O pehlivan yapılı Ramazan hiç de kalıbının adamı değildi. Ufacık bir sıyrığı bile yokken ağlıyordu. Yaşlıydı gözleri. Evet, resmen ağlıyordu. “Boynum!” diyordu, sarsıntıdan kaykılınca incitmişti herhalde.

Mevlit ona göre daha tahammüllü görünüyordu. Sarsılmıştı, o da boynundan şikâyetçi idi. 

Yasin; “Dizimi vurdum, bir şeyim yok!” dedi başlangıçta, sonra o da ilişti şikâyetçiler içine.

En çok darbeyi yiyen Kevser’di, bağırıp, çağırıp, sızlandığına göre. “Anam, anam, Allah, Allah!” diyordu. Önce dışarılara oturdu, sonra ağlayarak kızlardan birinin omzuna yaslandı, 112 Hasta Nakil Aracı gelinceye kadar.

Üç-beş koldan her birimiz önce 112’yi, sonra 155’i ve ayrıca ayrı ayrı patronları aramıştık, olayı haber vermek için ceplerimizden.

Sabah serinliğinde dalgın bir yaya idi tüm olayı yaratan. Önümüzdeki araç ona çarpmamak için haliyle ani fren yapınca, takip mesafesini koruyan şoförümüz Berat da fren yapmış ve durmuştuk. Ama arkamızdan gelen araçlar öyle miydi ya! Önce biri çarptı arkamızdan, biz de öndekine dokunduk şöylece.

Demeğe kalmadı, an geçmeden bu sefer arkamızdaki araca daha kuvvetli çarpmıştı bir başka araç, sarsıntıdan hissettiğimiz kadarıyla. Bizim araç da öndekine yüklenmişti biraz daha. Plâkamız yere düştü, öndeki araç da nasibini aldı hasar olarak.

Kısaca dört araç arka arkaya birbirimize girmiştik. Olaya sebep olan yaya mı? O çoktan karşı yola geçip binip gitmişti oradan geçen bir minibüse, hiçbir şey olmamış gibi, vicdanı rahat olarak, olaya hiç sebep olmamışçasına.

Önce Kevser boynuna boyunduruk takılarak ve ambulansın sedyesine yatırılarak araç içine konup bir takım aletlerle kontrol altına alındı. Eylemden önce ağlaması ve sinirlenip titremesi nedeniyle Ağabeyi Muhammet’ten bir tokat yediğini ve böylece kendine gelir gibi olduğunu belirtmeliyim.

Diğerleri; Arife, Ragıp, Habip, Ayşe, Hatice ve Fatih aslında içlerinde en fazla otuz yaşını aşan olmadığı halde “Eski topraklar(1) gibi” darbesiz ve hasarsızdılar. İçlerinde bir tek ben geçmiştim otuzumu azıcık-birazcık, sadece o kadar ve kaza etkilememişti beni, darbesiz, hasarsız, sıkıntısız idim.

Öndeki aracın arka kısmındaki hasarı dışında pek bir şey yoktu. Şoför tek başına idi ve sigaralarının birini yakıp diğerini söndürüyordu arka arkaya. Muhtemelen bugünkü iş plânını uygulayamamanın derdinde olsa gerekti, o kargaşa içinde birkaç kez cebinden telefon ettiğini görmüştüm çünkü.

Bizim aracımız çalıştığımız fabrikamızın servis aracı idi ve üzerinde kocaman harflerle “KİBELE(2)” yazılıydı. Her gün aynı servisle, minimum on-on iki kişi sabahları yediden itibaren servise binmeye başlıyor, akşamları 18.30 ise, fabrikadan çıkışımız oluyordu. Mesaimiz 8.00–18.00 arası idi, işçi-teknisyen-mühendis-yönetici olarak.

Vardiyalarımız(3) da vardı tabii, özellikle yurtdışı, yani ihracat konusu oldu mu, fabrika ailesi olarak hepimiz mesaiye de kalıyorduk, patronundan-çaycısına kadar.

Bize çarpan arkamızdaki araç da bir servis aracıydı. Şoförü oldukça yaşlıydı. İnsanlar yaşlanınca melekeleri(4) de zayıflıyordu, hele işin içine acelecilik, sürat, dikkatsizlik, hatta akşamdan kalma ve yorgunlukla beraber hafta sonuna gelinmesi de girince bazı şeylerin olması kaçınılmaz oluyordu.

Acemilik düşünülemezdi tabii. Sanırım o aracın bize çarpmasının nedenlerinden biri, birkaçı, belki de hepsi bunlardı. Üstelik o araçta kan görülmese bile şoför dâhil bir hayli darbeli, kazadan etkilenmiş insan vardı.

Birkaç ambulans birden gelmişti kaza mahalline, trafikçilerden henüz haber yok gibiydi. Kevser’le beraber ağabeyi Muhammet ve bizim çocuklardan diğer üçü de boyundurukları takılmış olarak gittiler hastaneye. Onlar Fatih, Mevlit ve Ramazan’dı tabii, söylemeğe gerek yok.

Söylemem gereken, işçilerden ikisi, Kevser’in ağabeyi ve kardeşi “İyiyiz!” diyerek ertesi gün geldiler mesaiye. Diğerleri gözlem altındaydılar, minimum yirmi dört saat daha gözlenmelerinin devam etmesinin gerektiğini söylemişlerdi doktorlar...

Arkamızdaki servis aracı önden ve arkadan darbe yiyince sıkışmıştı, akordeon gibi bir biçim almıştı, sanırım sürati olağandan veya önerilenden fazla idi. Oysa yol kenarında asfalt yapım çalışmaları nedeniyle 30 yazan, ayrıca ünlem işaretleri olan levhalar, asfalt üstüne sarı renkli boya ile yazılmış rakamlar ve yapılmış işaretler vardı.

Üstelik yolun bir bölümü de saç bir levha ile kapatılmıştı. Levha üstünde; “Bordür(5) Çalışması… Asfalt çalışması… Çevremize verdiğimiz rahatsızlık için…” falan yazıyordu. Bu aracın içindeki kişilerin çoğunun durumu ciddi gibiydi. İçlerinden biri, oldukça çok ciddi ve şuuru kapalı bir şekilde, boynu boyundurukla, bedeninin sağı-solu bağlanmış olarak hemen götürüldü hastaneye.

Sonradan öğrendik ki ve her ne demekse; “Yapılan tüm müdahalelere rağmen” o arkadaşı hayata döndürememiş, kurtaramamıştı doktorlar.

Bizim ve bize çarpan servisle ilgili olarak patronlardan sonraki kişiler hemen anında olay yerine gelmişler ve cep telefonlarıyla sekiz-on, belki yirmi-otuz kez fotoğraf çekmişlerdi.

En arkadaki araç oldukça yeni model, hatta lükse yakın binek araçtı, gözlemlediğim kadarıyla direksiyondaki kız arabadan bile inememişti. Hani bir tabir vardır: “Zangır zangır titriyordu(6)!” diye. Tıpkı heyecan, ya da bayılma modunda idi genç kız. 112 deki hemşirelerden birine seslendim;

“Burada da sinirleri gerilmiş bir genç kız var, bakabilir misiniz?”

Üçüncü, yani bizim arkamızdaki servis aracındaki yolcuların kontrolünde ve dertlerindeydiler hemşireler. Sanki en sondaki dördüncü arabanın derdi yok sanıyorlardı. Muhtemelen araç sürüşünde acemi olduğuna inandığım bu genç kızdan gözlerimi ayıramıyordum.

Çünkü atalarımız; “Güzele bakmak sevap!(7)demişlerdi galiba. Ve ben oldukça sevaba girmiştim anlar içinde. Kendime gelmem gerekti, utanarak kendime geldim. Genç kızın yanındaki çantasının kenarında duran cep telefonuna uzandım. Allah’tan ki tuş kilidi yoktu, ya da kapanmamıştı, her neyse. İlk telefon numarasına haber vereyim istedim.

Rehberi açar-açmaz “Ağabeyim” kelimesi çıktı, hemen “Ara!” tuşuna bastım.

“Efendim Hediye, Emret Sultanım!” dedi karşıdaki ses.

“Özür dilerim, ben Armağan efendim. Kardeşiniz yarış atı harası yakınında bir trafik kazasına karıştı, kendisi iyi merak etmeyin, yalnız sinirden olsa gerek, titriyor ve ağlamaklı. Henüz 112 de ki hemşireler…”

Sözümü yarım kesti ağabeyi;

“Hemen ona bir tokat atın, lütfen, acele, kendine ancak böyle gelir!”

“Ama…”

“Lütfen dediğimi yapan hemen!”

Genç kıza yapmacık bir tokat atmam lüzumsuzdu, şiddetlisinden de ben çekindim ve hafifin ağırı bir tokat vurdum. Kendine gelir gibi oldu, hatta öyle ki tokadı iade etmek istercesine elini kaldırdı, zor zapt ettim elini;

“İyi misiniz, telefonda ağabeyiniz var, tokat atmamı o söyledi, özür dilerim!”

Uzandı telefona, anlamsız gözlerle bakarak;

“İyiyim ağabey, merak etme!”

Ve uzunca bir süre sessiz kaldı, dinlerken. Sonra telefonu bana uzattı;

“Ağabeyim, sizinle görüşmek istiyor!”

“Kaza yapan araçlardan öndekinde idim. Allaha şükür benim bir şeyim yok. ‘Kimlere yardımcı olabilirim?’ diye düşünürken kardeşinize rastladım. Sonrasını biliyorsunuz zaten.”

“Kardeşime, ‘Ben tokadı at diye söyledim!’ dedim, özür dilemene gerek yok! Ancak rica etsem, kardeşimi hastaneye gönderir misiniz? Kapıları kilitleyip arabanın anahtarını da kardeşime verirseniz memnun olurum, herhalde sizin işiniz vardır, ne araçla, ne de kardeşimle ilgilenemezsiniz, sanırım! Araçla ve trafikle ilgili sorunu da biz çözümleriz, şimdilik kardeşimin sağlığı önemli. Lütfen!”

“Denize düşen yılana sarılır!” hesabı benden yardım istiyordu. Oysa bu yardıma çoktan gönüllüydüm, çünkü Hediye, yanına gelişimin anında, daha doğrusu tokat atmaya kıyamayacak durumdayken öylesine etkilemişti ki beni.

Bu etkilenişte daha aracının kapısını açar açmaz sığınacak bir dal gibi, bilinçsizce de olsa bana sarılmak istemesinin etkisi de yok sayılmazdı.

Koluna girdim, oturduğu yerden çıkarttım onu. Çantasını omzuma astım. Kapıları kilitledim, anahtarı çantasına koydum ve dünyaya boş verircesine cankurtaranlardan birine yöneldim. Sekerek yürüyordu, sanırım herhangi bir darbe yediğinden değil, yaşadığı şoktan ötürü olsa gerekti, davranışı.

Hastaneye geldiğimizde son model arabası ile genç, benim yaşlarımda birini bizi bekler gördüm. Muhtemeldi ki olayı bilen biri idi. Bizi görür görmez, daha genç kız ambulanstan bile indirilmeden;

“Hediye! Hediye! İyi misin bir tanem! Söyle yapmam gereken bir şey var mı?” diye inildemeye başladı genç adam, benim farkımda bile değildi.

Sonra farkıma vardı, genç kızın çantasını uzattım;

“Arabasının anahtarı ve cep telefonu da içinde efendim!” dedim.

Şöyle bir baktı;

“Siz, kazada Hediye’ye yardım eden kişi olmalısınız!”

“Evet efendim, herhalde siz de ağabeyi olmalısınız, telefonda konuşmuştuk!”

Telefondaki ses ile şu andaki ses arasındaki farklılığı fark etmemiştim.

“Hayır, ben onun nişanlısıyım! Şimdi şirketten adamları gönderdim, gereği ne ise yapacaklar araç ve kaza ile ilgili olarak. ”

Şoke olmuş gibiydim, ben neydim ki, böylesine varlıklı bir adamın dünya güzeli nişanlısına ilgi duymalıydım ki? Küskün;

“Geçmiş olsun ve şimdiden mutluluklar efendim!” deyip ayrıldım yanlarından.

Fabrikaya yönelmedim. Sadece aynı hastaneye gelen arkadaşları ziyaret edip “Geçmiş olsun!” dedikten sonra, yalnız evime, dikkat edilirse “Bekâr evime” demiyorum, yalnızlığı yaşadığım evime dönüp, kanepeye uzanıp, yine yalnızlığımı kendimle paylaşmaya devam ettim, her zamankinden az biraz farklı olarak.

Yaşantımda bu kere Kaf Dağının arkasındaki ejderha ve canavarlarla korunan Zümrüdü Anka Kuşunun altın yumurtasını getirmek gibi bir zorluk vardı. Kısacası mümkünsüzlük…

İnsan bir görüşte, hem de kısa bir süre içinde ve de başkasının malına göz dikebilir miydi? Bir kızı bin kişi istermiş de, o birine varırmış falan hikâye. Bir kere karşımdaki ile şartlar eşit değildi. Karşımdaki varlıklıydı. Ve inkâr etmemem gerek ki, yakışıklıydı da. Onun çulu da yerindeydi. Ya ben? “Men Dakka dukka, keenlem yekûn!(9)

Bu mazerete sığınmasam da olurdu, ama gerçek yadsınamazdı ki! Başka ne söyleniyordu bu durumda? Dur bakalım, hatırlamaya çalışayım; “İnna fetehna leke fethan mubina!(10)

Dolabımdan bir bira açtım. Sabahtan beri ağzıma bir lokma koymamıştım…

Ve sonunda sızmıştım, hem de yatağıma gitmeden kanepem üstünde. Rüyalar âlemindeydim. Nasıl mı? Hani peri o sihirli çubuğu ile yıldızlar çıkartarak bir şeyleri oluşturur ya, tıpkı onun gibi. Üstelik biri oğlan, biri kız, tıpkı ona benzeyen iki de çocuğumuz vardı ve mutlu, mesut yaşıyorduk! Aç tavuk kendini darı ambarında görür örneği.

Haydi, hayallerimizin esiri olmayalım(11), ama rüyalarımın esiri olmaktan kim men edebilirdi ki beni?

Küskündüm, dedim ya. “Umut, fakirin ekmeği” derler. Neyi, nasıl ve en önemlisi niçin hayal edebilirdim ki? Her genç kızın, pardon, her otuz küsur yaşındaki adamın düşlediğine ulaşamaması gibi; “Ellerim bomboş!(12)” şarkısını söylemek en iyisiydi ve ben bir gün, bir daha gönlümü etkileyecek birini bulamayacağımdan adım gibi emindim.

Günler geçti aradan…

Bir gün fabrikanın Güvenlik Görevlisi bir misafirimin olduğunu söyledi. “Kimmiş?” dedim. “Söylemiyor! Arabasıyla geldi!” dedi.

“Hayırdır inşallah! Kim olabilir ki?” dedim. Eş, dost, akraba, memleketten, sokaktan, mahalleden… Beni iş yerimde ziyaret eden olmazdı, olamazdı hatta hem de arabasıyla. Merakım uçuktu(13). Çıkış kapısına geldim ve…

Allah’ım olamazdı böyle bir şey. O; o idi. Hani kazanın olduğu gün, bana sarılmaya çalışan, suratına tokat attığım, sonra hastaneye götürüp nişanlısına teslim ettiğim genç kız.

“Teşekkür etmek istedim. Eğer gerekliyse izninizi alın, size yemek ısmarlamak isterim!” dedi.

Siz, siz olun ve kendinizin nasıl tespit edildiğinize hayret etmeyin bakalım. Ama o, hem akıllı, hem de zeki idi. Kaza raporları, olaylara karışanlar, firma servis araçlarının telefon numaraları, daha sonra adresim ve hepsini tespit etmişti internetten.

Sonra ismimi de biliyordu, Güvenlik Görevlisine ismimi söyleyince, “Şıp” diye belirtmişti kimliğimi. Oysa ben de biliyordum onu. Zeki değilsem de bazı şeyleri bilgisayar teknolojisi ile öğrenecek kadar akıllı sanıyordum kendimi, örneğin aklımda kalan araç plâkasından gibi…

Uzaklaşmam, ya da kendimce belirlediğim nedenler yüzünden uzak durmam mümkünsüzdü.

“Gerek yok efendim! Her insanın yapması gerekenlerdi yaptığım!”

“Bana kendime gelmem için tokat atmak da mı?”

“Ağabeyiniz ısrar etti!”

“Ve siz de kabul edip, ‘Ya Allah!’ deyip bir kızı tokatladınız!”

“Özür diledim ama…”

“Peki, kabul edildi mi özrünüz?”

“Ağabeyiniz, ‘Boş ver!’ demişti!”

“Peki, benim ‘Boş ver!’ deyip affettiğimi, duydunuz mu hiç!”

“Hayır, ama nişanlınız da o hoşgörüyü göstermişti bana!”

“Ya ben?”

“Doğrusu, kendinizde değildiniz ve bunu istemeye ve dilemeğe hakkım yok gibiydi!”

“O halde şimdi dileyin!”

“Özür dilerim efendim, haddim olmayarak sizi tokatladığım için…”

“Ve beni kendime getirmek için…”

“Ve sizi kendinize getirmek için…”

“Özrünüzü kabul edeceğim, ama beni yemeğe bir yerlere götürürseniz…”

“Demin ‘Götüreceğim!’ diyordunuz, şimdi ‘Götür!’ diyorsunuz!”

“Eee! ‘Centilmenler götürür!’ diye biliyorum, yanılmadığıma da eminim!”

İliklerime kadar titriyordum. İzin almama gerek yoktu. “Gittim!” dedim mi, giderdim. “Gelmiyorum!” dedim mi, gelmezdim. Bağımsızdım ve kimseye hesap vermeğe de mecburiyetim yoktu. Gene de telefon ettim patrona.

Tam bu sırada sokaktan bir ses yükseldi, Rahmetli Kâzım KOYUNCU; bir kahvenin antresinde “Hayde, gidelum hayde!” diyordu. Ona uydum.

Beraberce çıktık, direksiyona benim geçmemi öğütlemişti o, kendini benim yönlendirmem arzusunda gibi idi! Bildiğim fazla bir yer yoktu. Hemen yakınlardaki kebapçıya götürdüm onu.

“Umarım kebap yersin, ya da ne bileyim istediğin bir yer, adres varsa oraya götüreyim seni. Ben gibi avam(14) kişiler başka şeyler bilemiyoruz, maalesef!”

“Sen istedikten sonra benim orada seninle beraber olmamdan önemli bir şey yok!”

“Sağ ol, teşekkür ederim, bu iltifatını(15), jestini(15) unutmayacağım!”

İçeri girdik, henüz siparişimizi vermek üzereydik. Birden telâşlandı ve;

“Ben ellerimi yıkayıp geleyim!” dedi.

Telâşının, hatta endişesinin, merakının sebebini anlamamış, anlayamamıştım.

Biraz sonra lâvabodan dönüp masaya yaklaşırken telefonu çaldı;

“Tamam, hemen geliyorum Ağabey!”

Bana döndü ve;

“Özür dilerim, acele gitmem gerek!” dedi, o kadar.

Şoke olmuştum. Ne; “Tekrar görüşmek üzere” ne de “Allaha ısmarladık!” demişti, elimi sıkmaya bile tenezzül(16) etmemişti. Peşi sıra gitmem neyi değiştirirdi ki? Hem nedenini bile bilmiyordum. “Acele” dışında bir kelimesi kalmamıştı zihnimde. Mutlaka bir şey vardı anlayamadığım, bilemediğim.

Usulca kalktım ben de, garsona bahşişini vererek masadan. Karanlık bir gün başlamıştı benim için...

Bir-iki saat sonra telefon açtım, çaldı, çaldı, cevap vermedi. Biraz sonra, bir daha, bir daha.  Ertesi gün yine, daha sonraları yine ve yine... En daha sonraları “Ulaşılamadığı” belirtildi, telefonuma. Bu kere haddimi aşarak, nişanlısı olduğunu bile bile mesajlar yazdım arkaya;

“Beni senden mahrum bırakma! Seni bana yasaklama! Seni benden esirgeme!”

Mesajlarım cevapsız kaldığı gibi en sonunda “Böyle bir telefon numarası yoktur” gibi bir ses ulaştı telefonuma. Telefon numarasını değiştirdiğini düşündüm, neden böyle bir şeye kalkıştığına akıl-sır erdiremiyordum. Ona nasıl ulaşabilirdim? Hem kendime itiraf etmekte gecikmiş olsam da, biliyordum ki; hakkım olmamasına, hak etmemiş olmama rağmen seviyordum onu.

Mademki bir kaza bizi birbirimize yaklaştırmıştı, o halde o kaza mahallinde gerekirse günlerce beklemeyi göze alıp, yıllık iznimi aldım. Her gün mutadı veçhile(17) ve muntazaman aynı servisle işyerime gidecekmiş gibi geliyor, kazanın olduğu yerde sorgusuz sualsiz iniyordum. Servisteki arkadaşlar da merak etmişlerdi.

“Ev aldım da tadilâtlarıyla(18) meşgul oluyorum, demiştim!” Yalandı tabii. Ya da zevahiri kurtarmak(19) için sarılmıştım böyle bir söze. Yalan söylemek asla huyum değildi. Ama böyle bir durumda neyi, nasıl anlatabilirdim ki çevreme; “Sevdiğim biri vardı, tavrını bilmiyorum, onu bulmak için böyle davranıyorum!” diye.

Oysa onun yaptığının aynısını yapmak, Kaza Raporlarına göre onu bulmamın kolaylığı asla aklıma gelmiyordu. Daha doğrusu iş yerine gidemezdim, tereddütlerim vardı.

Bir gün, üç gün, beş gün… Yok Allah’ım, yoktu. Yolunu mu değiştirmişti ne, yoksa ben mi rastlayamıyordum ona? Muhtemel ki arabasını da değiştirmişti kazadan sonra. Herhalde o varlıklı zengin kız, çarpılıp tamir edilmiş bir araba ile değil, daha iyi bir araba ile olabilirdi yollarda.

Dikkatimi iyice yoğunlaştırdım, iyi, gıcır-gıcır(20) arabalara. Tırı-vırı(21) arabaları, minibüs, otobüs ve benzerlerini pas geçiyor, lüks arabalara onu tanıyabilecekmiş gibi dikkatle bakıyordum.

Yine günler geçti aradan. İzinim ha bitti, ha bitmek üzere, ümidim ha yok oldu, ha yok olmak üzereydi. Yeni bir araba gördüm uzaktan. Önündeki araba yavaşlayınca, o da yavaşladı, gördüğüm o idi, sağ ön kapısını açmaya çalıştım. Kilitliydi.

“Ne alâka!” dercesine bir el işareti yaptı. Arabasının önüne uzandım boylu boyunca. Çevredeki insanlar “Deli mi ne?” dercesine bakıyorlar, yaşlıca olanlar, “Kalk oğlum, n’apıyorsun, trafiği engelliyorsun!” diyorlar, arkadaki arabalar onun hareketlenmesi için ısrarla korna çalıyorlardı. Tek hareketim ve sözüm; “Siz karışmayın, dünya kopsa umurumda değil!” diyordum.

Direnemedi, kapısını açtı ve sordu;

“Deli misin sen?”

“Fark ediliyor mu? İki kelime sorayım, istersen çiğne geç, istersen bir kenara at beni!”

“Peki, açtım kapıyı, gel!”

Hareket ettik;

“Tek kelime: Neden?”

“Tek soru; Neden evli olduğunu söylemedin?”

“Ben evliymişim ha? Kim söyledi ve nasıl inandın?”

“Elindeki yüzüğü gördüm!”

“Yüzükleri yani!”

“Yüzükler mi?”

“Evet! Arka arkaya kaybettiğim anne ve babamın yüzükleriydi, nadiren(22) taktığım. Yemek yemeğe gittiğimiz o gün paldır-küldür(23) onun için mi terk ettin yoksa beni?”

“Özür dilerim, bilemezdim!”

“Peki, cici bayan, telefonlarıma, mesajlarıma cevap vermedin, hatta telefonunu değiştirdin ulaşmayayım diye, bir başka telefondan, bir başkası vasıtasıyla arayıp soramaz mıydın beni? Sen ki araştırmaya meraklısın, bir Kaza Raporundan buldun beni, beni tekrar bulman o kadar mı zordu? Ben tanıştığımız süre çok kısa olmasına rağmen sana hiç yalan söyledim mi? Biliyorum sen uçsuz bucaksız servet sahibi, ben çulsuz bir gariban. Ama seni sevmiştim.

Susmam zordu, aklım başımda değildi, abuk sabukluğa(2) döndü sözlerim;

“Ama şunu da anlatmam gerek mutlaka. Ölenle ölünmüyor. Rahmetli annemi de kaybetmeden önce ‘Senin başını da bağlasaydım da gözüm açık gitmeseydi!’ demişti. Başım bağlanmadı, annem gözü açık ve gözü arkada gitti. Ben de haddim ve hakkım olmamasına rağmen seni tanıdığım için, seni sevdiğim için rahmetli annemin ruhu şad olsun diye takmıştım yüzükleri. Öyküsünü de yemek yerken anlatacaktım sana. Bileydim böyle yanlış düşüneceğini, bak kıskançlığını demiyorum, takmazdım. Demek ki benim seni sevmeğe hakkım yokmuş. Diyeceklerim bu kadar, şimdi bir uygun yerde beni indir de kendim, kendimle baş başa kalayım ve unutayım!”

Devamlı sessiz kalıyordu. Arabayı durakların haricinde, sağa yanaşıp durdurdu;

“Senden vazgeçemem. Biriciğimsin, unutmadım, yanlış düşünmedim, kıskandım, benden öncesinin olacağını kabullenemedim. Sev beni. Hem öyle sev ki, vazgeçmeyeyim senden, sensizliği düşünmeyeyim. Sadece ve yalnız senin için doğup yaşadığımı düşüneyim. Tek sığınağımın, dünyada yaşayacağım tek yerin senin yanın ve kolların olduğunu bileyim.”

Elimi tuttu, öpmem için yaklaştı, ben ki o kadar kin tutmaya meraklı adam, sabit fikirli, dediğinden vazgeçmeyen adam, ona karşı zaafım(25) vardı, zayıftım, kuvvetsizdim, güçsüzdüm, tüm tükürdüklerimi yalayacak durumdaydım. Kucakladım, bırakmak istemezcesine öptüm onu.

“Ben bir ay sonra evleniyorum! Davetiyelerin bir kısmı da ön panelde.” dedi ayrıldığımızda aniden. Bir kez daha şoke olmuştum. “Bu ne perhizdi, bu ne lâhana turşusu?” “Sev beni!” diyor, sonra “Evleneceğim!” diye ekliyordu.

“O halde ben?”

“Sen benim, ilk ve son durağım, bir tanemsin! Sana kahrım, seninle ilgili yanlış düşüncem, beni yanlış kararlara sürüklemişti. İyi ki bana rastladın. İyi ki bensizliği kabullenmeyip beni buldun. Bundan sonrası ise; var ya da yok önemsiz. Ailelerimizin kararlarına uygun mantık, beni neredeyse yapacağım yanlışlığa yönlendirmişti. Şimdi ben sevgime yöneliyorum.”

“Yani?”

“Beni istemiyorsan, sevginde tereddüdün varsa, bir ay sonra nikâhıma beklerim!”

“Yoksa!”

“Kaçarım seninle, istersen dünyanın öbür ucuna, paramız pulumuz olmasa da, seninle yokluklar içinde, fakir ya da fukara olarak bir parça tuz ve ekmekle de olsa, hatta onlar olmasa da senin kokunla, senin varlığınla, kısaca senle yaşarım, çünkü seni seviyorum.”

“Sen göz açıp gördüğüm, Tanrı diye tapındığım, varlığımı borçlandığım biricik emelsin. Gönlümü dolduran, ruhuma egemen olan, kalbimi sahiplenen tek dünya varlığısın. Ben, seni kendimden bile kıskanıyorum. Elini uzatışın, elimden tutuşun, öpüşün bile bağıştır bana.”

“O zaman sor bana!”

“Benim olur musun, karım olur musun, benimle evlenir misin ve son soru çocuklarımızın anası olmayı diler misin?”

“Sonsuza kadar, evet!”

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Bu öyküde, dikkatlerden kaçmadığı üzere (kahramanlar hariç) tüm isimler din ile ilgili kavramlardan seçilmiştir.

(1) Eski Toprak; Yaşlandığı halde dinçliğini, yetilerini, maharetlerini koruyan kimse.

(2) Kibele: Anadolu kökenli bir tanrıça, Bereket Tanrısı.

(3) Vardiya; Nöbetleşe çalışma, posta.

(4) Meleke; Yeti. Tekrarlama sonucu kazanılan yatkınlık, alışkanlık.

(5) Bordür; Yolların ya da kaldırımların kenar taşları. Kenarlık. Kenar süsü.

(6) Zangır Zangır  Titremek; Sağlık sorunlarından, şaşkınlıktan, heyecandan, korkudan dolayı aşırı derecede titremek. Çok üşümekten dolayı da aşırı derecede titremek.

(7) Güzel Bakmak Sevap; Asıldır. “Güzele bakmak sevap!” yanlış, değiştirilmiş halidir.

(8) Şok Olmak (Şoke Olmak); Şaşırmak, şaşakalmak, hoşa gitmeyecek bir şeyle karşılaşmak, şaşkına dönmek.

(9) Men Dakka-Dukka, Keenlem Yekûn;  Aslında “Eden bulur!” anlamında bir söz olmakla beraber, elden bir şey gelmediği, yapacak bir şey kalmadığı anlamında da söylenmektedir.

(10) İnna fetehna leke fethan mubina; Genelde insanların sinirlendiklerinde söyledikleri bu Arapça cümlenin, sinirleri teskin etmesiyle hiçbir ilintisi yoktur. Manası; “Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik” anlamında bir ayet olup, İstanbul’un Fethi için yaklaşık sekiz asır önce yazılmıştır!

(11) Hayallerinin Esiri Olmamak; Rudyard KIPLING’in “Eğer (IF)” isimli şiirinde, “Eğer hayal edebilir ve hayallerinin esiri olmazsan” denilmekte. Rahmetli Bülent ECEVİT bu şiiri “ADAM OLMAK” olarak tercüme etmiş ve bu dizeyi; “Düşlere kapılmadan, düş kurabilir(sen)” şeklinde belirtmiştir.

(12) Ecel ayırsa bile, mahşerde buluşuruz… “Ellerim böyle boş, boş mu kalacaktı” şeklinde başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güfte Sahibi bilinmemektedir. Beste; Şekip Ayhan ÖZIŞIK’a ait olup Nihavent Makamındadır.

(13) Uçuk; Deli, dolu. Uçmuş, soluk. Açık, uçmuş, soluk renk. Hafif, belirsiz. Ateşli hastalıklar, ruhsal bunalımlar veya korku sonucu genellikle dudakta beliren kabarcık.

(14) Avam; Halkın aşağı tabakası, ayaktakımı, okuması, yazması, ilmi irfanı kıt olan. (Fakirlik, Fakirler Sınıfı)

(15) İltifat; Eğilim, ilgi gösterme, beğenme, ilgi. Birine güleryüz gösterme, hatırını sorma, tatlı davranma, onunla hal hatır sorarak ilgilenme, ilgi gösterme, rağbet etme, gönül okşayıcı söz söyleme. Yüzünü çevirerek bakma.

Jest;  Genellikle yerinde yapılan ve beğenilen davranış. Herhangi bir şeyi açıklamak için genellikle bedenin, özellikle el-kol ya da başın anlam taşıyan, ya da taşımayan hareketi. İçgüdüsel ya da istençli hareket. 

(16) Tenezzül Etmek; Kendi durumuna, düzeyine aykırı bir şeyi, bir durumu, bir işi kabul etmek.

(17) Mutat Veçhile (Mutadı Veçhile); Alışılmış yol, tarz ve şekilde.

(18) Tadilât; Değişiklikler, doğrultmalar, değiştirmeler, düzeltmeler.

(19) Zevahiri  Kurtarmak: Görünüşü kurtarmak. (Bir bakıma da bir işi gereğine uygun değil, yapıyormuş görüntüsü ile üstünkörü yapmak.)

(20) Gıcır Gıcır; Tertemiz, yepyeni, pırıl pırıl. Gıcırtı.

(21) Tırı-Vırı; Değersiz, boş, aptal, bön.

(22) Nadiren; Seyrek olarak, ara sıra, pek az, seyrek. Binde bir.

(23) Paldır-Küldür; Büyük ve düzensiz, kaba gürültü çıkararak. Ansızın ve yol yönteme aldırmaksızın.

(24) Abuk-Sabuk; Akla-mantığa uymayan, düşünülmeden söylenen saçma, anlamsız söz(ler).

(25) Zaaf; Düşkünlük, dayanamama, istenç zayıflığı.