ayten olarak söyleyen Müdüre Hanım Aysten’in isminin sonuna ikinci bir isim daha eklemişti, “Şevval” gibi bir şeydi galiba, başlangıçta ikinci ismi mi, soy ismi mi anlamakta zorluk çektiğimiz.
Ancak bu isim aklımda kalmıştı. Nasıl ki erkek çocuklara Recep, Şaban, Ramazan, Bayram gibi adlar konuluyorsa kızcağıza da neden Şevval adı konulmuş olmasındı ki?
Oğlan çocuklar için bir şey diyemem ama bu kız eğer Şevval ayında doğmuşsa ve doğum gününü Şevval ayına göre kutluyorsa, yaş gününü her yıl on bir gün önce kutluyor olsa gerekti. Miladi takvimle, Hicri (Arabi) takvim arasındaki farktan dolayı...
Ve bu da aklımın erdiğince yolun yarısı civarına (33 yıl gibi/kadar) geldiğinde aşağı-yukarı esas doğum tarihiyle aynı tarihlerde doğum gününü kutlama anlamına gelebilirdi, meğerki rast gele.
Aslında şanslıydı Şevval. Ya artık yıl olan 29 Şubat tarihinde doğsaydı? Ancak dört yılda bir doğum gününü kutlayabiliyor olabilirdi (meselâ)!
Övünmek gibi olmazsa boyum pek uzun olmamasına rağmen hâşâ huzurdan(2) inek gibi çalıştığım, yani mölediğim(3), biraz da zekâ konusunda ileri olduğum için (zannederim) belirli bir dönemden sonra ilgi ve belki başka nedenlerle sınıf öğretmenim beni sınıfın en son sırasına tek başıma oturtturmuştu.
Okula iki kız arkadaşımız o gün gelmemişlerdi, sebebinin ne olduğunu doğal olarak tabidir ki bilmem imkânsızdı.
Aysten, üç sıra halinde yerleştirilmiş sıraların aralarının benim olduğum bölümünde ilerledi. Güzelliği sınıfımızdaki tüm kızları da etkilemiş olsa gerek ki, ilk oturmak için yanaştığı sıradaki arkadaşımız, onun oturmaya düşündüğü yere doğru kaymış; “Sahibi var!” demişti.
Öteki sıradaki arkadaşımız ise yüzünü bile dönmeye gerek görmemişti.
Küçük dağları ben yarattım(2) tavrıyla yanıma gelen Aysten, bir süre bekledi yanımdaki boşluğu zapt etmek için, konuşmaksızın, hatta kıpırdamaksızın. Karşılıklı bakıştık.
Neden sonra hareketlenmek, yana çekilmek gereğini hissettim.
Mademki o konuşmuyordu, ben de küs olmalıydım onunla, gene de “Otur!” diye işaret ettim. Herhalde “Anlamama hakkını” kullanmış olsa gerekti, oturmadı.
Duvar tarafını işaretledim ve bu kez kendimi sıranın boş tarafına doğru çektim. Gafletti benimkisi. Centilmen olmalıydım, sözle değilse bile, yine işaretle “Buyurun!” demeliydim, değil mi?
Yalnız oturmaya alışmışken bu beraber oturmak başlangıç olarak pek hoşuma gitmişti, diyemem. Sakınılan göze çöp batardı, ummadığın taş baş yarardı ve belâ geliyorum demez, gelirdi.
Ve o genç kız gelir otururdu yanına ve sultanlığın sona ererdi bir nefeste. Oturdu da mecburen.
Hele ki birkaç gün sonra yapılan yazılı matematik sınavında, sonuçlar açıklandığında illet olmak(3) bir yana, kıskançlıktan neredeyse tüm kılcal damarlarım çatlayarak iflâs etme durumuna gelmişti.
Tüm prestijim(1), egemenliğim sona ermişti, üstünlüğüm konusunda. Çünkü sınıftaki en yüksek notu bir o bir de ben almıştım. Tek farkla; benimki buçuktan tam not, onunki doğrudan doğruya ve hasarsız tam not idi!
Oysa kendimden o kadar emindim ki! Hele ki öğretmenimiz;
“Tahtaya kalk Şevval! Hiçbirinizin tam olarak çözemediği soruyu tahtada izah et, arkadaşların da öğrensinler!” demesi yok muydu, bu; kendime aşırı güvenimin yanlış olduğunun tasdiki gibiydi. Yanlışlığımın farkındaydım!
Ne demişti tarihte büyüklerimiz; “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var!” Evet, benden büyük Şevval vardı.
Onun zekâsı, sınıftaki birçok dengeleri de değiştirmişti. Kızların tavırları zaten belli idi. Oğlanların hepsinin ise Allah akıllarını almış, zekâ yoksunu olarak ortalığa; yani sınıf içine salarak canlarını bağışlamıştı sanki! Onları at sineğine ya da sülüğe benzetmem ayıp olurdu…
Olmasına da…
Aklıma başka bir şey gelmiyordu ki!
Ben?..
Öğrenci sıramda ve ona gerektiğinde yol vermek bana yetiyordu, yetmeliydi de. Fazlasına ne hakkım, ne de gerek vardı. Mademki küçük dağların sahibi o idi, o halde küçük dağlar ona kalsındı, her ne kadar büyük dağlar sahipsiz ise de.
Şevval konuşmaktan yahut da yalnızca benimle konuşmaktan hoşlanmıyor olsa gerekti. Ben nasıl ki onu soğuk ve itici bulmuşsam, onun da beni öyle görmesi doğal bir mutlakıyet(1) değil miydi? Galiba bana göre dilsizliği yanında gülümsemesinin de yasakları olsa gerekti.
Ben de sessizdim, ama benimki farklı bir sessizlikti. İddiam; “Benim sessizliğimi anlamayanın, benim sözlerimi anlamayacak oluşuydu(5).” Ama neden zırt-pırt, abidik-gubidik(2) en olmadık zamanlarda, hayallerimde, rüyalarımda onunla olduğumu anlayamıyordum.
Bana göre, ilerleyen diyebileceğim bir zamanda inanamadığım olay ve gerçek, geldiği günde benden aldığı sınıf birinciliğini bana iade etmesiydi. Evvelden tam not alamadığında ortalığı birbirine katan “Buz Tenli” şimdilerde kanaatkâr olmuştu. Çözemediğim bir soru(n) olsa gerekti, ama ne?
Yılsonu gelmişti o hay-huy(2) içinde ve üniversiteye hazırlıkları yaşarken. Sınıfta toplanmış, son kez beraber olmak, sınıf fotoğrafı çektirmek ve ufak tertip veda eğlentisi gibi bir şey tertiplemiştik.
Liseden mezun olacak öğrencilerin ayrılış hüznünü yaşayacakları, her birinin bir tarafa saçılacağını düşündükleri bir eğlenti denilemeyecek veda gecesi nasıl olabilirdi ki?
Öylesine bir düşünce, ikilem(1) egemendi ki ruhuma, gönlüme. Hem unutmak istiyordum, hem küs gibi olsak da yanımdan ayrılmasın, hiç ayrılmasın istiyordum onu, egoistçe.
Babam, serbest çalışan bir marangozdu ve en sevmediği şey ise hüzün dolu insanların ölülerinin nakli için çinko kaplı tabut yaptırmasıydı. Ne pazarlık eder, ne de para isterdi, sadece masasına bırakılan bedel, düşündüğünden fazla ise, mutlaka iade ederdi.
Babamın sayılamayacak kadar çok meziyetleri(1) de vardı ki ayrıca saymak gereksiz. Hani ben de bir baltaya sap olamaz, okuyup adam olamazsam diye çok zaman hafta sonlarında ona yardım ederdim, maksat zanaatı öğrenmekti tabii, ben de öğreniyordum işte karınca kararınca(2), günbegün(1) ileri adımlarla.
Babam, nasıl denilir bilemiyorum, bir nakkaş(1) ustalığıyla resimler donatırdı o duygusuz tahtalar üzerine, bazen oyarak, bazen sıcak çuvaldız gibi iğneleriyle işaretleyip yakarak.
Babamdan öğrendiğim en büyük ve güzel ustalık bu idi, tabii ondan irsiyetle bana ulaşan yeteneği de inkâr etmemem gerek. Bir gün o gül yüzlü tahtalardan biri geçmişti elime.
Hani; “Soy soya, bulgur suya çeker!” demişler ya, babam gibi, onun kadar usta olmasam da bir gün bakmıştım ki; o tahtalardan birinin üzerinde Ayten vardı. “Hem milyon kere Ayten...”
Beğenmedim. Egemen olmalıydım, o tahtaya ve kor iğneye. Onu kırıp parçaladım, yakılacaklar arasına atıp. Bu kez aklıma geldiği için değil, isteyerek, arzulayarak şekillendirmeye çalıştım Şevval’i o ak tahtanın üzerine ve sadece “Şevval” yazdım alt kısmına, kendimi “Şevket” diye belirtmeme gerek olmadığını düşünerek.
Mezuniyet ile ilgili plân ve programlarımızı yapmanın arifelerinde Aysten'in durgunluğunun iyice buzlaştığı bir devrede yaşıyorduk. Sırf yakınlaşmak, onu anlamak ve dinlemek için;
“Mezuniyet gecesinde yanında olmamı ister misin? Mezuniyetimiz sonrasında her birimiz bir yerlere dağılacağız, belki birbirimizi bir kez daha görmemiz mümkün olamayacak. İlk ve son kez bu törende seninle dans etmeme izin verir misin?”
İsmimi söylememek için direnir gibiydi;
“Bağışla! Sen hiç ziyafete giderken yanında ekmek götürür müsün?..
Hayır mı?..
Ben de öyle düşünmüştüm!.,
Bu kadar zamandır birlikte oturup kalktık aynı sıraya. Hatırında mı? Bir gün bile ‘Merhaba! Günaydın!’ demeyi esirgedin. Bir gün bile ‘Seni dertlendiren, suratını astıran, itici olmaya zorlayan sebep nedir?’ diye sormadın...
Şimdi kalkmış; ‘Ayrılıyoruz, bana zaman ver!’ diyorsun! Üstelik emreder gibi. İki cihan bir araya gelse senin elini bile tutmam zor! Hem sana mı kaldım, çevremde bu kadar duygu yüklü insan olan arkadaş varken?”
“Vaktini çaldım! Kusura kalma! Ama eğer vaktin uygun düşerse hiç olmazsa öğle paydosunda, hakkım olmasa da bir nebze(2) de olsa sana yardımcı olmama izin ver. Seni dinleyeyim ve aklımın erdiğince yardımcı olmaya çalışayım, gecikmiş olarak olsam da…”
Attan inip eşeğe binmiş, eşekten de düşmüş Nasrettin Hoca gibiydi tavrı; “Zaten inecektim!” der gibi. Ya da “Benim de böyle bir şeye ihtiyacım vardı!” seslenişi şekillenmişti yüzünde.
Kısaca; “Peki!” dedi, tavrının zoraki olduğunu(3) sezinliyordum sesinde.
Ama gençliğimin tutkusu, sembolü olsun istediğim o tahta resmi de onu dinledikten sonra, ona vermeyi düşlüyordum, benim için söylemekte çekinmeyeceğini düşündüğüm ağır sözlerine rağmen...
Ders zili çalınca elimdeki poşetle yol verdim, önüme geçmesi için, “Takip etmemi bekle!” dercesine.
Kantindeki kenar masalardan birine oturdu, ben çayları getirip dökmemeğe çalışırken hemen konuşmaya başladı;
“Başlangıçta elini uzatacağını sanmıştım, hüznümü fark edecektin diye düşünmüştüm. Oysa yabani olduğun aklımın ucundan bile geçmemişti.”
“Biraz ağır olmadı mı?”
“İçimden geçenleri saklayarak; ‘Ha! Ha! Hi! Hi!’ modunda anlatmamı nasıl beklersin ki? Korkma, çekinme, kusarken dikkatli olurum, seni kirletmem!”
“Demek istediğim o değil!”
“Ya, ne peki? Gıyabımda(1) beni tüm sınıfta alçaltmak için 'Aysten' demen senin hakkın mıydı? Gerçekten 'Buz Tenli' mi gördün beni? Şefkat aramam, bir teselliye muhtaçken ayıplanmam üzdü beni. Üstelik ilk günlerdeki heyecanımı da yitirdim, beni soğuk bulan senin soğukluğunla...”
“Oysa sıcakkanlı olduğumu söylerler.”
“Sanmam. Ya da en basitinden bana göre öyle değilsin.”
“Anladım; etki-tepki olayı(6), ya da zıt kutuplar meselesi. Bana, beni anlatmayı bırak da çözme imkânım varsa yaşadığın sorunu anlat!”
“Herkes dağdan inip şehire, şaşırırken birdenbire biz şehirden inip geldik buralara, babamın basit, şerefsiz, sinsi, hain(1) ve yalancı müdürünün etkisiyle. Başka ilkel ve iğrenç sıfatları -eğer istersen- sen ekleyebilirsin o namert ve vefasız kişi için. Çünkü olay çok basit ve şu…
Yan kuruluşun resmi arabası ve görevlilerle aynı mahalle gitmiş babam, telefonla haber vererek ve üstelik harcırah mı, yolluk mu her neyse ondan talep etmeden, istemeden. Bu kadar dürüstlüğünü, çalışmalarını hazmedemeyen(3) müdür denilen kişi şikâyet etmiş babamı…
Gelen müfettiş bana ve bize göre hiç hak etmediği halde ‘Kınama Cezası(2)’ ile babamı cezalandırınca, bu davranışa tahammül edemeyen babam hemen tayini istedi, o müdür denilen kişiyle aynı havayı teneffüs etmemek için. İşte buraya hüzünlü gelişimizin sebebi...
Devam edeyim mi?”
“Evet, lütfen. Evet, gerçekten, sana ihtiyacın olduğu bir anda bilmeksizin ilgi göstermemekte, sana teselli olmamaktaki yabaniliğim affedilir, durumun üzülemeyecek gibi değil, haklısın!”
“Allah’ım sağ olsun!!! Tahammül gücü verdi, yaşamımızı değerlendirme gayretinde idik. Babamın için için kendisini yediğini, kanser denilen illeti(1) hazmetmeye çalıştığını bilemedik. Atadan-anadan kalan İzmir'deki evimizdeki kiracıya çıkmasını rica ettik. Çıkacak, söz verdi…
Babam evimize dönmemiz için emekliliğini istedi, bakım ve tedavisi, Allah'ın çizdiği yörüngeye göre yaşamak düşüncesiyle. Şimdi anladın mı somurtkanlığımın nedenini? Eğer bazı konularda başarılı olamazsam tahsil hayatım son bulacak. Yok, eğer şansım yaver giderse(3) tıp okumak isterim, ama bu kafayla nasıl?”
“Allah’ım sağ olsun!” demesi dışında çok şeyi anlamıştım yahut da anlayabilmiştim;
“Başarılı bir genç kızsın! Allah’tan sana sabır diliyorum. Bu güne kadar sana destek olmayı düşünemediğim için kendime kızıyorum. Şu anda ise öncesinde içimden geçenleri söyleyemediğim için pişmanım. Belki ileride bu paketi vermek için böyle bir imkânım olmayabilir, bu; senin!” dedim, elimdeki özenle şekillendirdiğim tahtayı uzatırken.
Paketi açtı, alelacele;
“Çok teşekkür ederim, ömrümce saklayacağım, bugünü ve seni asla unutmayacağım!”
Ayten, yani Şevval ne ertesi gün geldi okula, ne de mezuniyet törenine...
Evini-barkını bilmiyorduk ki... Bilmediklerimizin detaylarını da daha sonraları öğrenmemiz kolay olmamıştı, bilmemiz da zaten mümkün değildi.
Şöyle ki; Şevval ve annesi, babasının hastalığının ağırlaşması nedeniyle paldır-küldür İzmir'e dönmüşlerdi(3). Günlerden sonra ana-kız şehre gelerek, kimseyle görüşmeden, ya da görüşemeden, sadece ev sahibine;
“Arkadaşlarıma kusuruma bakmamaları dileklerimle şehirden ayrıldığımızı haber verirseniz sevinirim!” diyerek eşyalarını toplayıp İzmir'e gittiklerini öğrenmiştim, bir arkadaşımdan.
Bilmediğim, bilemediğim çok şeylerden biri de Şevval’in o menhus(1) hastalık nedeniyle babasını yitirmiş olmasıydı.
Onu dinleyişim, teselli edici tek sözü bile hafızasına yükleyemediğim bir anı idi ilk ve son kez kantinde birlikte oturuşumuz. Ancak özenli bir çalışmanın sonucu olduğunu iddia etsem de, o ufacık tahta parçasının ilk ve tek hatıra olacağını da bilmem imkânsızdı, her ne kadar ömür boyu saklayacağını vaat etmiş olsa da.
Ancak imkânsızlıklar; bazen belki hemen, belki yıllar sonra imkânsızlıklarını yitirmek zorundaydı. Bunu bilgiçliğim, gaipten ses alma(3) yeteneğim olmasa bile hissediyordum.
Bir gün...
Ama bir gün mutlaka; “Sevenler kavuşamazmış(7)” denilmiş olsa da onu göreceğime dair sonsuz bir inanç hareketliydi gönlümde.
Gerçekten...
Duygularım sevgi miydi, bir arayış, bir özlem, o güne kadar hiçbir kız arkadaşımın gözlerinde hissedemediğim şefkat ötesinde bir duygu muydu, aşk demek için bir hayli düşünmemin gerektiği?
İnsanların bazen bön oluşlarına hayret etmemek gerek. Günlerce yan yana otur, hissetmeyi düşünmemene rağmen saklan ve son gününde sahiplenme arzusunu yaşarken, söylemen gereken hiçbir şeyi söyleyemeden yitir!
Olacak iş mi, olay mı, hareket mi, ya da bön kelimesi ardına saklamaya, gizlemeye çalıştığım bir salaklık mı? Her ne denirse densin, ellerim boştu ve umut eğer fakir Mehmet'in tekelinde(3) değilse “Bir gün mutlaka” diye heveslenmemi kim engelleyebilirdi ki?
Düşündüm; “Dilim Kal(8)!” deseydi gitmeden evvel karşılaşıp görüşebilseydik ona, babasının rahatsızlığını söz konusu etmeksizin onda kalmak, ya da beni de yanında götürecek çaba olabilir miydi(9)?
Tanrının biz insanlar için “Kader(1)” denilen bir yörünge çizdiğine inanıyordum. Hiç kimse “Allah yazmamışsa, olmaz!” diyerek tren rayları üzerinde durup trenin fren yapmasının sıfırlandığı, ya da makinistin uyuklama modunda olduğu bir zamanda trenin kendisine hükmetmesini nasıl engelleyebilirdi ki?
Kenara çekilmeliydi ki, tren yolunda devam etsin, zarar vermeksizin. O halde kadere hükmetmek kısmen de olsa elimizde değil miydi? Bu; Tanrıya isyan şeklinde yorumlanabilir mi? Bence hayır!
Bu nedenle üniversite tercihlerimin tümünü İzmir olarak yönlendirmiştim, ne olacağım, nasıl bir mesleğe sahip olacağım değil, onu bulmam öncelikli idi. Çünkü o benim, ilk göz ağrımdı, tek ve yaşamımın sona ereceği ana kadar da son olmasını dileyeceğim, dilediğim.
Tanrı insanların dilekleri makul, mantıklı(2) ise ve dileyenin acelesi yoksa(!) çok zaman zamanında, bazen uygun zamanı kollayarak ertelemeksizin yerine getiriyordu. Bana göre üniversiteyi kazanmam ikinci dileğimdi, birinci dileğim Şevval’e kavuşmaktı, üniversite sınavını kazanma dileğim ancak ikinci sırada yer alabilirdi, bir bakıma birbirini tamamlama zorunda gibi.
Tanrının işine karışmak, çizdiği yoldan sapmak mümkün müydü? İstikbali, ya da sonu devlet memurluğunu gösteren bir fakülteye kapağı atmıştım. Ancak geçinecek kadar kazanan, elde-avuçta birikmişi olmayan bir babanın oğlunun başka ne umudu olurdu ki?
Vakit müsait olmuş, babamdan sakladığım kadarıyla yenilerini resmetmiştim tahtalara ve hepsini yanıma alıp bir tanesini öğrenci yurdumdaki ranzamın başucuna asmıştım. Soranlara “Başımın belâsı(10)” diyordum.
Yalnızlığımda dudaklarıma dokundurduğum sağ elimin işaret ve orta parmağının ucuna biriktirdiğim öpüşü her gece o resmin dudaklarına konduruyordum, hem umutla…
Bir parantez açıp hemen eklemeliyim ki, ellerinde somut bir delil olmamasına rağmen babamın bazı şeyleri hissedip anneme çıtlatması yahut da düpedüz aktarması demek, annemin bilmese de çok şeyi bildiği anlamını taşıyordu. Bu;
“Dışarıdan gelin almak mı? Tövbe(1), tövbe! Hakkımı helâl etmem, ölürüm de seni benim düşündüğüm dışındaki bir başkasının kolunda görmek istemem!” demişti tüm(!) münasip zamanlarda.
Yani birden fazla zamanlarda demek istediğim. Tekrar tekrar değişik sözlerle olsa da anlam aynıydı ve ben beni bilemiyordum, sözler ertesinde.
Anneden vaz geçmek ne mümkündü ki, hele ki aşk nedir bilmeksizin, görücü usulü(2) ana-ata iktidarına(2) tabi olup sadece kocasına karşı görevlerini yapan ve ona çocuklar doğuran bir anne olarak.
Ve geçmişini unutup da bana egemen olmaya çalışmak gibi bir hakkın kendinde olduğuna inanan bir anne. Gerçek olarak itiraf etmem gerek ki; görevini tam teşekküllü sağlık raporu gibi sağlıklı bir şekilde yerine getirirdi annem!
Eh! Babamın da babalık görevlerini inkâr etmemek gerek bu arada!.
Üniversiteye başladım.
Birinci Yıl...
FKB(1) denilen başlangıç bölümü boş geçti!
İkinci Yıl...
Umutlarımı yitirmeye başlangıçtı.
Çarşı-Pazar, cadde-semt, mahalle-sokak dolaştığım, fakülteler arası mekik dokuduğum(3) bir devreydi. Şevval; “Okuyacağım!” demişti, eğer okuyorsa mesele yoktu, ömrümü harcayacak olsam da son anıma kadar arardım onu.
Ama okumuyorsa şansımın zerresinden bile ümit var olamazdım(3). Babasının tayinini, hasta olmasını, iticiliğini ve bana ilgisizliğini bir kenara bırakırsak bu genç kızı kimse ortalıklarda bırakmazdı.
Evlenip çoluk-çocuğa karışması, ev kadını olduğundan dolayı onu göremememin, bulamamamın, rastlayamamamın doğal olduğunu düşünmeye başlamıştım, tabiidir ki “Anne olma hakkını helâl etmeme” kullanmak isteyen annemi unutmaksızın.
Üçüncü Yıl...
Bıkma hakkımdan vazgeçmediğim bir serüvendi.
Bıkmamıştım. Bıkamazdım da. Gökten zembille indiğini varsaysam da, yerin yedi kat altına inmiş olamazdı ya! Umut, Kaf Dağının ardında olsa da, evlenip çoluk-çocuğa karışmış olsa da, bir tek defa onu uzaktan da olsa görmem bana ömür boyu yetecekti.
O halde İzmir kazan, ben kepçe devam edecektim onu aramaya ve her ne olursa olsun, ömrümü bu şekilde tüketecek olsam da bulmaya gayretli olacaktım...
Ve onu buldum da. Ama en olmadık zamanda, en olmadık yerde, hem en olmadık bir şekilde...
Okul arkadaşlarımdan biri sebebini bilemiyor olsam da, aşk derdiyle başı hoş olmadığı için alkolden olduğunu sandığım bir şekilde rahatsızlanmış ve onu bir ambulansla hastaneye götürmek zorunda kalmıştım.
Bir tıp öğrenci grubu olsa gerekti, karşılaştığımız grup, başlarındaki yaşlıca, kalınca gözlüklü, muhtemelen değil, mutlaka kariyer sahibi(2) uzman, profesör gibi bir bayan hepsi birbirine benzeyen, beyaz önlüklü çocuklara bir şeyler anlatıyor, bu arada yürümeye devam ediyorlardı.
Çocukların tavrı el pençe divan(3) durma görünümündeydi, bana göre, aklıma başka bir şey gelmeyen, arkadaşımı bir odaya alıp, midesini temizlemeğe başladıklarında.
Onlardan birini, arkalarından bakarken, saçlarından ve yürüyüş tarzından Şevval’e benzetmiştim sanki, umudum olmamasına rağmen. İnsan hayalinde ne yaşatıyorsa, ne görmek istiyorsa onu görüyor, yaşıyordu. Bu; üstelik benim yaşadığım ne ilk seferdi, ne de son sefer olacağa benziyordu.
Arkadaşımı girdiği odadan paldır-küldür bir sedye ile başka bir odaya taşıyorlardı. Günahına girmiştim arkadaşımın, alkol koması diye düşünerek. Meğerki apandisiti patlamış mı, patlamak üzere miymiş, o bakımdan acil olarak ameliyata götürüyorlardı.
Ama benim aklım, bu kadar haberle yetinmiş olarak sırtından gördüğüm genç kıza takılmıştı dediğim gibi, muhtemelen doktor adaylarından biri olsa gerekti.
Eğer gördüğüm o ise, kendimi belli edecek tek bir koz vardı elimde, ona benim taktığım isimle uluorta bir şekilde bağırmak ve sonra oradaki koltuklardan birine oturarak istikbalimi beklemek, ya da damgalı bir sokak köpeği gibi hep burada, buralarda dolaşmak...
“Aysten!” diye bağırdım.
Gerçekten o, o idi, belli belirsiz fark ettiğimi sandığım. Gruptan ayrılmaksızın sıranın arkalarına doğru kaydı, avucunu yere doğru çevirerek birkaç kez aşağı-yukarı salladı. “Sakin ol!” ya da “Otur! Bekle!” anlamını mı şekillendirmek istediğini çözümleyememiştim.
Ama mademki okuyordu, evlenip çoluk-çocuğa karışmış olma ihtimali zayıftı, o halde sakin olarak da olsa, oturarak da olsa bekleyebilirdim onu, hem ömür boyu, hem hastaneye getirdiğim arkadaşıma karşı ilgimi zayıflatarak...
Onun o coşkulu karşılayışı ile mutlu hissettim kendimi, ömrümü tüketebilirdim onu beklerken, umurumda olmaksızın. İçimden sitemlerimi iletmek de geçiyordu, dudaklarımın ucuna kadar gelip dökülmeyi zapt etmekte zorlandığım.
Kıyamazdım ama. Bulmuştum onu, ne bir soru için hazırdım, ne de özlemimi dindirme arzum vardı.
Hasta arkadaşım ameliyat olmuştu ve bana ihtiyacı yoktu. Asansöre yöneldik Şevval’le beraber ve kapı kapanır kapanmaz acele bir öpücük kondurdu dudaklarıma ve devam etti sözlerine;
“Seni bu kadar özleyeceğim, unutmayacağım, sesine özlem duyduğum aklımda değildi. Senin tüm benliğime egemen olduğunu ancak seni hissedince anladım.”
“Ya ben? Ne korkunç, kâbus(1) dolu günler geçirdim, tahmin edebiliyor musun?”
“Boşa tüketmeyelim zamanı, anlatacak da çok şeyim var, dinleyecek de. Evim müsait, kimseye de hesap verme zorunluluğum yok, doyasıya öpebilirsin beni!”
“Doymam mümkün değil ki! Kaç yılın özlemi var tüm gönlümde, tüm kalbimde, beynimde, ruhumda. Ama ailen...”
“İşte bunun için teselliye ihtiyacım var, hem hissedip bilemeyeceğin kadar. Şu kadarını şimdi bil ki, babasından kalan yetim maaşını alan bir kızım. Şehirden kaçtıktan bir süre sonra yitirdik babamı. Evim de babamın hatırası…
Annem babamın yokluğuna tahammülsüzlüğü nedeniyle hemen denilecek kısa bir zaman içinde babamı takip etti. Yalnız kaldım, gelişin yalnızlığıma merhem oldu, aydınlattın dünyamı. Bende kal bu gece. Sabaha kadar anlatırım beni sana, aç-susuz dinlerim hem seni, yorgansız-döşeksiz-uykusuz…”
Söyleyeceğini tartarak iletmek arzusunda gibiydi;
“İstersen; ‘Benim ol!’ de, dile, senin olurum, dünyamda karşılaşıp da yitirmeyi düşünemeyeceğim tek varlıksın. Peki, sen ne diyeceksin?”
“Sadece seni canımdan çok sevdiğimi, sana ihtiyacım olduğunu ve sensiz bir hayatın benim için zehirle yaşamak olduğunu anlatmak isterim sana...”
“O halde zaman boşuna tükenmesin, dizlerine yatır, kucağına sakla beni, doyasıya, tekrar tekrar sonsuza kadar muhtaç olacağım şekilde beni sevdiğini, bensizliği düşünemeyeceğini anlat bana! Yaşadığımı, yalnız olmadığımı, sadece sevgi ile dolu olduğuna inandığım dünyamı hep aydınlatmaya devam et!”
“Çok isterim!”
“Engelleyen bir sebep varmış gibi konuşma!”
“Seni kendimden vaz geçecek, ölecek kadar sevdiğimi bil, ötesini seni kucaklarken anlatayım.”
“Korkutuyorsun, üzüyorsun, senin olmayacak mıyım?”
“Hele bir evine gidelim, sen başını benim dizlerime dayama, sen koynuma büzülme, ben dizlerinin dibinde senin benim ilâhım oluşuna dua edeyim. Haydi, seni kendimle paylaşmak için vaktimi harcatma bana…”
“Hemen...
İşte, taksi…
Uzun ince(11) değil, kısa bir yolumuz var, sonrasında da tümünü üleşeceğimiz bir gece. Yalnız söyle bana; o an ‘Aysten!’ demek, yani; ‘Buz tenli!” demek nereden geldi aklına?”
“Şansımı zorlamak gerektiğini hissettim, hem ilk kez. Seni benden başka kimse böyle çağıramazdı ve tepkin, yaşama tutunuşum oldu, yaşıyorum şimdi. Bu; gerçek!”
Gecenin nasıl bittiğini bilemedik, ben dizlerinin dibinde, o tapındığım bir melek olarak elleri ellerimde, çok zaman eğilip birbirimizin gönüllerinde bir ve beraber olarak.
Sevgi bedene muhtaç değildi. Beden sadece dillerimizde, ellerimizde, dudaklarımızda idi, teferruata gerek kalmaksızın.
Ben, beni onda ona anlattım, daha doğrusu anlatmaya çalıştım, sevgimle, özlemimle, hüznümle, o, onu bende bana anlatma gayretini hiç duraksamaksızın anlattı, kanıtladı.
Derslerimize de, çalışmaya da boş verdik bir günlüğüne. Nefeslerimizin birbiriyle kucaklaştığı bir yatakta, sevgimizi üleştik, tüm içtenliğimizle, annemin daha sonra anlamlı bir şekilde deyişiyle;
“Aramızda hiçbir şey olmadan!”
Anneler çok şeyi hissediyor olsalar gerekti. Ben firardaydım, öğrenci yurdu yoklamasında gözükmeyerek. Yaşamımdaki ilk özel anımda, duygularımla, annem ise kaldığım yurtta, misafir odasında, kukumav kuşu(2) gibi bir sandalye üzerinde nöbetteydi, bilemezdim.
Sözleşerek sonlandırdık dinlenmemizi, okuldan dönüyormuşçasına, yorgun-argın(2). Dediğim gibi, annelere malûm olan bizlerin bilemediğimiz gerçek duygular vardı. Birinci yanlışım; yaşadığımız ve okullarımızı astığımız günün Cumartesi, yani tatil günü olduğunu bilemeyişimdi, heyecanımızın, birbirimize kavuşmamızın esenliğinin dorukta oluşu nedeniyle.
Annemin sorusu manidar ve anlaşılacak gibiydi;
“Bir şey oldu mu oğlum?”
Keşke yalan söylemesini bilip;
“Oldu anne!” diyebilseydim. “Bir şey olmadı anne!” dedim.
“Oh! Çok şükür!”
Sanki bir şeyleri, bir yerlere eliyle koymuş, unutmuş, bulamamış, sonrasında bulup rahatlamış gibi bir konumdaydı annem. İçimden geçen dediğim gibi yalan söylemek, hatta yemin-billâh ederek annemin “Bir şey oldu mu?” söylemini gerçekleştirmiş olmak idi.
Yalan? Hem hakkım değildi, hem de o kadar yani yalanı aklımda tutacak, şaşırmayacak kadar zeki değildim.
Ve dünyanın en asil ve uzun vadeli soran insanı, diğer anneler gibi olan annem, beni şaşırtacak sorularla sorgular, mutlaka gerçeğe ulaşırdı, şöyle-böyle bir zamanda değil, anında.
İlk kez dürüst olmaktan tiksinmiştim ve ben sevdiğime ve sevdiğine inandığım birine; bir bütün geceyi biz bize masumane(1), içten duygularla paylaştığım birine, nasıl “Kusura kalma!” diyecektim ki. Bu kusura kalma denerek savuşturulacak bir eylem miydi? Kim bunun erdem(1) olduğunu iddia edebilirdi ki?
Küskün bir gece geçirdim annemle, üstelik tehditle, bir otel odasında. Uykumun haram olduğu, hatta yasaklandığı bir gece sonunda, annem ağzındaki baklayı ıslatmaksızın çıkarmıştı;
“Gelecek hafta gel! Tennur için söz keseceğiz!” emri ile.
Ne gördüm, ne tanıdım, ne de bildim Tennur’u evleninceye kadar. Kimdir, nedir, neyin nesidir, kimin fesidir? Annem tarafından istenilmiş ve daha üniversite bitmeden, askerliğimi yapmadan, bu genç kızla şark usulü(2) bir yuva kuracaktım, sevip sevmeyeceğim hakkında bile kanaat oluşmadan, oluşturamadan.
Genç kızın isminin özelliği isminin başının “Ten” olmasıydı ve bir hayret nidası eklediğimde; “Ay! Ten-nur” deyince sevdiğimin ismi oluşuyordu. Her halde evlendirilmek istediğim genç kızın adının anlamı “Nur Tenli” olsa gerekti, herhalde İngilizceden çalıntıyla "10 Nur” olamazdı değil mi? Hem On Nur nasıl bir şey olurdu ki(12)?
Benim isteğim ne miydi? Dünyada biricik sevdiğim, o itici kız Aysten idi, hem tüm varlığım için. Dünyamda ondan başka biri yoktu. O halde o sipariş üzerine yuva kurmam emredilen kıza da sevgimi aktarmam söz konusu olmayacaktı...
Sözlerimi, daha doğrusu annemin dileğini olgunlukla karşıladı Ayten Şevval Aysten;
“Senin çocuklarını, bizim çocuklarımızı ben doğurmak isterdim, ama anne hakkı ödenmez. Seni bir kere daha öpmeyi kucaklamayı isterdim, ama hakkım yok. Sen artık annenin istediği, başkasının malısın. Git ve sakın arkanı dönme, ben de dönmeyeceğim, aksi takdirde seni ömür boyu terk etmem zor olur!”
Sırtımızı dönerek ayrıldık birbirimizden, ne başka bir veda sözü, ne de bir başka hareket belirterek. Sadece sessizlik, tüm dünyamıza egemen...
Yıllar geçti aradan, daha doğrusu benim öyle sandığım ama birkaç yılla kısıtlı. Söylemeye gerek yok, mutluluğum anne hakkının gerisinde idi evlendim, annemin evlenmemi istediğiyle. Düğün-demek her bir şey ve sahte gülücüklerle.
Uzunca bir süre dirensem de, annemin babamın istekleriyle mecbur olduğum çocuklarımın, daha doğrusu onların torun özlemini giderecek, torunlarının anası olacak biri vardı yaşamımda.
Okulu bitirmiştim, askerliğimi tamamlamıştım, bir kızım, bir oğlum olmuştu geçen bu süre zarfında. Karım bir anaç, ben bir damızlıktım, annem babamın da tek evlâtları olarak torun özlemleri vardı ya!
Kızımın adını Ayten, oğlumun adını Aydın koydum, kimseye danışmaksızın, kimseyi dinlemeksizin, kimseye hesap vermeksizin...
Merak edenler için cevabım Ayten’in ayın on dördünde doğduğunu, Aydın’ın da kızımın ismini çağrıştırmasını istediğimi anlatıyordum. Düşüncem ya da aslında inancım; unutamadığım, tertemiz, beni tüm inancıyla seven ve tüm benliğimle sevdiğim idi. Farkına varmaksızın bende yaşayan, farkında olduğumda ise uzağımda kalmak mecburiyetinde olmayı içtenlikle kabul eden.
Devlet memuruydum, bazı vasıfsız idareciler gibi “Tak!” diye emredilince “Şak!” diyenlerden farklı olarak(13). Ancak evlenme konusunda davranışım annemin hakkı nedeniyle farklı olmuştu; “Tak!” diye emredilmiş, direnememiş “Şak!” diye kabullenmiştim. Bunu hatırlamamın nedeni şu, yaklaşık beş yılı geçen evlilikten sonra...
İzmir'e bir görevlendirme çıkmış verilen “Tak!” diye emir gereğini, âmirlerimin hayret dolu bakışlarıyla “Şak!” diye kabul etmiştim.
Oysa neşem, frenlenmesi mümkün olamayacak kadar büyüktü. Gene de sorun diye düşünülebilecek bir şeyleri arkama atmam gerekliydi, dar zaman için.
Bir bakıma espri niteliğinde olacak, ama sabah namazını Ankara’da, öğle belki ikindi namazını da bir yakınımın nikâhına katılmam gerekliliği için İstanbul’da, akşam ve yatsı namazlarını İzmir’de kılacak gibiydim, eğer alnım namaz vakitlerini bilecek kadar secdeye kapanmış olabilseydi!
Iş-güç hiç önemli değildi, ben hayalini beynimden silmemin mümkün olmadığı sevdiğimi görme arzusu ile doluydum; yıllar sonra eskimeyen, eksilmeyen bir sevgi ile tüm benliğimi işgal eden.
Onu kucaklayacak, öpecek, koklayacaktım, biliyordum, daha doğrusu buna öncelikle hissediyordum demeliyim. O benden başkasını sevemez, bir başkası ile benim sevgimden fedakârlık yaparak yuva kurmuş olamazdı...
Bu konuda asla şüphenin zerresi bile geçmiyordu aklımın ucundan. Sevdiğim; doktor olmuş, elinde altın bileziği, sevilen, sayılan bir kızdı, herkesin ısrarla gönlünün sultanının olmasını isteyeceği. Özenmiş, özeniyor olsa da çocuklarına baba bulmak kaygısını yaşadığını sanmıyordum.
Hadi ufacık bir ipucu, onun lise son sınıfa geldiği tarihin her tekrarında onu arıyor, sağlığından, haberlerinden mutlu oluyordum, diyeyim. Gerçekten başka tarihler, örneğin doğum günü, ya da ayrıldığımız gün gibi günler geçmiyordu hatırımdan. Onu ilk gördüğüm gün kutsal bir gündü, milât, başlangıç gibi bir şey...
Onunla yılda bir defacık haberleşmem, rahmetli annemin “Hakkımı helâl etmem!” sözüyle yönlendirdiği, resmi nikâhlı eşimi aldatmak olamazdı, bana göre. Çünkü benim sevdiğim, ondan önce de vardı, hiç eksilmeyen bir sevgiyle her anımda da ve devam edecek ömrümün her anındaki yaşamımda da olacaktı.
Eğer annemin despot(1) tavrı olmasaydı, sanırım, hatta inanırım ki Şevval İle doyumsuz, mahşere(1) kadar sürecek bir mutluluğu paylaşacaktık. Ama şimdi?..
Yıllar sonra kapısına ulaştım, akşamın ilerleyen vaktinde, namaz vakitlerinden hangisinde olduğumuzu hatırlamaksızın. Zilde onun isminin ve soy isminin olması hiçbir şüphe yaşamıyor olmamın ispatı idi.
Zilini çaldığım kapı açılmadı. Karşı komşusunun zilini çaldım. Hükmedercesine, tehdit eder gibi bir kadın sesi; “Kim o?” diye höykürdü(3). Şirinlik yapmam(3), yalan söylemem gerekti, “Bir defaya mahsus olsun!” diye dilediğim;
“Ben Doktor Şevval’in akrabasıyım, memleketten gelmiştim de, akrabalar bir-iki parça bir şeyler göndermişlerdi de, ne de olsa rahmetli babasının, annesinin hakları da var da…”
Başka neler zırvaladığım(3) aklımda değil. Zaten bunun için yalan söylemekten çekinirdim ya hep...
Başarım; Şevval’in anne ve babasını kaybettiğini unutmamış olmamdı…
Nöbetçi idi Şevval o gece için görevli olduğu hastanede. Fazla gecikmeme gerek yoktu, üstelik getirdiğimi söylediğim şeyler olmadığı için valizimi de o abla ya da teyzeye emanet etmem gereksizdi.
Şevval şaşırdı beni görünce, nasıl şaşırmasındı ki? Aynı şeyi ben yaşasam herhalde şimdiki durumdakinden farklı olmayacak şekilde deli-divaneye dönerdim(3). Ondan sonra doğru Mazhar Osman’ın(14) dinlence dünyasına, tesislerine bir daha asla gün yüzü görmeksizin...
Kırk yıllık dostlar, arkadaşlar, akrabalar gibi kucakladı beni. Sahi kırk yıllık insanlar gibi miydik, henüz ve ancak kırkları yaşamaya çalışırken? Birikimimiz en fazla o kadar olsa gerekti herhalde daha kırklara varmadan.
Hâlbuki bir fincan kahve içmişliğimiz yoktu beraber ki öyle bir hatıra gibi birikmiş kırk yıllık bir şeylerimiz olsun! Oysa hissettiklerim geride bıraktığım, onsuz tükettiğim yıllara sığmaz, sığamazdı.
Diğer bir aklımdan geçen ise, Tanrının biz erkeklere bahşetmediği, ama kadınların içtenlikle sezinlediği duygu idi, belki “Altıncı his” diyebileceğim.
Anahtarını uzattı.
"Evi biliyorsun, ister git, dinlen, ister bir çay demle, istersen bekle, nöbetimi halledeyim beraber gidelim!”
“Bekleyeceğim!” dediğimde beklemenin bu kadar zor olacağı aklımın ucundan bile geçmemişti; “Ne hasta bekler sabahı…(15)” diye düşünürken. Ne gazete, ne kitap, ne de çantamı dolduran belgeler…
Hepsi bana bakıyor, ben de sanki bön bön onlara bakıyordum…
Arabası vardı, oysa benim çoluk-çocuk, evlâdü iyal(2) nedeniyle bir kedim bile yoktu(16), sanatkârın dillendirdiği gibi. Arabasına bindiğimizde tekrar sarıldı, bu kez öptü de, ama tıpkı eskilerden kalan bir heyecanla gibi…
“Çok sevindim, kendimi yitirecek kadar, ilk günlerimizin sessizliğini unutacak, boşa geçen günlerimi doldurmayı isteyecek kadar!”
“Benim senin gibi duygularımı serbest bırakmaya mecalim(1) yok. Sadece özledim, seni görmek, ellerini tutmak, gözlerine bakmak, ömrüm sona ermeden hiç olmazsa bir-iki günü seninle paylaşmak için koşarak değil, ama uçarak geldim sana.”
“O kadarcık yetecek mi bakalım bana, başkasının malı olduğunu bilmeme rağmen!”
“Hiç yararı olmayan bir söz; ‘Azı karar, çoğu zarar!’ Çünkü yetmezsin, ömrüm tükeninceye kadar da yetmeyeceksin bana.”
“Çok hüzünlüyüm, çok özlem doluyum, vereceğin bir-iki gün bana yetmeyecek. Ömür boyu benim olmanı istemek de sana kendini adayan kadın ve çocukların için haksızlık. Yasaklar büküyor boynumu, en iyisi koynuna büzülüp anlatayım tüm içimden geçenleri, ara vermeden. Sen de içinden bir şeyler geçiyorsa anlat, yasakları dinlemeksizin!”
“Bana yetmeyecek gibi gelir, eve gidinceye kadar sabretmeye ne dersin?”
“Sustum!”
Eve gelince ancak kapıyı kapatabilecek vaktimiz oldu, daha ayakkabılarımızı bile çıkarmaya vakit ayırmadan sarıldı boynuma;
“Beni sensizliğe mahkûm etmeye hakkın var mıydı? Annen; ‘Hakkımı helâl etmem!’ demiş olsa bile direnemez miydin, ikna etmeye, beni kabullendirmeye çalışamaz mıydın, hemen teslim olmak yerine? Annene saygısızlık olarak kabul etme sözlerimi hemen. Ceketini çıkar, kanepeye otur ve koynuna al beni. Bundan sonraki sözlerim belki sana sonsuz sevgimi düşündürebilir, ‘Hayır!’ desen de, anlarım…”
Oturduk kanepeye, büzüldü bir süre koynuma, bir gece öncesinin nöbetinin ve bir tam günün uykusuzluğu, ayakta koşuşturmanın yorgunluğunu gidermeye belki de sözlerini sıralamaya gayret ederek.
Sonrasında dillendi;
“Seni ben de istiyorum, senin olmak, senin çocuğunu doğurmak ve ömür boyu hatıranı ellerimde, avuçlarımda, koynumda saklamak istiyorum, senin adını çocuklarımıza vererek. İnançsız değilim, bunu Tanrı indinde, Tanrı huzurunda istiyorum. Hem benimle yatmak zorunda da değilsin, şimdi öylesine kolaylıklar var ki, tüp bebek gibi!”
“Ben seni bende hissederek benim olmanı istiyorum. Çocuğumuzu doğuracaksan beni hissederek doğur. Hem sonra yasaların, kuralların, imamın gösterişiyle değil, Tanrı huzurunda bir ve beraber olmak diye düşünüyorum. Benim olmanı istiyorum!”
“Henüz kadın olma yetilerimi yitirmedim, senin, bizim çocuğumuzu doğurmak için. Senin olmaya hazırım…”
Bir görev süresi ne kadar uzun olabilirdi ki? Geceleri değerli, bir-iki günü de kafadan uzatmış olsam da...
Onun numarasını telefonuma Şevket olarak kaydetmiştim, her ihtimale karşı, bir gün tesadüfen de olsa görülebileceği ihtimaline karşılık.
Sözleşmiştik. Her gün belirli bir saatte görüşüyorduk, hep ben arıyordum onu, yakalanma ve onun varlığından haberdar olma riskine karşılık, bence deve kuşu gibi başını kuma gömüp görünmediğini(17) sanmak gibi bir şeydi bu.
Çünkü çok kaba kaçacak, ama gerçek “Ne yârden, ne de serden vazgeçmemek(18)” sözünün içinde saklıydı.
Yani ne yârden yani Şevval’den vazgeçebilirdim, ne de çocuklarımın annesini onları düşünmeksizin bir kenara bırakabilirdim.
Tekrar gibi olacak ama Allah’ın kadınlara, özellikle annelere bağışladığı seziyi benim bilmem mümkün değildi ve bunun ilimle, öğrenmeyle, öğretim ile asla ilgisi ve bağlantısı yoktu.
Bana göre; sevdiğimin telefon numarası dışında bir açığım yoktu ortalıklarda, ya da ben öyle sanıyordum.
Günlerden bir gün Tanrı huzurunda karım olduğunu kabullendiğim Şevval’den; “Hamile olduğunu” öğrenmiştim. Daha sonra ki günlerden birinde ise; “İkiz bebeklerimizin olacağını ve muhtemel doğum tarihlerini” daha sonraki ilerleyen günlerden birinde de; “Bebeklerin gelişlerinin ellerinin kulaklarında(3) olduğunu” öğrenmiştim.
Bu; benim İzmir’e görevli olarak gitmemin gereği idi, suya-sabuna dokunmaksızın(3), kimseye hissettirmeksizin. Ama âmirlerimin hiç de o tarakta bezleri yok(3) gibiydi, hatta ince bir sitemle dokundurmuşlardı;
“Çok istiyorsan, Edirne dolaylarına gönderelim mi seni, ha? Ne o İzmir derdi? Yoksa bir kırığın(1) mı var? Söyleriz yengeye, senin boyunun ölçüsünü nasıl aldığını(3) hep beraber izleriz, ne dersin? Hah! Hah! Ha!” şeklinde.
Sanırım bu ilk açığımdı, fark edilir gibi olan. İkincisinde uyduruk bir nedenle peşine Cumartesi-Pazar tatillerini taktığım, ancak uçaktan indiğimde cep telefonuma cevap vermem gerekliliği idi.
İlk sorgulama neden cep telefonumun kapalı olduğu idi. Telefonun şarjının bittiği söylemimin hikâye olduğu kanısında olsa gerekti resmi nikâhlı karım.
Hele ki telefonuma akseden; “Gaziemir'e hangi araba gidiyor evlâdım!” şeklinde yaşlı bir teyzenin sesinin telefonuma aksettiğini hissetmemek gafletini yaşamışsam.
Ok yaydan çıkmıştı bir kere...
Şevval’in başında durdum.
Bir oğlum, bir kızım daha olmuştu, oğlan kızdan birkaç dakika kadar büyüktü. Onlara Şevval’in de muvafakatini alarak(3) ilk çocuklarım gibi aynı isimleri koydum; Ayten ve Aydın olarak.
Fark edilmesin istemiştim, bir yıl içinde fark edilmesin isteğim fark edilmişti…
YAZANIN NOTLARI:
(*) Şevval; Ay Parçası, Hicri takvime göre yılın onuncu ayı ve Ramazan (Şeker) Bayramının ilk üç gününün başladığı ay.
Şevket; Büyüklük, ululuk, yücelik, heybet, azamet, debdebe, haşmet.
Aysten; Aslında Şevval’in neden konulduğunu bilmemin mümkün olamayacağı bir isim; Aysten(!). Öykünün içinde de değindiğim gibi acaba İngilizceden çapsızlaştırarak (haksızca) “eksi 10 (ten) oC buz (ice)” şeklinde bir yakıştırma düşünülmüş olabilir miydi?
Öyküye vermek istediğim isim aslında “Aysteen” idi. Hem “e” harflerinden birini düşürme isteğim, hem Şevval’in gerçek ismi olduğu için öykü ismini düzeltmeye gerek görmedim. Aysteen=Aysten; öyküde de belirttiğim gibi “Soğuk Genç” anlamında. İngilizce sıfat olan bir kelime olarak da düşünülebilir; “Teen=Genç, Gençlerle ilgili” anlamında isim olarak ise Genç sözüne ek olarak; “delikanlı” anlamını da taşımaktadır.
(1) Çalım; Bir oyuncunun topu elinden veya ayağından kaçırmadan, toplu ya da topsuz olarak karşısındaki oyuncuları kıvrak hareketlerle geçmesi. Mecazi anlamda; Spor alanlarındaki çalım gibi sözü, konuyu, maksadı başka yöne çekme, unutturma. Gösteriş. Karşıdakini etkilemek amacıyla yapılan davranış, kurum, caka.
Despot; Buyurucu, azarlayıcı, cendereye koyar gibi sıkan. Bir ülkeyi baskıya, zora dayanarak tek başına yöneten kimse, diktatör. Her istediğini ve dilediğini yaptırmak isteyen. Zorba.
Erdem; Fazilet. İnsanda iyilik etmeye ve fenalıktan çekinmeye olan devamlı ve değişmez istidat. Güzel vasıf. Kişiyi ahlâklı ve iyi hareket etmeye yönelten manevi kuvvet. İnsanın yaratılışındaki iyilik, iyi huy. İnsan yaratılışındaki bütün iyi huylar, insanda iyilik yapmaya ve fenalıktan çekinmeye devamlılığı değişkenliği olmayan güzel nitelikler.
FKB; Üniversitede “Fizik-Kimya-Biyoloji” kısaltması olup bir yıllık eğitim süresinin ifadesidir. Ayrıca; Finansal Kurumlar Birliği (FKB), Faktoring, Finansal Kiralama, Finansman ve Varlık Yönetim Şirket i anlamına da gelir.
Gıyap (Gıyab); Hazır bulunmama, yokluk, yitiklik.
Gün-be-gün (Günbegün); Günden güne.
Hain; İhanet, hıyanet eden. Bağlı olduğu, bağlı olması, savunması gerektiği halde bu düşünce ve görüşlerinden vazgeçerek onlara ters düşen. Güveni kötü kullanan. Kişiye, topluluğa, ülkesine kötülük eden. Bir kimsenin güvenini yok eden (Doğrulukla hareket etmeyip, hile düzenini tercih eden, güveni kötüye kullanan, gördüğü iyiliğe karşı nankörlük eden. Rahmi TURAN).
İkilem; Dilemma. Kıyasımukassem. Değişik iki yapıda her iki durumda da doğru davranılmayacak iki olanak karşısında kalıp kişiyi, istemediği halde bunlardan birini yapmaya zorlayan durum. İki önermesi bulunan ve her iki önermesinin sonucu da aynı olan düşüncelerden birini seçme mantığı. Değişik yapıda iki öğenin birlikteliği. İki özellik gösteren durum. Bu durumlarda insan özellikle beğenip istemediği bir seçeneği seçmek zorunda kalmaktadır.
İllet; Hastalık, dert, hastalık derecesinde alışkanlık, bozukluk, kızdıran, sinirlendiren şey, sebep.
İstiare; Eğretileme. Ödünç alma. Türk edebiyatında bir sözcüğü kendi anlamı dışında kullanarak, bir şeyi benzediği başka varlığın adıyla anma sanatı. Benzeyen ve benzetilen iki öğeli, açık ve kapalı olmak üzere iki çeşidi vardır.
Kâbus; Karabasan. Sıkıntılı, korkunç olayları ve bu yüzden gerilim ve bunalımları kapsayan düş. Bir kimsenin içinde bulunduğu karmaşık, sıkıntılı ruh durumu.
Kader; Alınyazısı, yazgı. Kaçınılması mümkün olmayan talih.
Kırık; Asıl anlamından ziyade sevgililer için söylenen söz.
Kibirli; Kendini herkesten büyük ve üstün gören, büyüklenen.
Kurum; Kendini büyük ve önemli gösterme davranışı, büyüklenme, azamet. Evlilik, aile, ortaklık, mülkiyet, gibi insanlar tarafından oluşturulan kuruluş, müessese, tesis. İnanılıp çok bağlanılan düşünce, inanç veya ülkü. Ocak bacalarında biriken veya çevrede savrulan kalın sis.
Mahşer; Dinsel inanışa göre, kıyamet günü dirilecek olanların toplanacakları yer. Büyük ve gürültülü kalabalık.
Masumane; Masum bir biçimde, masum, temiz, saf. Masumca, günahsız, suçsuz olarak.
Mecal; Can, dinçlik, derman, canlılık, güç.
Menhus; Kötü, uğursuz.
Meziyet; Bir kişiyi, ya da nesneyi, diğerlerinden üstün gösteren nitelik.
Mutlakiyet; Saltçılık. (Salt; Yalnız, tek, sırf. İçinde yabancı bir öğe bulunmayan) Her şeyde tek, belirleyiciliği, kesinliği kabul edilen zaman ve koşullara göre değişmeyen yasa, ilke, gerçekler, tutum ve davranışlarla ilgili görüş. (Monarşi; Bir devlet yönetiminde, devletin temel güç ve yetkilerinin tek kişide toplandığı yönetim biçimi olup o kişiyi sınırlandıran herhangi bir yasa yoktur.
Nakkaş; Yapıların tavanlarına ve duvarlarına süslemeler yapan usta, bezekçi.
Nazar; Göz atma, bakma, bakış. Bir konuyla ilgili görüş. Kem göz. Canlı veya cansız bir varlığın başına kaza veya belâ gelmesine neden olduğuna inanılan bakış.
Pattadak; Pattadanak. Birdenbire, ansızın.
Prestij; Saygınlık, itibar.
Tövbe (Tevbe); İşlediği bir günahtan ya da suçtan pişmanlık duyarak bir daha yapmamaya karar verme. “Bir daha yapmam, olmaz, yeter” anlamında.
Zanaat; Sermayeden çok emeğe dayalı, öğrenmek yanında, el becerisi de isteyen meslek.
(2) Abidik-Gubidik; Saçma-sapan, anlamsız, abuk-sabuk, hiçbir anlamı olmayan, ipe-sapa gelmeyen.
Abuk Sabuk Yüz; Yüzün şeklinin düzensizliğini, bakımsızlığını, ifade bozukluğunu anlatmak için uydurulmuş söz
Ana Ata İktidarı; Evde alınacak her türlü kararlarda sadece anne ve babanın dediğinin olması, büyük-küçük onlar dışında kimsenin söz hakkının olmaması gerektiğinin demokratik olmayan çözüm şekli.
Bir Nebze; Çok az şey, az, pek az, bir parça.
Evlâ-dü Ayal (Evlad-ü ıyal); Çoluk, çocuk; evlâtlar ve karısı, tüm aile.
Görücü Usulü Evlilik; Birilerinin (özellikle anne-baba) genellikle oğlan yerine, kız yerine de olabilir birini beğenmesi ve onunla konusu geçenin evlendirilmesi. Bir bakıma arada aşk olmadan sevişerek evlenmenin zıttı, ailelerin birbiriyle konuşup anlaşması şeklinde bir olay da sayılabilir. Görücü usulü evlenmede damat veya gelin adaylarının birbirini görüp-beğenmesi şart değildir. Aile büyükleri karar verdiyse “Siz bilirsiniz!” söylemi ile bu iş biter. Bundan sonra söylenecek tek söz; “Onlar erecekler muratlarına, biz çıkalım kerevetlerine!” dir.
Hâşâ Huzurdan; Uygunsuz bir şey söylemek zorunda kalındığında bağışlanma dileği anlatan söz.
Hay Huy İçinde; Boş ve sonuçsuz çaba. Herkesin aynı anda konuşmasından ve eğlenmesinden oluşan gürültü.
Karınca Kararınca (Karınca Kaderince, Kararında, Kararınca); Az da olsa elden geldiğince.
Kariyer Sahibi; Yapılan iş ile ilgili kendini geliştirmiş sektör hakkında bilgi, beceri ve deneyim sahibi kişi.
Kınama Cezası; Disipline aykırı fiil ve halleri nedeniyle memurlara verilebilen disiplin cezası. Memura görevinde ve davranışlarında kusurlu olduğunun yazı ile bildirilmesi.
Kukumav Kuşu; Baykuşgillerden kahverengi tüylerinin üzerinde beyaz benekleri olan, kafasını 1800 çevirebilen bir baykuş türü. Türkiye’de her mevsim rastlanan bir kuş türü olup, küçük memelilerle, böcek ve sürüngenlerle beslenen genellikle düşünceli gibi durağan hali olan kuş (Öyküde durağanlığı vurgulanmıştır).
Küçük Dağları Ben Yarattım; Çok böbürlenmek, kibirlenmek, üstünlük taslamak, kendini olağanın üstünde var saymak.
Makul ve Mantıklı; Akla uygun, akıllıca, belirgin, aşırı olmayan, uygun, elverişli, akla uygun iş gören, akılla kanıtlanan, sözü akla yakın.
Sarkık Dudaklar; Alt dudağın üst dudağa göre büyük, somurttuğunda ilginç hali anlatılmak istenmiştir.
Şark Usûlü; Eskiden kalan, ananevi, yöresel, örf ve âdetlere göre.
Yorgun Argın; Çok yorulmuş, gücü kalmamış, bitkin bir durumda.
(3) Azim Katmak; Azimli, kesin kararlı, kuvvetli niyetli olarak yapılacak işe katkıda bulunmak, yardımcı olmak.
Boyunun Ölçüsünü Almak; Övündüğü kadar olmamak, yetersizliğinin, beceriksizliğinin derecesini görmek.
Deli Divaneye Dönmek; Çılgınlaşmak, aşırı derecede delirmek. Zapt edilmesi güç bir durumda olmak.
El Pençe Divan Durmak; Bir büyük ya da saygı gösterilen bir kimse karşısında, ellerini göğsü ya da karnı üzerinde kavuşturarak ayakta buyruk bekler biçimde durmak. Yağcılık, yalakalık.
Elleri Kulaklarında Olmak; Gerçekleşmesi pek yakın. Gerçekleşmek üzere olan. Çok yakın zamanda olacak.
Gaipten Sesler Duymak (Almak); Görünmez, bilinmez, gizli âlemden, kâinattan (sözüm ona) sesler duymak.
Gökten Zembille İnmek; Kendiliğinden ortaya çıkmak. Kusuru, günahı olmamak. Konusunda yetkin, uzman olmak (Zembil (Zenbil); Hasırdan örülmüş saplı torba, ya da sepet).
Hazmedememek; Kimi durumlara katlanamama. Sindirim sisteminin besinleri iyi sindirememesi, sindirimin yeterli ve uygun olmaması, hazımsızlık durumu.
Höykürmek (Heykirmek, Hökünmek); Yüksek sesle ağlamak, heyecanlı ve kızgın bir şekilde bağırarak konuşmak, korkudan bağırmak, haykırmak.
İllet Olmak; Çok sinirlenmek, çok kızmak.
Mekik Dokumak; İki yer arasında hiç durmadan gidip gelmek.
Mölemek; İnek gibi bağırmak denese de, İnek gibi çalışmak, ineklemek kelimesi ile eş anlamlıdır (Ders dışında hiçbir şeyle meşgul olmamak, çok ders çalışmak, çok çalışarak öğrenmek).
Muvafakat (Muvafakat Belgesi, Muvafakat Name) Almak; Birinin, kendi dışında özel veya tüzel kişiyi üzerindeki haklar, izinler, görevler, işler kapsamında yetkilendirmesini sağlayan izin. Kısaca; İzin alınması gereken kişiden izin alındığının belgelendirilmesi.
O Taraklarda Bezi Olmamak; Bir halk deyimi olup o işle, o konuyla, o uğraşla her ne ise ilişkisi ve ilgisi olmamak. İlgilenmemek, ilişiği bulunmamak.
Paldır Küldür Dönmek; Büyük ve düzensiz kaba gürültü çıkararak gittiği yerden alelacele dönmek. Ansızın, yol yordam ve yöntemlere uygun olmaksızın (örneğin U dönüşü yaparak) dönmek.
Suya Sabuna Dokunmamak; Davranışlarında, sözlerinde kimsenin incinmeyeceği, gücenmeyeceği, kırılmayacağı sakıncalı konulara girmemek.
Şansı Yaver Gitmek; Talihli olmak, bahtı açık olmak.
Şirinlik Yapmak; Yapmacık bir tavırla şirin, sevimli, cana yakın, görünmeye çalışmak.
Umut Fakiri Olmak; Fakir kimselerin umut dünyalarının karanlığını hicveden söz. Umut etseler bile, umutlarının gerçekleşmeyeceği kanısı yaşanır (“Umut, fakirin ekmeği, ye Mehmet ye!” sözü anlamını yitirmemiştir).
Ümit Var (Ümitvar) Olmamak; Ümitli olmamak. Ümit Beslememek. Son anına kadar düşünülen konuda sabırlı ve beklentili olmamak.
Zırvalamak; Saçmalamak, gereksiz, tutarsız, saçma sapan, boş, anlamsız sözler söylemek veya bu tür davranışlarda bulunmak.
Zoraki Olmak; İstemeye, istemeye, zorla olmak, yapmak.
(4) Ümit Yaşar OĞUZCAN, “MİLYON KERE AYTEN” isimli şiirinde “Ben bir Ayten’dir tutturmuşum / Oh ne iyi / Ayten’li içkiler içiyorum… / Ayten üzerine söylemek istediklerini defalarca tekrarladıktan sonra; “Bundan böyle dünyada / Aşkın adı Ayten olsun.” demektedir. Bu isimde bir de heykeli dikilen Bursalı Ayten (ŞENOCAK) ya da herkesin bildiği isimle "Deli Ayten Öyküsü” vardır ki merak edenler GOOGLE'dan öyküyü anlayabilirler.
Ek bir bilgi; Amerika'da Florida'dan California'ya giden ve Houston'dan geçen yolun adı; “Interstate Road 10” imiş ve bu yola kısaca I-10 adı veriliyormuş. İngilizce olarak söylememiz gerekirse “Ay-ten” okunur gibi. Yani; “Ayten’e sadece biz değil, Amerikalılar da sahipler!” diyebiliriz.
(5) Senin sessizliğini anlamayan, muhtemelen senin sözlerini de anlamaz. Elbert HUBBARD
(6) Etki-Tepki Yasası (Newton Hareket (Devinim) Yasası); Bir cisme bir kuvvet etkiyorsa, cisimden de kuvvete doğru eşit büyüklükte ve zıt yönde bir tepki kuvveti oluşur. Burada dikkat edilmesi gereken bu kuvvetlerin aynı doğrultuda olduğudur. (Yasa;3) Bu yasa çok zaman şu cümle ile akıllarda kalır; “Her etkiye karşılık eşit ve zıt bir tepki vardır! Yani; İki nesnenin birbirine uyguladıkları kuvvetler eşit ve zıt yönlüdür.” “Bir cisim üzerine bir dış kuvvet etki etmedikçe o cisim durumunu korur, değiştirmez.” (Yasa;1) “Cisme etki eden kuvvet, kütle ile ivmenin sonucudur.” Yasa;2)
(7) KARATEKİN, Erol. 1998 Yılı. “SEVENLER KAVUŞAMAZMIŞ” İlk dörtlüğü şöyle;
“Yalvarmam güç Tanrı’ya; “Bağışla!” demek için sonsuz âlemde,
Seni sevmek günahım, yanacağım bunun için cehennemde,
Seni yaşamak kaderim, bunu hisset, anla, yaşa, bil sen de!
“Sevenler kavuşamazmış!” Kitap yazar, bilmesen de, bilsen de...”
(8) Dilim ‘Kal!’ demeyi bilirdi, sende kalabilecek yüreği görebilseydi. ALINTI
(9) Gideceğin yere beni de götür… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Halil SOYUER’e, Bestesi; İbrahim ÖZORAL’a ait olup eser Muhayyerkürdî Makamındadır. (Bestede şiirin yalnız ilk iki kıtası olup son kıta, beste içinde yer almamaktadır.)
(10) Başımın Belâsı; Sürekli sorun yaratanlara ya da ironik anlamda sevdiklerine söylenen söz · teoride olmaması gereken, pratikte oluveren. Gideceğin yere beni de götür, sorana başımın belâsı dersin… şeklinde başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Halil SOYUER’e, Bestesi; İbrahim ÖZORAL’a ait olup eser Muhayyerkürdî Makamındadır. (Bestede şiirin yalnız ilk iki kıtası olup son kıta, beste içinde yer almamaktadır. Ayrıca muhtelif sanatkârların “Başımın Belâsı” şeklinde eserleri de bulunmaktadır.
(11) Uzun ince bir yoldayım, Gidiyorum gündüz gece… Sivas-Şarkışla Yöresinden Âşık VEYSEL Türküsü.
(12) İroni; eski Yunanca da EIRENEIA şeklinde söylenen tam söylenenin aksinin anlatılmaya çalışıldığı, ciddi görüntü altında mizah şeklinde söylenen bir kavram, ya da sözdür. İroni de eleştiri saklıdır, jestler, seslerin tonlanması söylenilmek istenilen(ler)in altını çizecek gibisine hissettirilir. Etkiyi artırmak için bir şeyin tersini söyleyerek biri ya da olayla kasıtlı şekilde alay etme, ne demek istediğini, niyetini, maksadını belli etme (Öyküde anlatılmak istenen konu).
(13) Tak-Şak Kavramı (Tak Diye Emredilince Şak Diye Yapmak); Eski Genel Kurmay Başkanlarından Doğan GÜREŞ, ülkemize ziyarete gelen önemli bir şahsın Başbakan Tansu ÇİLLER’le ilgili “Size emir veriyor mu?” sorusuna cevabı; “O tak diye emrediyor, ben şak diye yapıyorum!” sözünün gönüllerimizde taht kurduğunu söylemeye gerek görmüyorum!!!
(14) Mazhar Osman; Ord. Prof. Dr. Mazhar Osman, nöroloji, psikoloji, akıl hastalıkları, ruh ve sinir hastalıkları uzmanı olup, Türkiye’de ilk modern ruh sağlığı hastanesini kuran Türk hekimi. Görevli olduğu Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi bir süre Başhekimi olması nedeniyle “Mazhar Osman Hastanesi” olarak anılmıştır. Türkiye’de akıl ve sinir hastalıklarının çağdaş yöntemlerle tedavisine öncülük etmiş, bu nedenle bu hastalığı gösterenlere “Mazhar Osmanlık” deyimi kullanılmıştır. Maalesef bu değerli insanı 1951 yılında yitirdik.
(15) Ne hasta bekler sabahı, / Ne taze ölüyü mezar. / Ne de şeytan bir günahı, / Seni beklediğim kadar. / Geçti istemem gelmeni, / Yokluğunda buldum seni, / Bırak vehmimde gölgeni, / Gelme, artık neye yarar?” “BEKLENEN” Necip Fazıl KISAKÜREK
Bu dizeleri hatırladığımda, öykünün birçok yerinde Tanrı ile Allah’ı bir arada yorumladığım halde, Allah ile Tanrının aynı olmadığı iddiasındaki aynı şairin; “Allah, Tanrının belâsını versin!” sözünü de hatırlamadan geçemedim.
(16) Bir kedim bile yok; “Gülümse…” diye başlayan Sezen AKSU Şarkısı.
(17) Deve Kuşu Gibi Sinmek (Devekuşu Gibi Başını Kuma Sokmak, Devekuşu Taklidi); Bir tehlike, bir olay karşısında duyarlı olmamak, gerekli tepkiyi göstermemek, gerçekleri görmezden gelmek, sorun yokmuş gibi davranmak. Kendini aldatarak başkalarını aldattığını sanmak. Aslında bu benzetme yanlıştır. Uçamadığı için yüksek yer avantajı olmayan devekuşu oldukça büyük olan yumurtalarını tehlikelerden uzak güvenli bir şekilde sığ delikler içine kuma saklar. Gerek baba ve gerekse ana devekuşu yumurtaların güvenliğini, hava almalarını temin ve kontrol, yumurtalarının aynı yerde ters-türs etmek şeklinde yerlerini değiştirmek için belirli periyotlarda başlarını kuma sokarlar. Yoksa sandığımız anlamda bir hareketleri yoktur.
(18) Ne Yârden, Ne Serden Vazgeçmek; İstediği şey fedakârlık gerektirdiği halde fedakârlığa yanaşmayan ama istediğinden de vazgeçmeme.