O şarkı; “Bir ilkbahar sabahı, güneşle uyandın mı hiç?(1)diye başlıyordu. Oysa onun ki bu ve diğer şarkılardan azade; “Bir sonbahar gecesi yağmurlarla uyudun mu?” daha doğru bir söyleyişle; “Uyumaya çalıştın mı hiç?” şeklindeydi. Bunları düşünen kişi; Ercüment, kısaca Ercü idi o.

Sabah uyandığında; “Ve gönül Tanrısına der ki…(2) diye bir cümle kurmak geçiyordu dilinin ucundan;

“Ey Tanrım bana mı yetti gücün? Ben sana ne yaptım ki, senden başka tapınacak bir mabuda(3) kul ettin beni? Ben sana yalvardığımda Tanrım, sırtını dönmedin hiç, benim için ne uygunsa uyguladın, değilse ‘Hayırlı değil!’ deyip, sırtını dönmeksizin; ‘Git işine!’ dedin…

Oysa bu mabut, bir kez bile gözlerine bakmama izin vermedi, bir kez bile gönül rahatlığıyla diz çöküp tapınmama izin vermedi. Bir mabudun bir kuluna sırt dönmesi hak reva(4) mı Tanrım?..

Ya beni ondan al, devamlı sana sakla, ya da ona mabut olduğunu hissettirip tapınmamı uygun görmesini sağla!”

Tanrı eğer kulunun dileği makul, mantıklı(4) ve uygunsa söyleneni kabulleniyordu.

Oysa şimdi ne Tanrı vazgeçiyordu Tanrılığından Ercü için, ne de mabudunu yönlendirme çabası güdüyordu ona göre. Hani bir söz vardı; “Ne yârden vazgeçmek, ne de serden(5) gibi.

Aynı bu deyişe uygun olarak ne Tanrısından, ne de mabudundan vazgeçebilirdi Ercü. Çünkü Tanrı, Tanrılığını kesin çizgilerle hissettiriyor, gösteriyordu. Ancak mabudun hiç de oralı olacağı(5) belli olmuyordu ve o buna yaşamak demekte de zorlanıyordu.

“Tanrım denizin de, göğün de mavisi ufukta birleşmiş olarak senin eserin, ama mabudumun gözlerinin mavisinin yeşili gibi değil. Sonbahar şekillenmiş dallarda sayende, ama benim mabudumun saçlarının sarıya çalan kumralı gibi eser yok yapraklarda. Kararan gönlümün hüznü ise onun ak tenine asla ve kat’a(3) eşdeğer değil…

Nefes alışı; bir bahar meltemi gibi, bakışları isyana teşvik, kahrı tuzlu kahve(6) kıvamında, yürüyüşü salınarak, bir mabudun kuluna hükmedişi ötesinde, ‘Seni ben yarattım!’ anlamında.

Ve ben benim farkımda değilim, dindar mıyım, dini dar mı, yoksa dinsiz korkusunda bilemediğim bir başka şey; ateist, deist(3) mi?..

Ona değil ulaşmanın, yakınlaşmanın bile tasavvur edilemeyeceği(5) bir zamanda idim. Dünya diyemem, dünya zamandan daha yakınımda çünkü. O ise benden uzak, hem tarif edilebilecekten daha uzak, meselâ bilmem kaç ışık yılı…(7)

Ercü sesli düşünmekle yorulacak gibi değildi;

“Bazı insanlar vardır, Tanrının özel sipariş olarak ürettiği gibi. Gözler, kaşlar, burun, dudaklar, boy-pos, endam...

Benim gibi aşka susamış birinin karşısındaki için güzel, iyi olarak akla ne gelirse, hepsi. Kalan malzemelerle de israf olmasın diye ben ve benim gibiler fabrikasyon imalât olarak salıverilmiştir dünyaya.

Dağ yolundaki yonca, gül dalındaki gonca(8), ya da dorukta bir kartal ve ona yem olacak bir sürüngen, yani ben gibi, iki dünya bir araya gelse(5), her ne demekse, olmayacak bir şey, sabırla koruk helva olsa(5) bile.

Benim için dağ dağa kavuşmasa da, insan insana kavuşur sözü sadece bir masal tekerlemesi idi. Mabut musikinin en uygun notaları ise ben detone(3) bir ses, o bir şiirin en can alıcı, en canlı, en uygun ve icaz(*) dizeleri ise ben ahenksizliğe(3) mahkûm bir uyaktım. O bir öykünün, bir romanın sayfası, hükmü, donesi(3) ise ben o öykü ya da romanda son satırı ölüm olan sahneydim. Asla aşağılık duygusu(4) değil, düşüncelerim gerçek mi gerçek!”

Düşüncelerini süzgeçten geçirmek için derin bir nefes aldı Ercü, yoksa bu sigarasından aldığı derin bir nefes miydi, farkında değildi, farkında olması da gereksizdi kendine göre?

“O, bir fırçayla Rembrand’a(10), Goya’ya(10) hükmeden, yani o bir ressamsa, ben onun resim fırçalarından, ıspatulalarından, paletlerinden(3) biri, o Chopin’den(10), Beethoven’den(10) eserler ise, ben bir uvertür(3), o yemeklerden bir tatlı ise, ben acı bir sos, o denizlerin yakamozu ise, ben bir kaya balığı(4), o muhteşem bir aslansa ben leş yiyen bir çakal, o bir doru kısraksa, ben nesebi belli olmayan.

Kısaca şöyle desem; Dale Carneige’in(8) “Gün geçmez bölmelerde yaşa!” sözünden etkilenerek kaleme almaya çalıştığım “O Kimdi? (11)” dizelerine bile sığdıramadığım bir ilâh, ben onun aciz bir kuluydum, belki de onun hiç farkında olmadığı;

‘Çakmak çakmaktı gözleri yeşil
Ve dudakları istihza ile aralık…

Kumral saçları dökülmüştü omuzlarına
Büyünün
(3) bir başka türlü ifadesiyle.

Asude(3) bir meltemin fısıldayışı gibi sesi
Salınışı bir selvi gibi rikkatle
(3) Tanrım
Geceyi susturan, güneşi düşündüren
Bir hayal, bir peri, bir esrar...
Veya ulaşılamayacak bir şeydi kısaca…

Sabahtı, umuttu, ışıktı saadetti...
O;
Bir kelimeyle Newton’u şaşırtan,
Unutturan teorilerini Einstein’a,
Bir cümleyle susturan Aristo’yu,
Dilsiz bırakan Sokrat’ı,
Tövbe ettiren bir fırçayla
Rembrandt’ı, Goya’yı, Picasso’yu

Ve melekleri diz çöktüren bir işaretle
Tanrım, Tanrım, Tanrım...

Oydu gözleri yeşil,
Oydu dudakları istihzayla aralık
Ve omuzlarına kumral saçları düşen,
Büyülü.

Oydu meltemi getiren,
Oydu o şarkısıyla geceyi inleten,
Oydu düşündüren var oluşu
Yok oluşluğun ötesinde…

Anıyorum,
Fakat
Elimde kalemim
Dudaklarımda o

Soruyorum kendime;
“Hatırla!
O; kimdi?”

“O” kimdi, değil bence O; ben idi! Bunu biliyordum, ama O, benim farkımda değildi, çünkü O, çok iyi bir sırdı ve ben kendimi saklıyordum, bu nedenle olsa gerek!

İnsan fark edildiğini, salhaneye(3) giden belki de kurbanlık bir koyun gibi melül melül bakışından(5) anlamaz mıydı? Haydi üniversite ilk yıllarında bilemedin, anlamadın amenna(3), ya sonraki yıllarda?...

Mezuniyet Töreninde(4) son kez görecektim onu, ondan sonra dünyam sessizleşecek, karanlığa bürünecekti, hem bir daha aydınlığa ulaşmak ihtimali olmaksızın...

Herkes dans ediyordu, içiyordu, coşkulu idi, tek somurtan(5) ben olsam gerekti, sanki mezun olamamışım gibi. Kız arkadaşlarımdan; ‘Sen de dans etsene, bize katılsana!’ tekliflerine, maçın bitişinden sonra, maçtaki yanlışından emin olan bir hakeme, arkadaşının ‘Nasıl oldu yahu?’ sorusuna ‘Sen kendi işine bak!’ cevabı gibi(12) ‘Siz keyfinize bakın kardeşler!’ diyordum, kız kardeş, erkek kardeş, ya da arkadaşlar fark etmeksizin...”

Söz nasıl dönüp dolaşıp bir yerlere geliyorsa Ece adlı genç kız da dönüp dolaşıp Ercü’nün masasına yaklaşmıştı, çekinmeksizin, iğrenmeksizin(5) bardağını alıp bir yudum su içtikten sonra konuşmaya başlamışlardı karşılıklı;

“Çok mu arzuluyorsun, çok mu istiyorsun beni, ayağıma basmayacağına söz verirsen dans edebilirim seninle, tabii istiyorsan!”

“Öyle mi hissettiniz hanımefendi?”

“Bu resmiyet neden Ercü? Mor-lâcivert(4) somurtkan yüzünü kimse fark etmiyor mu sanıyorsun? Üstelik özel bakışların ilk gün, ilk sınıftan, son gün, son sınıfa kadar değişmedi, sanır mısın ki fark edilmemiştir? Ama içtenliğimi bağışla lütfen, aradan yıllar geçse de etkilenemedim senden…

‘Şu!’ diyebileceğim etkilendiğim bir arkadaşım da olmadı! O nedenle etkilenmemiş olsam da hüznünü istemediğim, gerçekleri benim dilimden duyman için yaklaştım sana. Haydi, ilk ve son defa dans et benimle ve sonra sen ve ben olarak ayrı yönlere doğru uzaklaşalım!”

Ercü için onun sözünü kesecek ya da sözlerine ekleyecek bir şey yok gibiydi. Hele ki Ece elinden tutup piste doğru yönlendirirken ayaklarının titrediğini hissediyordu ve kendince bu büyük bir tehlike idi;

“Ya ayaklarına basarsam...”

“Öyle veresiye tutma(5) beni, sevgilinmişim, seviyormuşsun, tapıyormuşsun gibi tut beni, sarıl, sende hissedeyim kendimi!”

“Beni üzecek kadar sadist misin sen? Madem başlangıcımı biliyorsun, hissettiklerimi hissetmediğini söylüyorsun, öyle ise...

“Ben sadist değilim. Yıllar yılı arkadaşınım. Mezuniyet günümüz olan bu günden sonra bir daha hiç görüşemeyecek oluşumuz nedeniyle seni bu tavrınla hatırımda tutmam ciddi olarak suç ise, bağışla ve hemen bırak elimi, uzaklaştır bedenini…

Ama ben bana yakın ol, uzak durmamanı istiyorum benden, sar elini belime, okşa sırtımı, sıkı sıkı acıtırcasına tut elimden, göğsüne başımı yasladığımda kokla, öp hatta saçlarımdan, istiyorum. Çok şey mi istiyorum senden, hatıran kalsın anlamında?”

“Keşke çok şey verebilsem, çok şey verebileceğimi hissettirebilsem!”

“Hissediyorum, ama yaşamam… Dediklerimi yapmaya çalışsan, yapsan...

“Sana söz gelsin istemem!”

“Sen ve ben, biz istemedikten sonra söz gelmez, merak etme! Hem iyi tarafıma rast geldin, ayağıma bassan da özür dilemene gerek yok, bu kadar sözden sonra hemen affederim seni, dışlamam da!”

Bu Ercü ile Ece’nin ilk ve son sohbetleri idi, Ercü’nün bir başka keresini umut etmeye, bir başka karesinin aklına gelmesi hakkının bile olmadığını düşündüğü. Bu nedenle sıkı sıkı sardı Ece'yi belinden, omzunun açıklığında dolaştırdı diğer elini, saçlarının kokusunu doyasıya değil, ölesiye hissedip, ciğerlerinin tüm zerrelerine yerleştirmeye çalıştı o kokuyu.

Ece’nin, kalbinin gümbürtüsünü duymasından dolayı endişeliydi sadece. Öyle ki yılların birikmiş özlemiyle dans ederken Ece’nin ayağına basıp basmadığından, onu üzecek bir davranışta bulunup bulunmadığından bile haberdar değildi.

İlâh kulunu terk ederse kul ilâhsız kalır. Kulun ilâhını terk etme lüksü yoktur. Aksi takdirde bu kendini inkâr olur(5). Bu nedenle- unutmak imkânı da, gayreti de olamayacağını düşünen Ercü, bir totem yapıp(5), onu ilâhı yerine koyup ona tapınmayı deneyecekti.

Totem, tek başına neye yarardı ki? Bu nedenle onun yanına ilk, tek ve belki son fotoğrafı koyacaktı, insaniyet namına(!) elini uzatıp onun kendisini mutlandırması sırasında törende çekilen.

Ercü’nün anlamadığı; Tanrının neden ilâhları dünyaya, yeryüzüne insan, ya da adamların tapınacağı kadınlar olarak göndermesi idi. Cinsiyetsiz denilmesine rağmen tüm meleklerin kanatlı genç ve güzel kızlar olarak görüntüleniyor olmasını, o melekleri kimin resmettiğini bilip anlayamıyordu. Ama cehennem zebanilerinin, hatta meleklerden Azrail’in tavrından onun çirkin bir erkek olduğunu sanki kesinkes(3) biliyordu. Her neyse!

Mezuniyet, ekmek parası kazanmak için yeterli değildi. İş öncesi vatan borcunu ödemek, üniversitede harcadığı yılların yorgunluğunu dinlendirmek için, anne-baba kucağına sığınarak, daha doğrusu onların verdiklerinden biriktirebildiklerini dikkatli bir şekilde harcayarak, bu devresini tüketmeyi ya da atlatmayı umuyordu Ercü.

Başarılı olmadığı, daha doğrusu başarılı olma ihtimalinin az olduğu tüm konularda eksikliğini hissediyordu.

Birincisi; elindeki diplomanın altın bilezik olduğunu sanan annesinin sonsuz ihtirası idi; “Gönlünde bir sultan yoksa filânın kızı, falanın eltisi, görümcesi, baldızı...” gibi reklâmlarda part time(4) değil, maaşlı bir hizmetli, görevli gibi, dediklerini ihtirasla, heyecanla, hezeyanla(3) ve arzuyla, istekle tekrar etmesi idi.

Annesinin en enteresan söylemlerinden biri, yakın (belki de uzak) akrabalarından birinin söylemi idi. O; mahallesindeki memur bir ailenin iki güzel, terbiyeli, üniversitede okuyan kızları varmış.

Keşke o adam emekli olup da memleketine dönmeseymiş de Ercü o kızlara şöyle alıcı gözüyle bir baksaymış(5). Hani büyük olanı kartlaşmış(5), körpeliğini yitirmiş(5), anaçlaşmış(5) gibiymiş, ama küçük olanı gözü tutarsa imiş...

Ercü; tahammülsüzce gibi içinden geçirmek zorunda kalmıştı söylemek istediğini, annesine olan saygısını yitireceği korkusuyla;

“Hey ya Rabbim! Annelerin en seçkini, nedir bu düşündüğün? Sobalık odun mu, sopalık gelin mi seçiyorsun? Nedir felsefen(3)? Evet, anneler en iyi ve doğru kararı verirler, ama bir ömrü beraber tüketecek olanın da düşüncesine saygı duyulması gerekmez mi?”

Ercü’nün babası tüccar olduğu için; “Askerlik sonrası, malın-mülkün başına geç oğlum!” iddiasını devam ettirme çaba ve iddiasında idi, neredeyse liseye başlangıç yıllarından beri. Ercü hep üzülürdü, kendisinden başka erkek kardeşinin ya da ağabeyinin olmadığı için.

İki ablası “Eksik etek(4)” idi, eloğulları ile vaktinden önce sayılabilecek bir zamanlarında evlenip çoluk-çocuğa karışmışlar, yâd ellere(4) gidip, bayramlarda, kandillerde telefonla hal-hatır soran hayırsız evlâtlardı, kısıtlı, ya da geri dönmeyecek her türlü ihtiyaçları halinde(!) yaptıkları ziyaretleri hariç.

Evlâtlardan en hayırlısı Ercü idi, ya da anne ve babası onu öyle şartlandırma gayretinde idiler. Onların hissettirmek bir yana özenle söylediklerine göre, evlenecek-barklanacak, tüm işlerin başına geçip mal-mülkün tek sahibi olacak, onlar ölünceye kadar onların dizlerinin dibinde oturacak, sıra sıra hayırlı(!) torunları oturtturacaktı kucaklarına.

Hayalleri bu idi, ümit var olmaları hakları idi, ancak Ercü onları ne zaman sükûtu hayale uğratacağını(5) söyleyeceğini bilemiyordu, kararsızdı bu konuda ve yaşamak için hiçbir arzusu yoktu. Çünkü askerliği sonrasında sırf anne-babası mutlu olsun, yani onların sevme arzusunu gerçekleştirsin diye torun sahibi, kendisinin çocuk sahibi olması için bir kızın, yani başkasının hayatını karartmaya hakkı yoktu ki, sevgisiz!

Evlenmek, yüreğindeki boşluk nedeniyle hiç geçmiyordu Ercü’nün aklından. Gönlünün açlığını Ece dışında kimse doyuramaz, kalbini hiç kimse dolduramaz, onun sevgisini Ece dışında kimse hak edemezdi.

Tanrı, ilâhları ve kullarını yaratırken dürüst olmalıydı, haksızlığa asla meydan vermemeliydi, ya 1 + 1 =  1 olmalıydı, ya da 1 – 1 = ? olduğunda sonuç, sonsuz bir yalnızlık şeklinde olmamalıydı! Gene de onun özel durumu Tanrıyı haksızlığa zorlamamalıydı!

Mademki dünyada ölümden başka her şeyin çaresi vardı(13), boşa tüketilecek bir ömrün sebebi de ölüm olsa gerek diye düşünüyordu Ercü. Eğer ki bir baltaya sap olamayıp babasının işlerinin başına geçmek gibi bir olasılık varsa, babasından kalacak mal-mülkün sahibi olacak olsa da tükenmek, yok olmak kendince en iyisiydi.

Çünkü olacaklar da, kalacaklar da hiçbir şey umurunda değildi. En kötü ihtimalle ablaların çocuklarından biri, ya da hepsi babasının işinin başına geçer, ya devam ettirirler, ya da çarçur edip(5) batırırlardı, ondan hayır olmadığını bilip, ya da öldüğünü görüp.

Komando(3) askerlik... Yeri-yurdu belli değildi, başlangıçların ötesinde, nerde akşam, bir başka yerde sabah, bazen uykusuz, bazen ekmeksiz... Üniversite hayatını, baba ocağını düşünüyordu çok zaman Ercü.

Ayaklarını serinlik için yorganın alt ucundan çıkartarak uyuduğu günleri özlüyordu. Sadece uyku mu? Ispanaklı kol börekleri, yaprak sarmalar, aşureler ve benzerleri de geliyordu gözlerinin önüne, ağzının suları akarak(5)...

Şimdi...

Dayan askerlik bitinceye kadar konservelere, sonra ne bulursan dağlarda; dedem sakalı, ebegümeci, semizotu, papatya, gelincik, kertenkele, kurbağa...

Doyun.

Kurbağaların, su yılanlarının cirit attığı(5) derelerde yumul(5) dereye ve susuzluğunu gider, hatta iribaşlara(3) aldırmaksızın mataranı doldur.

Isırgan otuyla taharet olmazmış, lâf işte, darda kalınca öyle bir oluyordu ki, tecrübesiyle ispat etmişti Ercü. Poposuna nışadır sürülmüş bir eşekle bile yarış edebilirdi, eğer çevresinde eşeğe rastlamak isterse! Eşek oğlu eşekler ise her zaman rastladığımız, ama rastlamayı arzulamadığımız iki ayaklı varlıklardı!

Kısaca komando subay olarak yaşadığı bilinen şeylerdi, tekrarlanması gerekli olmayan.

Bu görevlerin sonrasında ara sıra mola da veriliyordu, buna subay ya da er fark etmeyen evli-barklı arkadaşları; “Nöbet Değişimi!” diyorlardı. O pespaye(3) kılık-kıyafet, uykusuzluk dolu perişan hallerine bakmaksızın, eğer eşleri, çocukları, anaları-babaları-kardeşleri de ziyaretlerine gelmişse hepsinin ağzı kulaklarında oluyordu, tüm yorgunluklarını unutmuşçasına.

Böyle anlarda şair Ercü’nün kulağını çekmek(5) zorunluluğunu (belki de dikkatini(5), zahmetini çekmeyi(5) hissettiriyordu; “Bekleyenim olsa da, razıyım kavuşmasam…(14) diye huduttan hududa atılmamış(15) gibi olsa da.

Oysa sadece “İyiyim!” sahtekârlığı yaşadığı mektupları gönderiyor, “Kendine dikkat et!” yazılı birikmiş mektupları öperek operasyon(3) sonlarında, zarflardaki tarih damgalarına bakarak sıraya dizilmiş olarak tekrar okuyordu ki; bu bir teselli idi...

Şehre iniyordu, ama bazı-bazen, ya da gerektiğini hissettiğinde. Şehre inen bir komandonun da yaptığı ilk ve tek iş şehir hamamına gidip göbek taşında(4) dinlenmek ve usta tellağın elinde tüm kirlerinden arınmaktı(5) fiziksel olarak. Ötesini kurgulamaya(5) çalışmak bile abesle iştigal(4) idi.

Örneğin bir lokantada, kıtlıktan çıkmış gibi, bir ramazan topunun gürleyişinde lokantaya ancak yetişebilmiş bir hacı gibi sabırsız bir bekleyiş sonunda şehir yemeği yemek, bir çay ocağından taze demlenmiş çay içmek veyahut da bir pastanede tatlı bir şeyler yemek…

Güzeller olabilirdi şehrin sokaklarında, caddelerinde, ancak onun gönlünde tek güzel vardı ve adı Ece olan bu güzel dışında bir başkası yoktu, ne şehirde, ne dünyasında, ne evrende, ne de yaşamında...

Ve sonrasında düşüncelerinde ilerliyordu Ercü;

“Sonrası karnın doyar, miden şişer, aklın başına gelir; ‘Gönül ne kahve ister, ne kahvehane, gönül bir dost ister, kahve bahane’ sırıtışı, seni kendine ortak eder ve hatıralarla doluşmana rağmen gerçeğe döndürür seni.

Yitirmişsindir zamanını. Bazen ‘Şafak Hesabı(4) ancak bir dönem öncekinin teskere töreninde gelir aklına, derin bir ‘Oh!’ ile ‘Ah!’ arasında soluklanmayla.

Çevrendeki herkes ana, baba, kardeş, akrabaların olur, ya da resmi hayalinden çıkmayan, bir mabut olarak tapındığın ama seni kulluğa kabul etmeyeni, kendi serseriliğin ve sivil bir kıyafetinle dolaşırken gördüğünü sanırsın, hem de her gördüğünü.

Ama gördüklerin o değildir, üstelik kimse benzemez ona(16). Serseriliğin, yüzüne anormal bir dikkatle baktıkların için ‘Sapık, ahlâksız!’ gibi seslerle şekillendirilir, ama sen farkında olmazsın, ya da haberin olmaz.

Bir sesin sana ‘Ercü’ demesinin beklentisi içindesindir. Bu ‘Ercüment’ olan üç heceli isminin iki heceli olarak sanki onun ağzında şekillendirilişi gibidir o dudaklarda(17).

Mutlu olursun, gerçek olsun istersin. Çünkü gördüğün, duyduğun, hissettiğin sadece bir hayaldir. Kendini ‘Edepli’ olmaya davet edersin, küskün bir şekilde bir park kanepesinde bulursun kendini yalnızlığının perişanlığında.

Sigara içme alışkanlığın bir aralar olmuş olsa da şimdilerde hem yoktur, hem de yerini belli etmemesi için tatbikatlarda, özellikle operasyonlarda yasaklanmıştır.

Zıkkımlanmak(5) da; ‘Haydi alârm!’ denildiğinde hazır olman için asla tasvip edilmeyecek(5) bir davranıştır ve sana kalan bön bön bu şekilde saklanıştır(5), farkına varmakta kusurlu olduğun. Gene de yaşamak mı boş, boşu boşuna kararsızlık içindesindir.

Yerdeki kısa ömürlerinde gayretli karıncalara, ertesi güne ulaşmaları mümkünsüz türlü desenli kelebeklere, dallardaki tırtıllara, azade köpek ve kedilere, hür kuşlara özenirsin. Bilmezsin her canlının kendine özgü, hatta çözümlenmesi mümkün olmayan bir ya da birkaç sorununun olduğunu, olabileceğini.

Seninkisi sadece aşk Ercü. Bunu bilen sadece sensin, gizlidir kalbinde, çünkü saklıdır. Bilmesi gereken ise ya anlamamıştır, ya da anlamamış olmak daha uygun gelmiştir kendisine.”

İnsanın kendi kendine konuşup dertleşmesi herhalde deliliğe ilk adım atışlarından biri olsa gerekti. Ama esas deliliğin hiç bilmedik, beklenmedik, hiç aklından geçiremeyeceği bir anda sevdiğiyle yan yana gelip, diz-dize, göz-göze yaşamak olduğunu söyleselerdi Ercü’ye kesinlikle inanmazdı...

Önce bir beden hissetti yanında, parklar tüm insanlarındı, tepkisi olamazdı, olmamalıydı da. Sonra bir koku, bir dokunuş ve “Ercü!” diye sesleniş…

İnsanların otururken, ayaktaymış gibi ve gözleri açıkken rüya ya da hayal görmeleri mümkün müydü? Hele ki;

“Beni mi arıyordun yoksa askerim, mezuniyet töreninden beri?” deyişi garibine gitmişti(5) genç, komando askerin. Üstündekinin resmi üniforma olduğunu zannediyordu.

Yalan söylememeliydi yaşamında yer eden tek insan olan, sevdiğine. Yalanla kurulacaksa bir bina çabuk çökerdi ve tekrar kurulamazdı;

“Sen bir an bile çıkmadın ki aklımdan. Ama burada olacağın, burada karşılaşacağımız, hatta hayalimde bile olsa konuşacağımız hiç aklıma gelmezdi, hep gönlümde yaşatıyor olmama rağmen seni. Hep kalbimde sakladım seni, sana ulaşamayacağımı bile bile. Beynimin her zerresi seninle dolu, hep umut ettim seni, sensizliği bilmeme rağmen…

Ve şimdi yanımdasın ve beni dinlediğine inanamıyorum!”

“Kolunu çimdiklememi ister misin?”

“Gerek yok, sen hep ulaşamadığım bir hayaldin. Bırak öyle kal gönlümde!”

Bu sırada bir genç kız geldi yanlarına, aynı model, sadece yaşça biraz küçük gibi.

“Abla, bittiyse konuşman, dönelim mi evimize?”

“Bir saniye küçük abla, anlamadım birçok şeyi, bana bir beş dakika verin lütfen, sonrasında aklınızdan ne geçerse...”

“Sonrayı bilemem, ama beş dakika için peki! Ondan sonra okula dönmem gerek!”

Ona ayrılan vakit beş dakikayı geçti. Ama Ercü, öğrenmesi gerekenleri öğrenmişti. Eski mahalledeki, annemin keşke görseydik dediği, hayatımı kapsamasını şu an özendiğim ve “Kart” denilen geçmişteki üniversite öğrencileriydi onlar.

Şimdi bir okulda öğretmenlik yapan abla-kardeş sömestre tatili(4) için memleketlerine, anne-babalarım ziyarete gelmişler ve birkaç gün sonra görevleri gereği geldikleri şehre döneceklerdi.

Ercüment’in aklının ermediği şey annesinin o uzak akrabasının tarif ettiği kart kızın Ece olmasıydı.

“Hey Ya Rabbim!” diye geçirdi içinden Ercü.

“Dudaklarıma bir katre bal sürüp sonra zehirlere gark etmen(3) hak mı sana? Yalnızlığımla alay etmen yakışıyor mu sana, bana davranışın mutluluğun mu, reva mı Allah’ım?”

“Allahaısmarladık arkadaşım. Teskere alınca ara beni, görüşelim, isterim.”

Kendisini engelleyememişti Ercü, ikisine birden sarılmak geçmişti içinden. Küçük olan;

“Bu ne sevgi ah! (18)” dediğinde Ercü;

“Bu kadar eski şarkıları biliyor musun?” deme hüznünü belli etmek istedi. Diğer ses, yani Ece;

“Dans ederken bile bu kadar sıkı sarılmamıştın bana!” dedi.

Artık gerçeği söylemenin vaktinin geldiğine inanmıştı Ercü;

Gitme, seni seviyorum, sana muhtacım(19), benimle kal! Sana kendimi anlatmaya çalışayım, bitmeyen yıllarda anlatamadıklarımı, hem hepsini...

“Bunu başlangıcımızdan beri hissediyorum, ama daha önce dediğim gibi aramızda bir elektrik, bir iletişim hissedemiyorum, nasıl yalan söyleyeyim ki sana? Bu; yanlış olmaz mı?”

“O halde seni sevdiğimi bil, beni unut ve hakkını helâl et!”

“Nasıl bir söz o?”

“Ömrümü zaten tüketmekte zorlanıyordum. Umut yoksa yaşamak da uygun değil. Bana acıman değil, sevip hükmetmen önemliydi. O halde yaşamak da, yaşamımı tasarruflu kullanmak da hak değil bana…

Son bir kez daha abla-kardeş sizleri kucaklamama izin verin ve sırtınızı dönün, gidin, şu anları unutarak!”

Sözlerimi tamamlamam gerekti;

“Senin olmadığın bir dünyada yaşamak için direnmem zulüm. Biraz umudum olsa, yaşamayı arzulardım. Dürüstsün, buna hakkım olmadığını içtenlikle belirttin. O halde benim de yalvararak sevgini dilenmem yanlış olur. Seni, yaşamımda son defa gördüğümü sanıyorum, mutluyum. Seni sevmekten hiç usanmadım, usanamam da(20)

Sen, yaşamımda bir tane idin ve kardeşin Ege de şahit olsun ki, ölünceye kadar bir tanem olarak kalacaksın!”

Ercü’nün sözlerinin sonuydu bu sözler, niyetini sakladığı, istekle, arzuyla tüm benliğinde hissederek bir önceki gibi içtenlikle sarıldı, özellikle Ece’ye. Ece acımış, insafa gelmişti sanki;

“Seni sevmeme yardımcı olamaz mısın? Seni böyle bırakmak üzecek beni!”

“Ne zorla güzellik, ne sevgi, ne de aşk olabilir güzel Ece! Bir şeyi elde edememek, onu kötülemenin gerekçesi değil. Seni sevdim, seviyorum ve seveceğim, ömrümün biteceği son ana kadar…

Bana dilenci muamelesi yapma! Haydi git! Son dört-beş-altı yıldır neysen, öyle kal, beni, bana bırak, git! Senin ailenin olduğu, memleketim dediğin şehirde yaşıyor olmamın mutluluğu ile bırak beni, haydi git! Selâmetle!”

Gitmeleri gereken yöne doğru yöneldiler, bir başka umudunun olamayacağını bilerek Ercü sırtını dönerken.

“Silâh bir askerin namusu idi. Ama bazı şeyler gösteriş için olmazdı, olmamalıydı da. Ben, beni ben olmaktan vazgeçirdim, ya da ben öyle sanıyordum…”

“Bu deli bir şeylere niyetli galiba? Beni evlenmeden dul bırakmak gibi niyeti var gibime geliyor! Beklemesini, onu sevdiğimi, sabırlı olmasını arzuladığımı ne zaman öğrenecek bilemiyorum. Ben onu takip edeceğim, artık saklanmama gerek yok! Niyeti kötü ve ciddi gibi onun…

Sen git, sana yazdığım mektupların hepsini ve günlüğümü getir. Onun dizlerine kapandığımda hepsini alsın okusun, ben bugüne kadar kimin için yaşadım, neden yaşadım, neden sakladım kendimi bu kadar yıldır, bilsin, öğrensin. Neden sabretmesinin gerektiğini? Ege, ben sana bulunacağım yeri telefonla bildiririm.

Bu sözler Ercü’nün duyduğu değil, genç olan üniversite mezunu öğretmenin, zamanın geldiğine inandığında Ercü’ye aktaracakları olsa gerekti.

İki kardeş Ercü’nün Ece’yi ne kadar sevdiğini de, kim olduğunu da, hatta sevildiğini de biliyor, ama saklamalarının gerekli olduğuna inanıyorlardı, nereye kadar ama?

Ercü bilemediği, bilmesi gerektiğini bilemiyordu, onlar ise bildiklerini sanıp bilmiyorlardı bilmeleri gerekeni. Ne gibi meselâ?...

Ercü’nün de bilmesinin imkânsızlığı gibi bir şey...

Ercü küskündü, ne yapacağına karar veremezsizin. Ölüm gerçekten unutmak için bir sonuç muydu? Neden sevgiler hep mutluluklarla bitmezdi ki?

Ve neden hangi cins olursa olsun, karşısındakinden sevgisini saklar, esirger ve bilmez, ya da sevmezdi ki? Ercü, tüm sevgilerin karşılıklı olması gerektiğini düşünecek kadar bu dünyadan uzak bir zavallıydı...

“Şimdi dikilse karşıma, ‘Seni seviyordum, ama beklentilerim vardı, meselâ askerliğini bitirmen, meselâ işine, yani öğretmenliğine başlaman, meselâ ağız tadıyla sevgini dillendirmen gibi…’ deseydi Ece, bu ‘Ölme eşeğim ölme! (21) sözünden farklı mı olurdu ki, Ercü için?

Hem Ercü, Ece tarafından sevilmeyi istiyordu, acınılmayı değil, gönlünü, kalbini istiyordu, bedenini değil!

Ercü’nün kendi kendine bu kadar mücadelesi yeterliydi kanısına göre. Mademki tüm aşkların mutlulukla sonuçlanması gerekli ve şart değildi, üstelik de mutlu aşk yoktu(22), o halde onun da yaşaması uygun olmamalıydı, Tanrının çizdiği yörüngede. Üstelik diyordu ki;

“Beni yaşamaya, yaşamamı isteyecek olanın bile zorlaması mümkün değil!”

Yürüyerek çevredeki bir koruluğa yönlendi, ayrılmak istediği parktan ayrılarak ve o içmeden yaşadığı sarhoşlukla. Oturup da bir ağacın altına(23) yalnızlığına yön, daha doğrusu son vermek istercesine, çeki düzen verdi kendisine Ercü.

Ne iki satır karalamak geçti aklından, ne de üzülmek, gücenmek, çekinmek aklına geldi üleşecek, cesedi bulununcaya kadar orman hayvanlarından, karıncalardan, kuşlardan. Tabancasını çıkartıp bir mermi sürdü namluya.

Bir el tuttu elini, onun eli ve tabancayı kalbine dayadı, parmağının titreyebilip tetiği düşüreceğini düşünmeksizin.

“Ben sana, benim zor olduğumu, beni hak etmek için yıllarca sabırlı olman gerektiğini anlatmak istedim sadece. Seni sevdiğimi öğrenmen için canına kıyman gerekli değil. Önce beni sil dünyadan, dünyandan, sonra ne istersen onu yap, gerçekleştir!”

“Daha önce de söylemiştim, ben öleceğim için bana acımanı değil, sevmeni beklerdim, bırak tabancamı, elimi ve ömrünü yaşa!”

“İnanmıyor musun bana?”

“İnanmam için bir delil göster!”

“Silâhını veriyorum sana, yerine koy onu. Parka gidelim, yarım saat kadar daha yaşamaya tahammüllü ol, sonra gerçeklerden bıkmak arzusunda isen, git dileğini de, eylemini de gerçekleştir, engellemeyeceğim seni. Çünkü senden sonra da ben geleceğim aynı yere, yanına, ahret mi, cehennem mi, umurumda olmaksızın. Seninle olduktan sonra hiçbir şey umurumda değil çünkü!”

Tam o anda cep telefonundan bir mesaj aldı Ercü, kısa, kesin, öz; “Gel!” gibi tek kelimelik. Bu; zorunlu bir operasyonun haberi idi. Kucakladı, öpücüklerle boğmaya çalıştı, kucakladı Ece’yi.

“İnanıyorum, arayacağım seni, söz! Şimdi gitmem gerek!” dediğinde ancak sivil elbisesini değiştirip askeri giyeceklerini giyecek kadar zamanının olduğunun bilincindeydi...

Operasyon dağınık geçmişti ve hissettiği kadarıyla, belki de dalgınlığıyla yere kapaklanırken başını taşa vurmuş, bilinçsizliğiyle bu sırada ateş alan silâhıyla kendi arkadaşını vurmuş, sonrasında beyninde ne varsa silinmiş, sıfırlanmıştı, belki arkadaşının ölmemiş olduğunu bilse bile. Ercü bir hayalet gibiydi, ne olduğunu bilmeksizin.

Öylece, belki de aklında kalan son kırıntılarla oturdu parktaki kanepeye, saatlerce, belki de günlerce yaşadıklarının farkında olmaksızın.

Bir gün karakoldan birileri geldi, tanımadı, ses vermedi, sadece komando asker elbiselerine sarıldı sıkı sıkı. Konu anlaşılmıştı, tek sorun belindeki silâhı almaktı. Varsın asteğmen rütbesi, elbiseleri kendisinde kalsındı, ama silâh devletin malıydı, zimmetli idi ve mutlaka gereken yere teslim edilmeliydi.

Silâh, tüm birikimleri, hayalden de olsa resmi adıyla Ercüment’ten uygun bir şekilde alınmalıydı. Üst rütbeli subaylardan biri ondaki yaşadığı zekâ geriliğini, hatta yokluğunu hissedip çocuğunun oyuncak tabancılarından birini getirip aslıyla değiştirdi.

Dolabındakiler, adresler falan, filân, haber verilecekler mi? Bir komutan böyle durumlarda neye yarardı ki? Hepsinin üstesinden gelmişti, komutan olarak, kendi başına...

Ercüment kimseye ilgi göstermiyor, kimseyi tanımıyordu, yaşadığı şok ya da geri zekâlılıkla. Göğsüne yaslandığı Ece ve elini uzattığı Ege dışında...

Onlar dışında tüm dünya karanlığa bürünmüştü. Başka bir dünya, başka bir yaşam yoktu. Ece büyük bir sorumluluk aldığının farkındaydı. Saklanmak, duygularını belli etmemek onun için pahalıya mal olmuştu herkes onları kaderleriyle baş başa bırakırken.

Ercü her daim aynı askeri, komando, jandarma kıyafetleriyle dolaştı, iki adım arkasında Ece ile. Ece için sevgisinden başka hiçbir şey önemli değildi.

Ercü berduş, dolaysıyla o da berduştu onunla birlikte, onun gibi.

Tek farkla. Titizdi Ercü. Her hafta belirli bir adrese gidip Ece’nin kendisini yıkamasını beklerdi, o evin Ece'nin evi olduğunu bilmeksizin. Bir kere öğrenmiş, unutmuyordu, sesi, soluğu olmasa bile. Sadece medyun(3), merhamet dileyen gözlerini esirgemiyordu Ece’den.

O ev, başkalarının eda ve hareketlerine, hatta böyle bir sevgiyi yaşadığına hayret eden anne ve babasının hayret ettiği evdi Ece’nin, yaklaşık her gün ziyaret edilen. Bu nedenle evde aynı askeri takımdan özel olarak yaptırılmış elbiseler ve iç çamaşırları her daim hazırdı, her banyoda Ece tarafından yıkanılan Ercü için.

Ece’nin en çok gücüne giden ise, bazen mahalle çocuklarının; “Deli, deli tepeli, kulakları küpeli” diye sevdiğine taş atmalarıydı. Eğer o taşlar Ercü’nün bir yerlerine rastlamışsa Ece defalarca öpüp yatıştırmaya, mutlu etmeğe çalışıyordu sevdiğini.

O küçük ilde onları tanımayan yoktu, ad-unvan önemli olmaksızın. “İki âşıklar” denmişti kışlada, sonra da karakolda. Tahta tabancalı ve çıkınlı(3) idi Ercü

Her ne zaman ortalıklarda görülürlerse gerek polisler, gerekse karakoldaki subay ve askerler Ercü için selâma duruyorlardı.

Tanrı zalim değildi. Onların gece-gündüz, sokak-çayır, dağ-bayır, aç-biilaç, susuz-uykusuz peş peşe özlemle dolaşmalarına, yaşamalarına yeterince izin verdiği kanaatinde olsa gerekti.

Bir kış günü, parktaki aynı kanepenin yanındaki ağacın altında birbirine sarılmış, dudak dudağa bulundular, ince bir kar tanesi Ece’nin sırtını sıvazlamıştı, çünkü o sevdiğini soğuktan korumak için Ercü’nün üstünde idi…

Mezarları yan yana şehir mezarlığında onların, bir köşede...

Ece’nin babası iki satır karalamıştı mezar taşlarına. “Kavuşamayan iki sevgili yatıyor burada” şeklinde.

Taşın arka yüzünde ise; “İsimleri önemsiz” diye yazılı idi.

Öyle ya, herkesin bildiği, her cenaze sonrasında Fatiha okunmayan mezarlar için, mezar taşlarına başka bir söz ve tarih eklemeye gerek var mıydı?..

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Ercüment (Ercü); Muhterem, şerefli, itibarlı, haysiyetli, seçkin, saygın, değerli.

Ece; Kraliçe. Güzel kadın.  Güzellik Kraliçesi.

(1) Bir ilkbahar sabahı güneşle uyandın mı hiç… diye başlayan Türk Sanat Müziğinin Güftesi; Bekir MUTLU’ya, Bestesi; Erdoğan BERKER’e ait olup eser, Nihavent Makamındadır.

(2) Ve gönül Tanrısına der ki… Her mihnet kabulüm, yeter ki / Gün eksilmesin penceremden… Cahit Sıtkı TARANCI “GÜN EKSİLMESİN PENCEREMDEN”

(3) Ahenksizlik; Uyumsuzluk, anlaşmazlık, uyuşmazlık, iyi geçinememe.

Amenna; Genelde peşine “ve saddakna” kelimesi eklenerek kullanılan Arapça bir deyim olup, asıl anlamı “İman ettim, tasdik ettimdir.  Türkçemizde “Mutlaka öyledir, doğru, diyecek bir şey yok, kabul ettim, inandım, anladım!” şeklinde onaylama sözü olarak kullanılmaktadır.

Asude; Sakin, rahat, sessiz, rahatlamış, sükûna ermiş, kederden ve sıkıntıdan uzak, rahat ve huzur içinde (“O KİMDİ?” şiirinde geçen).

Büyü; Sihir. Paranormal veya mistik yöntemlerle doğal dünyayı etkilediğini iddia eden, maddi ya da manevi bakımdan kendine çıkar sağlamaya, karşı tarafı zarara uğratmaya çalışanların yaptığı, tüm dinlerin yasakladığı doğaüstü safsatası olan kötü bir yöntem (“O KİMDİ?” şiirinde geçen).

Çıkın (Ya da Çikin veya Çıkı); Bezle sarılarak düğümlenmiş küçük bohça. (Yöresel olarak çikin, “r”  harfi düşmüş olarak “Çirkin” anlamında da kullanılmaktadır).

Deist; Deizm yanlısı. Yaratıcı bir güç inancı olan, kehanet, mucize vb. şeylere inanmayan mantıksal yaklaşım sahibi.

Detone; Sesin doğru tonu bulamaması. Gerekenden daha kalın daha pes sesler çıkartmak.  (Sürtone; İstemsiz ince ses çıkartmak).

Done; Veri. Bir araştırmanın, bir tartışmanın, bir muhakemenin temeli olan ana öge. Bir sanat eserine veya edebi esere temel olan ana fikir. Bir problemde bilinenden bilinmeyeni bulmaya yarayan şey. Deneysel ölçümler, sayımlar sonucu elde edilen sayı kümeleri. Bilimsel sonuçlara ulaşmak için gerekli olan her şey.

Felsefe; Düşünce Bilimi. Bilgeliği İnceleme. Var olanların varlığı, kaynağı, anlamı ve nedeni üzerine düşünme ve bilginin bilimsel olarak araştırılması. Bir bilgi alanının ya da bilimin temelini oluşturan ilkeler bütünü

Hezeyanla; Abuk-sabuk konuşma tavrıyla, hareketler yapma şeklinde, sayıklama, ya da saçmalama modunda.

İribaş; Kuyruksuz kurbağanın yumurtadan yeni çıkmış kurtçuğu ve az ilerlemiş hali.

Kata (Kat’a); Asla, hiçbir zaman. Hiçbir şekilde.

Kesinkes; Kesin olarak, kesinlikle.

Komando;  Özel yetiştirilmiş askerlerden oluşan birlik. Bu birlikte görevli asker. Vurucu kuvvet.

Mabut; Kendisine tapılan varlık, tapacak, Tanrı, ilâh, ilâhe.

Operasyon; İşlem. Elde edilecek sonuç için alınan önlem ve yürütülen işlerin tümü. Ameliyat.

Palet; Hızlı yüzmek için ayağa geçirilen araç. Sanayide türlü amaçlarla kullanılan eşyaların üzerine konulduğu yayvan geniş levha. Genellikle ağaçtandır. Standart açı palet ölçüsü 120cm x 80 cm. dir. Ancak, bu ölçü dışında da paletler kullanılabilmektedir. Ressamların boyaları üzerine sıkarak fırçayla karıştırmak için kullandıkları, bir kenarında başparmağın geçmesi için bir delik bulunan, tahtadan, porselenden ya da plâstikten yapılmış, genellikle oval biçimli levha. Tankın ve bazı iş makinalarının her türlü arazide yol almasını sağlayan iki yanında tekerlekleri içine alan metal şerit. Tırtıl.

Pespaye; Düşük nitelikli, beş para etmez, aşağılık, alçak, soysuz

Rikkat; İncelik, naziklik. Acıma duygusu, sevecenlik (“O KİMDİ?” şiirinde geçen).

Salhane; Kesimevi, mezbaha, kanara.

Uvertür; Başlangıç, açıklık. Müzikli sahne eserlerinin başındaki orkestranın çaldığı açılış, giriş, ya da başlangıç müziği olmakla birlikte Türkçede geniş anlamda söz verilen saatte sahnenin açılması için dolgu malzemesi anlamında, bir bakıma saz eseri, taksim bağlamaya yol göstermek gibi şeyler. Poker oyununda açılış.

(4) Abesle İştigal; Yersiz, yararsız, boş ve anlamsız şeylerle vakit geçirme. Gereksiz işlerle uğraşma

Aşağılık Duygusu (Aşağılık Kompleksi); Kendini küçük görme, hakarete, incitilmeye, hor görülmeye hazırlıklı olma. Onurunun kırılmasına, aşağılanmasına izin verme, ruhsal karmaşa içinde yaşama eğilimi.

Eksik Etekli; Kadın.

Göbek Taşı; Hamamlarda çoğunlukla ortak kullanım alanının tam ortasında yer alan, mermerden yapılma platform.

Hak Reva, Haktan Reva; Tanrı tarafından yerinde, uygun, yakışır, doğru, yaraşır bir şeklinde.

Kaya Balığı; Orfoz. Derisi koyu renkte, beyaz etli, koca ağızlı, normalde 10 cm. bir Ege Akdeniz balığı.

Makul ve Mantıklı; Akla uygun, akıllıca, belirgin, aşırı olmayan, uygun, elverişli, akla uygun iş gören, akılla kanıtlanan, sözü akla yakın.

Mezuniyet (Mezun) Töreni; Diploma, Akademik unvan veya bununla ilişkili olan veya öğrencilerin mezun olduğu tören. Buna; Diploma Töreni, Toplantı Töreni, Davet Etme Töreni de denir.

Mor Lâcivert (Morcivert); Böyle bir renk yoktur, ya da mor ile lâcivert arası bir renk olarak düşünülebilir. Ancak gerek öyküde, gerekse sosyal yaşamda insanların ummadıkları bir olayla karşılaştıklarında hayretlerinin ifadesi olarak yüzünün aldığı şeklin kabaca tarifidir.

Part Time; Kısa, az süreli, bütün gün çalışılmayan, kısmen çalışılan.

Son Şafak (Şafak Hesabı); Askerler arasında terhis için kalan gün sayısından önce söylenen son söz.

Sömestre Tatili; Öğretim yılının ayrıldığı iki dönem arasındaki tatil süresi.

Yâd Eller; Baba ocağından, ailenin bulunduğu yerden uzak olan yerler. Yabancı kimseler, yabancılar.

(5) Ağzının suyu akmak; Bir şeyi çok beğenmek, onu elde etmeyi istemek. İmrenmek.

Alıcı Gözüyle Bakmak; Çok dikkatle bakmak, inceden inceye gözden geçirmek.

Anaçlaşmak; Yetişerek deneyimli bir duruma gelmek, becerikleşmek.

Arınmak; Arı bir duruma gelmek. Temizlenmek, rahatlamak.

Bön Bön Saklanış; Anlamaz, anlatılamaz bir şekilde, safça, şaşkın şaşkın bakındığı halde saklandığı zannını yaşamak.

Cirit Atmak; Bir yerde çokça bulunmak, sık dolaşmak ve serbestçe davranmak.

Çarçur Olmak (Etmek); Boş yere harcamak.

Çekinmemek; Saygı, utanma, korku gibi duygularla bir şeyi yapmamak yerine yapmaya adım atmak, cüret etmek, geri durmamak. Yapmayı istemek. Yapmakta ölçülü davranmayı düşünmemek.

Dışlanmamak; İçeride tutulmak. Bir yere veya topluluğa alınmak.

Dikkatini Çekmek; Karşısındakinin gözüne batmak,  fark edilmeyi sağlamak.

Garibine Gitmek; Tuhafına gitmek, yadırgamak.

Gark Etmek; Bir şeyden bol miktarda olmak.

İğrenmemek; Tiksinmemek. Bir şeyi, bir kimseyi, bir düşünceyi, bir davranışı vb. kötü,  iğrenç, ya da aşağı bulma düşüncesinden vazgeçerek ona yakın durmak, böylesine bir duyguyu yaşamaktan uzak durmak. Aşağılık, bayağı bulmaktan çekinmek.

İki Dünya Bir Araya Gelmek; Asla, hiçbir zaman, mümkün değil, olacak şey değil. Karşısındaki tüm kişiler engel olmaya kalksa bile, hiçbir zaman, kim ne derse desin, bildiğini yapmak. Zamanla vazgeçilebilecek şeylerden vaz geçilebilmek.

İlgisini Çekmek; Herhangi bir hareket (mimik, gülümseme, davranış) biçimiyle ilginin yönlenmesine neden olmak.

Kartlaşmak; Gençliğini, körpeliğini yitirmek, kart duruma gelmek.

Kendine Çeki Düzen Vermek; Kendindeki karışıklık, düzensizlik, dağınıklık, başıbozukluk tavrına son vermek, giyimine, kuşamın, saçına, başına dikkat etmek. Bayanların makyaj ve davranışlarında ölçülü olmalarını sağlamak.

Kendini İnkâr Etmek; Yaptığı bir işi, işlemi yadsımak. Reddetmek. Yaptığı halde var olan, gerçek olan bir şeyi yok saymak.

Körpeliğini Yitirmek; Gençliğini, dinçliğini, tazeliğini, heyecanını kaybetmek.

Kulağını Çekmek (Kulağına Sokmak); Herhangi bir konuyu anlaşılacak şekilde anlatmak, belirtmek (Hata, kusur, yaramazlık yapan bir kişiyi (genelde çocukları) yapılanın doğru olmadığını belirtmek için kulağını hafifçe büküp çekmekle ilgisi yoktur).

Kurgulamak; Görüntüleri ve sesleri çeşitli kurallara ve yollara uygun olarak arka arkaya belirli bir anlayışa uygun olarak sıralamak.

Melil Melil (Melül Melül), Melûl Melûl) Bakmak; Boynu bükük, usanmış, bıkmış, bıkkın, hüzünlü, mahzun, üzgün, zavallı, yoksul bir şekilde bakmak.

Ne yardan, ne de serden geçmek; İstediği şey fedakârlığı gerektirdiği halde, ne fedakârlığa katlanmak, ne de isteğinden vaz geçmek.

Oralı Olmamak; Önemsememek, umursamamak, aldırmamak, ilgilenmemek.

Sabırla Koruk Helva (Üzüm) Olmak; Sabretmesini bilen kimse, olmayacak gibi görünen işlerde bile başarıya ulaşır.

Somurtmak; Küskünlüğünü, bir şeye kırgınlığını, can sıkıntısını, neşesizliğini anlatacak biçimde yüzünü buruşturmak, keyifsiz ve suskun durmak, surat asmak.

Sükûtu Hayale Uğratmak; Düş kırıklığı, hayal kırıklığı yaşatmak, hayal kırıklığına uğratmak.

Tasavvur Edilmemek; Zihinde canlandıramamak, düşünmekte zorluk çekmek, düşünememek.

Tasvip Edilmemek; Düşünce, davranış vb. yerinde bulunmaması, uygun görülmemesi, desteklenmemesi.

Totem Yapmak; İlkel toplumlarda bugün modern yaşamda da bazı hareketlerle bazı şeylerin olması ya da inkâr edilmesi anlamında işaret.(Ayağını kaldırmak, parmaklarını üst üste bindirmek gibi).

Veresiye Tutmak; Veresiye hesapla ilgisi yoktur. Herhangi bir konuyu, herhangi bir şeyi önem verecek şekilde aklında, dikkatinde tutmamak.

Yumulmak; Kendini bir şeye istekle, hızla vermek, bir şeye hemen girişmek. Kapanmak, örtülmek.

Zahmetini Çekmek; Karşısındakinin kendiyle alâkası olmayan sıkıntısını, güçlüğünü, angaryasını çekmek, yorgunluk ve eziyetlerine katlanmak.

Zıkkımlanmak; Genel anlamda yiyip-içmek gibi bir anlam taşırsa da, özellikle içmek anlamında kullanılan argo bir deyim, tıpkı “Ziftlenmek” gibi.

(6) Tuzlu Kahve; Genelde Trakya ve Marmara yörelerinde ancak Türkiye’min çok bölgelerinde uygulanan bir âdettir. Amaç; “Tuzlu kahve ikramında gelin adayının damada gönlünün olup olmadığının”, şekerli kahve ise gönlünün olduğunun” ifadesi olarak söylenmişse de aslında bu, damadın istediği kız için nelere tahammül edeceğinin, katlanacağının belirtisi, kanıtı, işareti gibi yorumlanır. Damat o kahveyi mutlaka içmelidir.

(7) Işık Yılı; Işığın uzayda bir yılda aldığı yol. Gökbilimde en yaygın kullanılan uzunluk birimi ışığın bir yılda (Dünyanın Güneşin etrafında bir kez dönmesi sırasında geçen süre olan 365 gün, 6 saat) kat ettiği mesafe olup buna “1 Işık Yılı” denir. Yaklaşık 9 Milyon Km. dir.

(8) Ben dağ yolunda yonca; sen gül dalında gonca… Aslı; “Sen gül dalında gonca, ben dağ yolunda yonca” olarak belirtilen bu Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Orhan Seyfi ORHON’a, Bestesi; Kasım İNALTEKİN’e ait olup, eser Hicaz Makamındadır. Öyküde; söz kaktüs olarak şekillendirilmiştir.

(9) İcaz; Bir düşünceyi çok az sözcükle özlü bir şekilde anlatma. Kısaltmanın anlamı güçleştirmemesine dikkat edilir. Buna İcaz-ı muhil denir. Az söz yüklü anlamlı ifadeye “Makbul icaz denmekte. Atasözleri, vecizeler, önemli sözler, aforizmalar bu şekildedir. Eksiltme sanatıdır. Bu, şiirde gereksiz kelimeleri kullanmamak, ifadede anlamları ve çağrışımları zengin sözcükleri seçmek ve cümlenin unsurlarında eksiltmeye gitmekle sağlanır. Kısa ve eksiltili anlatım aynı zamanda metnin kalıcılığını da sağlayan önemli bir etkendir. Futbol oynanırken “Oyundan çıktı” demenin anlamı; “Futbol sahasından dışarı çıktığını” anlamlandırır. Ortadan sonra okumadım demenin anlamı; “Ortaokuldan sonra liseye gitmedim, okula devam etmedim!” anlamındadır.

(10) REMBRANDT Harmenszoon Van RJIN; (1606-1669) Hollandalı ressam ve baskı ustası. Avrupa ve Hollanda Sanat Tarihinin en önemli ressamlarından biri. Hollanda’nın ticaret, bilim ve sanatta atılım yaptığı altın çağda yaşamış olup “Işığın ve Gölgelerin Ressamı” olarak anılır.

Francisco José de GOYA y LUCIENTES; (1746-1828) Romantizmin akımının önde gelen isimlerinden İspanyol saray ressamı unvanlı ressam ve gravür sanatçısı.

Frédéric CHOPIN (Fryderyk Franciszek CHOPIN); (1810-1849) Romantik dönemin Polonyalı piyanist ve bestecisi.

Ludwig Van BEETHOVEN; (1770-1827) Klâsik dönemden romantik döneme geçiş sürecine büyük katkı sağlamış gelmiş geçmiş en ünlü ve en etkileyici bestecilerden biri kabul edilen Alman piyanist ve besteci.

Dale CARNEGIE; (1888-1955) Amerikalı yazar, hatip, kişisel gelişimci, iletişim uzmanı. En önemli eseri; “How to win Friends and Influence People (Dost Kazanma ve İnsanları Etkileme Sanatı)”Üzüntüyü Bırak, Yaşamaya Bak” adlı eserinde; “Dünya üç gündür; dün, bugün, yarın. Dün geçti. Yarının geleceği belli değil. Öyleyse bugünün kıymetini bil! Gün Geçmez bölmelerde yaşa!”

Isaac NEWTON; (1643-1727) Bilim devrimi yapan ve birçok metoduyla tarihe adını yazan, adından en çok söz ettiren İngiliz matematikçi, fizikçi, kimyacı, ilâhiyatçı, felsefeci ve mucit. Klâsik Mekaniğin temelini atmıştır.  Merkezkaç kuvvet ile teorileri serdetmiştir. F= m.a (Kuvvet= kütle x ivme) denkleminin mucitidir. Etki-Tepki Yasası (Newton Hareket (Devinim) Yasası); Bir cisme bir kuvvet etkiyorsa, cisimden de kuvvete doğru eşit büyüklükte ve zıt yönde bir tepki kuvveti oluşur. Burada dikkat edilmesi gereken bu kuvvetlerin aynı doğrultuda olduğudur. (Yasa;3) Bu yasa çok zaman şu cümle ile akıllarda kalır; “Her etkiye karşılık eşit ve zıt bir tepki vardır! Yani; İki nesnenin birbirine uyguladıkları kuvvetler eşit ve zıt yönlüdür.” “Bir cisim üzerine bir dış kuvvet etki etmedikçe o cisim durumunu korur, değiştirmez.” (Yasa;1) “Cisme etki eden kuvvet, kütle ile ivmenin sonucudur.” Yasa;2)

Albert EINSTEIN; (1879-1955) Yahudi asıllı Nobel Ödüllü Alman teorik fizikçi. Özellikleri için ansiklopediyi burayamonte etmem gerekirdi. Kısaca; Maddenin Sakımı Kanunu;Hiçbir şey yoktan var olmaz, varken de yok olmaz” Antoine Lavoisier’e ait kanun; Einstein tarafından; “Madde ve Enerjinin Birlikte Sakımı” şeklinde değiştirilmiş ve düzeltilmiştir. Şu sözler de onun dehası ile ilgili minicik kurşun dökmeler olarak yorumlanmalı diye düşünmekteyim; “Aptallıkla deha arasındaki fark; dehanın sınırının oluşudur. Aşka düşen insanlardan yerçekimi sorumlu tutulamaz. Bu; biyoloji, fizik, kimya gibi terimlerle de açıklanamaz. Ateşe uzatılan bir el, bir dakika dursa bir saat gibi gelir insana, ancak sevgili ile beraber olunan bir saat bir dakika gibi gelir. Görelilik (İzafiyet, izafilik, rölatiflik, bağıntılık, sınırlı bir geçerlilik) budur. Delilik şüphesiz aptallıktan daha iyidir. Delilik var olmuş bir zekânın yok oluşudur. Aptallık ise var olmamış bir zekânın var olmaya devam edişidir.”

ARISTOTELES (ARISTO); (MÖ: 385-323) Mantık, fizik, biyoloji, zooloji, astronomi, metafizik, etik, estetik, ruh, psikoloji, dilbilim, ekonomi, siyaset konularında Platon (Eflâtun) ile birlikte eserler vermiş filozof ve bilim insanı.  Sadece bir sözü; “Sabır acıdır fakat meyvesi tatlıdır.”

SOKRATES; (M.Ö. 469-399) Filozof, heykeltıraş. En önemli sözleri (bence, yılgın bir evli gibi); Her durumda evlenin. İyi bir eşiniz olursa mutlu olursunuz. Eşiniz kötü olursa filozof olursunuz...  ve en önemlisi;Ben onlardan daha bilginim, çünkü onlar bir şey bilmedikleri halde bildiklerini sanıyorlar, ben ise bilmiyorum, ama bildiğimi de sanmıyorum, demek ki ben onlardan daha bilgiliyim, çünkü bilmediklerimi bildiğimi sanmıyorum.”

Pablo PICASSO (Pablo Diego José Francisco de Paula Juan Nepomuceno Marie de los Remedios Cipriano de la Santisima Trinidad Ruiz y PİCASSO); (1881-1973) İspanyol ressam ve heykeltıraş. Kübizm akımının temelini atan en iyi bilinen bir isim. Babası da ressam ve resim öğretmeniymiş.

(11) Erol KARATEKİN, 1966 Yılı, “O KİMDİ?”

(12) Önemli Bir Maç; Emekli olduktan sonra futbola olan düşkünlüğüm ve hakem arkadaş ve çocuklarımın isteği TFFHGD (Türkiye Faal Futbol Hakem ve Gözlemcileri Derneği)nde Dernek Müdürü olarak görevlendirildim. O tarihlerde lokaldeki televizyonda önemli maçları da seyretmem mümkün olabiliyordu. Yer, tarih, isim, takımlar hepsi aklımda olmasına rağmen bir futbol hakemini rencide etmek aklımdan geçmediği için isim vermek istemiyorum. O zamanlar sadece “VAR” sistemi olmadığını belirteyim.  

Yapılan maçta, büyük takımın sporcusu elle gol attığı için küçük takım yenilmişti! O zaman üstat olan yorumcular; “İleri al, geri sar! Bak! Bak! Bu görülmez mi yahu?” şeklinde çok iyi yorumlar yaptıklarından, atılan golün nizami olmadığı, küçük takımın hakkının yenildiğini defalarca belirtmişler, Merkez Hakem Kurulu Başkanı, hakemi savunmasına rağmen linç girişimi sona erdirilmemişti. O sırada Derneğe gelen hakeme, boş bulunup öyküdeki gibi şaşkınca; “Nasıl oldu hocam?” sorusuna suratıma şamar gibi inen cevabı almıştım; “Sen kendi işine bak!”

(13) Dünyada Ölümden Başka Her Şeyin Çaresi Var; Teselli amaçlı (Bence), değeri küçümsenecek bir söz. Örneğin ölüm kadar çaresizlik yaratan olgular olabileceği geçiyor aklımdan. Ya da ölümle her türlü çaresizliğin biteceği anlamını taşıyor, benim için. Ve bir şarkı; Dünyada ölümden başkası yalan… Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Mete ÖZGENCİL’e; Bestesi; Yıldız OSMANOVA’ya ait eserdir.

(14) Düştüğün yollar gibi sonsuzdur benim tasam, bekleyenim olsa da razıyım kavuşmasam… Faruk Nafiz ÇAMLIBEL, “YOLCU ve ARABACI” Şiir; Suat SAYIN tarafından Türk Sanat Müziği olarakUşşak Makamında bestelenmiştir.

(15) Garibim namıma Kerem diyorlar / Aslı’mı el almış haram diyorlar / Hastayım derdime verem diyorlar / Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’ım ben… ve Bir çiçek dermeden sevgi bağından / Huduttan hududa atılmışım ben… Faruk Nafiz ÇAMLIBEL’in “HAN DUVARLARI” şiirinde duvardaki bir kıta.

(16) Benzemez kimse sana… şeklinde başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Rüştü ŞARDAĞ’a, Bestesi; Fehmi TOKYAY’a ait olup eser Bayati Makamındadır.

(17) O dudaklar yine, yaz geldi de bülbülleşiyor… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Mustafa Nafiz IRMAK’a (Bazı kaynaklarca Vecdi BİNGÖL’e ait olduğu belirtilmekte) Bestesi; Sadettin KAYNAK’a ait olup eser; Rast Makamındadır. Bence en güzel bölümü; “Ah gülüyorsun sana bülbül bakarak imreniyor…” benzetmesi olsa gerek. Ve kanımca bu şarkıyı da en iyi seslendiren sanatkârlar başlangıçta Hamiyet YÜCESES ve sonra Merve ALVER daha sonra da Umut AKYÜREK’tir.

(18) Bu ne sevgi ah… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Hasan BAYRI’ya Bestesi; Abdullah YÜCE’ye ait olup eser Hüzzam Makamındadır ve ülkemde bu şarkıyı en iyi yorumlayan sanatkârın da yine Abdullah YÜCE olduğunu düşünmekteyim.

(19) Gitme, sana muhtacım…  diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güfte ve Bestesi; Selâmi ŞAHİN’e ait olup, eser Kürdi Makamındadır.

(20) Sevmekten kim usanır, tadına doyum olmaz… diye başlayan Güftesi; H. Münir EBCİOĞLU’na, Bestesi; Teoman ALPAY’a ait Rast Makamında bir Türk Sanat Müziği eseridir.

(21) Ölme Eşeğim Ölme; Yaz gelsin de yonca bitsin; İleride olacak bir şeyin bugüne yararı yok. Durumun son derece umutsuz görünmesi şeklinde Nasrettin Hocaya yakıştırılan bir fıkranın özü.

(22) İnsan her şeyi elinde tutamaz hiçbir zaman. Mutlu aşk yoktur!  José Luis ARAGONES

(23) Uzanıp da bir ağacın altına, yine yaşadım yalnızlığımı, ne çare anlatamadım kimseye, sevgiden ışıktan anladığımı.  “NE YAPARSIN?” Yüksel ERKEKLİ