O çocuk, ben çocuk, başlangıcımızda bile neredeyse beraberdik, Lâle ve ikizi Hilâl ile.

İnsanlar büyümek zorundaydılar ve büyüyorlardı, el ele, ya da birbirinin elini asla bırakmaksızın yakın yakın, bazı bazen uzak uzak. Üstelik büyümek için ne acelemiz, ne de mecburiyetimiz vardı, aynı sokakta çapraz konumlu evlerde.

Biz, ya da kısaca ben 11 numaralı evin çocuğu isem, o ve onlar topluca 8 ya da 6 numaralı evin ayrı yumurta ikizi kız çocuklarıydılar, birbirine fiziksel olarak hiç mi hiç benzemeyen. Hatta isimleri bile farklıydı, diyebilirdim cahilliğimi göz ardı ederek.

Gün doğuyor, batıyor, karanlıklar aydınlığa kavuşuyor, sonrasında aydınlıklar karanlığa mahkûm ya da egemen oluyor, uzayan geceler kısalıyor, kısalan gündüzler uzuyor ve ömür tükenircesine törpüleniyordu.

Sadece yaşlılar için mi? Beşiktekinden mezara ulaşmasına çeyrek kalmışlara kadar herkes için, Allah’ın sıralı ölüm vermesi dilenen.

Yoksa şairin şu dizelerine kim önem verirdi ki?

“Dün geçti, yarın var mı? Gençliğine güvenme! Ölen hep ihtiyar mı?(1)” ve “Ölüm güzel şey, budur perde arkasından haber... / Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber? (1)

Güzeldi Lâle, hem çok güzeldi, hatta bir deyişi göre; “Fevkalâdenin fevkinde(2) güzeldi. Kıskançlığımı şöyle bir kenara atarsam, Hilâl için de aynı şeyleri söyleyebilirdim tüm varlıklar içinde. Varlık kelimesi ne kadar hacimli ise işte o kadar!

Ve ben tümümle Lâle’ye ait olduğumu hissediyordum.

Onun ilerleyen zamanımızda benim olmasını düşünmek bile tatlı bir hayaldi, tabiidir ki bunun için bir fırın ekmek yemem gerekliliğini, unutmaya meyilli beynimin köşelerine itekleyemezdim. Üstelik affına sığınmak istediğim şairin dizelerine sığdırdığı benim söylemek istediğimdi;

“Sakın bir söz söyleme... Yüzüme bakma sakın!
Sesini duyan olur, sana göz koyan olur.
Düşmanımdır seni kim bulursa cana yakın,
Anan bile okşarsa benim bağrım kan olur...
(3)    

Çocukluk çabaları, hatta el ele ertesinde bir ilköğretim devresini geçirmiştik özelde Lâle ve ben, genelde Lâle, ben ve Hilâl.

Sonrasında lise eğitimimiz vardı suskunluğumda. Renk, desen, şekil farklılıkları yanında merak konuları da farklıydı ikizlerin.

Ve iki kardeş ilk defa üniversitede ayrılmıştı birbirinden.

Tesadüf(!) Lâle ile ben aynı üniversitenin, aynı fakültesini kazanıp kaydolmuştuk arka arkaya. O mu istemişti beni, ben mi arzulamıştım her zamanki gibi beraber olmayı, okumayı, bilemiyorum, bilmiyorum da.

Ancak her bakımdan, her zaman ona karşı saflık, aptallık, akılsızlık modunda olduğumu itiraf etmeliyim. İnsan bazı şeyleri hissetmez miydi, karşısındakine de hissettirmek istemez miydi ki?

İlerleyen zamanda Lâle’de bir durgunluk gözlemliyor, benden başka biriyle daha çok vakit geçirdiğini, geçirmek istediğini hissediyordum, ellerimizin ayrılığında. Oysa “İnsan en çok kimin yanında susuyorsa, aslında en çok konuşmak istediğinin o olduğunu(4) bilmez miydi ki? Bunu nasıl söyler, bu gerçeği bilmesi gerektiğini nasıl anlatabilirdim ki ona?

Bir gün sanırım iplerin kopmasına ramak kaldığını(5) hissettiğim gün, bana verdiği zamanın yeterli olduğu kanısıyla beni can evimden vuran, doğaya küskünlüğümü yaşatan, devamında beni her şeyden vazgeçiren soruyu sordu bana;

“Beni seviyor musun Barış?”

Nutkum tutulmuştu, hazmedemeyeceğim, yutkunmayı bile becerebileceğim bir soru değildi bu!

“O nasıl soru öyle? İstesen de istemesen de sana bir şarkının ilk dizesiyle cevap vereyim; ‘Seni ne çok sevdiğimi söylesem de bilemezsin!(6) Anlatabildim mi?”

“Şirinlik yaparak(5) değil, ciddi olarak cevap vermeyi denesen!”

“Beni yanında gördüğüm bir çıtkırıldım(7) için terk edeceğin, bu kadar yıllık beraberliğimizi bir anda sileceğin aklımdan geçmiyor!”

Hâlâ cevap vermedin!”

“Sevmez olur muyum? Tabii ki seviyorum!”

“Ne kadar yavan bir cümle kurduğunun farkında mısın? Seninki sevgi değil, alışkanlık, bir sahiplenme duygusu(8), ya da tutku!”

“Peki, sence ne yapmalıyım? Diz çöküp ayaklarına mı kapanmam gerek?”

“İçtenliğin olmadıktan sonra...”

Nefes alır gibi yaptı Lâle. Aklından geçirdiklerini sıraya koymak, ya da öncesinde düşündüklerini sırasıyla söylemek için;

“Evet, yakışıklısın, varlıklısın, iyi bir ailenin çocuğusun, zeki, akıllı, tertipli, terbiyeli, her bakımdan üstün meziyetleri(7) olan birsin, ama...”

“Evet, ama?”

“Bir düşün bakalım, bugüne kadar bir kere bile; ‘Seni seviyorum!’ dedin mi bana, içtenlikle? Bir kere bile saçlarımı okşayıp, koklayıp öptün mü beni? Gönlümü hoş etmek düşüncesi geçti mi hiç aklından, bir parka oturtup bir-iki güzel kelime söylemek geçti mi içinden?..

Meselâ bir papatya, ya da menekşe alıp verdin mi bana şehir parkından koparmış olsan da? Sinema, tiyatro, pastane, ya da şu-bu gibi bir şeyler söylemek istemiyorum.”

“Ne yani, o zibidi(7), kendini beğenmiş, çocuk bunları yaptı diye mi beni bir kenara iteklemek mi muradın?”

“Bir bakıma doğruyu söylemem gerek. Seni bilmesine rağmen İslâm iyi bir çocuk, mükemmel bir arkadaş! Benimle ilgileniyor, bensiz yaşayamayacağını anlatıyor, sana rağmen. Sevdiğini söylüyor sık sık, yorulmaksızın, dinlenmeksizin, nefes almaksızın hatta bulduğu, eriştiği her anda…

Senin yapmadıklarını yapıyor yani; sıklıkla söylemen, buna gayret etmen gerekirken kullanılmayan yollarda çalılıklar biteceğini(9) düşünmeksizin. Çiçekler alıyor çok zaman, bütçesinin elverdiğince, tek ya da demet halinde. Saygılı, bir kere bile ne elimi tutmaya yeltendi, ne de beni öpmeye teşebbüs etti!”

Gözleri çakmak çakmaktı(8) konuşurken, kendine hâkimiyetini yitirmişçesine.

Oysa insanın gözleri öyle kelimelerle konuşurdu ki, dil onları telaffuz edemez, ancak eğer karşıdaki anlamak isterse her türlü anlamı çıkartırdı. Tıpkı benim gibi…

Durakladı bir süre Lâle. Benden bir tepki görmeyince, oysa kusmaya hazırdım(5), İğnelemek istercesine, duygularımın hepsi birden bitmesin, tükenmesin dileğiyle. Çünkü karşımdaki kahır dolu, sitem yüklüydü ve ne söylersem söyleyeyim cevaplama modundaydı;

“O çulsuz, ne olduğunu bile bilemediğim İslâm dediğin oğlan mı çeldi aklını(5)?”

“O çelmedi aklımı, ben onun aklımı çelmesine izin verdim. Evet, senin gibi meziyetlere sahip değil, ama bana verdiğine inandığım bir kalbi ve tarif etmekte zorlandığım delilsiz bir sevgisi var!”

“Yani ‘Yollarımız burada ayrılıyor!(10) demek istiyorsun!”

“Bu kadar yıl kardeş gibi, başka hiçbir vasfı olmayan bir beraberlikten sonra farklı bir davranış içinde olmadığım için üzgünüm. Ancak; demek isterim ki, yanında olduğum zaman değerimi bilmedin, değerimi bildiğini anlatmak istediğin anda da ben yanında değilim artık!(11)

Oysa içtenlikle inanıyordum ki; “İkimiz de aynı yöne bakıyorduk, ama birbirimizin gördüklerinden farklı şeyler görüyorduk! (12) bana göre.

Mademki gidiyorsun bırakıp burda beni…(13) o halde izin ver, ömür boyu hatırlamak için seni ilk ve son defa kucaklayayım, öpeyim...”

“Sanırım buna hakkın var!”

Önce ellerini aldım avuçlarıma, sımsıcaktı, hem doyumsuz. Kucakladım, bir ayrılığın insanı ne kadar etkileyeceğini, yaşam dâhil her şeyden nasıl vazgeçeceğini anlayıp hazmetme(5) konumundaydım, uluorta(7) denilebilecek bir düzlemde.

“Hoş geldin yalnızlığım!” ya da “Hoş gelmektesin!” demek içimden gelmiyordu, ama gerçek bu idi.

Evet, ayrılık mukadderdi, ancak bilmediğim, ya da şu ana kadar öğrenemediğim şey; “Aşkın ayrılınca değil, vazgeçince bittiğiydi!(14) ki benim için sonsuza dek vazgeçmeyeceğim bir şeydi bu...

İki yanağından öptüm, saçlarını koklama zahmetine de girerek! “Misler gibi kokuyordu” saçları da, teni de belki de şimdiden başlayan özlemimle. Yeterli gelmedi, dudakları aralıktı, ne yapacağımı, nasıl hareket edeceğimi bilmeksizin gözlerini kapattı Lâle.

Belki istediğim buydu, dudaklarına ulaştım, içimden nasıl geliyorsa, hissettiğimce, incitmemeyi dileyerek ve cevaplamasını isteyerek. Yeniden başlama umudu olmaksızın.

Titriyordu dudakları, cevaplamamak inadını yaşıyor gibiydi, haklıydı. Anılar yer etti cismimde, öteleyemediğim(5). Kulağına kadar gelmek istiyordum, benden ayrılır ayrılır ayrılmaz, bir şarkıya binip de(15), anlar, ya da anlayabilir miydi, acaba o zaman beni?

Saatler sürmesini dilediğim zaman kısalmış, saliseler bile tükenmiş, bitmişti, bitmeliydi de. Hissediyordum ki, ona olan sevgimdeki ilgisizlik, belirsizlik, hissettirememe, anlatamama, söyleyememe onun, İslâm’a olan sevgisi olarak şekillenmişti.

Her ne olursa olsun; “Bir inat yüzünden dargınlık icat ettin!(16) diyebilsem bile, bağrıma taş basmam(5) gerekmesine rağmen onun tercihine saygı duymalıydım.

Ancak, yüzüne karşı söyleyememiş olsam da, içimden de olsa demek istediğim; “Ömrümün onu sevmekle nihayet bulacağı(17) idi.

Başıma karalar bağlamış(5), yüreğimin kapısını kilitlemiş(5), gönlüme prangalar vurmuştum(5). Dediğim gibi; yaşam zulümdü(8) benim için. Gene şair tuttu elimden, daha doğrusu şairler, beni zaten onlardan ve bestekârlardan başka anlayan, dinleyen yoktu ki;

“Dervişim, o kadar taşkın ki derdim,
Çileyle muhabbet yoluna erdim,
Açılmış bir mezar bulsam girerdim,
Gayri baş koyacak bir yer mi kaldı?
(18)

Bunalan bir insanın sığınak araması kadar normal bir davranışı yoktu, bu anda da bir başka şair yetişiyordu imdadıma;

“Bereket versin gökyüzünün tapusu yok
Herkes bakabilir...
Bulutlara kimse el koyamaz...
Hayal kurma hürriyeti var...
(19)

Ve bir diğeri;

“Senden gidenleri özlersin!(20) der, kıskançlıkla yutkunduğumda, “Ahları” gizlediğim düşüncelerimde.

Bir diğer şair ise acımaz bana, en duygusal anımda hançerlercesine sunar dizeleri önüme;

“Var olan ne ki; / bizi yokluğuyla üzenler vardır!(21) şeklinde.

               Hemen o gece bir trene bilet aldım, gideceğim yeri bilmeksizin. Yoktu çevremde biri; “Gideceğin yere beni de götür!(22) diyen. Gönlümün yorgunluğunda, beynimin hüzünle zapt edilmiş olmasını hazmedemiyordum. Yaşam bitmişti benim için. Gerçekten...

                Öncesinde yaşadıklarım, yorumsuz düşünceler, yaşadığımı sandığım güzel, yaşamayı hatırlamak istemediğim çirkin anlar, anılar, tüm dünyamdaki anılarımın katili gibi gözüküyordu bana. Ve bu görüntü benim için içi olmayan bir dalgınlıktı.

Perondaki trenlerden Anya’ya giden trene bindiğimi sanırken Konya’ya giden trene bindiğimin farkında değildim. Bir yolcu kalkmak üzere olan trende benim numaramın sahibi olduğunu ifade edince anlamıştım, yanlış trende yanlış koltuğu sahiplendiğimi, o yolcunun imalı bakışlarını göz ardı ederek(5).

Buna sebep alkolle bulanmış beynim ve bunalımla bir mendili bile yanıma almamış olmamdı. Bir bakıma tığ-ı teber şah-ı merden(8) örneği.

Anneme babama telefon edip neyi ve nasıl haber verdiğim aklımda yoktu, sisler arasına gizlenmiş gibiydi söylediklerim. O bulanıklıkta üniversite kaydımı durduğumu çok iyi hatırlıyordum, bir de söylerken utanmıştım, ama şimdi ar ya da hayâ perdem yırtılmış(8) gibi utanmıyordum, çünkü “Bankamatik kartı hesabım daima doygun olsun!” demiştim. Çünkü nereye gittiğimi kendim bile bilmiyordum.

Üniversiteye devam edip her gün ölmektense, bir gün ölmek evlâ olsa gerekti. Her ne kadar mecazi bir anlam yüklü olsa da beynin yıkanması zor olmazdı herhalde.

Trenin trik-traklarında arka arkaya şarkılar dilleniyordu dudaklarımda;

“Avuçlarımda hâlâ sıcaklığın var inan…(23)

Ayrılık ümitlerin ötesinde bir şehir…(23)

Ayrılık yarı ölmekmiş…(23)

Ayrı düştüm, sevgilimden, dünya bana dar oldu…(23)

Zulmetle ayrılık bestesi yapan geceler... (23)  

Ayrılık zamansız gelir…(23) gibi.

Uzun, upuzun olacağına inandığım bir bilinmeyen adrese yolculuğum başka nasıl biterdi ki, uzayıp giden bu tren yollarında(24)

Şarkılar biterdi, yenileri başlardı duraksama bilmeksizin.

Vagonlarda bu pencereler, püfür püfür esen rüzgâr ve bende ki kırağı yakmamış(8), tütün alışkanlığı olmayan, mayışmış dudaklarımla(8) sarf ettiğim, belki de güzel diyebileceğim sesimle…

Tükenmeksizin söylemlerde; şarkıların isimlendiremediği(25), ama şarkıların söylediği bir sevgili olabilir miydi?

O bulanık kafayla yaşadığım çile(26), şarkıların desteğine rağmen bitmemişti. Sabah horozlarının öttüğü, başımı koyarak dinlendiğimi sandığım ürkütücü bir sessizlikte, esrikliğimin(7) de henüz geçmediğini hissettiğim halde, bilmediğim bir tren istasyonunda inmek düşüncesi geçti içimden. Bu belki kaderin, belki de yanlış bir itekleyişin etkisi olsa gerekti.

Oysa hayalimden geçen onsuz hiçbir gecenin sabahının olmayacağı(27) idi

Şehrin henüz sönmesini bilmeyen ışıkları birkaç kilometre uzakta olduğunu ifade ediyordu. Trenden inen benden başka yolcu olmadığı gibi, sadece beni beklediğine inandığım, taksi şoförünün direksiyon başında kestirdiği(5) değil, apaçık uyuduğu kişiden başka da bir Allah’ın kulu yoktu diyebilirim ortamda.

Ha, bir de bana şaşkınca ve mahmur esneyişlerle bakan İstasyon Şefini de hesaba katmam gerek!

Yaşamımın ya da yaşadığımın desturu(7) yoktu. Lâle’siz yaşamam, yaşamaya devam etmem zor gibi görünse de, imkânsız değil gibi geliyordu bana, belki geniş boyutlu hüsnü kuruntu(8) gibi.

Eğer ki bundan böyle yokluğumun hiç olduğu bir dünyada tüketmek istediğime ölme arzusunu silip atarak yaşam denilebilirse…

Yaşamaktan nefret etmemin tek sebebi vardı, benim bildiğim, ama kendimden bile saklamaya gayret ettiğim. Bu bence ancak bilinçsiz bir şekilde tükenişim olabilirdi. Çünkü insanların doğal koşullarla devam ettirdiği şeye benim “Yaşam” demem asla mümkün değildi.

Ömrümü tasarruflu kullanmak aklımın ucundan bile geçmiyordu.

Mademki yaşamdan bıkkınlığım, ölümü arzulayışım vardı, o halde ölümle ayrılık arasında bağlantı kurmam gerekmez miydi sesimle, şarkıların arasında, hatta içinde. “Ayrılık yaman kelime...(23) Ayrılık ateşten bir ok…(23) ve iki sanatkârın ayrı ayrı seslendirdiği “Ayrılık, belki ölümden beter…(23) tangosu nefesimi idare etmek gayretini yaşamaksızın sanki hapsedilmişler de azat etmişim gibi dudaklarımdan dökülmüştü.

Tango deyince yaşamım boyunca, Lâle’nin belki de hatırlamayıp söylemediği hiçbir düğün ya da benzeri etkinlikte onunla dans etmediğimi hatırladım.

Hem bir fotoğrafı bile yoktu, istemek hiç aklıma gelmemişti, tıpkı ayrılığı yaşayacağım gibi, her an gözümün önünde, biz bizeymişiz gibi.

Acaba fotoğrafı olsaydı, “Benim olmayacak nasıl olsa!” deyip yırtar atar mıydım? Sanmam. Ömrümce saklardım herhalde.

Çaresizdim. “Çaresizliğin; kalbin, gönlün, ruhun kanatlanıp gittiği yere, bedenin gidememesi(28)olduğunu tüm içtenliğimle biliyordum, ama bu bilginin neye yarayacağı konusunda hiç fikrim yoktu.

Yorgundum, kemiklerim birbirinin içine kilitlenmiş gibiydi. Hiçbir şey umurumda değildi. Askerlik Şubesini sordum, soruşturdum. Bana en iyi gelecek şeyin beynimi ve bedenimi hapsedeceğim askerlik hülyamın gerçekleşmesi olacak gibime geliyordu.

Umudum, süresi tutan yaşımla bir an evvel askere gitmekti. Bitirmek aklımın ucundan geçmiyordu, hem gerekli de değildi, benim için, nedense, ya da aklıma getiremediğim sebeplerden.

Sonrası için gerçekten hiçbir program yapmamayı, kimseyi haberdar etmemeyi düşünüyordum. Hesap verme mecburiyetim yoktu, hem hiç kimseye. Belki özlemle beklediklerine inandıklarım hariç; onlar sadece annem ve babamdı...

Babamın zekâsından emindim. Muhtemelen bankamatik hesaplarındaki hareketlilikten nerede olduğumu ve bir bakıma sağlığım hakkında haberdar olduğuna ve olmaya devam edeceğine inanıyordum.

Belki anne yüreği, her şeye rağmen annemin olumsuz olarak düşünebileceğim bazı çabalarını engelleyen de babam olsa gerekti.

Bunda bir bakıma benim haksızlığımı da inkâr etmemem gerekti. Çünkü gelişen teknolojiyi umursamamış, cep telefonumu isteyerek bırakmıştım bir yerlerde, şehirden ayrılmadan önce.

Askerlik Şubesinde edindiğim haberler hiç iç açıcı değildi. Yalvar-yakar başvuruma “Hayır!” dememişti komutan, ama “Evet!” deme konusunda da tereddütlüydü. Her türlü imkânı ve şansı kullanacağını vaat etmişti, acınacak halimi anlatınca.

Şehrin tek otelinde, tenzilâtlı tarifeden yararlanarak pineklemek(5), homini gırtlak(29) doyunmak, sigara dumanı yüklü kahvelerde oyun oynayan işsiz-güçsüzleri izlemekten yorulmuyordum.

Bir gün geç gelen gazetelerin üçüncü sayfa haberleri hariç ilânlarına kadar okumak, bilmecelerini çözmek, gerekli olabilecek bilgileri bir harita metot defterine not almakla ne vakit geçiyor, ne de ıstırap olduğunu doygunca hissettiğim teessürümü, hüznümü, hicranımı unutabiliyordum.

Bir gün, üç gün, beş gün...

Zaman tükenmemekte direniyordu. Ekmek arası bir şeyler ve bir pet şişe suyla önce tarlalara sonra tepelere vurdum kendimi. Ayrılıkla ilgili tüm bildiğim şarkıları istediğimce bağırarak söyleme gayretini yaşadım.

Yazılmış şiirleri aklımda kaldığınca, nasıl olsa bana “Deli” diyecek birileri olmadığı kanısıyla veznine uygun olarak okuma gayretini yaşadım.

“Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmayaydı(30)” sözü geçiyordu zihnimden. Buna yamanmış bir söz olarak “Ayrılıkların her türlüsünün ölümü çağrıştırdığı(28) idi, benim aklımdan geçirdiğim gibi. Sonbahara ulaşıyor olmak bir başka sözü getirmişti aklıma; “İnsanlar her ne kadar sonbaharı ayrılık mevsimi kabul etmişlerse de, kaderde ayrılık varsa bu ayrılık sonbaharı beklemezdi.(28) gibi.

Bir de son okuduğum gazeteden, ya da bir çantayı doldurmak üzere olduğum kitaplardan mıydı, aldığım iki not çarptı gözüme. “Her gidiş suskun bir ayrılığa göz kırpar ve her sevdalı için ayrılık ölüm kokardı. (28) ve “Rüzgâr ateş için ne ise, ayrılık da aşk için odur, ufak alevi söndürür, büyük alevi ise canlandırır.(28)

Sahi, ya da gerçekten âşık mı olmuştum, ölesiye sevmiş miydim, yoksa kendimi kandırma gayretini mi yaşıyordum? İnsanın, yani bu inkâr edilmeyecek insan benim, bir çırpıda her şeyi “Allahüekber!” tekbiri(7) alırcasına elleriyle arkaya atmasına başka ne ad verilebilirdi ki?

Ve biliyordum ki; “Bir insanın sevdiğini yitirmesi, dişini kaybetmesi kadar ilginç ya da önemli idi, çünkü acısını o an, eksikliğini, yokluğunu ömür boyu yaşardı.(31)

Bir çobana rastladım bir gün, dağ-bayır, dere-tepe-düzlük dolaşırken, ufak bir sürüydü yönettiği. Farklı olarak yanındaki 7-8 yaşlarında belki okula gitmeyen, belki de gönderilmeyen küçük bir kızdı ve oldukça güzel bir şekilde çalıyordu kavalı.

Gözleri masum, saçları dağınık, ama tepesi kırmızı-beyaz kurdele ile süslüydü.

Bir söz vardı, belki zamana ve zemine uymayan, ama aklımdan geçen; “Neye baksam aynı şey, neyi görsem aynı şey... (32) gibi. Belki de insanın hayallerindekini hep karşısındaki olarak görmek gibi bir duyguydu o minicik kızın bana yaşattığı.

Lâle'nin bire-bir çocukluğu idi, gözleri, elleri, gülümseyişi, gülücükleri, gamzesi, hareketleri, kısaca o Lâle idi. Farkı köy âdâbına(7) uygun şalvarı, boynundaki yemeni, bunu etkisi altında tutan boyunlu gömleği idi.

Adı Terviha(7) idi, bu çok iyi kaval çalan kız çocuğunun ismi. O kız çocuğuna bu ismin verilmesinin nedenini anlamamıştım.

Şımarıklık ya da hüzünle zapt edilmeye çalışılan duyguları hissettirmemek, isteklerimi sıralamamak mümkün müydü?

“Güzel Kız! Acaba şu türküyü, şu şarkıyı da çalar mısın?” şeklinde taksitli sorularımın tümüne “Bilmiyim!” cevabını verdi.

“O halde bildiğin bir şeyi çal, yeniden!” dedim.

Ben, bugüne kadarki yaşantımda böyle bir sesleniş yaşamamıştım, hülyalarımda bile benim olmayan Lâle ile birlikteydim sanki duygusallığımın üstünü kapatmam gerekirse. Hülya; hayal etmek ne kadar ibret verici(8), bereketsiz, beyne egemen olan bir düşünceydi ki?

Beraber paylaştık köy ekmeğini, yiyeceklerimizi, onların içtenliğini, tam bir köy efendisi olarak ikramlarını unutmam mümkün değildi asla.

Ertesi gün, daha ertesi günlerin sabahları için sözleştik, artık huzur içre bir plânım, yaşantı şeklim olacağına kesinlikle inanıyordum. Şehir ekmeği arasına kaşar peynir koydum. Onlarda köy peyniri, hem de keçi sütünden yapılmış, tereyağı, yumurta her şey vardı çünkü. Ben bir de sucuk almayı akıl etmiştim yanıma, nereden aklıma geldiyse?

“Baharı bekleyen kumrular gibi(33) değil, askerliğimi müjdeleyecek komutanın sesini bekler gibi vaktim boldu çünkü!

Beraber oturduk vakti gelince, hazırladığım dal parçalarından çubuklara taktım sucuk parçalarını, Çoban Sülüman’ın yaktığı ateşte çevirerek sözüm ona pişirdim, damlaları ile cazırdayan(5) ateşte. Terviha, yakındaki Çoban Çeşmesinden(34) testiyi doldurup getirmişti, buz gibi.

Ve Terviha belki yaşamında ilk kez ekmek arası kaşarlı sucuk yiyor olmalıydı ki; “Mımmgh! Mımmh! Hımm!” gibi sesler çıkarıyor, burnundan yutkunuyordu neredeyse!

Mutluydum, hem onlarla yaşadığım günlerin her anında...

Geçen zamanın farkında değildim, hem her akşamın er vaktinde Askerlik Şubesindeki Komutanın gözlerine acındırarak bakarken.

Oysa beni her zaman bulması ve kuşkanadıyla da olsa haber ulaştırması(5) o kadar kolaydı ki!

Yaşamımda ilk kez komutanın iki tarafa açılan ellerinde, çaresizliğimi devamlı olarak yaşamaktan bunalmıştım, neredeyse akraba olmaya başladığım komutan ve şubedeki diğer askerlerle.

Tekdüze, yeknesak, monoton, kendi halinde bir yaşamda benim yaşadığımı, beni bilmeyen, ama tanımak isteyen, açık vermeksizin sadece ismimin Barış olduğunu söylediğim şehirlilerle de akrabalık sınırına ulaşmak üzere olduğumu hissediyordum, az-biraz da olsa.

Umutsuz yaşanmazdı, yaşayamazdı insan. Ben de umudumu hiç tüketmek istemiyordum, yalnız, hatta bedbaht(7) bir durumda diyebileceğim teessür, inkisar(7), hüzün dolu bir şekilde.

Her yerde arıyordum, kenarlarda köşelerde(35) gönül verip de, gönül verdiğimi anlatamayıp, gönlünü kazanamayıp, bir başkasına kaptırdığımı. İçtenlikle biliyordum ki; kalbimden başka bir yerde olmayan sevdiğimi ömrümce arayacaktım, adım adım(35). Oysa biliyordum ki, her şey için, her zaman “Söylesem asla kâr eylemezdi, sussam da buna gönlüm razı değildi.(36)

Günlerden bir gün komutan bu kez akşam ziyaretinde açmadı kollarını iki yana; “Gel, otur!” diyerek müjde verircesine(5). Ne kadar süre tükettiğimin farkında olmadığım bir zamanda…

“Artık demir almak günü gelmişti zamandan(37) diyen şairin hükmünü gerçekleştirme moduna girmiştim.

Evet, bugüne kadar kirlileri atıp, temizleri satın alıp giymiştim, şehirde ne bulabildiysem, ama harp vardı, ölüm vardı, gidip de gelememek, gelip de görememek(38) vardı.

Komutanın elime tutuşturduğu belgeye göre Anadolu’nun orta yerlerinde bir yerlerde acemiliğimi tamamlayacaktım komando er(8) olarak. Ve sonra kura ve “Ya Allah! Bismillah! Allahüekber(39)!”

Vedalaştım Sülüman ve Terviha ile onun seslendirdiği kavalda ve gözyaşlarında ve elimi öpüşünde. O da kocaman bir öpücükle mükâfatlandırmıştı beni. Ufak bir paket sucuğu, onun için alabildiğimi sandığım şalvar yapması için kumaşı, içine yerleştirdiğim, okumasını dilediğim iki satır ve elimden geldiğince desteklemeye gayret ettiğim para ve Türk Bayrağını hak ettiğine inanıyordum. Çünkü ilk karşılaşmamızda tepesindeki renklerin anlamını;

“Ben bir Türk'üm; dinim cinsim uludur; Tuttuğum yol Atatürk'ün yoludur!(40) şeklinde cevaplamıştı. Yanılmıştım, ilk düşüncemde. Çünkü küçük kızın çobanlık dışındaki mesleği(!) öğrencilik idi ve öylesine değerli bir Türk Öğretmeni vardı ki, hissedince bile duygulandım.

Türklüğü kendine yakıştıramayan, sindiremeyenleri(5), “Türküm, doğruyum, çalışkanım...” andımızı inkâr edenleri, TC harflerine gıcık olanları(5) “Allah kahretsin!” diyerek ileniyordum(5) içimden.

Bu zümre için, içimden geçirdiğim başka öyle şeyler yüklüydü ki, her halde yazmaya kalksam “Ciltlere sığmayan kitaplar olurdu! (41)

Sonra babacan komutandan, çevresinden ve çevremden aldığım ilham ve düşüncelerle ilk trenle evime gitmek üzere bu unutulmaz, hatıralarımın tümünü üleştiğim şehirden ve özellikle komutan, çoban ve kızından ayrıldım.

Ne sallanan bir kol, ne de bir mendil vardı arkamdan(37), çünkü istememiştim. Hem annem-babam dışında keşke beni bekleyen olsaydı da razıydım kavuşmamaya(44) da.

Ve artık haber vermeliydim aileme askerliğimi. Ve bence onlara, sevdiğim ana ve babama yaşadıklarımı da anlatmalıydım.

Gelen(ler) daima mutluluk oluyordu, geleni sevip bağırlarına basanlar için. Bunun tersi, giden(ler) de hüzün, ayrılık yaratıyordu aynı insanların gönlünde, sadece ayrılık anlamında.

Yoksa ölüm herkesin başındaydı, şairin dediği gibi. Ve taht misali o musalla taşında herkesin bir namazlık saltanatı(45) olacaktı.

Ölüm konusunu; Kur’an’da oldukça fazla yer alan ayetlerle de pekiştirmek(5) mümkün, ama bir tek örnek vermekle yetineceğim; “Küllü nefsin zâlikâtül mevt.” Meal olarak; “Her canlı ölümü tadacaktır!(44) denilmektedir.

“Yediğin, içtiğin senin olsun!” denmiş, “Gördüklerini” yerine “Yaşadıklarım anlat!” demişlerdi büyüklerim, ben de hüznümü saklayarak yaşadıklarımı anlatma gayretini yaşamıştım.

Neden üniversiteyi terk edip kendimi yollara vurduğum muamma(7) idi, meselâ! Ya da ben öyle sanıyordum. Oysa gençliğimin verdiği heyecanla hiçbir sırrın gizli kalmayacağını bilmiyordum, ya da bilmek işime gelmiyordu, kim bilir?

Belirli bir süre sonrasında bildiğini bilmez tavırda annem almıştı mikrofonu eline, ya da sözlerini diline, üstelik kelimelerini özenle seçmek istercesine;

“Biliyor musun? Gazeteler yazmıştı, belki okumuşsundur. Komşumuz Lâle'nin herhalde sözlüsü olan çocuk korkunç bir kazada hayatını kaybetti, gepegenç, henüz bir hafta ya oldu, ya olmadı.”

Annem tepkimi ölçmek(5) istiyor gibiydi. Evet, her gün gazete alıyordum. Hem temsilde ya da teşbihte hata olmaz(45) ya, gazeteleri ilânlarına kadar okuyordum, ama üçüncü sayfadaki kaza, cinayet, hırsızlık, magazin vb. haberler beni hiç mi hiç ilgilendirmiyordu, öncesinde de dediğim gibi bu haberleri pas geçiyordum.

Ayrıca; aldığım gazetenin o haberi yazmaması olası olduğu gibi, evime dönüşümün, askere gidecek oluşumun telâş ve heyecanı ile haber gözümden kaçmış da olabilirdi. Doğruya doğru, yalan mı söyleseydim yani, hiç gereği yokken, hem kim inanırdı ki?

“Yoo!” dedim, sanki beni ilgilendirmiyormuşçasına.

Oysa gerçekten üzülmüştüm. Çünkü sevdiğim insanın mutluluğu benden, benim mutluluğumdan önce gelirdi, onun hüznü beni içtenlikle yaralar, hatta mahvederdi. Hem gerçekti ki; “Unutturamazdı onu hiçbir şey!(46) Annem devam etme gereğini hissetti;

“Daha bir hafta bile ya oldu, ya olmadı, genç delikanlının rahmetli oluşu ve Lâle hüznünü, acısını dindiremedi bir türlü, her gün onun mezarına taşınıyor!” dedikten sonra gözlerime bakarak;

“Nasılını hiç mi merak etmiyorsun oğlum, ne de olsa komşumuz; ‘Başın sağ olsun!’ demeyi unutma sakın?”

“Olur anneciğim, peki, nasıl ölmüş o genç arkadaş, anlatmak için istekli olduğunu hissediyorum.”

“Peki oğlum! Lâle ve arkadaşı ismi İslâm mı, Müslüman mı ne olan o çocuk, parkta bir ağaç altındaki kanepeye oturmuş, konuşuyorlarmış. Artık ne konuşuyorlardıysa, kimse bilmiyor, tabii, ben de bilmiyorum. O ağacın meğer kökü çürükmüş, içten içe koflaşmış(5)

Çıtırdamasına aldırmamışlar, ya da farkında olmamışlar, nedense?..

Söylendiğine göre bir saksağanın ağaca tünemesi, ağacın iğreti dengesini bozmuş, ağaç yaşamını yitirmiş olarak aynı çıtırtılarla üstlerine doğru devrilirken delikanlı Lâle’yi itekleyerek kurtarmış, ancak kendini kurtaramamış ve oracıkta son nefesini vermiş…

Hakikatli çocukmuş, sevdiği için canını hiçe saymış! Eh! Lâle de her gün mezarını ziyaret ettiğine göre karşılıklı sevdalı olsalar gerek diye düşündüm.”

Annem sanki izlediği bir filmi karelere bölerek anlatmıştı, hem hiç nefes almaksızın.

Düşündüm, gerçekten gazetelerde yazılı olan o korkunç kazaya tesadüf etmemiş, okumamış mıydım, yoksa askere gidip dönme, hatta teskere alma(5) heyecanıyla hatırlayamıyor muydum? Hem “Ne, niçin, neden, niye?” gibi zihnimden geçen birçok suali anneme sormaya çekiniyordum.

“Kaç gece pencerede sabahı etmiştim?(47)bir kez daha pencerede sabaha ulaşsam ne sakıncası olurdu ki? Üstelik zapt edemediğim bir heyecan vardı yüreğimde, nedenini anlatamadığım, açıklayamadığım, kendime bile...

Elinde tek bir gül ile çıktığını izledim evinin kapısından, ömrümün başlangıcından sonuna kadar tek çiçeğim olan Lâle’nin.

Pencere önüne dizilmiş olan saksılardan Atatürk Çiçeği olanını aldım elime. İslâm’ın mezarını bilmiyordum. Usulca, kendimi belli etmeksizin takip ediyordum Lâle’yi. Hüsnü kuruntumdu bu, tabii.

Bir üniversite öğrencisinin zekâsından, aklından ve en önemlisi bir kadının altıncı hissinden haberdar olamayacağımın gafletini(7) yaşıyordum.

Geriye döndü; “Gel!” dercesine yorumladım işaretini. İlk günlerimizdeki gibi olsak, koşarak, nefes almaksızın ulaşırdım ona, çünkü öncesinde o benimdi, daha doğrusu ben öyle sanıyordum.

Oysa şimdi öyle miydi ya? Gerçeği yadsıyamazdım, yavaşça sokuldum yanına. Yorgun, hüzünlü, oldukça kahırlı ve sinir küpü gibiydi;

“Bir yokluğa önce çakallar, sırtlanlar, sonra leş kargaları en sonunda da karıncalar ulaşırmış. Söyle sen hangisisin? O gitti, benim senin olacağımı düşünüyorsun, mezara saygısı olmayan yoksulluğunla?”

“Bunca arkadaşlığımız, yakınlığımız, hukukumuz var Lâle. ‘Hoş geldin!’ demeni beklemiyordum, ama bu kadar aşağılanmayı(5), hakareti de hak etmiyorum. Benim değil, onun olmak istedin. Hayatından çekilmek için ne gerekiyorsa senin için onları yapmak, yaşamak gayretinde oldum. Okulu bıraktım, yollara vurdum kendimi, şehirlerden birinde, bir dağ başında durakladım…

Ve şimdi askere gideceğim için uğradım ailemle vedalaşmak için evime.”

Nefes almak için bile durmamalıydım, devam etmeliydim, ettim de;

“Olayı öğrendim, mezarına bir çiçek dikmek, sonra sana ‘Başın sağ olsun!’ demek için peşindeydim. ‘Ben seni unutmak için sevmedim!(50)  hem ‘Unutturamaz seni hiçbir şey(46)’ Ama ben beni biliyorum. Mezarını sadece göster, yanımda olmana gerek yok! Okur ve kaybolurum, hem asla bir daha sana görünmemek üzere, karşılaşmamak üzere. Ben tüm umutlarımı tükettim, her şeye rağmen duygularım devam etse de, edecek olsa da…”

Çok mu uzun, az mı kısa konuşmuştum? Farkında değildim, ama gönlü bende olmayan ve olmayacak biri karşısında dilenci olmak asla aklımdan geçmiyordu. Ama unutmamıştım, unutamazdım da. Her zaman kalbimde kalacaktı(49) ve son nefesimi verinceye kadar onu düşünecek, onu hayal edecek, onu sayıklayacak, sevmeye devam edecek, ancak asla ve asla karşısına çıkmayacaktım Lâle'nin…

“Satın evi!” dedim, anneme, babama.

“Tek varlığımız, hem atadan kalan, hatıralarımız olan!” dediler.

“Askerden döneyim, size asansörlü, rahat edeceğiniz bir ev satın alırım!”

“Neyle?”

Gerçekten bir dünyadan uzaklaşmayı dilerken, diğer bir dünyayı düşünmemek gafletti…

Önce acemiliğimi bitirmiş, sonra dağıtım olmuştum, Güneydoğu-Doğu Anadolu sınırlarında bir karakola. Tam istediğim gibi bir yerde mensubu olduğum karakol, ağlarsa yalnız annemin ağlayacağı, şahadet şerbetini içme(5) olasılığım olan bir terör bölgesiydi.

Ancak postu da ucuza deldirmek(5) içimden geçmiyordu.

Tahsilim ve bir kısım etkinliklerde gayretli ve göze batar(5) oluşum, bu etkinliklerde özellikle büyüklerime siper olmayı düşünmem fark edilmiş, önce onbaşı, sonra da çavuş olmuştum.

Askerliğe doymamıştım, teskere bırakmış(5), uzman çavuş olarak devam etmiştim görevime. Çünkü yaşamam bir lükstü benim için.

Bana acı veren; tepelediğimiz bir terörist grubuna karşı komutanım olan yüzbaşının hemen ayaklarımın ucunda, diğer bir er arkadaşımla, astsubay üstçavuşumun ise, karakolun iki ayrı köşesinde şehit olmalarıydı.

 Batsın bu dünya, Allah kahretsin, anaların doğurdukları aslanlarla, diğer anaların doğurdukları çıyanlar, akrepler, yılanlar bir olabilir miydi, ister 100, ister 200 leş olsun?

Jandarma uzman çavuş olmak demek belirli bir yerde yıllar yılı kalmak değildi. Mümtaz(7), çalışkan, edepli olduğumu ve takdir edildiğimi söylemem hem uygun, hem de mümkün değil. Ancak arada-sırada inkisara direnememek(5) kötü bir huyumdu ve bu konuda ben, benle mutabıktık(7).

Bilmem kaç seneler sonra tayin olduğum yer anne-babama yakın, neredeyse direksiyon başında bir sigara içimi diyebileceğim mesafede idi.

Mademki beni görmek isteyene görünmeyecektim, özellikle biriktirdiklerimi düşünerek “Satın!” dileğimi eve gitmeden de olsa tekrarlayacaktım.

Bu sefer gerçekten anneme-babama rahat edecekleri bir ev satın alarak onları oturtacak, ahir ömürlerinde(8) onları gönlümce rahat ettirecektim. Hatta bunun için özellikle bir apartman dairesini de gözüme kestirmiştim.

Hizmetim dolmak üzere idi fiili hizmet katkısıyla. Buradan tekrar tayin oluncaya kadar görevimin başında olmayı, sonrasında anne ve babamla onların yaşadığı sürece yalnızlığımı paylaşmayı arzuluyordum.

Gözüme kestirdiğim daireyi öncelikle anneme beğendirmeliydim. Eğer beğenirse maya olacak peşinat(8) cebimde sayılırdı, bankadan çekiverirdim. Kalanı evi sattığımızda, yetmedi eşten-dostta borç ya da bankadan kredi alarak ödeyecektim.

Annem; “Hemen taşınalım!” dedi. Onun bu kadar çabuk karar vereceği aklımın ucundan bile geçmezdi, “Komşularım” der, “Ata Yadigârı(8)” der diye düşünüyordum. Oysa o da beni düşünürmüş;

“Otel köşelerinde, garnizonda(7) tahta ranzalarda müzmehel(7) olmana gerek yok!” demişti çünkü.

Ev sahibi mehil verdi(5), boya-badana, her şeyi kendi arzularımıza göre yenileyerek taşındık, boş evimizi ise yapılacak bir sürü eksiğiyle satışa çıkardık; “Alan kendi zevk ve arzularına göre yapsın!” diyerek.

Eee! Böyle konularda her zaman bir pazarlık payı vardı, değil mi? Eh! Ne de olsa jandarmaydım, açıkgözlülük de fıtratımızda(7) idi, hallederdim, evvel Allah 'ın izniyle.

Tanrı uygun gördüğü takdirde insanların arzu, dilek ve çıkarları ne ise hoş görüyor, gönüllerine göre şekillendiriyordu dileklerini. Ya da bazen tıpkı benim başıma geldiği gibi hoşgörüsü(7) kısıtlı oluyordu(5).

Eski ata yadigârı evimizi iyi bir fiyatla da olsa satmamız hüzün olmuştu anneme-babama.

Yıllarca yaşadıkları yerden ayrılıp, bir bilinmedik yerde, evlât hatırına da olsa, her türlü rahatlığa karşın uzunca da olsa bu yaşama adapte olamamışlar(5), belki de yaşlarının gereği olarak kısa, çabuk ve arka arkaya denilebilecek bir zaman içinde peş peşe teslim etmişlerdi emanetlerini Tanrılarına.

Belki de buna benim verdiğim bir sözün etkisi olmuş olabilirdi, bana göre henüz önümde tayinim, ya da emekliliğim için belirli bir süre daha olmasına rağmen.

Yaşamda her şey istenildiği gibi gerçekleşmiyordu. Bu kez de takdir edilerekten merkeze çağırılmıştım, tayin olarak.

İşte bu haber onların ölmek için ellerini, gönüllerini, ruhlarını serbest bırakmalarının nedeni gibi olmuştu.

Önceleri işimden mutlu gibiydim. Ama ben masada değil, dağda tüketmek isterdim yaşamımı, masada gelen evrak, giden evrak, bilgisayar, benim yapıma ters idi. Emir, rica, hiddet, şiddet kâr etmemiş, emekliliğimi isteyip gelmiştim, boş olan evime, nasıl yaşayacağımı, hayatımı ne şekilde düzene sokacağımı bilmeksizin.

Evimde ömrümü sükût ve sükûn içinde tüketmek ve gerektiğinde emanetimi Tanrıya istediği anda, itirazsız(!) olarak teslim etmek gayemdi.

Hem bunun için hazırlıklıydım da, evimi içindekilerin tümüyle bana bir ömür bahşeden askerliğim nedeniyle Mehmetçik Vakfına bağışlamıştım, Askerlik Şubesine giderek ve Noterde gereken belgeyi imzalayarak...

Günlerden bir gün bir ses, ya da bir duygu hükmetti gönlüme;

“Kalk ziyaret et!” dedi kısaca, o kadar. Kimi, neyi belli etmeksizin hem…

Annemin, babamın vasiyetleri memleket toprağında ve yan yana idi. O sesin tahakkümü(7) ile bir şehir otobüsüyle yöneldim, onların mezarlarına asıl toprağıma. Dua ettim.

Sonra ayaklarım beni genç yaşında yitirdiğimiz o eşsiz, unutamadığım sevdiğimin sevdiğinin mezarına yönlendirdi, onun mezarı başında dua ederken buldum kendimi ve o mezar başında ne kadar zaman geçirdiğimin farkında değildim.

Yaklaşan ayak seslerine döndüm. O; o idi. Evet, yıllarca suskunluğum ve sessizliğimle, karşısına çıkmamaya söz verdiğim, ama şu anda sözümü tutamadığım sevdiğim kız; Lâle.

“Bağışla! Ayaklarım sürükledi beni buraya, yoksa karşına bu pejmürde(7) halimle dikilmek istemezdim.”

“Neden kaçtın uzaklara?(52) Neden sakladın kendini yıllarca, hem sana ihtiyacım olduğunu bilmesen bile hissettiğin halde? ‘Seni seviyorum!’ demek şansını bir kere daha denemek, bir kez daha sarılıp kucaklamak, utangaç ve tecrübesiz bir öpüşü tekrarlamak, bağışlamak yeniden çok mu zordu senin için? Hiç gereği yokken sanki biri itekledi beni buraya, düşüncelerimde, hissi kabl el vuku(8) denilen şey bu olsa gerek, seni görecekmişim!”

“Sana gençliğimdeki özlemim asla dinmedi. Seni üzmemek için, bakışlarının kararmaması düşüncesi aklımdan çıkmadığı için görünmedim sana. Ama hep seni yaşadım, bağrıma taş basarak sadece mutluluğun için. Bilemezdim kendime eziyet ettiğim kadar sana da eziyet ettiğimi…

Keşke ilk sinirli haline inanıp pes etmeseydim hemen, direnseydim, bana sevginin nefretinden üstün olduğunu(51) anlayıp çökseydim dizlerimin üstüne, yalvarırcasına, yakarırcasına, dua edercesine tapınsaydım sana. Bir ömrü tüketmeseydik ayrı, ayrı kenarlarda köşelerde. Keşke demem yanlış, geri dönmemiz imkânsız. Yeniden demek gerçek dışı…”

“Ama yaşıyoruz bak! Gözlerimizde, yüreklerimizde sonsuz aşkımız, kulaklarımıza ulaşan sevgi sözlerimiz ve bize hiç uygun olmayan bir mekân. Tut elimden, zamanı geri getirmemiz mümkün değil, ama elimizdekini temelli tüketmeden birlikte paylaşalım.”

Durdu, tekrarlamak gereğini hissetti Lâle;

“Tut elimden. O ilk ve tek kucaklayışın gibi kucakla beni, o utangaç ve sevgi dolu öpüşünle hayat ver bana, yaşadığımı, senin olmamış olsam bile ömür boyu sana ait olmamın hazzını yaşayayım(5) kollarında, dudaklarında…”

Gerçekten ben de istiyordum, onun istediklerini.

Sarılıp kucakladım onu, ilk sarılışımdan farklı olarak mezarlık kapısında, saçlarını kokladım, gözlerinden öptüm öncelikle, hurafeleri(7), “Ayrılık getirir!” diyen batıl itikatları(7) bir kenara saklayarak. Yanaklarını öptüğümde ıslaktı, gözyaşlarına hâkim olamamış gibiydi.

Dudaklarına ulaştığımda titriyordu dudakları, tıpkı yaşadığımız ilk andaki gibi. Önce kaçırdı dudaklarını fısıldayarak;

“Beni ilk ve tek öpen sendin yaşamımda. Ve yıllar sonrasında da olsa son öpen de sen olacaksın, hissediyorum!”

Anlamamıştım demek istediklerini dudaklarına uzanırken.

Sanırım, heyecana dayanamamıştı özlem dolu yorgun yüreği son öpüşümde, yıkılıvermişti kollarıma, beni ben başıma bırakarak.

Bu kez temelli yalnızdım artık, sevgisiz ve sevgilisiz. Kendime iyi davranmama gerek yoktu.

Ve filozofun sözünü tasdikliyordum şu an;

Mutlu aşk yoktur!...(52)

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Öykünün adını “Saksağanın Marifeti” olarak da belirleyebilirdim. Ya da Türk Sanat Müziğine aşırı tutkum nedeniyle belki; “Şarkılarda (ya da Sanatta) Hüzün” de diyebilirdim. Ancak müzik yanında şiirlere de olan tutkum nedeniyle Faruk Nafiz ÇAMLIBEL’in Han Duvarları, Çoban Çeşmesi ve Kıskanç isimli şiirlerinin de bulunduğu “BİR ÖMÜR BÖYLE GEÇTİ” isimli kitabının ismini kullanmak bana daha gerçek gibi geldi. Faruk Nafiz ÇAMLIBEL'in en çok etkilendiğim dizesi ise; “Hayat bir andır, o da bu andır!” deyişindeki gizliliktir.

(*) Kısaca söylemem gerekli ki; Ayrılık üzerine çok şarkı olabilir. Benim dile getirdiklerim, benim bildiklerim, bir bakıma kaba kaçmazsa notalarını ya da makamlarını, ahengini, usullerini bildiğim eserler. Keza, bu konudaki diğer şarkılar ve sözler de biriktirdiklerimden ve daha önceki öykülerimden aktarmaya çalıştım. Bu konuda arşivimde sözleri ve besteleri yer almayan sanatkârlardan özür dilemem gerekiyor mutlaka, özür dilerim.

(*) Lâle, Hilâl, Allah; Öykü kahramanının bilgisizliğini (ya da Yazanın unutkanlığını) göz ardı etmemek gerek. Çünkü Ebced Harf Tertibine göre kızların ailesi onlara şahane denecek benzer isimler vermişlerdi. Çünkü Lâle, Hilâl ve Allah kelimelerinin Ebced Hesabındaki karşılığı aynıdır. Kısa bir bilgi vermek gerekirse 28 harflik Ebced Tertibinde; Elif; l, Be; 2, Cim; 3,… Dad; 800, Zı; 900, Gayın; 1000 değerlerindedir. Hesaplama; bu sayılar üzerinden yapılmaktadır.

Ve İzzet Paşanın bu konuda; “Allah'ın ismine benzemeseydi, lâlenin bu kadar şöhreti olmazdı!” sözü belleğimizde oldukça geniş kapsamlı olarak yer etmiştir.

(*) İslâm ve Barış İlişkisi; İslâm Arapça bir kelimedir ve S-L-M kökünden türemiştir, aslı “Boyun eğmek, teslim olmak, itaat” anlamını taşır gibi görünse de kökün anlamı “barış” demektir ve ben iki gencin arasında “İslâm” ve “Barış” olarak bu bağlantıyı kurmak istedim.

(1) Dün geçti, yarın var mı? Gençliğine güvenme! Ölen hep ihtiyar mı? Necip Fazıl KISAKÜREK

Ölüm güzel şey, budur perde arkasından haber... / Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber? Necip Fazıl KISAKÜREK

(2) Fevkalâdenin Fevkinde (Fevkalâde); Türkçemizde böyle bir deyiş yoktur. Fevkalâde; Alışılmış olandan ayrı, olağanüstü, beklenmedik, görülmedik, işitilmedik, aşırı, çok fazla, çok iyi, çok üstün, çok güzel, demektir. Fevkinde ise; üstünde, aşan demektir. Demek istenen; “Üstünün de üstünde” gibi bir şey söylemek olsa gerek. Söz;  iyinin iyisi, ya da kötünün kötüsü gibi söylediğimiz sözlerden farklıdır. Bir şey iyiyse iyi, kötüyse kötü, harikulâde ise harikulâdedir. Bir sanatkârın uydurduğu ve bugüne kadar kimsenin düzeltme amacı gütmediği bir deyim olduğu için haddim olmayarak da olsa düzeltmek amacıyla kullandım.

(3) Sakın bir söz söyleme... Yüzüme bakma sakın! / Sesini duyan olur, sana göz koyan olur. / Düşmanımdır seni kim bulursa cana yakın, / Anan bile okşarsa benim bağrım kan olur... Faruk Nafiz ÇAMLIBEL, “KISKANÇ” (Şaire saygısızlığım şeklinde yorumlanmaması dileği ile) ilk kıtası. Eserin ayrıca müziği de yapılmıştır. Bestesi; Suat SAYIN'a ait olan bu Türk Sanat Müziği eseri Muhayyerkürdî Makamındadır.

(4) İnsan en çok kimin yanında susuyorsa, aslında en çok konuşmak istediği odur. Chuck PALAHNIUK

(5)

Haz Etmek (Haz Almak, Haz Duymak, Haz Yaşamak, Hazzetmek); Hoşa giden duygulanma, hoşlanmak, keyif, tat ve zevk almak. Bir şeyden duyusal, hoşnutluk ve manevi sevinç duyma.

Adapte Olamamak; Uyamamak.

Hazmetmek; Kimi durumlara katlanmak.

Aklını Çelmek; Kişiyi kendi kararından ve düşüncesinden yoksun bırakarak başka bir yola sokmak.

Kusmaya Hazır Olmak; İstifra ile ilgisi yoktur. Ağır söz, sitem, kinaye, istihza gibi sözleri söylemeye hazırlanmak.

Şirinlik Yapmak; Yapmacık bir tavırla şirin, sevimli, cana yakın, görünmeye çalışmak.

Ramak Kalmak; Bir şeyin olmasına az kalmak. Hemen hemen, az daha olacak, kıl payı kurtulmak.

Cazırdamak, Cızırdamak; Cazır cazır (cızır cızır)  yanma ya da yırtılma sesi. Caz-caz yahut da benzeri sesler çıkartarak pişme, pişirme, yanma sesi.

Koflaşmak; Gücünü, zindeliğini yitirmek. İç boşalmak, kof durumuna gelmek.

Aşağılanmak; Aşağı düzeyde görülerek küçümsenmek, hor görülmek.

Pekiştirmek; Sağlamlaşmak, sağlamlaştırmak, kavileşmek, dayanıklı güçlü bir duruma getirmek, katılaştırmak, sertleştirmek.

Öteleyememek; Daha ileri bir zamana bırakmayı başaramamak. Erteleyememek.

Gıcık Kapmak (Olmak, Almak); Sözleri, hareketleri ve davranışlarıyla kendisini kızdıran, sinirlendiren kimseden intikam alma duygusu.

Gönlüne Prangalar Vurmak; Ayağa vurulan pranganın verdiği eziyet gibi gönlüne de aynı eziyeti yaşatmak istemek.

Başına Karalar Bağlamak; Üzüntülü bir olay, bir acı nedeniyle çok kederlenmek, yas tutmak.

Yüreğine Taş Basmak (Bağrına Taş Basmak); Uğradığı bir zarara, felâkete sesini çıkarmadan katlanmak.

Yüreğinin Kapısını Kilitlemek; Herhangi bir duygusal etkinlik, eylem özellikle sevgi, aşk için yardımcı olmamayı düşünmek, kurgulamak.

İlenmek; Bir kimsenin kötü bir duruma düşmesini gönülden geçirmek, ya da bunu açıkça söylemek, bir kimse için kötü dilekte bulunmak.

Sindirememek; Hazmedememek. Tahammül edememek.  Kimi durumlara katlanamama. Sindirim sisteminin besinleri iyi sindirememesi, sindirimin yeterli ve uygun olmaması, hazımsızlık durumu.

Kestirmek; Akıl yoluyla şöyle, ya da böyle de olsa gerçeğe yakın bir yargıya varmak, olacağı bilmek. Kesmek eylemini yaptırmak, kesmesini, ya da kesilmesini sağlamak. Hafifçe uyur pozisyonunda olmak.

Pineklemek; Bir yerde hiçbir iş yapmaksızın oturmak. Ara sıra gözünü kapayarak hareketsiz oturmak. Uyuklamak.

Göz Ardı Etmek (Edilmek); Gereken önemi vermemek, verilmemek.

İnkisara Direnememek; Gücenmeye, kırılmaya katlanamamak. Gücüne gidecek şekilde gönül kırıklığı yaşamak.

Kısıtlı Olmak; Sınırlı, sınırlanmış, kısıtlanmış olma hali.

Müjde Vermek; Bir kimseye sevindirici, mutlu bir haberi ulaştırmak.

Kuş Kanadıyla Haberdar Etmek (Haber Ulaştırmak, Haber Göndermek); En hızlı bir biçimde haber vermek, haber ulaştırmak, göndermek.

Tepki Ölçmek; Bir olay veya durum karşısında düşüncesini belirttiğinde karşısındakilerin davranışını izlemek.

Göze Batmak; Başkalarının çekemeyeceği bir düzeye erişmek, kıskançlığa yol açmak. Görünüşü herkesi rahatsız etmek.  Bakanları tedirgin edecek gibi aykırı, uygunsuz ya da yakışıksız görünmek. Çekememezliğe yol açmak.

Tezkere Bırakmak; Askerlik görevini bitirdikten sonra orduda sürekli kalmak üzere başvurup gereken işlemi yaptırmak.

Postu Ucuza Deldirmemek; Dalgınlığa yer vermemek, bu şekilde kurşunla, ya da herhangi bir silâhla vurulmak riskini yaşamamak.

Şahadet Şerbeti (İçmek); Bir deyim, şehit olarak ölenlerin içtiğine inanılan şeydir.

Teskere Almak; Aslı, “Tezkere almak” olup görevini bitiren askerlerin görevini bitirdiğini belgenin onlara verilmesi.

(6) Seni ne çok sevdiğimi söylesem de bilemezsin… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Necla GÜRER’e, Bestesi; Erol SAYAN’a ait olup eser Bayati Makamındadır.

(7)

Tahakküm; Hükmetme, baskı, zorbalık, buyrukçuluk, etkileme eylemi.

Hurafe; Batıl İtikat (Batıl İnanç). Boş inanç. Korku, umarsızlık, çağrışım gibi nedenlerle beliren, geleceği bilmek isteğiyle rastlanılan benzerlikleri iyilik, ya da kötülüğün ön belirtileri olarak değerlendirilen, bilimin ve dinin kabullenmediği doğaüstü güçleri tasarımlayan, kuşaktan kuşağa geçen yanlış inanışlar.

Pejmürde; Eski püskü yırtıklı, üstü başı dağınık, perişan. Yırtık pırtık.

Hoşgörü (Müsamaha); Tolerans. Tahammül. Kolaylık göstermek, iyi karşılamak, ayıplamamak, hatayı görmezden gelmek, göz yummak. Kırıcı ve aşağılayıcı olmamak, affedici olmak, kendi görüşlerimize aykırı olan görüşleri sabırla karşılamak. Kendine, düşüncelerine ters gelse bile başkalarının düşünce, fikir ve davranışlarına karşı anlayışlı davranma, rahatsız olmama, tepki göstermeme, sabırla katlanma.

Fıtrat; “Yaratılış, belli yeteneklere yatkınlığa sahip olmak” anlamını taşır. Bununla ilgili Peygamberimizin önemli bir hadisi vardır; "Her doğan çocuk; fıtrat üzere tertemiz ve günahsız doğar!” şeklinde. Bu bağlamda Kuram Kerimdeki 30. Rûm Suresinin 30. Ayetinde fıtratın korunması konusunda mealen şöyle denilmektedir; “Hakka yönelen bir kimse olarak yüzünü dine çevir. Allah’ın insanlar üzerinde yarattığı fıtrata sımsıkı tutun. Allah’ın yaratmasında hiçbir değiştirme yoktur. İşte bu dosdoğru bir dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.”

Çıtkırıldım; Pek aşırı, ince ve çekingen. Güçlüklere dayanıksız kimse.

Âdâp (Adap); Edep kelimesinin çoğulu, Edepler. İyiliğe, güzelliğe yönelttiği için insanın övgüye değer güzellikler. Dinin gerekli gördüğü ve aklın güzel bulduğu bütün söz ve davranışlar ile uyulması gereken görgü kurallarını, göz önünde bulundurulması, izlenilmesi, bilinmesi gereken yol, yordam, yöntem gibi unsurlar…

Esrik (Esriklik); Sarhoş olma durumu.

Tekbir; İslâm’da Tanrı’nın ululuğunu, yüceliğini belirtmek için söylenen “Allahüekber!” sözü.

Uluorta; Yapacağı etkiyi tartmadan, düşünüp taşınmadan, hiç çekinmeksizin, açıktan açığa.

Terviha; genel kelime anlamı oturuş demektir; dinlenmek rahatlamak anlamında. Aslında bu Ramazanlarda kılınması sünnet olan Teravih Namazının her dört rekâtı için kullanılan tekil bir sözdür. Zaten teravih de, tervihanın çoğul halidir.

Meziyet; Bir kişiyi, ya da nesneyi, diğerlerinden üstün gösteren nitelik.

Muamma; Anlaşılmayan, bilinmeyen bir şey. Bilmece.

Gaflet; Gafil olma hali. Gafillik. Aymazlık. Dalgınlık. Dikkatsizlik. Boş bulunma. İhtiyatsızlık. Nefsin arzularına uyarak zamanı önemsiz şeylerle geçirmek.

İnkisâr; Aslında inkisar şeklinde yazılmalıdır. Kırılma, gücenme, incinme anlamında kullanılan bu kelimenin diğer bir anlamı ilenme, ilençtir.

Bedbaht; Talihi kötü olan, talihsiz.

Destur; İzin, müsaade. “Savulun! Yol verin! İzin verin, geçelim! Çekilin!” anlamlarında kullanılır.

Mümtaz; Seçkin. Seçilmiş. Meziyetleri dolaysıyla başkalarına göre ayrı bir yeri olan, üstün tutulan, farklılığı olan.

Müzmahal; Şeklinde söylenmekle birlikte yöresel olarak “Müzmehel” şeklinde de kullanılmaktadır. Anlamı; “İşe yaramaz duruma gelmek, yitirilmiş, yok olmuş” şeklindedir.

Mutabık; Birbirine uyan. Aralarında anlaşmazlık olmayan, uygun.

Garnizon; Bir kentin savunmasında yer alan ya da bir kentin içinde ve yöresinde yerleşmiş bulunan asker birliklerinin tümü, bu birliklerin bulunduğu ve sınırları belli bölge, yer.

Zibidi; Gülünç olacak derecede kısa ve dar giyinmiş olan, yersiz ve zamansız davranışları olan.

 (8)

Gözleri Çakmak Çakmak; Ateşli hastalıktan ya da öfkeden gözleri kızarmış ve parlamış.

Hüsnü Kuruntu (Hüsn-ü Kuruntu); Zararsız kuruntu, güzel kuruntu anlamlarını içermekte. İhtimali bulunmadığı halde güzel bir şeyin olacağını sanma, hayal etme, kendini buna inandırma. Herhangi bir durumu kendince, bencilce iyiye yorumlamak denilebilir. (Süslü Kuruntu; Avam dilindi söyleniş biçimi.)

İbret Verici; Acayip, çirkin, kötü, yanlış düşüncelerden sakınmayı sağlayan konular, ya da bu gibi konu, olgu ve olaylardan alınması gereken dersler.

Hiss-i Kabl-El-Vuku; Hissikablelvuku olarak da yazılabilir. Altıncı his, önsezi, içine doğmak gibi anlamları taşır. Bir olay olmadan önce o olayı hissetmek de denebilir.

Baba (Ata) Yadigârı; Anı. Babayı hatırlatan her şey. Babadan-dededen kalan şeyler örneğin miras, ev, araba, tarla, bahçe gibi

Kırağı Yakmamış Dudaklar; Soğuktan büzülmüş, titreme modunda dudakların görüntüsü.

Komando Er;  Özel yetiştirilmiş askerlerden oluşan birlikteki görevli asker. Vurucu kuvvet askeri.

Maya Olacak Peşinat; Bir bakıma “Kaparo, Ön Ödeme” demek mümkün. Bir alışveriş ya da hizmet için önceden verilen, kalanı belirli bir periyot veya vadede tamamlanacak belirli bir orandaki peşinat miktarı.

Mayışmış Dudaklar; Sıcaktan, soğuktan, düşünmekten, herhangi bir dış etkenden bunalıp bayılır gibi olmak.

Sahiplenme Duygusu; Dışarılardan oluşabilecek maddi, manevi eylemlere karşı koruma, himaye etme, ben duygusu, bencillik, egoizm duyguları.

Tığ-ı Teber, (Tığteber) Şah-ı Merden; Aslında; “Tığ; silâh, teber; hilâl biçimli, şah-ı merden; mertlerin şahı şeklindedir Öyküde kastedilen de budur, her ne kadar sözün sahibinin Hazreti Ali olduğu bilinirse de. Türkçemize yerleşmiş anlamı; sersefil kalmak, beterden beter, ya da rezilden rezil olmak, elinde avucunda ne varsa yitirmiş, her şeyini kaybetmiş olmanın sonucu gibi bir anlamdadır.

Ar (Hayâ) Perdesinin Yırtılması (Ar Damarı Çatlaması); Hem bir azmayı,  hem de bu hâle yönelik ayıbı, ya da ayıp gösterileri halinde yaşanan utanma duygusu.

Yaşam Zulüm; Güçlü bir kimsenin yasaya ve vicdana aykırı olarak başkasına yaptığı kötü, acımasız, kıyıcı davranış, işkencenin etkisi.

(9) Arkadaşınızın evine sık sık gidin; çünkü kullanılmayan yolu çalılar bürür. Ralph Waldo EMERSON Bu söze karşılık diğer bir düşünür (adı hatırımda değil); “Sık gidilen yollarda (yerlerde) ot bitmez” demiştir.

(10) Yollarımız burada ayrılıyor / Artık birbirimize iki yabancıyız / Her ne kadar acı olsa, ne kadar güç olsa / Her şey, evet her şeyi unutmalıyız!  Ümit Yaşar OĞUZCAN’ın “AYRILANLAR İÇİN” isimli şiirindeki ilk mısralar. Eser ayrıca Timur SELÇUK tarafından bestelenmiştir.

(11) Yanında olduğum zaman değerimi bilmezsen; değerimi bildiğin gün beni yanında bulamazsın! Necip Fazıl KISAKÜREK

(12) Sevmek insanların birbirlerine bakmaları değildir. Birlikte aynı yöne bakmalarıdır. André Paul Guillaume GIDE.

İki insan birbirlerini sevdikleri zaman birbirlerine bakmazlar, aynı yöne bakarlar. Ginger ROGERS

Aşk, birbirine bakmak değil, birlikte aynı yöne bakmaktır. Antoine de Saint-EXUPERY

(13) Mademki gidiyorsun, bırakıp burda beni, Bir daha seyredeyim ne olur dur da seni… Hicaz Makamındaki Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Mehmet ERBULAN’a, Bestesi; Muzaffer İLKAR’a aittir.

(14) Aşk, ayrılınca değil, vazgeçince biter. Elif ŞAFAK

(15) Bazen bir şarkıya binip, kulağına kadar geliyorum, bilmiyorsun!  Faruk Nafiz ÇAMLIBEL

(16) Bir inat yüzünden dargınlık icat ettin, Bunca söze yemine inanmadın da gittin… şeklinde başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güfte ve Bestesi; Yusuf NALKESEN’e ait olup Makamı Hicazdır.

(17) Ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır… şeklinde başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Fıtnat DUYAR’a, Bestesi; Yesari Asım ARSOY’a ait olup eser Hüzzam Makamındadır.

(18) Dervişim, o kadar taşkın ki derdim,  / Çileyle muhabbet yoluna erdim,  / Açılmış bir mezar bulsam girerdim, / Gayri baş koyacak bir yer mi kaldı? Faruk Nafiz ÇAMLIBEL “NE KALDI?”

(19) Bu konak eski paşalardan birinin / Bereket versin gökyüzünün tapusu yok / Herkes bakabilir… / Bulutlara kimse el koyamaz...  /  Hayal kurma hürriyeti var… Cahit Sıtkı TARANCI “SES’SİZ-SEDA’SIZ”

(20) Hani oturduğun o mahalle var ya… Senden gidenleri özlersin… Sunay AKIN “BOZKURTUN EFESİ”

(21) Var olan ne ki; / bizi yokluğuyla üzenler vardır! Sezai KARAKOÇ, “SÜRGÜN ÜLKEDEN BAŞKENTLER BAŞKENTİNE”

(22) Gideceğin yere beni de götür… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Halil SOYUER’e, Bestesi; İbrahim ÖZORAL’a ait olup eser Muhayyerkürdî Makamındadır. (Bestede şiirin yalnız ilk iki kıtası olup son kıta, beste içinde yer almamaktadır.)

(23) Avuçlarımda hâlâ sıcaklığın var, inan… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güfte ve Bestesi; Yusuf NALKESEN’e ait olup eser; Kürdili Hicazkâr Makamındadır.

Ayrılık ümitlerin ötesinde bir şehir... Güftesi; Şahap GÜRLER'e, Bestesi; Avni ANIL'a ait Hüzzam Makamında Türk Sanat Müziği eseri.

Ayrılık yarı ölmekmiş... Güftesi; Vecdi BİNGÖL'e, Bestesi; Selahattin PINAR'a ait Nişabürek Makamında Türk Sanat Müziği eseri.

Ayrı düştüm sevgilimden, dünya bana dar oldu... Güfte ve Bestesi; Yesari Asım ARSOY 'a ait Suzinak Makamında Türk Sanat Müziği eseri.

Zulmetle ayrılık bestesi yapan geceler… şeklinde başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Ali Haydar ABDULLAHOĞLU’na, Bestesi; Kemal GÜRSES’e ait olup eser Uşşak Makamındadır.

Ayrılık zamansız gelir… Barış AKARSU Albümünden bir parça.

Ayrılık yaman kelime, Benzetmek azdır ölüme… şeklinde başlayan Türk Sanat Müziğinin Güfte ve Bestesi; Sadettin KAYNAK’a ait olup eser Segâh Makamındadır.

Ayrılık ateşten bir ok… Güfte Yazarı bilinmemekte. Beste; Fahri KAYAHAN’a ait olup eser Hicaz Makamındadır.

Ayrılık ölümden beter… Güfte ve Bestesi; Rahmetli Zeki MÜREN’e ait Muhayyer Kürdi Makamında Türk Sanat Müziği eseri.

Ayrılık belki ölümden beter; Secaattin TANYERLİ, Yaşar GÜVENİR tangosu.

Ayrılıkların her türlüsü ölümü çağrıştırır! Bir ölümün bütün ayrılıkları sonlandırdığının ifadesi. “Ayrılıklar Ölüm Kokar” Asyacan Nermin DEVRİMCİ Kitabı

İnsanlar her ne kadar sonbaharı ayrılık mevsimi kabul etmişlerse de, kaderde ayrılık varsa bu ayrılık sonbaharı beklemez. Publius Terentius AFER

 Her gidiş suskun bir ayrılığa göz kırpar ve her sevdalı için ayrılık ölüm kokardı.  Ayşegül TEZCAN

Rüzgâr ateş için ne ise, ayrılık da aşk için odur, ufak alevi söndürür, büyük alevi ise canlandırır. Antoine BUSSY

(24) Uzayıp giden o tren yolları… diye başlayan şarkının Güfte ve Bestesi; Naci TEKTEL’e ait olup eser Saba Makamındadır. Benim gençliğimde bu şarkıyı en güzel yorumlayan sanatkârın Abdullah YÜCE olduğu konusunda iddialıyım.

(25) “Şarkıların isimlendirdiği” dediğimde söylemek istediğim; Şarkılar seni söyler, dillerde name adın... şarkısı idi. Bu Türk Sanat Müziği eserinin Güfte ve Bestesi; Muzaffer İLKAR'a ait olup eser Nihavent Makamındadır.

(26) Çile; Zahmet, eziyet, ıstırap, sıkıntı. Dervişlerin yaptığı bir ibadet şekli. İbrişim, yün vb. demeti. Okun yaya bağlandığı ip (yay kirişi). (Ufak bir bilgi vermem gerekirse; Müteşair; Şairlik taslayan, şairlik satmak isteyen, şair olmayıp şair olduğunu öne süren, şair gibi görünen, sahte şair, demektir. Şahane bir benzetme ile Çile kelimesini mastar yaparsam; “Çile bülbülüm” şarkısındaki “Çile” kelimesinin “Çilemek” fiilinden geldiğini görebilen “ŞAİR”,  Farsça “Istırap, sıkıntı, zahmet” anlamına geldiğini sanan kişi ise; “MÜTEŞAİR” dir.

(27) Sensiz her gecenin sabahı olmayacak sanırım... diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güfte ve Bestesi; Muzaffer İLKAR'a ait olup Nihavent Makamındadır.

(28) Çaresizliğin; kalbin, gönlün, ruhun kanatlanıp gittiği yere, bedenin gidememesi; Sözün aslı; “Çaresizlik nedir bilir misin? Kalbin kanatlanıp gittiği yere bedenin gidememesidir” şeklinde olup sözün Mevlânâ Celâleddîn-î RÛMÎ ve Şems-i TEBRİZİ’ye ait oluşu şeklinde iki sav vardır.

(29) Homini gırtlak … Püfüdü Kandil… Tumba yatak… Sadece dünyalık zevkler için yaşamak anlamında bir Sezen AKSU şarkısı. Genelde; Ege-Akdeniz yörelerinde oldukça yaygın bir tekerleme şeklinde kullanılmaktadır.

(30) Ölüm Allah’ın Emri; Ölümden kaçınılmaz, herkes ölecek, tehlikeli bir karar verme durumunda; ”Ölümü göze alıyorum!” anlamında bir söz olup Orhan Veli KANIK’ın “KİTABE-İ SENG-İ MEZAR” isimli şiirinin en dokunaklı dizeleridir; ”Kahve ocağında el yazısıyla; ‘Ölüm Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı!”

(31) Bir insanın sevdiğini yitirmesi, dişini kaybetmesi kadar ilginç ya da önemli idi, çünkü acısını o an, eksikliğini, yokluğunu ömür boyu yaşardı. Necip Fazıl KISAKÜREK

(32) Neye baksam aynı şey, neyi görsem aynı şey... / Olan sensin, hey gidi Hakikat Sultanı hey!... şeklinde Allah'ı takdir eden söz Necip Fazıl KISAKÜREK’e aittir.

(33) Baharı bekleyen kumrular gibi…  diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Ali TEKİNTÜRE’ye Bestesi; Coşkun SABAH’a ait olup eser; Kürdi Makamındadır. Sanırım en güzel dizesi; “Bir Tanrı'yı, bir de beni unutma!” olsa gerek!

(34) Derinden derine ırmaklar ağlar... diye başlayan Faruk Nafiz ÇAMLIBEL’e aitÇoban Çeşmesi” isimli şiirini hatırlamamak mümkün değil. Şiir, ayrıca Nilgün DEMİRAĞ tarafından Hicaz Makamında bestelenmiş olup en iyi yorumlayan sanatkârların Timur SELÇUK ve İsmet NEDİM olduğu konusunda iddialıyım.

(35) Ömrümce hep adım adım, her yerde seni aradım, ben kalbimden başka yerde seni bulamadım… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Mehmet ERBULAN’a, Bestesi; İrfan ÖZBAKIR’a ait olup eser Rast Makamındadır. Eserin bir bölümünde (üçüncü mısrada) “Kenarlarda, köşelerde” diye başlayan dizeler vardır.

(36) Söylesem tesiri yok, sussam gönül razı değil. Aşk imiş her ne varsa âlemde. FUZÛLÎ

(37) Artık demir almak günü gelmişse zamandan… diye başlayan ölüm temalı dizeler Yahya Kemal BEYATLI’nın  “SESSİZ GEMİ” isimli şiirinin başlangıcıdır. Bir bölümünde “Sallanmaz o kalkışta ne mendil, ne de bir kol” dizesi yer alır.

(38) Gidip de gelmemek, gelip de görmemek var (ATASÖZÜ); Bulunduğu yerden uzaklara gidecek bir kimsenin geri dönmemesi, geri dönse de bıraktıklarını bulamaması mümkün. Bu nedenle kişiler ayrılık halinde helâlleşmelidirler.

(39) Ya Allah! Bismillâh! Allahüekber; “Ey Allah’ım! Allah’ın adıyla, Allah en büyüktür!” anlamında genelde duygu sömürüsüne, dini istismarlara yönelik politik bir slogan olup herhangi bir eylem başlangıcında kullanılan söz dizisi.

(40) Ben bir Türk'üm; dinim cinsim uludur; Tuttuğum yol Atatürk'ün yoludur! Mehmet Emin YURDAKUL’un “CENGE GİDERKEN” isimli şiirinin ilk mısraı. (Her ne kadar okul başlarında olan bir çocuğun söyleyemeyeceği düşünülse de Anadolu çocuklarının (kendi çocuklarım dâhil), daha dört-beş yaşlarında öğrendiği İstiklâl Marşı, Andımız, Çanakkale Şehitlerine, Dağ Başım Duman Almış, Onuncu Yıl Marşı gibi bu dizeleri de sıralayabilecek olduğunu düşündüm. (Şiirin dizeleri arasında küçük kızın söylediği; "Tuttuğum yol Atatürk'ün yoludur” mısraı yoktur, küçük kız kendisinden eklemiştir!)

(41) Söylemek istesem gönüldekini… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Vecdi BİNGÖL’e, Bestesi; Selahattin PINAR’a ait olup eser Rast Makamındadır. Eserde bir bölüm; “Yazsaydım derdimin ben bir tekini, ciltlere sığmayan bir kitap olur” şeklindedir.

(42) Düştüğün yollar gibi sonsuzdur benim tasam, bekleyenim olsa da razıyım kavuşmasam… Faruk Nafiz ÇAMLIBEL, “YOLCU ve ARABACI” Şiir; Suat SAYIN tarafından Türk Sanat Müziği olarak Uşşak Makamında bestelenmiştir.

(43) Ne doğan güne hükmüm geçer, Ne halden anlayan bulunur… şeklinde başlayan Cahit Sıtkı TARANCI’nın “GÜN EKSİLMESİN PENCEREMDEN” isimli şiirinin başlangıcından sonra “Neylersin ölüm herkesin başında / Uyudun, uyanmadın olacak / Kim bilir nerede, nasıl, kaç yaşında? / Bir namazlık saltanatın olacak, Taht misali o musalla taşında…”  dizeleri yer almaktadır. Şiir Münir Nurettin SELÇUK tarafından Türk Sanat Müziği eseri olarak Mahur Makamında bestelenmiştir.

(44) Kur’an, Enbiya Suresi 35. Ayet.Küllü nefsin zâlikâtül mevt”. Meal olarak; “Her canlı ölümü tadacaktır!”

Kur’an, Ali İmran Suresi 185. Ayet. “Her nefis ölümü tadacaktır. Yaptıklarınızın karşılığı size kıyamet gününde aynen verilecektir.”

Kur’an, Nisa Suresi 78. Ayet. “Her nerede olursanız olun ölüm size yetişir!”

Ölüm konusunda birçok şair, yazar ve düşünürün etkileyici sözleri vardır. Ama tüm bu düşünceleri bir öykü içine sığdırmaya çalışmanın hem imkânsız, hem de mantıksız olduğunu düşünüyorum. Gene de bir-iki örnek vermem gerekirse şunları söyleyebilir, yazabilirim kısaca;

İnsan her adımını mezardan uzaklaşmak için atar. Yine her adımda mezara bir adım daha yaklaşır. Her nefesi hayatı uzatmak için alır, yine her nefeste hayatından bir nefeslik zamanı azaltır. Namık KEMAL

Ölüyorum Tanrım / Bu da oldu işte / Her ölüm erken ölümdür/Geciken ya da gecikmiş ölüm yoktur. /Biliyorum Tanrım / Ama ayrıca aldığın şu hayat / Fena değildir… / Üstü kalsın… Cemal SÜREYA

Yaşamının sırlarını bileydin, ölümün sırlarını da çözerdin. Ömer HAYYAM

Ülfet belâlı şey…  diye başlayan “DÜŞÜNCE” isimli Yahya Kemal BEYATLI şiirinin bitişe yakın son üç mısraı şöyledir: “Bitsin hayırlısıyla bu beyhude sonbahar / Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi / Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi.”

Ölüm, sevmeyi ve ölmeyi bilenler içindir.  Ümit Yaşar OĞUZCAN, “ÖLÜM GELMİŞSE”

En iyi ölüm beklenmedik ölümdür. Julius CAESER

(45) Teşbihte Hata Olmaz (Olmasın); “Yeri geldiği zaman çirkin, kaba bir benzetme ile anlatıma daha etkili bir hava verilmesi, saygısızca bir davranış değildir, kimse bundan alınmasın!” anlamında söz.

Teşbihte hata olmaz ya / Hani /  Nesir kamyonsa / Şiir de taksi! M. Said ÇEKMEGİL

(46) Unutturamaz seni hiçbir şey… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Türkan ATEŞ’e, Bestesi; Ekrem GÜYER’e ait olup eser Nihavent Makamındadır.

(47) Kaç gece pencerede sabahı ettim, inan! Güftesi; Zeki SINDIRAN’a, Bestesi; Suat SAYIN’a ait Hicaz Makamında Türk Sanat Müziği eseri.

(48) Ben seni unutmak için sevmedim… “Aşk bu mu?”  nakaratıyla ünlenen Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; İlhan Behlül BEKTAŞ’a, Bestesi;  Amir ATEŞ’e ait olup eser Segâh Makamındadır.

(49) Unutmadım seni ben, her zaman kalbimdesin! Değerli sanatkâr Müzehher GÜYER'in eşi Ekrem GÜYER için Güftesini yazdığı, Şekip Ayhan ÖZIŞIK’'ın bestelediği bu Türk Sanat Müziği eseri Karcığar Makamındadır.

(50) İçimdesin… olarak ünlenen “Neden kaçtın uzaklara?” diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güfte ve Bestesi; Yusuf NALKESEN'e ait olup eser; Hüzzam Makamındadır. Bu meyanda “lf you go away; Uzaklara gidersen eğer”, Shirley BASSEY'in en güzel yorumla seslendirdiği şarkıyı hatırlamamak olmazdı. Sanırım ki şarkının en güzel bölümü; “Uzaklara gidersen eğer, yaz gününde, güneşi de al götür beraberinde!” dizesi olsa gerek!

(51) Ölümle yaşam arasındaki ince çizgi gibi, sevgi ile nefreti ayıran çizgi de çok ince. (Söyleyeni hatırlayamadığım bir) ALINTI.

(52) İnsan her şeyi elinde tutamaz hiçbir zaman. Mutlu aşk yoktur!  José Luis ARAGONES