Sanırım, doğanın hediyesi olsa gerek, her insanın benliğinde şairlik, yazarlık vardır eser miktarda(1), ya da çok, kullanamadığı yahut da beyaz sayfalara dökmediği, dökemediği.

Nedense insan bu satırların hep beyaz, sayfalara, siyah kalemlerle döküldüğünü düşünür. Oysa her renk kâğıt ve her cins kalem ayrıcalıksız hükmeder satırlara, eğer düşüncene hâkim olmak istersen...

Gittiğim olay böylesine bir olaydı işte, genç adamın kaleme aldığı satırlara dokunmadan dosyaya koyduğum yazdıklarını, yazılanlara göre…

Ve başlangıçtan sonuna kadar hiç adı geçmeyen, kendini tanıtmayan genç adamın adını ancak otopside(2) öğrenmiştim. İçimden gelmese de aynen aktarıyorum, çünkü bilmek isteyenlerin hakkına saygı göstermem gerek!  Anlatmaya başlıyorum…

Ben de kendimi tüm insanlara ait bu grupta düşünen biriyim. Hani vaktim müsaitse “İstihare(2) mi, konsantrasyon(2) mu?” ne diyorlar, düşüncelerimi, içimden geçenleri terbiye ederek, her zaman değilse de çok zaman yaşayarak, ya da yaşayanları izleyerek kâğıtlara döktüğünü sanan biriyim.

Bilindiği gibi; “Ay benim ilhamım(2), yazasım geldi, şöyle bir şiir, ya da öyküyü kaleme alayım!” demekle olmaz kalemi ele alış.

Bakarsın bir deniz kıyısındasın, ya da her nerede olursan ol, beyninde şekillenenler kâğıda dökülmek için beklenmedik bir ihtirasla sıraya dizilmişlerdir. Kalemin o düşüncelerin kâğıda dökülmesine yetişemez, bazen not alırsın, satırlarla baş edebilmek için, cümleler yerine.

Bazen stenografi(2) bilmen işe yarar, hele ki otobüste, trende veya olmadık bir yerdeysen, meraklı gözlerden uzak durmak istiyorsan, o zaman esas duruşa geçer düşüncelerin, rahatlarsın.

Bakarsın öykündeki yaşlı, çocuk, öğretmen, hacı, hoca akıl vermeye başlamışlardır sana bilmediklerin konusunda, beyninden geçirdiğin şekilde. Aslında imdadına yetiştiklerini sanırsın, ama onlar gene sensindir, senindir, senden ayrılmayan parçalardır, onlar fark etmez, ama sen anlarsın, onları nazikçe ikaz ederek.

Ve bir de bakarsın ki, kalemine engel olamamak yanında düşüncelerin de parmakların ucunda kendiliğinden geçmişçesine hareket ediyor, hatta dış ülkeye tur seyahati yapıyormuşçasına gezinir. Bundan sonrası senin değil, kaleminin egemenliğidir, satırlar üstünde, sayfalar ertesinde, hatta bilgiççe.

Bazen boş bulunursun, arar, bulamazsın bulmak istediğini, başlamadan biter aradığın, bulmayı arzuladığın şey, hiç ummadığın bir zamanda “Pattadak(2)” gelir dikilir karşına, tedbirlisindir not alırsın, cebinde besili bir şekilde duran not kâğıtlarına bulunduğun yerde, ayakta, yürürken, ya da her nasılsan.

Çok zaman ne yazdıklarını, ne de not aldıklarını beğenmezsin, doyurmaz seni, hatta bir kısmını anlamazsın bile. Demirin tavında dövülmesinin gerektiği gibi, öykünün de, dizelerinin de yerlerine “Cuk!” oturması(3) gerekir, bakarsın oturmamış, batar bir şeyler bir yerlerine. Çünkü eğer sahiplenmek istediklerini tam anlamıyla sahiplenemezsen, en başta kendinin beğenmesi gereken, dize ya da cümleler sıfırlanır.

Geri dönmek abesle iştigal olur(1), lâmı-cimi aranmaksızın(3). Tüm elinde olanlar çöp sepetinde buruşturularak değil, geri dönüşümü olmayacak bir şekilde parça parça olarak yerini alır, asla kaygı duymazsın, yaşanmaya çalışılmış, olmamıştır, arkana dönüp bakma ihtimalinin de yok olmasıdır bu.

Gücenmezsin kendine, çünkü yaptığın doğrudur.

Bazen aklına gelmeyen bir âleme sürükler düşüncelerin seni, oturursun, bir de bakmışsın ki uzaklaşmışsındır o âlemden. Elinde kalem ve bloknot, çevrende sorgulayan meraklı bakışlar, saatlerce boş sayfalar sana, sen boş sayfalara, insanlar sana, sen insanlara bakarsın, onların bakışlarından farklı olarak senin bakışların alık alıktır(3)!

Bazen ölür kahramanın öykünde, kıyamazsın, ama zorunludur bu, bazen egemen olamazsın bakmışsın ki kahraman mezarda. Hazin! Kendiliğinden yürür, gider, devşirilmesi gereken satırlar, gördüğün mutluluktur en sonunda.

Bakarsın ki yaşayanlarla birlikte sen de yaşıyorsundur, aynı mekânda, seviyorsun, âşıksın, ya da hıçkırıklar düğümlenir boğazında, hüzünlenirsin, bilmediklerini, görmediklerini, duymadıklarını, bilir, görür, duyarsın.

Bu sadece senin yaşadığındır. Kendini bir düğünde halay çekerken, bir sevgili kolunda, çoluk çocuğa karışmış, bir hastanede yorgan-döşek yatarken, ya da bir cenaze alayında(1) görmen doğaldır.

Her zaman değilse de çok zaman başlamakta zorlandığın şiir ya da öykün başlamadan bitmiştir, ya da başlamış, bitmemiştir, günlerce birbirinize bakarsınız karşılıklı somurtarak veyahut da dinlenerek, bakarsınız boşlukta kalmıştır taslağınız ve sonrasında çöp sepetindeki asil otağına kavuşur tüm sayfalar, ne kadar yazılmış, birikmiş olursa olsun.

Bazen “Sürat felâkettir!” denmesine rağmen düşüncelerinin süratine stenografi de eşlik edemez. İşte bu an en duygulu, en vazgeçemeyeceğin andır, ta ki bir belediye parkında, tüm düşüncelerinle uyumlu iken, biri, başka oturacak bir yer kalmamış gibi yanına gelip “Oturabilir miyim?” diye sorana kadar.

Ya da bir dilenci, ayakkabı boyacısı, ya da seyyar satıcı sesini yükseltinceye kadar...

Duymazsın, ancak çok zaman duyurur onlar, duyurmak gayretini yaşarlar.

Bir anda kaybolur, yok olur gider sihir. Kalemin bilmem saatte kaç kilometre süratle giden otobüsün ani fren yapması ile savrulan yolcu gibi savrulur. Ya da idam hükmü vermiş bir hâkimin kalemi kırması gibi kırılır, fiziki olarak değil, içten.

Yazdıkların-çizdiklerin bitmiştir artık, onlar daha parktan ayrılmadan, belki de yük olmasınlar tavrıyla, azıcık da sinirle parçalanarak çöp kutularındaki yerlerini alırlar. Hak etmişlerdir bu davranışı, ya da sonu. Doğanın gereksiz ürettiklerin için onlara yaptığı engellemedir bu, katliam değil.

Ve bakarsın ki; örneklerin bile bunaltmıştır seni, “Dur!” demenin zor olmadığının bilincindesindir. Ama insanların hayalleri de, rüyaları da, hissettikleri de ve özellikle yaşadıkları o kalemin hırsından ve arzularından kendilerini kurtaramazlar, tıpkı benim kalemim ve onun yardımcısı bloknotlarım, müsvedde kâğıtlarım gibi.

Aslında insanın yazabileceği en sakin ortam “Pasaklı Odasıdır(4)” her ne şekilde olursa olsun, gündüz vakti perdeler kapalı, masa lâmban açık, loş ışıkta, aynen dillendirdiğim gibi;

“Kalemlerim, silgilerim karmakarışık,
Kitaplarım, kâğıtlarım pek sıkışık
Hepsi benle barışık...
Bilgisayarım,
notlarım bölük-pörçük
dizelerim sahipsiz, karışık mı karışık?

Düzensiz resimler hem orda-burda
bazısı birbirine yapışık
ama şık mı şık

hele bazı notlar kâğıtlarda
kırışık mı kırışık
(yüzüm gibi meselâ)

burası benim odam;
benim kimliğim...

Kapı mı çalındı?
Bir ses mi var dışardan, dışarılardan?

- Kim o?
Kimse yok,
hem hiç kimse

Sadece yalnızlığım
odamda
-pasaklı dünyamda-
duvarlarda,
çizgilerde,
dizelerde...”

Sokağın gürültüleri kesilir, yanından geçebileceklere(!) “Çay-may istemem!” dersin, maksat anlaşılır, ancak eğer vakitlerden bir akşamüzeri ise, durduğu yerde ısınmasını umursamaksızın akılına geldikçe bir kutu birayı yudumlaman takviye gibi olur sana. Bu asla, yazacakların için değildir, sadece şaire katılmanın(5) isteğidir gönlünce...

Bir serüven canlandı gönlümde, ama yaşamadan yazamayacağım. Bunun bir bakıma benim yaşamımın da sebebi, bir parçası olacağını bilemezdim.

Belediyenin parkına gitmiştim, insanları gözlemlemek, hatta gerekirse bazılarıyla konuşmak için. Açıp sayfalarına bakmadığım gazete ve bloknotum, kalemim bana, ben onlara ve de çevreme bakıyor, bakınıyordum. Yazmayı düşündüğüm konuya uygun düşünceleri yakalamak için.

Ben hazırdım, parktaki ağaç masa, bloknotum hazırdı, hatta kalemim de hazırda bekliyor, ama hareket etmemekte direniyordu.

Kuşların sesleri, onlara yem atan çocukların cıvıltıları, havuzun fıskiyesi ile bütünleşiyor, ancak ilham dediğim şey, keçi gibi inatlaşıp gelmemekte direniyordu.

Aslında ilham da haklıydı. Ben ne yazacağımı kurguladığımı zannederken, ne yaptığımı, yapacağımı bilemez durumdaydım. O halde ilhamı zorlamamam gerekti! O; ne zaman, nerede ve nasıl geleceğini bilirdi, tabiidir ki istediğinde.

Gazeteyi açıp okumayı, sonra da usulca toparlanıp eve dönmeyi plânlamıştım, taa ki;

“Rahatsız etmezsem, oturabilir miyim?” sesini duyuncaya kadar.

Yaşamımın hiçbir döneminde böylesine sinirli ve güzel bir kızla karşılaştığıma dair aklımda bir iz yoktu.

“Ne demek efendim, parklar hepimizin!” dedim, amma toparlanıp eve gitmeyi de erteleyip yerimde çakılı gibi kalmıştım ve ancak ikaz edilince edepsizliğimi fark ettim.

O; gerçekten güzel ötesinde bir genç kızdı ve ben gözlerimi ondan ayıramamıştım;

“Oturduğumdan beri gözlerinizi üstümden ayırmadınız, neden?”

“Bağışlayın efendim, farkında olmadan sizi rahatsız etmişim, hemen bir başka masaya geçip sırtımı dönüyorum!”

“Yoo! Yer değiştirmenize gerek yok, sadece merak diyeyim!”

“Oysa benim, sizin gibi nişanlı birine ne merakla, ne de dikkatle bakmaya hakkım olmadığını biliyorum. Sadece sinirli haliniz dikkatimi çekti, çözüm bulmak gibi bir araştırma içindeydim!”

Aslında sözlerim yalandı, güzelliğinden etkilenmiş, elindeki yüzüğü görmüş, belki de sahiplenilmiş oluşunu kıskanmıştım ve yalanım bu hasletimi(2) örtme üzerine kuruluydu, hem olağanın ötesinde yanlış bir hırsla!

“Allah nişanlınıza bağışlasın. Sadece; ‘Bilin ki yaşam kısa, üzülmekle vaktinizi boşa harcamayın, mutlu olmanın çarelerini arayın!’ demek isterdim.”

“İyi ki fark ettiniz, artık nişanlı falan değilim!” derken yüzüğü parmağından çıkartmış, masa üstündeki çantasının üzerine özenle koymuştu.

Bu sırada genç, benim diyecek mankenlere taş çıkartacak yakışıklı bir genç gelmişti masaya. Genç kızın neden masama oturmak için ısrarlı olduğunu sözleşmiş gibi olmalarını düşünerek anlamıştım.

Söylememe gerek yok, gayri resmi olarak bir sınıflama yapılsa onun yanında ben herhalde solda sıfır kalırdım.

“Merhaba Balım!” derken sesinde merak gizli gibiydi. Masadan ayrılma vaktimin geldiğini düşünerek, gazete ve bloknotlarımı alırken, benim de merakım zirvedeydi. “Balım!” o sinirli genç kızın adı mıydı, yoksa genç adamın ona normal bir seslenişi mi?

Öyle ya insanlar, mekân tanımaksızın şurada-burada, birbirine toplum içinde, kimseyi umursamaksızın “Aşkım! Hayatım! Canım! Bir tanem! Tatlım!” ve böyle “Balım!” gibi hoyratça, saygısızca, anlamsızca ve gösterişli bir şekilde seslenebiliyorlarsa yakışıklı genç adamın da, belediye parkında, aynı düşüncelere uygun olarak o sözü sarf etmesinde ne mahzur olabilirdi ki?

“İyi günler!” deyip ayrıldım, genç adam benim kalktığım yere otururken.

İçimden gelmedi, fazla uzaklaşamadım, bir yandaki kanepeye sığındım, bir kısım olasılıkları beynimde kurgulayarak. Masa da pusetinde uyuklayan çocukları ile oturan aileye komşu gibi.

Başlangıçlarda sessizlik egemendi, oğlanın sesi arada bir gürlese de. Kızcağızın sesi sessizliği koruma amaçlıydı hissettiğim, ama duyamadığım, hakkım olmadığı inancıma rağmen gözlemlediğim kadar.

Genç adamın sesi ilerleyen zamanda terbiyesizlik moduna girmişti küfür etmeksizin, üstelik ayağa kalkmıştı.

Yanımdaki aile bir çıngar çıkacağını(3) hissetmişçesine çocuklarını da alıp uzaklaşmışlardı masadan. Tek başıma kaldığım masadan kalkıp kalkmama tereddüdü yaşarken, muhtemelen genç kızın yüzüğü iade etmesinin karşılığı olan gürleme modundaki sesini duydum genç adamın;

“Beni kimse terk edemez, ben terk ederim istersem. Sen beni değil, ben seni terk ediyorum, ama böyle sakince değil!”

Genç adam yumruğunu hazırlamış, neredeyse masa üzerinden genç kıza vurmak istercesine abanmak üzereyken güç yetiştim, kolunu tutmak için;

“Dur bakalım kardeşim! Bir parkta, herkesin ortasında, bir genç kıza arzuladığın gibi bir hareket yapmana izin vereceğimi mi sanıyorsun?”

“Sen de kimsin be?”

“Edepsizliğe tahammülü olmayan, bir kadına el kaldıracak kadar duyarsız birine ders verecek gibi bir vatandaş!”

“Hadi canım sen de!”

“Eğer dostlarına burnu kırık, gözleri morarmış, yüzü şişmiş, hatta bir-iki dişi dökülmüş olarak gözükmende mahzur yoksa kızcağıza yapmak istediğini bana karşı dene istersen, tabii cesaretin varsa!”

Silkeleyerek kurtardı elini elimden, geri dönmeden önce kusmayı ihmal etmeyerek;

“Görürsün sen! Bu kadar masraf ettim, hepsini çatır çatır geri alacağım senden” dediğinde genç kızın cevabı;

“Ateş olsan cürmün kadar yer yakarsın(6)!” Elinden geleni ardına koyma(7)! Gönlümde, gözümde değildin. İyice düştün, alçaldın. Umarım paranın ve yakışıklı olmanın değerini öğrenmişsindir, artık! Harcadıklarına gelince; çıkar listeni ve toplamını bildir, zenginliğine zenginlik katacağını bilerek hemen ödeyeceğim, yeter ki bende ne alacağın, ne de hatıran kalsın!” dediğinde cesaretini yorumlamaya çalışıyordum.

Her türlü koşullar lehine olan genç adam ve ben...

“Tamam! Sokaktan gelen, üzerine vazife olmayan, hakkı olmadığı halde burnunu sokan vatandaş adam, hadi gel dövüşelim!” dese bir kısım riskleri yüklenerek, hani ilk yumrukta nakavt olmasam bile kıç üstü otururdum herhalde oturduğum yer dışında bir yerlere.

Oysa o, sözlerimin heybetinden ürkmüş, yiğitliğin % 99’u kaçmak, % 1’i hiç görünmemek haklarını toplam % 100 olarak gerçekleştirmişti ki, bu; gerçekten takdire şayan bir davranıştı(1), benim indimde.

“Aferin!” Beklenmeyecek iyi bir iş yaptığım inancındaydım. Ama genel halk tepkisi olarak bir mazlumu bir zalimin elinden, hayâsızca(1) rahatsız edilen bir genç kızı kendisini Kazanova(1) sanan birinden kurtarmış gibi olmam, parkta fark edenlerin hoşuna gitmiş olsa gerekti ki, zayıf da olsa bir-iki alkış sesi ulaşmıştı kulağıma, övünmemi gerektirmeyen.

Bıraktığım masaya yönelirken o genç kız seslendi;

“Teşekkür etmek istiyorum, hem az da olsa dertleşmek…”

Yanına yaklaştığımda devam etti;

“Fark ettiğim kadarıyla bilge bir insansınız, elinizde kalem-kâğıt araştırma yapar gibi. Yaklaşmaksızın uzakta durmak yerine karşımda da olsa otursanız...” dediğinde doğrusu bu sözlerin geleceğimi(zi) etkileyeceği aklımdan geçmezdi, hem de hiç…

“Ben Balım! İlkokul Öğretmeni ve o, bir arkadaş toplantısında karşılaşıp tanıştığım biri. İtiraf etmekte zorlansam da etkilendiğimi itiraf etmem gereken biri idi. Kaynaştık, anlaştık, nişanlandık sözüm ona!”

“Etkilenmekle sevmek aynı şeyler mi? Nişanlanmak demek bir ömrü paylaşmanın garantisi mi?”

“Değilmiş! İnsanın mantığı; hareketleri yorumlayınca neyin ne olduğuna, amaçların gizliliğine vakıf olup vermesi gereken kararı doğrudan verebiliyor!”

“Bağışlayın lütfen, anlayamadım!”

“Yeni tanışmış olmamıza rağmen, saklamamam gerek, almış olduğum aile terbiyem, okumuşluğum, öğretmen oluşum, namusum, ırzım ve şerefim izin vermediği için söyleyeceklerim için lütfen siz bağışlayın beni. Başka türlü ifade etmekten çekiniyorum, ama istediği onun olmadan onun olmamdı. Tekrar affınızı istiyorum, anlatabildim, değil mi?”

“Anladım, eğer sakıncası yoksa devam edin, lütfen!”

“Arkadaşlar arası bir pasta kesimi ve gördüğünüz, iade ettiğim nişan yüzüğü! O kadar ucuzmuşum yani. ‘Hayır!’ deyince dil dökmeler falan ve bugün tartışılmayacak gerçek!”

“Bunları önceden bilseydim, kesinlikle dövmeyi, yüzünü-gözünü Çarşamba Pazarına çevirmeyi ertelemezdim!”

“Peki, o zaman ben sizi nasıl tanır ve dertleşirdim ki? Yarın çocuklarımı, yani öğrencilerimi pikniğe götüreceğim, bir kısım şeyleri plânladığım gibi hazırlayıp gerçekleştirmeğe çalışmam gerek! Bir dönemim kapandı, kapatmama yardımcı olduğunuz için teşekkür ederim, izninizle, hoşça kalın!”

“Siz de…”

Ekleyecek, soracak başka bir söz yoktu ve hem gereksizdi. Bir rüzgârdı, gelip geçmiş(8) ve dinmişti. Gazetem, kalemim, not kâğıtlarım ve ben alıklığın ötesinde bir alıklıkla bakınıyordum etrafıma nedensiz. Bilmediğim konu ne idi?..

İnsanların naturasında(2) ya da fıtratında(2) olsa gerekti devamlı olarak hatırlamak, unutamamak ya da zihninden silmek, çıkaramamak. Keşke arıların ziyaret ettiği çiçeklerden biri olsam topladıkları polenlerle(1) ulaşsaydım ona. “Balım” adını koyan aile, ne niyetle koymuş olsalar gerekti, onun adını?

“Arım, balım, peteğim(9)şarkısından esinlenmiş olabilirler miydi? O halde ben de polen olmaktan vazgeçer, petek olma gayretinde olurdum, onu sahiplenmek için, ancak nasıl olacağımı bilmeksizin...

Kalemim intihar etme, kâğıtlarım kalemime arkadaş olmamak modundaydılar. Düşünmekten dolayı üretemiyordum. Küstüm kalemime de, kâğıtlarıma da, yardımcı olmak konusunda çabalarını esirgediklerinden dolayı, sanki pek umurlarında olurlarmış gibisine...

“İnsan hafızası unutmaya mahkûmdur!(10) diyen, herhalde insanın aklını başından alan bir güzelle karşılaşmamış olsa gerekti. İnsan aklı (ki eğer varsa) akılsızlığı kabullenirdi, unutamamakla. Sanırım bir devlet memuru olmak yerine bir filozof(2) olmam, daha evlâ olabilirdi(3), bir güzeli beynimden silemeyip zırvaladığıma, saçmaladığıma göre.

Göresim vardı; sadece “Balım ve Öğretmen” olmasının dışında hiçbir şey bilmediğimi yok sayarcasına. Bu ipuçlarıyla koca şehirde bana hükmedeni arayıp bulmam, saman yığını içinde iğne bulmaktan daha kolay olmasa, daha doğrusu abesle iştigal olsa gerekti.

Zaman...

Evet, her şeye çare, ya da ilâç olduğu iddia edilen zaman, bana yardımcı olmamak için direniyordu, unutamıyordum. Tek çarem o samanlığa girmek ve o iğneyi bulmak üzerine kurgulu idi ve eğer o iğneyi bulursam da (hani meselâ) bana o iğneyi bulduran melek “Kuyu kaz!” dese o iğne ile kuyu kazmakta(11) bile başarılı olurdum, gibi gelirdi.

Yeter ki onun gözlerinde, onun sözlerinde yaşadığımı ona anlatabileyim, ömrümü onun için harcayabileyim. Mutluluğun ne olduğunu bileyim, hiç olmaktan kurtulmayı bileyim...

“Umut, fakirin ekmeği imiş!” Bunu söyleyenlerle de zıtlaştım. Çünkü yaz aylarını yaşadığımız bu günlerde her akşamüzeri, tatil günlerinde sabahtan-akşama kadar küskünlüklerini arındıramadığım için, umutların benimle beraber olmamak imtiyazlarını(2) kullandıklarından dolayı onları yanıma almaksızın parkta bazen boşalmasını bekleyerek aynı masada günlerce bekledim Balım’ı.

Ve o süreler içinde asla karnım doymadı, ekmek bile görmedim desem yeri. Acaba üç su bir ekmek yerine geçer sözüne inanıp üç su mu içseydim? Ölçü; bardak mıydı, galon mu, litre mi yoksa tanker mi? Herhalde gene de Moby Dick’in(12) ihtiyacı kadar suya ihtiyaç duymazdım gibime gelir.

Ben, benim muhtaç olduğumu biliyordum, o benim kendisini teselli etmek ve duygularımı açıklamak isteğimi biliyor, hiç olmazsa hissedebiliyor muydu acaba?

Geçen günler, haftalar, aylarla(13) yaşım büyüdü, hatta yaşlandım bile diyebilirim, hem de genç yaşımda, 8-10 yıl ilerisinde, ama özlemim hiç ve asla küçülmedi, o da, yaşım büyüdükçe daha da büyüdü, hem tahammül edemeyeceğim bir şekilde, inanılmaz...

Sanatkâr; “Kapın her çalındıkça o mudur, diyeceksin?(14) demiş. Ben dalgın dünyamda kendimi nelerle üleştiğimi bilmeksizin, aynı masada hüzünle otururken, masamı üleşmek için izin isteyenlere bilinçsizce “O mudur?” diye bakmaktan kendimi alamıyordum.

Onu aramaktan vazgeçmez, vazgeçemezdim. Ekmek, su, hava gibi ihtiyaç(15) duyduğum bir şeydi o. Aç, susuz, uykusuz, hatta gücümün yeteceğine inansam nefessiz kalabilir, tahammüllü olabilirdim.

Ama bedenimin, kalbimin, gönlümün ve beynimin en ufak zerresine kadar beni kapsayan, beni kendine mal eden onu bulmadan, bir kez daha gözlerine bakıp, sesini duymadan ölürsem yazık olurdu bana.

Gene de o olmadan yaşamanın da yaşamak olmadığının bilincinde idim. “Tanrım! Tek başına koyma kullarını(16), boşa sürüklettirme bu bedeni, al emanetini bitsin bu özlem!” dualarımın en yücesi gibi görünüyordu bana.

Bir gün, aklımdan bile geçmeyen günlerde, özlemimin uç sınırlarda olduğu bir gün sokak ortasında rastladım ona, arayanın mutlaka bir gün bulacağına dair inancımı yitirmemiş olarak beni hatırlama modunda gibiydi, oysa ben tüm zerreleriyle hapsetmiştim kendime onu.

Sevincim, heyecanım, hatta mutluluğum öylesine üst boyuttaydı ki, nerede ve nasıl olduğumuzu bilmeksizin sarıldım ona, kucakladım onu;

“Balım, Balım, Balım!” diyerek ne bir başka kelime türüyordu dudaklarımda, ne de hareketimi sonlandırmak geçiyordu içimden.

“Hiç olmazsa nefes almama izin verseniz de ne olduğunu anlayabilsem!”

“Bağışla! Vaktin müsaitse hemen, değilse yer ve zaman söyle, bekleyeyim seni!”

“Hatırlıyorum sizi, unutmam mümkün değil, o centilmen insan, vaktim müsait, ama telâş ve heyecanınızı anlayamadım, üstelik neden sen?”

“Haklısınız! Öylesine bütünleşmişsiniz ki bende, ‘Siz’ demeyi bile aklımdan geçirememişim! Meraklı bakışlar, dikkatle izleyenler, bizi anlamaya çalışanlar var. Ayıracağınız vakti üleşelim mi?”

“Kısa olmak kaydıyla peki! Nerede?”

“Boşsa ilk karşılaştığımızda siteminizi belli ettiğiniz parkta, aynı masada desem, sizin için de uygunsa!..”

Geçen zamanın farkında olmaksızın ben anlattım, o gittikçe büyüyen gözlerle, hatta inanmazcasına, bazen iki elinin başparmaklarını takla attırarak, bazen saçlarını düşünceli bir şekilde parmaklarıyla tarayarak ses çıkarmaksızın dinledi.

Hayret dolu o bakışlarla benimle nasıl uğraştığını belli etmek istemezcesine, üstelik hiç inanası yokmuş gibi, hem geçen vaktin farkında olmaksızın.

Beni tanımıştı sözlerimde, hareketlerimde ve kim olduğumu (sanırım). Onu tanımam için fırsat verecekti bana, hiç ihtiyacım, hiç gereği olmadığı halde. Çünkü canımda can, kanımda kan(17) kısaca ben o idim. İnsanın kendisini tanımaması mümkün müydü?

Bundan böyle en kısa zamanda sonlanmasını umut ettiğim günlere başlamıştım. Onsuz geçen her an, fuzuli(2) bir yitirişti ömürden, bence sadece benim için değil, bizim için. Buna hakkımız yoktu, diye ikimiz adına konuşmak pek erken ve bencillik olmasa gerekti.

Kucaklamam doğaldı, bir adım ilerlemek ve elini tutmak da günler sonra. Gözlerinde aradığım ışığı görsem, görebilsem cesaretli adımlarımı atabilirdim. Onun çekingenliğini anlıyordum, bir musibet bin nasihatten evlâdır(18) anlamında başından geçen yanlış bir olay vardı. Ben asla o yanlış olamazdım!

Sevmekten çekiniyordu. O halde onu desteklemem gerekti. Hiç ummadığı bir anda ona bir yüzük uzattım günlerimizin ertelerinde bir günde;

“Diz çökmeyi de isterdim, ama bu kalabalıkta utandım. Evlen benimle, bundan böyle boşa geçmesin vaktimiz. Ben hep seni aradım, her yerde, ömrümce, adım adım(19)

Karşılaştık, buldum seni. Benim ol! Seni benden esirgeme!”

“Bu kadar sözüne karşın tek bir cümleyi söylemediğinin farkında mısın?”

“Seni seviyorum!”

“Galiba ben de seni…”

“Galiba? Bu hâlâ çekincenin, şüphelerinin olduğunun belirtisi mi?”

“Söz gelimi!”

“Hadi, gidip beraberce nikâh için gün alalım, ondan sonra emrindeyim, ne istersen, ne arzu edersen, bilmeden, etmeden hepsine peki! Yeter ki günlerimin aydınlığı ol, yaşamımı seninle tüketeyim!”

“Acele olmuyor mu?”

“Doğru! Kuralları, kaideleri var. Ama öylesine bir coşku var ki içimde sana dünleri unutturup yarınları yaşattırmak arzum. Bu yüzük namusum, haysiyetim(1), şerefim. Güvenin için bu günden sonra elini bile tutmayacağım…”

“Peki, ben istersem, ihtiyacım olduğunu hissedersen?”

“Ne istersen, her şey için seninim, dedim ya! Mesafe dersen, mesafe, uzaklaş dersen uzaklaşma, yakınlaş dersen yakınlaşma… Ama ayrılık deme, bu en son gelsin aklına, hatta hiç gelmesin, yoksa ben o zaman ölürüm(20)!”

“Bir anda hükmettin gönlüme, o söyleme dediğin kelimeyle ben de ölürüm, hadi beni evime bırak, annelerimize, babalarımıza haber verelim, yapacak çok işimiz var, eğer zamanı boşa geçirmemek istiyorsan…”

Zaman nelere muktedir değil ki?

El ele tutuşmadan geçen süre ömür kadar uzun gelmişti bana. Yan yanayken bile özlem doluydum sevdiğime. Yakınken uzak olmak, büyüklerimize saygımız nedeniyle göz göze bile gelememek ne kadar zordu?

Ama Tanrı güvenmişse kullarına onları tüm istediklerine içtenlikle yönlendiriyordu.

Evlendik, teferruata gerek yok...

Mutluyduk, bir ömrü beraber tüketecektik, inançlıydık, bir an bile ayrı kalmak içimizden gelmiyordu. Ancak karımın öğrencileri ve benim işlerim vardı. Bu nedenle akşamın gelmesini, sabaha geç ulaşmayı arzuluyorduk...

Ve kızımız geldi dünyaya. Balım’ın peteğe ihtiyacı vardı, kızımız Petek oldu. Mutluluğun derecesi olur muydu, çoktan çok, pekten çok gibi? Sanmıyorum. Ama üleşmek asla mutluluğun eksilmesi olmuyordu.

Balım, ben ve kızımız dünyanın sayılı insanları arasındaydık mutlulukta. Taa ki kulağıma kar suyu(3) kaçana kadar...

“Merhaba!” diye başlayan bir telefon aldım, iyilik sanırken sonuna kadar kusan.

“Beni hatırlar mısın bilmem, hani dövmek istediğin karının eski sevgilisi. Çocuğunuz olmuş, duydum. Benden mi, senden mi, merak ettim, bendense nüfusuma alacağım da…”

Kapandı telefon, makul ve mantıklı düşünmek(3) sınırlarının dışında kalmıştım. Kıskançlık ve şüphe bir zehir gibi tüm varlığıma egemen olmuştu.

“Şüphe; zalimlere musallat olan bir hastalıktı ve zalimlerin en çok şüphe ettikleri kişi de en çok sevdikleri kişi idi.(21) 

Yeter ki o şüpheyi kabullensin kişi.

Ben, işte o idim, mantıklı düşünme yeteneğini yitirmiş.

İzin aldım, eve gitmek, plânlı bir şekilde kendimi dinlemek için. Petek kreşteydi doğal olarak.

Yol üstünde bir şişe adını bilmediğim bir içki ve fare zehri aldım, sanki kendimce bazı şeyler için kararlıymışım gibi. Zihnime akan şüphe zehriyle yaşayabileceğimi düşünemiyordum, şüphe beni yer bitirirdi, karşımdakileri de düşüncelerimle mutsuzluğa sürüklemeye, onları sorgulamaya asla hakkım yoktu.

Ne karımın ilki olduğumu hatırıma getiriyor, ne de telefonda konuşanın yalan söylemiş olabileceğini aklımdan geçiriyordum.

Ölmem gerekliydi, ölmeliydim, ama nasıl? Hem garantili olmalıydı, cehennem umurumda(22) değildi.

Felsefem mademki veren Allah'tı, beni yanına alması için tetikleyenin de onun olduğunu(23) düşünüp suçu Allah'a yüklemekle rahatlamış gibiydim.

Ölümüm, “Şüpheye gerek kalmaksızın garantili olmalı!” diye düşündüm.

İçki şişesinin kapağını açtım, dökülmemesini temin için tapa gibi bir şey vardı. İçine bir şey koymam, başıma dikmem mümkün değildi. Kapaktan silkeleyerek iki büyük bardağa üleştirdim içindekini. Birine aldığım zehri, diğerine ecza dolabındaki tüm ilâçları boca ettim, köpürmesine aldırmaksızın.

Çamaşır ipinden bir ilmek yapıp kalorifer borusuna astım, sandalyeyi yerinde bırakarak.

Garantilediğimden emin değildim. Baba yadigârı(1) silâhı sandıktan çıkartıp mermilerini kontrol ettim.

Herhalde bu kadar garanti yeterdi. Unuttuğum bir şey...

Evet, vardı. Dizüstü bilgisayarı açıp “Ölümümden kimse sorumlu değildir!” diye yazdım. Bundan sonra öykü yazmayacaktım. Yaşamayan nasıl yazardı ki? Bu satırlar son öykü, son hatıra olarak kalacak.

Her iki bardaktaki zehir-zemberek şeyleri birer dikişte içtikten sonra gecikmeksizin tabancayı cebime koyup sandalyeye çıktım, ilmeği boynuma geçirdim...

Genç ve ölü adamın karısının çığlıkları ve hiçbir şeyi duyumsamayan bebeğin ağlaması devam ederken ve olay yeri ekipleri gerekli çalışmaları yaparken ulaşmıştım oraya.

Ben kim miyim?

Tabii ki savcı...

Yazılmış ve düzenli bir şekilde istiflenmiş öyküyü bir anda, soluk soluğa okudum. Gördüklerime göre kanaatim şöyle oluştu;

Karısının eski nişanlısından ayrılığı, evliliği, bebeğinin oluşu sürelerini dikkate almaksızın bir yalana inanmış, şüphe etmiş ve kendi yazdığı gibi garantili bir ölümü seçmişti.

İçki ile birlikte içtikleri anında etkisini hissettirmeye başlamış, tabancanın tetiğini çekmeye mecali kalmamış, ya da mermiler uzun süre yerlerinde, nemden vb. den etkilenmiş olması dolaysıyla ateş almakta nazlanmış olabilirdi, tabanca herhangi bir ateşleme izi olmaksızın yerdeydi çünkü.

Ayaklarının altındaki sandalye de devrilmemişti, ayakları kıvrılmıştı sadece. İlmeği gergindi, ama boğulmaktan ziyade zehirlenmiş olarak ölmüş olmalıydı.

Sonuç, Otopsi Raporunda belli olacaktı, her ne için gerekliyse?

Genç adamın ölmek için o kadar hazırlık yapmasına gerek olmadığını düşündüm. Keşke fare zehrini içip uzansaydı yatağına, tabii bu ölmesini dilediğim anlamına gelmemeli.

Yaşamımda, yaşamaktan böylesine usanmış bir adam görmediğim için kanaatim bu…

Katil? Egoistçe kendine kıyan, arkasını hiç düşünmeyen kendisi idi ki bu genç kadının sözlerinden anlaşılıyordu;

“Seni sevdiğime, senden başkasının içimde yer etmediğine hiç mi inanmadın? Hiç mi güvenmedin bana? Yavrumuzun babasızlığı hiç mi geçmedi aklından? Sormadan, etmeden kurtuluş mu gördün bizden ayrılmayı?”

İpten kurtarılarak yere uzatılan cesedin başına çöken gözleri yaşlı, anında belki de 8-10 yıl birden yaşlanmış genç kadının kösülürce ağlaması(3) yorulmaksızın biteviye(2) devam ediyordu.

Aynı zamanda şaşkınca etrafına bakınan bebeğin son gördüğü ise babasının üstüne örtülen mavi bir örtü idi.

Aklımın almadığı şey; bu ölünün nasıl bir namus kavramı yaşadığı, nasıl kahırla, kıskançlıkla, küskünce ve inançsızca bu hareketi gerçekleştirdiği, nasıl mantıksızca bu kadar bencil olup hak etmeyenleri hak etmedikleri bir yaşama sürüklediğiydi…

 

YAZANIN NOTLARI:

(1) Abesle İştigal; Olmayacak bir şeyle ilgilenmek. Yersiz, yararsız, boş ve anlamsız şeylerle vakit geçirmek. Gereksiz işlerle uğraşma.

Baba (Ata) Yadigârı; Anı. Babayı hatırlatan her şey. Babadan-dededen kalan şeyler örneğin miras, ev, araba, tarla, bahçe gibi…

Cenaze Alayı; Cenazenin mezara götürülmesinde tabutu taşıma dileğinde olanlar ile peşinden giden kalabalık.

Eser Miktarda; Belli belirsiz bir miktarda, çok az, önemsenmeyecek ölçüde.

Takdire Şayan Davranış; Beğenilmeye, övülmeye uygun bir davranış biçimi.

(2) Biteviye; Yeknesak, tekdüze, değişmeksizin, monoton, hep öyle, aynı biçimde, sıklıkta sürüp gidecek. Sürekli.

Fıtrat; “Yaratılış, belli yeteneklere yatkınlığa sahip olmak” anlamını taşır. Bununla ilgili Peygamberimizin önemli bir hadisi vardır; “Her doğan çocuk; fıtrat üzere tertemiz ve günahsız doğar!” şeklinde. Bu bağlamda Kur’an’da 30. Rûm Suresinin 30. Ayetinde fıtratın korunması konusunda mealen şöyle denilmektedir; “Hakka yönelen bir kimse olarak yüzünü dine çevir. Allah’ın insanlar üzerinde yarattığı fıtrata sımsıkı tutun. Allah’ın yaratmasında hiçbir değiştirme yoktur. İşte bu dosdoğru bir dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.”

Filozof; Felsefeyle uğraşan ve felsefe biliminin gelişmesinde katkıları olan, felsefede çığır açan düşünür ve felsefe yapmaya düşkün kişi.

Fuzuli; Gereksiz, yersiz, boş, boşuna, haksız, boşboğaz, gereksiz işlerle uğraşan.

Haslet; Kişinin yaratılışından gelen özelliği, yaradılış, huy.

Hayâsızca; İnsanların yaratılışlarından sahip oldukları, edep, mahcubiyet, utanmak, ar ve namus, insanın çirkin şeyleri umursamaksızın, utanmaksızın, sakınmaksızın yapması.

Haysiyet; Saygınlık. Onuruna düşkün olma.

İlham; Esin. Etkilenme, çağrışım, içe doğma ile gelen yaratıcı düşünce, doğaüstü veya tanrısal yetenek veya buna bağlı söz, duyum ve algı.

İmtiyaz; Ayrıcalık. Maden aramak, işletmek, fabrika kurmak vb. için bir kimseye ya da kuruluşa devletçe verilen özel izin.

İstihare; Bu kelime Arapça olup anlamı; “Girişilecek bir işin hayırlı olup olmadığını rüyadan anlamak” olarak söylenebilir. Dini bakımdan istihare için belirli kurallar, dualar ve gözlemler vardır ki, öykü ile ilintisi yoktur. Aslında öyküde, hayırlı işten ziyade uygun düşünceleri kaleme dökmek şeklinde düşünmek mümkündür.

Kazanova (Casanova); Türkçemizde çapkın anlamında kullanılan kelime.

Konsantrasyon; Konsantre olma eylemi. Dikkatin toplanışı (odaklanma). Yoğunluk (Bir çözünen madde miktarının çözen madde miktarına oranı).

Natura; İnsanın yaradılış özelliği.

Otopsi; Bir kimsenin ölüm nedenini belirlemek amacıyla cesedinin açılıp incelenmesi.

Pattadak; Pattadanak. Birdenbire, ansızın.

Polen; Çiçek tozu.  Bitkinin erkek gametini (DNA) dişi gamete taşıyan yapı.

Stenografi; Alfabenin harfleri, noktalama işaretleri, kelimeler yerine semboller ve kısaltmalar kullanılarak çabuk yazma sistemi.

(3) Alık Alık Bakmak; Aptalca, şaşkın şaşkın bakmak.

Cuk Diye Yerine Oturmak (Aşığı Cuk Oturtmak);  İşi çok olumlu bir şekilde almak, yapmak. Uygun gelmek, yakışmak. Aşık kemiğinin dik duruşunu ifadelendiren bir deyim olmakla birlikte, tam yerine denk, rast gelmek anlamında kullanılan bir deyim.

Çıngar Çıkmak; Kavgaya yol açılması, gürültü-patırtı çıkmasına neden olunması, bir bahane bulup kavga çıkarma.

Evlâ Olmak; Daha iyi, daha yeğ, daha uygun, daha lâyık, daha üstün, daha hayırlı olmak.

Kösülürcesine Ağlamak; Kendinden geçinceye ağlamak (yöresel bir deyiş)

Kulağa Kar Suyu Kaçmak; Yanlış bir haber işitmek, müşkül bir duruma düşmek, şüphelenmek (de olabilir) ancak öyküde genel anlamda kullanılan; gizli tutulan bir şeyi öğrenmek anlamında kullanılmıştır.

Lâmını-Cimini Aramak; (“Icığını-Cıcığını Aramak” şeklinde de kullanılmaktadır) Kişiyi etraflıca, huy-karakter-mal-mülk-aile varlığı ile tanımak için aramak.

Makul ve Mantıklı Düşünmek; Akla uygun, akıllıca, belirgin, aşırı olmayan, uygun, elverişli, akla uygun şekilde düşünmek, akılla kanıtlanan, sözü akla yakın bularak, anlaşma düşüncesi sağlamak, asgari müşterekte birleşmek.

(4) KARATEKİN, Erol. 2005 Yılı. “ODAM, BENİM DÜNYAM -veya- PASAKLI DÜNYAM”

(5) Orhan Veli KANIK; “DAĞ BAŞI” şiirinde; “Dağ başındasın; / Derdin günün hasretlik / Akşam olmuş, güneş batmış / İçmeyip de ne halt edeceksin?” Şairin affına sığınarak; “Pasaklı odandasın, kelimeleri uç uca eklemektesin, içmeyip de ne halt edeceksin!” demek isterdim.

(6) Ateş olsa cürmü (cirmi) kadar yer yakar; Karşıdakinin önemsenmediğini ifade edilmesidir.

(7) Elinden Geleni Ardına Koymamak; Yapabileceği bütün kötülükleri yapmak.

(8) Bir rüzgârdır, gelir geçer sanmıştım, meğer başımda esen kasırgaymış… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Bestesi; Sadettin KAYNAK’a ait olup eser Mahur Makamındadır. Eserin Güfte yazarının bazı kaynaklara göre Ercüment ER olduğu belirtilmekte ise de, kesin olarak bilinmemektedir. “Gönül oyunudur, bunun izi kalmaz demiştim” belirli bir bölümüdür.

(9) Gözyaşım serap olsa… şeklinde başlayan nakarat bölümü “Arım, balım, peteğim, gülüm, dalım çiçeğim” şeklinde beden bulan Muhayyerkürdi makamındaki Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Mehmet ERBULAN’a, Bestesi; İsmet NEDİM’e aittir.

(10) Hafıza-i Beşer Nisyan İle Maluldür; Türk Atasözü olup; insan hafızası unutur,  ya da hafızamızın eksikliği unutkanlığı doğurur, unutkanlık bir insanlık gereğidir, gibi anlamları vardır. Bir de; insanın özellikle kötü anları, kötü anıları unutması gerekliliğini belirtir şekilde kullanılmaktadır. (Türk Dil Kurumunun Türkçe Sözlük adlı eserinde Atasözü; “Uzun deneme ve gözlemlere dayanılarak kısaca söylenmiş ve halka mal olmuş öğüt, darbımesel!” olarak tarif edilmiştir.)

(11) İğne İle Kuyu Kazmak; Yetersiz araçlarla, bir işi geç ve güç de olsa başarmaya çalışmak, sürekli ve sabırlı çalışmalarla bir işi başarma gayreti Benzeri sözcük; “Çay kenarında kuyu kazmak” da denilebilir.

(12) Moby Dick; Ünlü bir roman (ve film) olup Moby Dick denilen balina ile “Bana İsmail, deyin!” kaptan arasındaki maceradır. Türkçemizde genelde iri yapılı, şişman, kendini kaldırmakta ve taşımakta zorlananlar için kullanılan bir deyim.

(13) Geçsin günler, haftalar, / Aylar, mevsimler, yıllar… / Zaman sanki bir rüzgâr /  ve bir su gibi aksın  / Sen gözlerimde bir renk , / Kulaklarımda bir ses / ve içimde bir nefes / Olarak kalacaksın… Birçoğumuzun Zeki MÜREN’e ait olduğunu sandığı HATIRA isimli Rast Makamındaki Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Enis Behiç KORYÜREK’e, Bestesi; Erol SAYAN’a aittir. 

(14) Kapın her çalındıkça, o mudur diyeceksin?... şeklinde başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güfte ve Bestesi; Yusuf NALKESEN’e ait olup eser Muhayyer Kürdi Makamındadır.

(15) Cahit Sıtkı TARANCI, “DESEM Kİ” İsimli şiirine “Desem ki vakitlerden bir Nisan akşamıdır” diye başlar. İkinci kıtasında; “Demek ki sen benim için, / Hava kadar lâzım / Ekmek kadar mübarek, / Su gibi aziz bir şeysin; Nimettensin, nimettensin!” der, “BİR ŞEY” isimli şiirinde ise; “Bir şey ki ekmek gibi, su gibi / Lâzım insana, lâzım onsuz yaşanmıyor” demektedir. İlerleyen zamanda benim gibi bir zavallının bu muhteşem insan gibi müteşair kimliği ile kendinden söz etmesi mümkün mü?

(16) Tanrım tek başına koyma kulların; Sözlerini Sevgi SANLI’nın, müziğini Atilla ÖZDEMİROĞLU’nun yaptığı ve Ayten GÖKÇER’in seslendirip oynadığı “YALNIZ KULLAR” isimli müzik.

(17) Kanımda kıvılcım, canımda ateş / Dünyama sen ışık verir gibisin! O asil varlığın meleklere eş / Cennetten süzülüp gelir gibisin... olarak başlayan Güftesini; Güzide TARANOĞLU'nun, Bestesini; Osman BABUŞÇU'nun yaptığı Türk Sanat Müziği eseri Nihavent Makamında olup, herhalde ismi hiç belirtilmemiş olan öykü kahramanının söylemek istediği bu şarkı dizeleri olsa gerek!

(18) Bir musibet, bin nasihatten evlâdır. Bin nasihatten, bir musibet yeğdir. Yanlış bir yol tutmuş insanlara verilmiş nasihatlerin, öğütlerin fayda etmediği, ancak başına gelen bir felâketin onu doğru yola getirmekte daha etkili olduğuna dair TÜRK ATASÖZÜ

(19) Ömrümce hep adım adım, her yerde seni aradım, ben kalbimden başka yerde seni bulamadım… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Mehmet ERBULAN’a, Bestesi; İrfan ÖZBAKIR’a ait olup eser Rast Makamındadır. Eserin bir bölümünde (üçüncü mısrada) “Kenarlarda, köşelerde” diye başlayan dizeler vardır.

(20) Olsa senin elinden bil ki benim ölümüm, / Ne şikâyet ederim ne de üzülürüm, / Ne zamanki kollarında bir yabancı görürüm, / Ben o zaman sevgilim, ben o zaman ölürüm!  Orhan GENCEBAY

(21) Şüphe, zalimlere musallat olan bir huydu ve zalimler en çok sevdiklerinden şüphe ederlerdi. Sözün aslı; Şüphe ve güvensizlik en ziyade zalimlerde bulunan bir hastalıktır. Zalimler en çok sevdiklerinden şüphe ederler. AKHILLEUS

(22) Kur’an, Nisa Suresi. 93. Ayet; “Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası, içinde ebedi kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap ve lânet etmiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.” O halde insanın kendini öldürmesi, intihar da aynı düşünce içine hapsolur. Haksız mıyım?

(23) Kur’an, Munâfikûn Suresi. 11. Ayet; “Allah eceli geldiğinde hiçbir kimseyi asla ertelemez. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır...”