Akşamdan başlayan öfkesi dinmemişti kurşuni, hatta kurşuni ötesi simsiyah bulutlarla kaplı gökyüzünün. Yıldırımlar, gök gürültüleri, şimşeklerle destekli idi bardaktan boşanırcasına sözünü hak etmiş gibi yağmur...

Akşamdan kalmış bir sarhoş gibi sıkıntılıydı şehir, saatler sonbaharın on civarlarını gösterirken! Tüm gece düşen yıldırımların çatırtısı, şimşekler, gök gürültüleri bir hayli sarsmıştı, evimizi bile.

Rüzgârın almadığı pencereyi açtım, tüm heybetiyle(1) katkıda bulunmaya çalışıyordu geceye, uzmanlıkta sınır tanımayan yağmurla gökyüzü. Ara sıra uzaklara, çok zaman yakınlara düşen yıldırımlar endişelendirmiyordu beni, nedense.

Hiçbir insan, hatta yaşam belirtisi olmayan caddelerde in-cin top oynuyor(2) beklentisi yanlış olsa gerekti. Ha! Belki oyunlarını engellemeyecek kapalı bir yer bulmuşlarsa inlere-cinlere de bir diyeceğim olamazdı tabii!

Tek bir kanat sesinin bile duyulması mümkün olmadığı gibi Halk ve Belediye Otobüsleri dışında araçlarıyla sefere çıkmış birileri de yoktu, galiba!

Seslerden ve çakan şimşeklerin yardımında sokaklardaki küçük dereleri, yağmur sularını hapsedip ilgili yerlere ulaştırma görevleri varken, yoldaki ızgaralarından dışarı tepen zifoslu sular(3) azat olmalarının, hürriyetlerine kavuşmalarının mutluluğunu yaşıyor gibiydiler, her nereye kadar devam edecektiyse mutlulukları.

Vah garibim(1) şehrim. Dere yataklarına yapılan evler, feyezan(1) hesabı yapılmamış inişli-yokuşlu caddeler, sokaklar, neredeyse yerin yedi kat altına inen inşaatlar nedeniyle pompajla kanalizasyonu sağlanan devasa(1) yapılar nedeniyle insanlar boğulmamak(!) ya da sel sularıyla sürüklenmemek gayretinde olsalar gerekti.

Yağmurun bu şiddet ve hiddeti bu olasılıkları düşündürüyordu bana, ister-istemez.

Evleri sel sularının, hatta kanalizasyon atıklarının zapt etmesi olağandı. Verilen oyların karşılığı kadar alıyordu hizmeti vatandaşlar. Yüzde bilmem şu kadarın içindeysen amenna(1), o da tam olarak ve yüklenen anlamıyla değil.

Hani teşbihte hata olmazsa(4), mutlu azınlıkların evlerini sadece sel basıyordu, başka sorun yaşamıyor gibiydiler, malın-mülkün elden çıkması da o kadar önemli değildi! Mutsuzlarınkini ise ek olarak kanalizasyon atıkları da basıyordu.

Eee! Hep bana, hep bana(5) iradesi(1) ve mantığı ile yürütülen belediye hizmetleri böyle yağmurlarda ancak bu kadar olabiliyordu! Kaldırımları boz-yap, billboardları(1) doldur-boşalt, bilinmeyen yerlerdeki üç-beş sokağa bir çöpçü, bilinen diğer bölgelerdeki tek sokağa, ikisi sokak başına, ikisi sokak sonuna, ikisi de ortaya altı çöpçü ve başlarına da bir çavuş…

Olacaktı o kadar. Belirlenen zamanlar dışında o altı çöpçü de boş durmuyorlardı maşallah, sokağın iki başı ve ortada üç-beş adımlık yer dışında hiçbir yere ulaşamıyordu süpürgeleri!

Eee! Atalarımız ne demişlerdi; “Herkes kendi evinin önünü süpürse şehir tertemiz olurdu!” Artık sokak sakinlerinin de kendilerine düşen görevleri yapmaları doğru olmaz mıydı? Çöpçülerin bunu beklemeleri haksızlık mıydı?

Her şey beklenmemeli, ev sahipleri, ya da kiracıları da katkıda bulunmayı vazife bilmeliydiler. Değil mi?

Konu sadece çöpçü meselesi değildi tabii, sayılabilecek o kadar çok konu vardı ki, düşündüklerim yalnızca aklıma gelenlerdi. Elektrik direklerinde yanmayan ampuller, ya da gün aydınlanmasına rağmen yanmaya devam eden lâmbalar, aydınlık olması gereken karanlık sokaklar…

Hele ki arka sokaklar(6), her sokakta olması gerekirken, aşina(1) çok sokakta olmayan Halk Ekmek Dağıtım yerleri, her sokağın uygun yerlerine eşit dağıtılmış, dağılmış duygu sömürüsü(3) yapmaya hazır ve hazırlıklı dilenciler...

Ayrıca belirsiz yerlere nadiren ve bazen saatte bir, mutlu azınlık bölgelerine on dakikada bir Belediye Otobüsleri, bozuk kaldırımlar, bozuk düzen nedeniyle kaldırımlara park etmek zorunda kalmış(!) her tip marka, model ve cinste özel arabalar, hiçbir kural tanımayan fast-food(3), çiğ köfte, kebap-mebap, ekşili-turşulu bir şeyler dağıtan motosikletliler...

Kimine “Lütfen!” adaplı(1), kimine “h” ve “s” harfleri ile “has...” diye başlayan Sin Kaflı(3) tebessümler, takdimler, takdir anlamında tekdirler ve görüntüler…

Kadrolu hırsızlar, dinci(1) grupların makbuz ve duygu sömürüsü katkılı para toplama, her köşeye cemaati üç-beş kişiyi geçmeyen mahallenin yobazlarının hoca ve müezzin olarak yerleştirildikleri dini bayramlarda bile dolmayan camiler, mescitler, her Cuma “Camiye, Kur’an Kursuna, falana-filâna yardım!” çığlıkları...

Hangi birini belirtme, izah etme gayreti yaşasa ki insan?

Yağmur devam ediyordu, hem gece boyundan sonra, gecenin artıkları ve sabahın dik duruşlarına ihanet edercesine, aynı çatırtı, patırtı, aynı duygudan yoksun ritimle.

Bir ara nefes alır gibi olmuştu, ya da bana öyle gelmişti, sonbaharın bu tatil gününde uyuyakalıp saatlerin farkında olmaksızın geç uyanmam nedeniyle gereğince fark edemediğim.

Batıdan görünen karabulutlar, yağmurun kahırlı ve sinsi yaklaşımını yeniden anlatıyor gibiydi, ama kimin umurunda? Kız kardeşim, annemin talimatlarına uygun olarak hazırladığı listeyi elime vermiş, kısa, kesin bir emirle haftalık alışverişi yapmamı söylemişti (aslında “emretmişti” demek, daha doğru, uygun ve olgun cümle olsa gerekti)!

Mecburdum. Yük taşımaya karşı korkunç bir zevk alışım vardı! Bu nedenle babamdan kalan, gamsızlıkla(1) vergilerini, şusunu-busunu hâlâ onun adına ödeyip hallettiğim arabayı çalıştırarak markete doğru yöneldim.

Markete yaklaşıp park etme arzuma çeyrek kala, batıdaki o karabulutlar gereğini yapma gayretini yaşamaya başlamışlardı.

Eee! Rüzgâra da, dünyaya da hak vermek gerekti. 24 Saat dediğimiz 86400 saniyede Dünya, Ekvator denilen o 40.000 Km’lik yolu kat etmek zorundaydı. Dünya o eyleme başlamış ve bitirmek zorundaydı.

Batıda görünen o kurşuni ötesi bulutlar mola vermeksizin yeniden dizilmişlerdi şehrin, daha doğrusu marketin ve benim başımın üzerine, tüm gece boyu kahırla kusmuş olmasına rağmen dindirememiş olsa gerekti hıncını.

Arabayı park etmek üzereyken hıncını alma modunu geçmiş yağmurda, dam altındaki sığınaktan koşarcasına bir çocuk yönelmişti arabanın sağ ön kapısına. Ayakları çıplak mıydı, yoksa bana mı öyle gelmişti? Uzanıp kapıyı açtım, kapıdan içeri uzanıp söylediği iki kelime idi sadece, o da bozuk bir Türkçeyle;

“Abi, para!”

Gerçekten ayakları çıplaktı, üstü-başı lime lime, kazak-tişört denilecek tipte bir şeyle kaplıydı ve üşüyordu. Şaşkındım, ne yapacağımı bilemiyordum. Bu marketin bir benzeri olan az-biraz uzakta her türlü ihtiyacın gösterilip satıldığı mağazalar, dükkânlar, marketler vardı.

Annem; “İyilik yap, denize at, balık bilmese de Halik bilir!” derdi. Yanıma oturmasını işaretledim, arkasına bakarken “I-ıh!” der gibi bir işaret yaptı. Duvarın ötesinde iki kız çocuğu ve anneleri olduğunu sonradan öğrendiğim ve üç çocuğu bu genç yaşında nasıl sahiplendiğini anlayamadığım bir kadın vardı.

Elimle “Gelin!” diye işaret ettim. Koşarak arka kanepeye otururlarken o genç kadın “Şükran!” dedi. Bir fıkra(7) geçti aklımın ucundan, gülümsedim!

Arkadaki çocukların üstlerine ve ayaklarına baktım. Yanıma oturan çocuktan farkları yok gibi görünüyor olsalar da, o çocukların yarım-yırtık da olsa pabuçları vardı ve o çocuğa göre giyimleri daha iyi gibiydi.

Elimi göğsüme yapıştırıp; “Emin” dedim, ayakkabımı işaret edip, yanımdaki çocuğun çıplak ayağını göstererek ve anlayacaklarını düşünerek; “Ayakkabı(8), potin(8), pabuç(8), schuhe(8), shoe(8) gibi kelimeleri arka arkaya kullanmaya çalıştım.

Önce öyle yüzüme baktılar, “Şükran!” demesine rağmen kulağımı işaretledim. Hani kaba kaçacak ama bir sanatkârın dediği gibi; kafasını öne arkaya emme-basma tulumba gibi salladı genç kadın.

Dilimi çıkartarak ve şakağımı işaretleyip “Türkçe?” dedim, kafasını iki tarafa salladı bu kez. “Arap?” dediğimde ise ilk hareketi tekrarladı.

İşaretleşmekten başka çarem yoktu, yerimden kımıldayamadan önce. Kendimi gösterdim tekrar; “Emin” diyerek ve “i” harfini bir hayli uzatarak ve sonra yanlış bir düşünce geçti aklımdan; “Muhammed-ül Emin” dedim, Peygamberimiz için ünlenen isimle, ne gereği vardıysa?

Belki de güvenmelerinin desteği olarak düşünmüş olabilirdim, başka bir şeyleri anlatmayı istemem, iddia etmem yanlış olur.

Sanırım, Türkiye ile çok iyi, dostane ilişkileri(!) olan bir ülkenin insanları idiler. Genç kadın öndeki kıymetlisi olduğunu sandığım pabuçları olmayan oğlanı işaretledi ve “Yusuf!” dedi, sonra da kendi isimlerini söyledi galiba, caddeye çıkıyor olunca motor sesinden anlayamadığım, ya da duyamadığım.

İş; başa düşmüştü. Önce Yusuf’un ayağını, sonra üstündeki çulu gösterip iğrenirmiş(2) gibi hareketimi tamamladıktan sonra pencereyi açar gibi yapıp, atarmış gibi hareketimi tamamladım.

Saatimi işaretleyip, bir işareti ve telefon ahizesi şeklini tutturmaya çalıştım baş ve serçe parmaklarımla.

Bu arada arabayı kenara çekip, Im! Im!” seslenişi desteğinde arabanın direksiyonunu sağa-sola çevirdim yerinde. “Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul-zurna az!” demişlerdi, ortama uydu mu bilmiyorum, ama sanırım anlamışlardı. Ben de evime gerekli tekmili verdim(2), kısaca.

Sonlandırmam gereğini yaşadığım hareketler vardı, tepkisiz durmalarına rağmen. Ağzımı ellerimle destekleyip şapırdatarak, karnımı ovalama işareti yaptım. Anlamamaları mümkün değildi, ama hepsi birden annelerine bakıp başlarını, aynen onun gibi, onun seslenişine uygun olarak öne-arkaya doğru salladılar.

Her şeye rağmen işaret diliyle anlatışımda başarılı olduğumu düşünüyor, ama neden bana bu kadar güvendiklerini anlayamıyordum...

O büyük markete girip dördünün de ayaklarına uygun olduğuna inandığım bir şeyler aldım. Sonra bir başka mağazadan üç çocuğa ayrı ayrı bir şeyler denkleştirmeğe çalıştım, annelerinin desteği ile.

Üçü de sıkı sıkı sarılmışlardı paketlerine. Ancak ben özellikle Yusuf’un morarmış ayaklarına kıyamadığım için pabuçlarını ayağına, ötekileri de üstüne geçirmekte ısrarcı olmuştum.

Telefon çaldı bu kere, kız kardeşim merak etmişti, normale göre geciktiğim için;

Fakir bir aileyi doyuruyorum, dönünce anlatırım!” dedim. “Fakir” kelimesinin genç kadının dikkatini çektiğini hissettim. Üst katlara çıktık yürüyen merdivenlerle. Hoşlanmıştı çocuklar, hissettiğim kadarıyla.

Hepsi iştahla dönerlere bakıyorlardı. “Kalanını gerekirse paket ettiririm!” diyerek çocuklara birer porsiyon, annelerine bir buçuk porsiyon İskender, kola ve arkasından da dört kişilik künefe söyledim.

Etle de, tatlıyla da aram iyi değildi, vejetaryen değildim, hem canım istemiyordu, hem de birilerine yardım etmenin mutluluğunu doyasıya yaşamak istiyordum. Param vardı Allah’a şükür, mezara götürme lüksümüz de yoktu ki zaten.

İştahla bitirdiler tüm ısmarladıklarımı, kim bilir kaç günlerin açlığını bastırmak istercesine. Genç kadın tabağındaki etleri aynı ya da eşit olmasına dikkat ederek çocuklarına üleştirip kendi neredeyse yoğurt ve pidelerle doyurdu karnını.

Tatlıdan sonra sünnetlenecek(2) bir şey kalmamıştı sofrada. Kredi kartım bilmem kaçıncı kez girdi devreye, hiç umurumda olmaksızın. Bildiğim; sağ elin hareketinden sol elin haberdar olmaması idi.

Markete indik. Bir araba onlara, bir araba kendime aldım, kardeşimin sipariş listesinden aldıklarımın aynısını başının işaretlerine göre onun arabasına da koydum. Benim listemde olmayan ancak onların ihtiyaçlarının olacağına inandığım çay, zeytin, kıyma, ekmek ve çocukların özenerek baktıklarını hissettiğim ne varsa alma gayretinde oldum.

Bundan sonrasını anlatmam, başa kakmam, övünmem, belki mübalağa etmem denilebilir, ama zordu. Parmaklarla yürüme işaretleriyle desteklenmiş direksiyon çevirme işaretleri, motor sesi gürültüleri...

Ve mutlaka ben tam anlamıyla anlatamıyordum hissettiğime göre, ben ne kadar gabi(1) isem, onlar o kadar zeki idi!

Malûm özelliğim(!) nedeniyle anlatamamaktan dolayı fişlerden biri üzerine kibrit şekiller çizmek geldi aklıma, yani resim de çizebilirdim, ama vakit alırdı (yalandan kim ölmüştü ki, ben öleydim, resme ilgim sıfır kilometrede idi çünkü)!

Önce kibritten bir kadın resmi çizdim, diğerlerinden farklı olacak şekilde sadece saçlarını uzun yaparak ve genç kadını işaretleyerek. Sonra Yusuf ve kızları aynı minval(1) üzere…

En sonunda bıyık taktığım bir kibrit resim ile üzerine soru işareti koydum!

Anlamıştı genç kadın sormak istediğimi. Elimden kalemimi alarak resmin üstüne kocaman bir çarpı işareti koyduktan sonra, kalemle kendi boynunu kesme işareti yaparak “Kıh!” gibi bir ses çıkartma hiddetini yaşadı ve elleriyle de çarpı işaretini şekillendirdi.

Sonra ev resmi çizdi kibritten ve aynı benim gibi direksiyon çevirme, motor sesi yükseltme ve yürüme hareketlerini tekrarladı.

Anlaşmıştık, tek konu hariç. Ben paketlerimi, poşetlerimi bagaja yerleştirirken, onlar nasıl bir endişe yaşıyor olsalardı ki tüm paket ve poşetleri üleşircesine yanlarına aldılar.

Yol-iz bilmiyor olsalar gerekti, otobüs yolunu takip ederek devamlı “Yürü!” gibi işaret yapıyordu genç kadın. Sonra sapa toprak bir yola saptık. Henüz tamamlanmamış, belki de şimdilik yarım bırakılmış, naylon örtülerle kaplanmış bir inşaat görünmüştü karşıda.

Muhtemelen susuzluk nedeniyle oldukça pis kokan bir inşaatın ikinci kattaki bir odasını gördüm uzaktan, belki, hırsıza-uğursuza, kedi-köpeğe karşı tedbir olarak, gece karanlığında daha fazlasını görmeyi beklemem mümkün değildi.

Genç kadın gene; “Şükran!” dedikten sonra ellerime sarıldı, öpmek ister gibi. Ben o kadar büyük değildim, büyük bildiğim şey Allah’tı, elimi çekmek istedim, ama kurtaramadım.

Önce kendisi ve onun söylediği bir kısım anlayamadığım sözlerden sonra çocuklar öptüler ellerimi. Cebimdeki paranın neredeyse tümünü Yusuf’un cebine istifledikten sonra, gecenin o vaktinde onlar mum ışıklarıyla, ben farlarımın aydınlığıyla evime yöneldiğimde, mutluydum.

“İnsan hafızası unutmaya mahkûmdur!(9)” denmişti. Aynı sokaktan ve o inşaatın önünden belirli bir süre geçemedim, çeşitli imkânsızlıklar ya da dediğim gibi unutmak nedeniyle.

Sonra bir gün aklıma geldi, heyecanla “Ne oluyor?” düşüncesiyle aynı şekilde adımladım, o toprak ve tozlu yolu. Boştu o yarım inşaat. Naylon perdeler rüzgârın ya da kimsesizliğin bunalımıyla yırtılmış, savrulmuş, azat edilmiş, kendi başlarınaydılar.

Üzüldüm, elimde olmaksızın. Onların yaşamları ile ilgili olarak “Şükran” ve “Yusuf” kelimeleri dışında hiçbir bilgi yoktu dağarcığımda, tutunacağım. Ben yaptığının arkasını takip etmeyen bilgisiz, vasıfsız, nankör ve zavallı bir yardımseverdim, eğer bu sallapatiliğime(1), bu vurdumduymazlığıma(1) rağmen yardımsever unvanı yakıştırılabilirse bana?

Kahrediyordum, hatta affedilmesi mümkün olmayan bu ihmalim nedeniyle küfrediyordum bile kendime, çok ayıp olmayacak bir şekilde. Bilmem gerektiği halde, bilemeyişim için kızıyordum kendim kendime, hem için için...

Kaç zaman geçti aradan süresini bilmediğim, defalarca aynı marketlerin önlerinde saatlerce dikildiğim, aynı binanın önünden Sorgu Hâkimi gibi defalarca geçtiğim? Genelde bir bilen olmalıydı, ya da bilmek isteyen, gören, tanıyan, haberdar olan. Ne ad, ne yüz...

Gökten zembille inip(10), yer yarılmış, içinde kaybolmuştu(11) bu dört nadide insan...

Üç ay, beş ay, bir yıl ve bir yılı taşan daha sonrası...

Artık kendimle iddialaşmaktan vazgeçmiştim. Vazgeçmeliydim de, çünkü o gariplerin sığındığı inşaat yeniden çalışmaya başlamış ve tüm hızıyla gecikmiş gibi devam ediyordu.

“Umut fakirin ekmeği(12), Umutsuz kalınca bile umudu tüketmemek gerekir(12), Umut cesaretin yarısıdır(12), Bir yerde yaşam varsa, orda umut da vardır(12) gibi ve daha nice sözler vardı aklımdan geçen.

Ancak ne zaman inşaat bitmiş, bir kısım dairelerin perdelerini ve ışıklarını, insanlarını görmeye başlamıştım, tatmin olamadığım yardımı niye daha fazla gerçekleştiremediğimin hüznünü katmerli bir şekilde yaşamaya başlamıştım; monoton, rutin, doğaya uygun, ama bana hiç uymayan bir yaşam ve ben onu tüketme gayretindeydim.

Saymadığım günler sonunda, felâket tellâllığının(3) çığırıldığını(2) sandığım bir yağmurla karşılaştım yeniden, hatıramı canlandıran, tazeleyen ve gene bana hüznü yaşatan.

Yine ipini koparmış bir yağmur, süzgeçten, ya da delik bir tenekeden akarcasına iniyordu gökyüzünden. Acaba süzgeç ya da teneke yerine daha öncesinde tarif eder gibi kovadan boşalırcasına desem daha doğru bir benzetme mi olurdu?

Aslında gerçekçe söylemem gerek ki, gönlümün açlığının farkında değildim, hiç de önemsemiyordum, ama kız kardeşime dünür gelmişti. Bense bugüne değin(3) benim olsun istediğim biriyle karşılaşmamıştım.

Sora sora (galiba “araya araya” demem gerekti!) Bağdat bulunabiliyorsa da, benim de araya araya gönlümün sultanını bulacağımı düşünmek bile abesle iştigal(3) idi. Bu nedenle;

“Bu gibi işlerin sırası-sekisi olmaz(2) kardeşim, bana uyacak olursan evde kalmış ‘E’ başlangıçlı, üç ‘K’ harfli, yani ‘Evde Kalmış Kart Kız’ olacaksın!’ dediğimde;

“Peki, mademki çok ısrar ediyorsun!” diye bir cümleyi değil söylemek, aklından bile geçirdiğini sanmıyordum, o delikanlıyı istediğini hissetmeme rağmen.

Sevgi, aşk benim aralarına girebileceğim bir şey değildi, ama o çocukla iyi bir yuva kuracaklarına dair sağlam bir inanç geçiyordu içimden.

Marketten çıktığımda işte beni bu düşünceler içine hapseden yağmurla karşılaşmıştım yeniden. Arabama binmek için cansiperane(1) bir tavırla bedenimi yağmurdan esirgemeye çalışırken, tıpkı o günkü çocuklar gibi saçak altına büzülmüş, elindeki poşetleri yere bırakmamakta direnen, muhtemel titizliği nedeniyle, neredeyse düzgün bir “C” harfi gibi iki büklüm olmuş, otobüs ya da dolmuş bekleyen teyze çekmişti dikkatimi.

Elimdeki poşetleri arabaya bırakıp yanına koştum, ne de olsa kibarlık ve centilmenlik suratımdan akıyordu (hani meselâ, beni kaderin yönlendirdiği gibi bir şey, asla aklımın ucundan geçmiyordu);

“Abla yardım edeyim, arabam boş, götüreyim sizi, hem yükünüz ağır, hem de bir hırkayla çıkmışsınız dışarı!” dediğimde saldırım sonuç vermiş, elindeki poşetleri alarak arabama yönelerek yerleştirmiştim. Abla dediğim teyze, yerinde çakılı gibi duruyordu.

Montumu siper ederek onu ön koltuğa oturttuğumda;

“Sağ ol oğlum, gözlerim iyice bozuldu, eskisi gibi görmüyor, aklım da bir gidip, bir geliyor, şu cadde üzerinde evim. Aslında bu şekilde dolaşmak hava almak bana iyi geliyor, zevk alıyorum, torunum ve onun arabası olmasına rağmen, otobüsle gidip gelmek hoş oluyor, hem de yaşımın gereği bedava olarak…

Bugün otobüs de gecikti, yağmurdan olsa gerek! Torunum da duyarsız değildir, ama benim zevklerime saygısı olduğundan, aramasına rağmen, ‘Gelme! Beni karşıla sadece dedim!’ dedi yaşlı abla.

Aslında “Teyze” demem gereken birine başlangıçta mademki “Abla” demiştim, o halde aynı şekilde devam etmem gerekti, üstelik cevabını bildiğim bir soru olduğu halde;

“Bu havada seni kim gönderdi markete, ya da neden ısrarla kendiniz gelmekte ısrarcı oldunuz ki? Torunum dediğiniz dışında, başka çoluk-çocuk, damat-gelin, torun-topalak yok muydu, zahmetinizi önleyecek? Hem neden bu kadar çok şey aldınız bir seferde? Mademki otobüs bedava, taksit-taksit alsaydınız ya!”

Sonraki sözlerim aklımda kalmamış, belki hakaret, belki kinaye(1), belki ima içeren cümleler olabilirdi söylediklerim, ablanın duyduğunu sanmadığım, içimden geçirircesine mırıldandığım.

Ve teyze derin bir iç çekişiyle ve hüzünle başladı konuşmaya, belki de yoldaki zamanı boş ve boşa geçirmemek için;

“Tanrının babasını ve kızımı alıp kızlarını bana bağışladığı bir torunum var, kızım gibi, adı Güneş. Çünkü doğduğunda güneş gibi aydınlatmıştı dünyamızı, o güneşin anne ve babasının gönlünü aydınlattığını düşünürken. Tanrı; ‘Benim işime nasıl karışırsınız ki?' diyerek onların gözlerini aynı anda kör ederek, aynı anda yanına aldı ve kıyamete kadar sürecek bir serüven için kendine sakladı onları.”

Dinleyeni olmasa, ya da çok kez anlattığı için dinleyenlerinin olmadığını sandığım abla devam ediyordu, meraklı bir dinleyeninin olduğunu düşünerek;

“Güneş özel bir kurumda çalışmalarına devam ediyor, durumu iyi sayılır. Evimizde misafirlerimiz de var, Güneş’in çok iyi anlaştığı, üstelik bana gönül dostu olan. Bu nedenle ona kıyamadım, zevk aldığım için ben çıktım markete, yağmurun bu kadar kahırlı olacağını düşünmeksizin…

Allah’a şükür, anadan-atadan kalanlarla, dairelerimizin kirası ve Güneş’in maaşı yetiyor bize.”

Durakladı;

“Dur bakayım oğlum, birkaç yüz metre sonra evin önündeki durağa geleceğiz, kız karşılamak için çıkmamışsa, çıksın diye telefon edeyim! Buradan iki otobüs durağı sonra, arkasında bakkal olan durakta ben inerim. Sana da zahmet oldu, ama çok makbule geçti(2), sana zahmet oldu, hakkını helâl et oğlum!” dedikten sonra benim duraklama moduna girmemi fırsat bilerek telefonunu tuşladı ve karşısındaki duymuyormuş gibi bağırarak konuşmaya çalıştı;

“Kızım, durakta mısın?...

Tamam oldu...

Otobüs yerine genç bir delikanlı beni beyaz bir arabayla getiriyor, birazdan orada oluruz, sen bekle beni!”

Sözleri emir gibiydi. Eee! Yıllarca anne-baba yerine, annelik-babalık yapmışsa, bu hakkı olsa gerekti yaşlı ablanın!

Tarif ettiği durakta, elinde şemsiye ile yağan yağmura aldırış etmeksizin genç bir kız duruyordu, selektör yaptım(2); “Biz geliyoruz!” anlamında.

Hemen şemsiyeyi açtı, durduğumda anneannesinin kapısını açarak, onun teşekkür etmesini bekledikten sonra, onu kapıya kadar şemsiye ile götürürken benim kulağıma da ulaşan nasihatini dinledi;

“Torbaların altları temiz, yere hiç koymadım…”

Genç kız geri döndü, gözlerine baktığımda aklımın başımdan gittiğini sandım. Yalana ya da her ne ad veriliyorsa ona sarılma gayretini yaşadım, içimden;

“İşte kardeşimi gönül dünyasına uğurlamama sebep olacak, onu azat ettirecek dünyamın aydınlığı...”

Erimiş miydim, yanmış, kül olmuş muydum, bilmiyordum, çünkü ben, bende ben değildim kesinlikle. Poşetleri uzatırken bir anda eli elime değince tutuştu elim(13), yandığımı hissettim, “Kül olmak üzereydim!” diyeyim. Nutkum tutulmuştu;

“Yardım edeyim!” derken güçlükle çıktı sesim dudaklarımdan.

“Gereksiz, sadece poşetleri uzatmanız yeterli, anneannem gerektiği şekilde teşekkür etti, benim de teşekkür etmemi bekliyorsanız...”

“Yoo! Yoo! Estağfurullah(1)! Bir şeyi gerçeğe uygun gerçekleştirmek istiyorsanız, bir elin diğerinden haberi olmaması gerek. Tanışmadık, ben sizin Güneş olduğunuzu biliyorum, ama ben önemsizim, beni bilmenize gerek yok! İyi akşamlar, iyi rüyalar, iyi hülyalar, iyi...

“Lâf olsun, torba dolsun! (14)ya da “Lâf ola, beri gele! (14) örneği...

Nutkum tutulmuş, devamını getirememiştim. Üstüne üstlük evim için aldıklarımı koyduğum poşeti de diğer poşetlerle birlikte aklıma insafsızca diz çöktüren genç kıza teslim etmiştim, farkında olmaksızın ve ne işime yarayacaktıysa parmaklarını özenle gözden geçirirken...

Ne zaman ki kız kardeşim; “Ne oldu ağabey benim siparişler!” demişti, o zaman aklıma gelmişti yitirdiğim poşet ki, geçmiş olsun! Üstelik dalgınlığımla, çözümsüzlüğümle, mazeret uyduramamanın şaşkınlığıyla somurtmaktan(2) başka bir eylem gelmiyordu aklıma, ne söz, ne de hareket olarak.

Suskunluğum ve durgunluğum cesaretlendirmişti kardeşimi;

“Farkında olmadığım bir gelişme, önümün açıldığı izlenimime(1) göre umudum mu başlıyor ağabey? Bak Ağabey, çekinme, söyle istersen! İki nişan, nikâh, düğün bir arada yaparız fazla masraflı olmaz!”

“Yahu kızım, gönlüne göre kurbağayı buldun o halde öp gitsin, prens olsun(15), beni bekleme, beni beklersen siz yaya kalırsınız, gerçekten!”

“Sanmıyorum ağabey, seni bekleyeceğim, bu değişikliğinin mutlaka bir sebebi var, hissediyorum, nasıl olsa senden küçüğüm, seni beklemekten vazgeçmeyeceğim. Beklerim, kaybım da olmaz, benimki hazır biliyorsun, sen sadece seninkini yola getir!”

İnsan karanlıkta göz kırparsa, ya da karanlıkta esnerken “Kibarlık olsun!” diye elinin tersiyle ağzını kapatırsa sadece ilgilenmesi umut edilen gereken değil, kaç kişi fark ederdi ki, yaptığını?

Ancak kız kardeşim üniversite mezunu, üstelik konusunun uzmanı ve gönlünde yaşattığı biri olduğuna göre, heyecanlanması ve benim yerime hissetmesi, duygulanması, düşüncelere dalmak istemesi yanlış mıydı, zor muydu?

Tek farkla; o annemi kendi başına bırakabilirdi, ama ben bir yuva kursam da, kurmasam, kuramasam da onu asla yalnız, aç-açıkta bırakmazdım. Bu nedenledir ki kız kardeşimin evlilikte benim önüme geçmemek için direnmesinin nedenini anlayamıyordum.

Gerçekten ne unutmak, ne de yaşamak mümkündü o sıcaklığı, o ateşi, o unutulmayacak anı yeniden ve aynen. İnsan otuzlu yaşlara gelmiş ve arzuladığı bir heyecanı yaşamamışsa tekrarını dilemek yanlış mıydı?

Hayır! Edepsizlik edip günlerce kapısı önünde beklemek ve ilgisini kazanmak için bir genç kızı rahatsız etmek, hele ki ilgisi konusunda bilgim olmadığı halde onun önüne geçmek benim kitabımda yazılı değildi.

Tüm mevcudiyetimle, tüm ruhsal yapımla onda beni görmek, onu yaşamak istiyor olsam da. Hatta “Eli elime değdi de, hem ben yandım...(13)derken devamını getirmeye bile ne arzum, ne de hakkım vardı.

Ama unutamıyor, zihnimden hayalini, avucumdan, elimden yangınını yok edemiyordum. Günlerin nasıl geçtiğini de anlayamıyordum, basite indirgediğimi sandığım düşüncelere rağmen.

Saygı sınırlarını zorlamamalıydım, daha doğrusu öncemde edepsizlik diye yorumladığım sınırları. Evet! Peki! Amenna! Ama onun hükmünden nasıl kurtaracaktım kendimi?

Biliyordum kendimi; o bir kartalsa ben bir karga, o bir şahinse ben ona mahkûm serçeydim. Daha genelleştirebileceğim bir tabirle o havada yoğun bir sis içinde damlalarla yağmur ise, ben ona muhtaç bir kum tanesiydim. Kendimi ona ulaşamayacak kadar, ulaşamayacakmış gibi zayıf görüyordum.

Oysa aynı zirveye ulaşmak için o kartalsa ve uçarak ulaşıyorsa, ben sürünerek de olsa ulaşamaz mıydım oraya(16)? Bir kez daha zonklamaya başlamıştı heceler dilimde; “Kişinin irfanı; noksanını bilmek değil(17), noksanlığını bilememesiydi ve ben hâlâ bunu bu anda bile bilmemek yaradılışında idim ki; hazin...

Cesaret, ya da dilek ve arzularını belirtmek parayla olsa tüm servetimi, hatta annemden emekli maaşlarını borç, kendi maaşlarımı devletten avans olarak çeker, tüm gençliğimi ve yaşamımı, varlığımı onun ayaklarının dibine yönlendirip sermek isterdim, umursamaksızın yok etsin, ama beni dilesin amaçlı olarak.

Onun maddiyata önem vereceği, onu satın alabileceğim aklımın ucundan bile geçmiyordu, ancak hiçbir şeyle kıyas(1) kabul edilmeyecek bir gönlü olabileceği geçiyordu aklımdan. Güneş dünyaya doğuyor, ama benim gönlüme doğması mümkün görünmüyordu.

Günlerden bir gün, hayalimden hiç eksilmeyen yüzü ile bir otobüste, neden otobüste olduklarını sorgulamaksızın onunla yanında bir çocuk olduğu halde karşılaştığımda, o çocuk beni görür görmez bacağıma sarıldı, Güneş’in elini bırakarak;

“Emin Abi, şükür! Allah razı olsun!” dedi, neredeyse asil bir Türkçeye yakışırcasına.

Genç kıza döndüm, şaşırmış, irkilmiş haklarımı kullanarak;

“Doğrusu gördüğümde bu genç yaşınızda bu yaşta bir çocuğunuz olabileceği aklıma gelmemişti, Yusuf beni aydınlattı!” dedim.

“Demek o, sizsiniz!” Ahenkli, soru gibi olmayan, daha doğrusu yok olan aklımdaki kırıntıları da silip süpürmüştü, sözleri, gözleri ve tebessümü.

“Anlamadım!”

“Biraz uzun olacak, ama bir çay içmek için evimize davet etsem, Yusuf’un ablalarını ve annesini de görmek istemez misiniz, acaba?” dediğinde, dimağım(1) yerine yerleşmekte sıkıntı çekmişti. Körün istediği bir gözdü, Allah vermişti iki göz deyişiyle bir sürü eksikliğin tamamlanmasını ve cevabını almak için gözlerim bir bukalemunun(1) gözleri gibi velfecri(2) okuyordu!

Bir çay içiminde aklımda kalanları değil, aklımdan hiç çıkmayanları kısaca özetlemem gerekirse...

Ama öncelikle “Çay içelim!” sözünden sonraki sitemi hatırlayayım;

“Bir daha geçmediniz aynı sokaktan?”

“Hakkım var mıydı?”

“Hak etmeye çalışırdınız belki!”

“Çekindim, sizin gibi güzel bir kızın, bir görüşte bana şöyle ya da böyle hak vereceği aklımın ucundan bile geçmezdi!”

“İnsanların gerçeklere, mucitlerin icatlarına, kâşiflerin keşiflerine çok zorlu, muhtelif denemelerden sonra ulaştıkları hiç mi aklınızdan geçmedi? Ama üzgün değilim, aynı adreste buluşmaktan memnun oldum, Yusuf sayesinde...

Nasıl derdim ki; “O memnuniyeti mutluluk olarak benimle paylaşsan, kardeşim de kendi mutluluğu için bizim mutluluğumuza ortak olsa!” diye.

İki yardımsever, ya da ihtiyacı olana elini uzatan iki farklı genç insan olarak yaşadıklarımızın, daha doğrusu Güneş’in yaşadıklarının özeti şu;

Benim Yusuf ve ailesiyle beraberce tükettiğimiz zamanın ertelerinde bir gün, tesadüfen o izbe inşaatın yanından geçerken çocukların konuşmalarına şahit olmuş Güneş. O zamanlarda Arap Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı öğrencisi olan, bugün oldukça önemli bir yerde filolog(1) olarak görev yapan Güneş, onlara onların dili ile hitap edince bir anda öpücük yağmuruna tutulmuş.

Onların yaşadıklarını, daha doğrusu yaşamak zorunda kaldıklarını görüp öğrenince, “Bir gün” deyip izin istemiş, annesiyle beraber ve arabasıyla gelip onları yaşamakta oldukları o dehlizden(1) kurtarmayı amaçlamışlar.

Bürokratik birçok işlemleri iyi bir filolog olmak yanında, iyi bir insan, bürokrat ve takipçi olmasının verdiği avantajla hepsini halletmiş Güneş.

Para dediğin el kiriydi, Güneş çalışıyor da olunca, “Bize yeten onlara da yeter!” felsefesi(1) ile onların gereğince temizlenmeleri için analı-çocuklu onları teker teker banyoya sokup yıkanmalarını sağlamışlar.

Anne minyon(1) tipli olduğundan, kendisinin ve anneannesinin çamaşırları uygun gelmişse de, acele çarşıya çıkıp aklının erdiğince çocuklara giyim eşyası almış…

Aynı masada doyunmaya başlamışlar. CD(1), kitap ve kasetleri önlerine yığdığı gibi, öncesinde bir hafta izin alıp yoğun bir tempo ile sonra ev ödevi vererek(!) ve anneannesinin desteği ile Türkçe öğretmeye çalışmış, tüm aileye ve de her akşam sınav yaparak(!) topluca, gösterişsiz, mutlaka gereğini isteyerek…

Doğrusu dünyada Güneş ve anneannesi gibi insanların yaşadığı söylenilse, anlatılsa kesinlikle inanmazdım, ama yaşadığım, daha doğrusu dinlediğim ve gördüğüm bu idi. Güneş yaşananları anlatırken kızlar iki yanıma oturmuş, kollarını kollarıma dolamış, Yusuf ayaklarımın önüne çökmüş, dizlerimi zapt etmişti onu dinlerlerken.

Anneannenin anlatılanları dinlemek için zorunluluğu olmasa gerekti! İkide bir kalkıp pervane gibi dört dönüyor(2), çayları tazeliyor, bir şeyler hazırlıyor, getirip götürüyor, çocukların annelerinin ve onların Güneş’i dinlemelerine dikkat etmiyordu.

Doyamamıştım dinlemeye, doyamazdım, doymam da mümkün değildi. Gözlerim gözlerine değdiğinde kalbim yerinden fırlayacak gibi oluyordu, engelleyemiyor, fark edilmekten çekiniyor, çocukların saçlarında ellerimi gezdirerek zamanımı ve heyecanımı engellemeye çalışıyordum.

Güneş’in anlatacağı ve dinleyip öğrenmem gereken bir o kadar da çok şey vardı. Ama haddimi bilmeliydim(2), bir gazete haberi gibi ilk sayfadakilerle yetinmeli, sayfa şu, sütün bu denilen kısımları ertelemeliydim, hem bu benim için gerekliydi de.

Belki bir birlikteliği önerir, ona, onun istediğini sandığım sevgi cümlelerini art arda sıralama gayretini yaşarken, çocuklara o sözlerden arta kalan öyküleri derlemek için de gayretli olurdum.

Şu anda çocuklar ve anneleri rahat, huzurlu ve doyurucu bir aile ortamında idiler ve ben hem kimsesiz, hem de yalnızlık hastasıydım! O halde tedavim gerekliydi ve bunun çaresini, devasını(1), ilâcını kısa bir süre içinde bulmak zorundaydım, aksi takdirde yaşayamayacaktım! Yaşayamazdım da hülyama göre.

Ayağa kalktım;

“Çok meşgul ettim, sizi, sizleri, kalanını başka zaman dinlesem?”

“Bekleyenin yoksa kalaydın biraz daha oğlum!”

“Bekleyenlerim; annem ve kız kardeşim. Onlardan başka bekleyenim olsa da razıyım kavuşmasam(18)! Şimdilik Allahaısmarladık!”

“Bir daha ki sefere anneni de, kız kardeşini de al, gel, tanışalım. Eğer haber verirsen yemeğe de, hatta gece yatısına da kalın, evimiz müsait, sakıncası yok!”

“Sağ olun, ilginize teşekkür ederim!” derken anneannenin bir şeyler mi hissettiği, yoksa duyumları mı olduğu konusunda iç çekmekle(2) meşguldüm. Bu nedenle elini nasıl öptüğümü fark edemedim.

Çocuklar ve anneleri ellerimi bırakmaksızın öpme çabasındaydılar, bu sefer tek farkla, anneleri “Kardeşim!” çocuklar “Dayı!” demişlerdi bana.

Mutluydum, ama beni uğurlamaya gelenler arasında o yoktu. İkinci kez sesimi duyurmak, onu son bir kez daha görmek için, sesimi yükselterek “Allahaısmarladık!” dediğimde, elinde arkalı önlü yazılı bir kartı uzattı;

“Ararsan sevinirim!” dedi, elinin elime değmemesine dikkat ederek. Biliyor, ya da hissediyordu ki diyeyim, şeytan gibi değil, statik(1) bir elektrik gibi çarpacak, ağzım, burnum, yüzüm karmakarışık olacaktı, o da tabiidir ki böyle birini istemezdi!

“Özür dilerim, ben sizin kadar meşhur, ya da tanınmış değilim, bu nedenle kartım-martım yok. Sonra isterseniz bir vesile ile görüşürsek ne isterseniz onları yazıp size sunarım! İyi akşamlar, Allah rahatlık versin!” derken bu heyecanla yarına nasıl ulaşacağımın endişesini yaşıyordum!

Yarın, yarın olmakta, ben düşüncelerimi gerçekleştirmede gecikmedim. Bir demet beyaz ve kırmızı gül arasına tek bir kırmızı lâle(19) yerleştirerek makamına ulaşma çabasını yaşadım.

Onun çalışma yeri hakkındaki düşüncemde o kadar küçülmüştüm ki, lâbirent(1) gibi bir odası, ilk odada iki genç sekreter kız vardı ve onları göğüslemeksizin onun odasına geçmek imkânsızdı.

Ne ummuş, neyle karşılaşmıştım, iyicene ezilmiş, büzülmüştüm. Geri dönüşüm mümkün değildi, ancak çözümüm kolaydı bana göre;

“Emin’den bir çiçek getirmiştim, izninizle verip çıkayım!”

“Bir saniye efendim!” deyip dâhilden telefon etmek yerine, kapıyı tıklatıp yarı açık bırakarak benim dileğimi iletti ona;

“Emin Bey diye birisi çiçek göndermiş size, efendim!”

“Kendinin getirmeye yüzü mü yokmuş, kabul etmediğimi söyle, ister alsın geri götürsün, ister size bıraksın...”

Ekleyeceği başka kelime ve cümleler var mıydı, bilemiyorum, ama kapıyı sekreterin sırtına çarpma riskini göz ardı ederek(2) başımı kapıdan içeri uzattım;

“Kabul etmediğinizi söylersem, Emin beni kör bıçakla doğrar Alimallah(1)! Lütfen bana acıyın, kabul edin, sonra ister bu çocuklara verin, ister vazonuza yerleştirin, isterseniz çöpe atın efendim! Ama lütfen!”

Bozuntuya vermedi, ya da hissedilsin istemedi;

“Peki! Bir şey içer misiniz?”

“Özür dilerim efendim, görevimi yaptım, sizi fazla meşgul etmeyeyim, ben gideyim!”

“Kızım, sen iki çay söyle. Emin Beyin gönderdiği bu arkadaşı da öğle yemeğinde misafir edeceğim, aşçıya da söyle, ona göre hazırlasın masamı...

Lütfen!”

“Baş üstüne!” diyen sekreter kapıyı kapattıktan sonra;

“Sizi ben yemeğe çıkarmak, çiçeklerin diliyle ben içimdekileri söylemek istiyordum!”

“Neden? Yemekte söylemek istediklerini burada, ya da başka bir mekânda söylemek o kadar zor mu? Hem niye saklandınız, ‘Emin Bey çiçek göndermiş!’ diyerek?”

“Bilmem, çekindim yine herhalde, aramızda mevki olarak o kadar çok mesafe var ki! Söylemek istediklerimi, söylemek için çok cesaretli olmalıyım. Oysa elim ayağım titrerken, gözlerine bakmak için bile cesur değilken, nasıl ayaküstü bir şeyler söylememi beklersin ki?”

“Peki, merak ettiğin konuları açıklamaya çalışarak bir süreliğine de olsa havayı soğutmaya çalışayım. Aişe, yani Ayşe ve çocukları ömür boyu misafirlerimiz bizim. Övünme faslını bir kenara bırakırsak çok iyi Türkçe konuşuyorlar, aralarında bile Türkçe konuşmak zorundalar, çünkü öz lisanlarıyla konuşmalarını yasakladım!”

Bir süre durakladı, hatırlamak, ya da unutmamak ister gibi ve devam etti;

“Hepsine TC Nüfus Kâğıdı çıkarttırdım, gecikmiş olarak da olsa kızlar aynı anda, oğlan da bu sene başladı okula. Seninle karşılaştığımızda arabamı park etmekte zorluk çekeceğim için alışverişe beraber çıkmıştık, otobüsle. Aklına gelen, sormak istediğin başka bir şey varsa sor…” derken telefonu çaldı, konuştu ve bana döndü;

“Çay bayatmış, getirmeyecekler, yemek hazırmış, haydi gidelim!” dedi.

Nasıl derdim ki ona; “Et yemem, tavuktan, patlıcandan hoşlanmam, sakatattan nefret ederim!” gibi bazı tiksintilerimin(1) olduğunu. Duam yetmeyecekti, ikram edilecek yemek her neyse onun için. Ama insan, hatır için çiğ tavuk bile yerdi(20), değil mi?

Hele ki umudu için deveyi, ya, ya da demeksizin gütmek(21) zorundaysa…”

İnsan neyi haz etmiyorsa(2) başına gelirdi; incik yeri(3) denen haşlama et, tavuklu iç pilâv idi menü. Güneş iştiha(1) ile yerken benim somurtmam olmazdı, hatta hissettirmem bile.

Üstelik beni “Emin Bey” olmaktan vaz geçirerek arkadaşlarına; “Hayattaki en yakın arkadaşım!” diye çekinmeksizin takdim etmişti.

Şaklabanlık geçti aklımdan, acaba onun için ölseydim meselâ, cenazemin başında “Hayattaki en yakın ölü arkadaşım!” der miydi çevresine?

Oysa ben hayattaki değil, tüm hayatını kapsayacak tek kişi olmak arzusundaydım.

Olur muydu? Nasıl ki Nasrettin Hoca göle yoğurt mayası tutturma gayretinde olmuş; “Ya tutarsa?” diyerek, ben de kendim için ileriye doğru hiç olmazsa bir adım atma gayretini yaşamaya çalışsam, ne kaybım olurdu ki? Hiç! Ölürdüm sadece. Onsuz yaşamaktansa...

“Lâvabodan sonra kahvelerimizi benim odamda içeriz ve sana müsaade, fısıldamak istediklerini düzenlemeye çalış ve bir çırpıda söyle, çünkü işim-gücüm var, fazla vaktim ve tahammülüm yok, anlaştık mı?”

“Anladım efendim!”

“İki de bir ‘efendim!’ deme! Hiç kimse öteye ne unvanını, ne de maaşını götürmüyor, ben geldiğinden beri sana ‘Sen!’ diyorum, o halde sen de bana katkısız ve eklentisiz ‘Güneş’ de, lütfen!”

Bu benim atmam gereken adımın onun tarafından atıldığının bir görünüşü değildiyse Allah-Kur’an çarpsındı beni! Hemen ona uydum;

“Peki Güneş!”

Odasına girerken sekreterlerden birine; “İki şekerli kahve!” dedi, öyle emreder gibi değil de sevgi cümleleri ile derlermiş gibi, “Lütfen!” takısıyla. Yerine otururken;

“Kaç yıl geçti, aradan ayrı ayrı? (22) dedi bir şarkının ilk dizesi gibi, belki de sonunu benim tamamlamamı ister gibi. Bense sonu uygun olmayan bir başka besteyi kendimce yorumlamaya çalıştım;

“Saymadım, saymadım kaç yıl oldu, sen benden uzak olalı? (23) diyerek.

Sesini kısarak;

“Sekreterler deli mi var, diye telâşla içeri girerse cevabı sen verirsin artık, ama sesinin güzel olduğunu fark ettim!”

“Sabredemiyorum, hiç bu kadar cesur olacağımı düşünemezdim!”

“Ne gibi?”

“Elime dokunup beni dünyanın en büyük ve korkunç gerilimiyle(1) çarptığından beri seni seviyorum, sana aşığım, evlen benimle lütfen!”

“Bir kere bile elimi tutmadan, bir kere bile öpmeden ve ilk defa şimdi sevdiğini söylerken, pek acele etmiyor musun?”

“Çok geciktim, çok vakit harcadım sensiz. Ömrümüzden boşu boşuna tükettiğimiz yılları geri almamız gerek!”

Gözlerime baktı Güneş. Yerinden kalkıp elini beni tekrar çarpmak istercesine uzatırken;

“Bence de” dedi…

 

YAZANIN NOTLARI:       

(1) Âdâp (Adap); Edep kelimesinin çoğulu, Edepler. İyiliğe, güzelliğe yönelttiği için insanın övgüye değer güzellikler. Dinin gerekli gördüğü ve aklın güzel bulduğu bütün söz ve davranışlar ile uyulması gereken görgü kurallarını, göz önünde bulundurulması, izlenilmesi, bilinmesi gereken yol, yordam, yöntem gibi unsurlar…

Alimallah; Bir konuda söylenen bir sözün doğruluğuna karşıdaki kişiyi inandırmak için kullanılan Arapça; “Bilici olan Tanrıdır” anlamına gelen, “Doğru söylüyorum, inan ki doğru!” anlamında söz.

Amenna; Genelde peşine “ve saddakna” kelimesi eklenerek kullanılan Arapça bir deyim olup, asıl anlamı “İman ettim, tasdik ettimdir.  Türkçemizde “Mutlaka öyledir, doğru, diyecek bir şey yok, kabul ettim, inandım, anladım!” şeklinde onaylama sözü olarak kullanılmaktadır.

Aşina; Bildik, tanıdık, tanıdık olan, tanıyan.

Billboard; İlân tahtası, İlân Panosu. Sokak afişi.

Bukalemun; Çabucak düşünce, tutum değiştiren, durumunu çıkarına göre ayarlayan kimse. Bukalemungillerden yaklaşık 30 santim uzunluğunda yavaş hareket eden, renk değiştirmesiyle tanınan bir sürüngen türü.

Cansiperane; Canını verircesine, özveriyle.

CD; Compact Disc ya da Yoğun Disk; optik veri saklama kabıdır. (CD; Cross Dresser ayıbıyla karıştırılmasa iyi olur)!

Dağarcık; Aslı meşinden yapılmış çoban ya da avcı torbası olmakla birlikte bir kimsenin sözcük, ya da bilgi birikimi. Bellek, akıl, hafıza, zihin.

Dehliz; Üstü kapalı, dar ve uzun geçit. Koridor.

Deva; Çözüm, çare. Hastalığı iyileştirici nesne, ilâç.

Devasa; Dev gibi, çok büyük.

Dimağ; Beyin. Bilinç. Zihin. Kafatasının üst bölümünde, beyin zarı ile örtülü, iki yarım yuvar biçiminde sinir kütlesinden oluşan, duyum ve bilinç merkezlerinin bulunduğu organ.

Dinci; İnançlıymış gibi görünüp dini dünya işlerine karıştıran, siyasal çıkarlarına araç olarak kullanan kimse. Allah’ı ve Kur’an’ı inanç sömürüsü yaparak tüm menfaatleri için kullanan.

Estağfurullah; Asıl anlamı; Arapça; “Tanrıdan bağışlama dilerim” şeklindedir. Ancak Türkçemizde kendisine olumsuzluk bir nitelik yakıştıran kimseye “Hiç de öyle değil!” anlamında nezaket, bazen de alay sözü.  Bunun tersi övülen veya teşekkür edilen kimsenin söylediği incelik ve alçakgönüllülük sözü. Ayrıca karşısındakinin kendinden beklediği işi, kendisi için yük saymayan kimse tarafından söylenen “Teşekküre değmez! Bir şey değil! Rica ederim!” şeklinde nezaket sözü.

Felsefe; Düşünce Bilimi. Bilgeliği İnceleme. Var olanların varlığı, kaynağı, anlamı ve nedeni üzerine düşünme ve bilginin bilimsel olarak araştırılması. Bir bilgi alanının ya da bilimin temelini oluşturan ilkeler bütünü.

Feyezan; Taşkın, taşmış. Su baskını. Suyun çok olup taşması. Seylap.

Filolog; Filoloji ile uğraşan bilgin (Filoloji; Kelime Sevgisi. Dillerin yapısını, tarihsel gelişimini ve birbirleriyle ilişkilerini inceleyen bilim dalı).

Gabi; Anlayışsız ya da anlayışı kıt, zekâ yoksunu, kalın (odun) kafalı, ahmak, budala, anlayışsız, bön, gerzek, geri zekâlı.

Gamsızlık; Derdi, tasası, üzüntüsü bulunmama hali. İnsanı üzen olayları geçiştiren, hiçbir şeyi kendisine üzüntü konusu yapmama.

Garibim; Çaresiz kalmış bir insan, masum biri, yanlışlıkları olmayacak biri için acıma sözü.

Gerilim;  Gergin bir duruma gelme. Kasılma. Kızma. Öfkelenme. Sinirlenme. İki ucundan birer güçle karşı yönlere doğru çekilen bir telin her noktasında o güçlere karşı koyan güç. İki nokta arasındaki elektrik akımını sağlayan neden, bir iletkenin uçları arasındaki gizli güç farkı.

Heybet; Büyüklük, ululuk, gösterişlilik.

İrade; Dilek, istek. Buyruk.

İştiha (İştaha, İştah); Bir şeyleri özleme, isteme, arzulama. Yemeklerin (yemlerin) tat, koku, nitelik ve ısı gibi etkenlere bağlı olarak istekle tüketilmesi. Yemek yeme isteği.

İzlenim; İntibaa. Bir olay, durum, kişi ya da şeyden duyular yoluyla edinilen duygusal şeylerin tümü.

Kıyas; İki farklı şey (sorun, mesele, problem) arasında mantıksal bir inceleme ve ortaya bir hüküm koyabilme.

Kinaye; Bir fikrin, düşüncenin, ya da dileğin kapalı, dolaylı, üstü kapalı bir şekilde söz olarak söylenmesi. Bir sözü gerçek ve mecaz anlamda kullanmaktır. Örnek; O, evine (yani ailesine) çok bağlı bir insandır.

Lâbirent; Çıkış yeri kolay bulunamayacak kadar karışık koridorları olan yapı. İçinden çıkılması güç ve imkânsız durum.

Minval; Biçim, usul, yol, tarz.

Minyon; İnce, küçük, sevimli, çıtı pıtı, sevimli, cici.

Sallapatilik; Düşüncesizce, saygısızca ve patavatsız bir biçimde davranma. Özensiz, dikkatsiz ve kaba saba yapılma.

Statik; Belirli bir süre hep aynı kalan. Durağan. Değişme, gelişme, ilerleme göstermeyen, değişmeyen.

Tiksinti; Bir şeyi, bir kimseyi, bir düşünceyi, bir davranışı vb. kötü, ya da aşağı bularak ondan uzak durmak duygusu. İğrenme, iğrenilme. İğrençlik.

Vurdumduymazlık; Adamsendecilik. Önemsememek, değer vermemek.

(2) Çığırılmak; Çağırılmak, seslenilmek.

Göz Ardı Etmek (Edilmek); Gereken önemi vermemek, verilmemek.

Gözleri Fel-Fecir Okumak; “Gözleri vel fecri okumak” veya “Fer fecir Okumak” Elecekte-Delecekte (Genelde eğecekte-delecekte olarak kullanılan bir deyim), iyi niyeti olmayan, çok uyanık, cin gibi kurnaz, kurnazlığı gözlerinden okunan şeklinde kullanılan bir söz.

Haddini Bilmek; Neler yapabileceğini, gücünün ve yeteneğinin nelere yeteceğini bilerek onun ötesine geçmemek, ölçüsünü bilmek. Mevlânâ Celâleddîn-i Rumî’ ye sormuşlar; “O kadar yazarsın, o kadar okursun, ne bilirsin?” diye. Şu cevabı vermiş; “Haddimi bilirim!”

Haz Etmemek, Hazzetmemek; Hoşlanmama, tat ve zevk almama. Bir şeyden duyusal, hoşnutluk ve manevi sevinç duyamama.

İç Çekmek; Göğüs Geçirmek. Herhangi bir durum nedeniyle derinden soluk almak.

İğrenmek; Tiksinti verici bulmak ve tiksinmek. Çok aşağılık, çok bayağı bulmak.

İn Cin Top Oynamak; Issız, sessiz olmak. Bir yerde hiçbir canlı yaratık bulunmamak.

Makbule Geçmek; İşe yaramak, yararlı olmak. Hoşa gitmek, çok beğenilmek, kıvançla karşılanmak.

Pervane Gibi Dört Dönmek; Kişi/lerin isteğini karşılamak, eksiklikleri yerine getirmek, karşısındakileri memnun etmek, eksikli bırakmamak için yapılması gerekenleri yapmaya çalışmak. İsteğini elde etmek için birinin yanından ayrılmayıp yalaklıkla, iltifatlarla gönlünü etmeye ve istediğini elde etmeye çalışmak.

Selektör Yapmak; Selektörle işaret vermek. Belirli bir anlam taşıyan göz işareti yapmak, anlamlı bir biçimde göz kırpmak(Argo).

Sırası-Sekisi Olmamak; Yerel bir deyim olup herhangi bir işi yapmak, bir görevi yerine getirmek için mutlaka gereken zamanın gelmesini beklememek, olduğu gibi kalmasına engel olmak.

Somurtmak; Küskünlüğünü, bir şeye kırgınlığını, can sıkıntısını, neşesizliğini anlatacak biçimde yüzünü buruşturmak, keyifsiz ve suskun durmak, surat asmak.

Sünnetlemek; Lügat manası; bir tabaktaki yemeği iyice sıyırarak yemek. Halk dilinde ise; atılması, dökülmesi olası bir şeyi sevabını almak için yemek, içmek, bitirmek eylemi olarak vasıflanmaktadır.

Tekmil Vermek; Bir astın, bir üste bir iş veya durum konusunda bilgi vermesi.

(3) Abesle İştigal; Olmayacak bir şeyle ilgilenmek. Yersiz, yararsız, boş ve anlamsız şeylerle vakit geçirmek.

Bugüne Değin; Bugüne kadar, sonsuz gibi. Sürgit.

Duygu Sömürüsü; Karşısındaki kişinin kendisine acımasını ve istediğini yapmasını sağlamak amacıyla sergilenen durum, ya da davranışlar.  Birinin zayıf duygularından yararlanmak ya da ondan çıkar sağlamak. Merhamet dilenciliği.

Fast Food; Hazır yemek. Hamburger türü, ayaküstü yenilen yiyecek.

Felâket Tellâllığı Yapmak; Büyük zarar üzüntü ve sıkıntılara yol açan olay ya da durumu, şaşkınlık, hayret vb. şekilde abartarak bildirmek, anlatmak, duyurmak.

İncik Yeri; Kasaplık hayvanlarda diz kapağından ayak bileğine kadar olan kısım. Bu kısımdan elde edilen kemikli et parçası.

Lime Lime; Parça parça.

Sinkaf; Eskilerin küfür anlamında kullandığı bir deyim.

Zifoslu Su; Yerden sıçrayan çok sulu çamur

(4) Teşbihte Hata Olmaz (Olmasın); “Yeri geldiği zaman çirkin, kaba bir benzetme ile anlatıma daha etkili bir hava verilmesi, saygısızca bir davranış değildir, kimse bundan alınmasın!” anlamında söz.

Teşbihte hata olmaz ya / Hani /  Nesir kamyonsa / Şiir de taksi! M. Said ÇEKMEGİL

(5) Keser gibi olma; hep bana, hep bana. Rende gibi olma; hep sana, hep sana. Testere gibi ol; hem sana, hem bana! Mevlânâ Celâlettin RUMÎ

(6) Arka Sokaklar; Ana yola açılmış ikinci sokak. Bir televizyon dizisi.

(7) Şükran; Bir Arap kadınına yardım eden bizim hanzolardan biri, kadıncağızın “Teşekkür ederim!” anlamındaki “Şükran” kelimesini ismini söylediğini zannedip, tokalaşmak için elini uzatıp “Ben de bilmem kim?” demiş. “Bilmem kim?” yerine aklınıza gelen herhangi bir hanzonun ismini söyleyebilirsiniz!

(8) Potin; Koncu ayak bileğini örtecek denli uzun olan, bağcıklı ya da yandan fermuarlı ayakkabı.

Pabuç; Ayakkabı. Masa, sandalye gibi mobilyaların ayaklarına geçirilen metal ya da plâstik eklenti.

Shoe (İngilizce); Ayakkabı, pabuç, balata.

Schuhe (Schuh) (Almanca); Ayakkabı.

(9) Hafıza-i Beşer Nisyan İle Maluldür; Türk Atasözü olup; insan hafızası unutur,  ya da hafızamızın eksikliği unutkanlığı doğurur, unutkanlık bir insanlık gereğidir, gibi anlamları vardır. Bir de; insanın özellikle kötü anları, kötü anıları unutması gerekliliğini belirtir şekilde kullanılmaktadır. (Türk Dil Kurumunun Türkçe Sözlük adlı eserinde Atasözü; “Uzun deneme ve gözlemlere dayanılarak kısaca söylenmiş ve halka mal olmuş öğüt, darbımesel!” olarak tarif edilmiştir.)

(10) Gökten Zembille İnmek; Kendiliğinden ortaya çıkmak. Kusuru, günahı olmamak. Konusunda yetkin, uzman olmak (Zembil (Zenbil); Hasırdan örülmüş saplı torba, ya da sepet).

(11) Yer yarılmış içinde kaybolmak (İçine Girmek); Çok utanmak, kaybolmak, Yitirilen bir şeyin hiç bulunamaması.

 (12) Umut Fakiri Olmak; Fakir kimselerin umut dünyalarının karanlığını hicveden söz. Umut etseler bile, umutlarının gerçekleşmeyeceği kanısı yaşanır (“Umut, fakirin ekmeği, ye Mehmet ye!” sözü anlamını yitirmemiştir).

Umutsuz kalınca bile umudu tüketmemek gerekir. Lucius Annaeus SENECA

Umut cesaretin yarısıdır. Honoré de BALZAC

Bir yerde yaşam varsa, orda umut da vardır. ÇIÇERO

(13) Eli elime değdi de, hem ben yandım, hem kendi. Hatay yöresine ait türkü.

(14) Lâf olsun, torba dolsun (Lâf olsun, âdet yerini bulsun, Lâf olsun beri gelsin); Boş konuşan yersiz sözler eden insanlar için kullanılan bir deyim. Hemen hemen, çok zaman boş yere, sudan sebep ve konulardan bahsetmesi olayı.

Lâf Ola, Beri Gele; Konuşulan konu ile ilgisi olmayan veya bir sorun tartışılırken ilgisiz bir şey ifade edildiğinde söylenen söz.

(15) Seven kadın tarafından öpülene kadar her erkek, Kurbağa Prens masalındaki gibi kurbağadır.

(16) Yüksek yerlerde sizin gibi kartallar da olabiliyor, benim gibi sürüngen yılanlar da… Sözün aslı; “Yükselmenin en alçakçası, zayıfların sırtına basarak yükselmektir! (Yüksek yerlerde kartala da, yılana da rastlarsın, biri uçarak, biri sürünerek ulaşmıştır oraya… Cenap ŞAHABETTİN)”

Ve buna karşı çok berilerden beri benim yorumum: Biri, ya da birileri yükselmişse mutlaka zayıfların sırtına mı başmışlar, demektir. Meselâ torpil dediğimiz şey bu sözün içeriğinde düşünülebilir mi? Yükselmenin en alçakçası sırtını bir kuvvetliye dayamak, ya da torpil yapmak desek, daha mı doğru olur ki?)

(17) Çeşmi insaf kadar kâmile mizan olmaz / Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz. Talib-i KADİM. “Olgun insana insaf gözü gibi ölçü bulunmaz, kişinin kendi eksiğini bilmesi gibi irfan olmaz” anlamını taşır.

(18) Düştüğün yollar gibi sonsuzdur benim tasam, bekleyenim olsa da razıyım kavuşmasam… Faruk Nafiz ÇAMLIBEL, “YOLCU ve ARABACI” Şiir; Suat SAYIN tarafından Türk Sanat Müziği olarak Uşşak Makamında bestelenmiştir.

(19) Çiçeklerin Dili; Her çiçeğin ayrı bir dili ve rengine göre ayrı bir anlamı olduğu bilinen bir gerçektir. Kırmızı, ya da açık kırmızı, hatta pembe karanfil veya gül vermenin anlamı; “Karşısındakini çok sevdiği, âşık olduğu” anlamındadır. Beyaz renk ise; masumiyet anlamındadır. Sarı nergis; saygı belirtir, sarı karanfil; hüznün ifadesidir, “Beni hayal kırıklığına uğrattın!” gibi bir şey demenin gösterişidir. Kasım aylarında kendini belli eden bu nedenle Kasım Ayı Çiçeği olarak bilinen Kasımpatı, Ölüm Çiçeği de denen sarı, beyaz, mor renkli olan Krizantem de ayrıca hüzün belirtisidir.

Emin, çiçeklerin dillerinden anlıyordu, seçimini bu nedenle öyle yapmıştı; tek bir kırmızı lâle aşkın itiraf arzusu, kırmızı ve beyaz güllerin bir arada olması, sevginin ve birlikteliğin ifadesi idi. Bir filolog olan Güneş'in de bunu anlamaması düşünülemezdi.

(20) Hatır için çiğ tavuk yenir; İnsan, sevdiklerinin hatırı için yapılmayacak işleri bile yapar.

(21) Ya bu deveyi güdeceksin, ya da bu deveyi güdeceksin; Her hal ve şartta yapması gerekeni yapmasının gerekliliği ile ilgili bir söz dizisi. (Aslı; “Ya bu deveyi güdeceksin, ya bu diyardan gideceksin!” şeklinde olup bir işi yapmak ya da bir şeyi elde etmek için kesinlikle uyulması gereken kurallar olduğunu, yapılmazsa vazgeçilmesi halinde bir kısım fedakârlıkların gerektiğini belirten bir söz dizisi.

(22) Ne olur, sormasınlar bana… diye başlayan “Kaç yıl geçti aradan ayrı ayrı, bitsin artık bu hasret buluşalım gayrı” ve “Vardır elbet bir sebebi” şeklinde Sezen AKSU sorgulama şarkısı.

(23) Saymadım kaç yıl oldu… (Öyküde devamını getirmek içimden gelmedi!) şeklinde başlayan Güfte ve Bestesi; Yusuf NALKESEN’e ait Kürdilihicazkâr Makamında bir Türk Sanat Müziği eseridir.