“Katil” yaftasını(1) kendisine yakıştıran, yaşamının daha sonralarını düşünmeyen Halet, kendini zehirlercesine kendi kendine konuşuyordu, içinden.
Bazı sözler ağırdır, bilemezsin ne kadar ağır olduğunu, söylendiğinde. Hem ne söylendiği değil, nasıl söylendiği ve ne anlaşıldığı önemlidir, şaka, espri(2), lâtife(2), ukalâlık(2), şaklabanlık(2), soytarılık(2) niyetine, söylenilen sözün adı ne olursa olsun.
Zaman geçer, ezilirsin sözlerinin altında. Bu töhmet(3) değildir. Örneğin; “Ölürsem kabrime gelme!(4)” gibi. Yaza özlem duyan çiğ damlalarının hırsına uyarak öleceğini hisseden birinin serzenişi(5) gibi…
Bazı değerler kaybedilince, bazı yanlışlar ise doğrularla karşılaşılınca ancak anlaşılabiliyordu, ne kadar hazin? Halet;
“Dünyaya kendi isteğim dışında geldim, öylesine güzel, öylesine iyi, öylesine tükenmeyeceğine inandığım bir hayat yaşıyordum ki, ömrümün uzadığını düşünüyordum. Bir yanlış yaptım, hem hayatıma mal olması gereken, hayatıma mal olmasını dilediğim, şimdi tiksinerek gitmeyi düşündüğüm ve mutlaka gideceğim…” diye düşünüyordu...
Halet’in gözükmemesi gerekiyordu, kendisini bilen, tanıyan ve görecek olanların tepkisinden, davranışlarından ürküyordu. Ürkmek de denilmezdi duygularına, bir yanlışlıkla yapmayı dilediği sonuca ulaşmak istediğine ulaşamamak endişesiydi yaşadığı.
Onun bu son gününe katılmadan, mezarına bir ak karanfil koymadan, tekrar ve tekrar “Şaka yapmıştım, bağışla!” demeden musallada(6) yatan genç kızla vedalaşmadan kısaca, gitmek istemiyordu oralardan ve yaşamı için gerekli olmadığına inandığı dünyadan. Oysa yaptığının eşek şakasından(7) da beter olduğunu onu yitirince anlamıştı ancak.
Bir kısım aklı evvel(8); “İntihar eden bir kişinin cenaze namazı kılınmaz!(9)” diye cevher yumurtlamış(10), peygamberimizin intihar eden birinin cenaze namazını kıldırmadığını da örnek göstermişti.
Behey gafiller! Peygamberimizin muradı neydi, hiç arayıp araştırıp okudunuz mu tefsirlerde(11)? Yok! Sadece gerekli gördüğünüz anlatılanlar kadarı muteber(12), diğer taraflar boş hurafe(13) mi? Oysa ufak bir bilgi; intihar eden o vatandaşın cenaze namazı kılınmıştı cemaat tarafından.
Veren Allah, alan da Allah olmalıydı. Mademki ne bir dakika öncesine ne bir dakika sonrasına izin yoktu(14), o halde kişiyi intihara yönlendiren de Allah değil miydi ki? O halde intihar eden birinin bir duadan ibaret olan Cenaze Namazı neden kılınmasındı ki?
Bazıları Kur’an’ı Kerime abdestsiz el sürmez, üstelik de bunu günah sayar. Bazıları duaların abdestsiz olarak dilendiğinde kabul edilmediğini savunur, ya da vaaz eder(15). Neden? Bir Cenaze Alayının geçişine şahit olan biri durup bir Fatiha okuyamaz mıydı ki?
“Durun! Ben bir abdest alıp geleyim, ya da teyemmüm edeyim(16) de öyle bir Fatiha okuyayım” mı demesi gerekirdi ki? Veyahut bir taşıtla bir mezarlığın yanından geçerken mezardakiler için neden dua etmesindi ki insan, abdestsiz olsa da?
Abdestliydi genç adam, görmemesi gerekenlerden uzak, safların(17) sonuna yakın bir yerlerde, “Hatun kişi niyetine!” diyerek durdu huzura. Uzaktan-uzaktan takip etti cenazeyi, fark edilmeme gayreti ile kenardan köşeden. Ada-parsel numarasını öğrenmiş olmasına rağmen, ufak bir araştırmayla.
Akşamın karanlığı da inse, mezarının başucuna gelecek, ak karanfili, ona doyamayacağına inandığı taze toprağın üstüne bıraktıktan sonra, beyninde şekillendirdiği ile ona kavuşacağı anı bekleyecekti…
Yaşam güzel başlamıştı onunla karşılaştığı ilk andan itibaren, çevrenin yarattığı sorunları yok saymışlardı.
İkisi de üniversite mezunuydular. Ancak üniversitede karşılaşmaları imkânsızdı. İkisi de değişik görevdeydiler; biri Matematik Öğretmeni, diğeri Mühendis gibi bir araya gelmeleri düşünülemeyecek. Ama Tanrı onları birbirine yazmışsa, bir araya getirmeyi de bilecek, onlar için bu tesadüfü, ya da şansı yaratacaktı.
Halide adlı kızın Haşmet adlı ağabeyine kız istemeğe gitmişti oğlan tarafı, ailece. Halide adlı istenen kızın akrabalarından biri, yani istenen kızın yeğeni de oradaydı tesadüfen. O kendisi idi, Halet denen genç adamın.
İstenen istenmişti, Allah’ın emri, peygamberin kavliyle;
“Nasipse olur, neden olmasın?” denmiş, ama söz verilmemişti, mendil sunulmamıştı, hediyeler kabul edilmemişti. Bir çiçek o kadar! Yoksa başlangıç olarak gözlerine girememiş miydi, damat adayı. Bilemiyordu, bilemezdi de Halet zaten, dayısının niyetini.
Yoksa kendisi farkında olmadan ümit de, söz de verilmişti de farkında mı değildi Halet, damat adayının kız kardeşine devamlı olarak bakmaktan? Gözleri çakışmış, çatışmıştı, hem de engel olamadıkları bir his ya da düşünceyle, kereler, kerelerce…
Ağabey görücü usulünün(18) gereği ısınmıştı gelin adayına, yani Halet’in yeğenine. Bunda belki de yaşının bir miktar ilerlemiş olmasının etkisi de olabilirdi. Belki de seçme kısıtlılığının da etkisinin olduğunu söylememesi imkânsızdı, muhtemelen bunun etkisi göz ardı edilemezdi(19).
Allah’tan yeğeni, yani gelin adayı, genç, güzel ve becerikliydi Öyle damat adayının düşündüğü gibi evde kalmış bir tip değildi.
Genç adama göre gelin adayının tek kusuru, yıllar yılı kendisiyle didişmekten vazgeçmemiş olmasıydı. Kıskançlık mı? Hayır! Genleri dayı ve teyzeden gelenler olarak aynı gibiydi. Ama anlaşılmazlık, kendi tarifleri içinde yer alamıyordu, nedense. Hem zaten bilinirdi ki; “Kılıç kınını kesmez. Ne kadar sert ve öfkeli olursa olsun hiçbir kişi yanındakilere, yakınlarına asla zarar vermez.” idi.
İki gencin Halet ve Halide’nin ilk karşılaşmaları, ilk iç çekişleri, ilk heyecanlarıydı o gün. Ama kimdiler ve nasıl ulaşacaklardı birbirlerine? Gözleri gibi elleri de bir araya gelecek, aynı gökyüzünü paylaşıp aynı havayı soluyacaklar mıydı? Evetse nasıl, hayırsa neden?
Halet’in aklına gelen tek bir çözüm vardı. Durumun mana ve ehemmiyetine, hatta vahametine(20) binaen gelin adayı yeğeni Habibe’den yardım istemek.
Yaşam boyu, oldum olası didişirler, çekişirlerdi, dayıkızı yeğeniyle. Kardeş çocukları da olsalar, kız-erkek farkları da olsa artı-eksi kutuplar gibi didişirlerdi. Daha doğrusu genç adamın dürüst davranıp itiraf etmesinde yarar vardı.
Habibe, yeğenini bıkmaz usanmaz kızdırırdı, sık-sık küser, onu bunaltır, her seferinde gönlünü almasını beklerdi. Kardeşten ileriydiler aslında. Sırlarını açıklarlardı birbirlerine. Özellikle gençlik heyecanlarını. Bu vesile ile birkaç defa kızlardan mektup getirmişti Habibe. “Emri olup olmadığını” sormuş, yeğeni ilgilendiği kimsenin olmadığını, kalbinin boş olduğunu anlatmaya çalışmıştı.
O zaman dilinin ucuna gelen ve kapıya kadar kovalanmasına neden olan sözü kaçırmıştı ağzından;
“Kız evde kalacaksın, kart, kız kurusu olarak, geldiğin gibi gireceksin mezara!”
Sonuç; “Görürsün sen!” diye tehditti ve görücü gelenleri sanki başlangıçtan itibaren kendisine işaret eder gibiydi. Bu kızgınlığı, ya da sitemi nedeniyle ondan yardım istemektense kendisini kör bir kuyuya atmasının daha evlâ olduğunu(21) düşündü genç adam.
Onun yardımını direkt olarak istememeliydi. Kendine uygun Habibe’nin hissetmeyeceği bir politika izlemeliydi, ama nasıl? Cin gibiydi yeğeni. En ufak yalanı, en ufak yanlışı, ya da falsoyu(22)
“Gene bıyıkların titriyor, gene kızardın, gene elin-ayağın zapt edilmez oldu” diyerek anında yakalar, yüzüne vurmaktan çekinmez ve söylediği tek hece; sorarcasına, azarlarcasına, sitem edercesine; “Hı?!” olurdu!
Öyle ağzından girip burnundan çıkmalar(23) da hiç sökmezdi ona. O halde ne etmeli, ne yapmalıydı, falso vermeden? Bilmiyordu, bilemiyordu, doluya da, boşa da koymak ve sonucu beklemek çare değildi. O halde elleri böğründe böylesine kaderin şekillenmesini mi bekleyecekti ki?
Tabii ki hayır! Kul sıkışmazsa Hızır imdada yetişmezdi. Hızır, gerekeni yapabilmek için gereken zamanda yetişmişti.
Damat adayı yani gelin adayının beğendiği aday; “Birbirimizi daha iyi tanımak için beraber yemeğe çıksak, bir çay bahçesinde otursak…” demişti yeğeni Habibe’ye.
Annesi, yani Halet’in yengesi hemen itiraz etmiş;
“Daha fol yok, yumurta yok, bu ne acele?” demişti ama kızının daha sonra bedbaht olmaması için birbirlerini tanımalarının yararlı olacağını da düşünmüyor değildi. Görücü usulünün yarar ve zararlarını bilen bir kadındı çünkü. Kızının da bakışlarında anlatmak istediği bu idi galiba.
“Peki, olur, ama Halet de yanınızda olursa. ‘Görücü geldiler’ diye elin oğluyla yalnız bırakamam seni.” demişti.
“Bana güvenmiyor musun anne?” diye sitemle karşılamasına;
“Dediğimi dedim, konu benim için bitmiştir. Ama ‘Hayır!’ dersen, adayın talebi de reddedilmiş, demektir.” diye cevapladı.
Habibe’nin istemeyerek de olsa “Evet!” demesi, kendisine ulaştırılan telefonla güvenilir olmasının imtiyazını sağlamıştı Halet’e. Damat adayına kendisinin de Halide ile birlikte geldiğini belirtmeden buluşacakları yere gittiler.
Haşmet gelin adayının çekiniklik yaşamaması için, Osmanlı terbiyesi almış olduğundan kız kardeşi ile birlikte gelmişti buluşma yerine. Halet’in yüreği hoplamıştı. Kader ona nazik davranıyor, gönlünden geçene onay veriyordu sanki.
Yemek yerlerken herkes tedirgindi(24). Herkes bir şeyler söylemek istiyor, hiç kimse bir şey söyleyemiyordu, ta ki yemekten sonra parka gidinceye kadar. İlgi duyduğunun ismini ağabeyinin soluğundan öğrenmek hoşuna gitmişti Halet’in; “Halide”.
Çay bahçesine ulaştıklarında mikrofonu eline almak gereğini hissetti Halet. Bencilce arzusu da saklıydı kurduğu cümle içinde;
“Ne bu ya jandarma gibi başlarında dikilmek? Halide Hanım gelin biz parkın öteki ucuna gidelim, arkadaşlar ne konuşup görüşeceklerse rahat rahat görüşüp anlaşsınlar!”
Maksat ayrı, niyet aynıydı. “Onlar konuşsunlar, biz de konuşalım!” idi niyeti. İlk karşı karşıya olmalarında ilk şansını denemesi olacaktı bu. Gerçek ki etkilenmişti daha ilk göz göze geldikleri anda. Acaba karşısındakini de etkilemiş miydi, öğrenmeliydi.
Halet elini tuttu usulca, genç kız çekmedi elini, hatta serbest bıraktı bir süre beraber yürüdüler öyle, konuşmadan. Halet ne söyleyeceğini, Halide ne yapacağını, nasıl davranacağını bilemiyordu.
Bunun adı literatürde(25); “Aptal Âşıklar” olmalıydı, herhalde, daha başlangıçta olsalar bile, kendilerince içlerinden kendileri için “Utangaç Âşıklar” demek geçiyordu. Aşk için vakit çok mu erkendi? Yoksa aşk için bir süre doğum sancısı gibi çekilecek bir sancı beklenmeli miydi öncesinde?
Suskun, sessiz ve sakin ellerini birbirinden ayırmadan yürüdüler bir süre. Sonra sesleri doğaya bıraktılar, kendilerince yol alsın dilekleriyle. Ve Halet, Halide’nin yüzüne baktı, eğilerek;
“Kim bilir kaç kişi söylemiştir sana güzel olduğunu. Ama ben de şansımı deneyip ‘Çok güzelsin!’ demek istiyorum.”
“Herkesin değil, arzu edenin demesi iltifat etmenin önündedir!”
“Yani kızmadınız, sadece bir iltifat olarak kabul etmediniz?”
“Bazı şeyler için açıklama yapmanın zorunlu olduğunu mu düşünüyorsunuz ki?”
“Onu demek istemedim, hem sizi-bizi bıraksak, adınızı söylesem…”
“Olur tabii. Hem neden olmasın ki?”
Yok zamanda boşa geçirilen zaman tükenmişti. Ne bir çay içmişlerdi oralarda, ne de bir başka şey. Bir ara, reklam ve kargacık-burgacık yazıların dolu olduğu bir bankta oturmuşlar, dinlenir gibi yapmanın dışında tüm parkı ezberlercesine dolaşmışlardı.
Farkında olmadıkları zaman, kendilerini her şeye hazır kabul ettikleri ilk yaşadıkları zamanlarıydı; temiz, duru, berrak, beraberce. Ama cep telefonu denen medeniyetin kötü bir buluşu vardı. Halide’nin cep telefonu çaldı;
“Peki abi, geliyorum!” dedi, sustu biraz bekledikten sonra cevaplarcasına; “Ha! O da biraz ileride güvercinlere yem atıyor, söyleyeyim kendisine beraberce gelelim, gecikmeyiz, size oldukça yakınız, merak etme!
Oysa ne güvercinler vardı, ne de onlara yem atıyordu genç adam. Bu; genç kızın beklentisinin olmamasının nasihati miydi, yoksa ağabeyine karşı açık vermemesinin bir göstergesi, ya da işareti miydi? Atik davrandı genç adam;
“Ne olur cep telefon numaranızı verin bana. Cesur olduğum bir zaman, içimden geçenleri fısıldayayım, ya da dilerseniz haykırayım!”
“Biraz erken ve acele, değil mi?”
“Zaman bizim olacaksa neden el ele oluşumuzu geciktirelim ki? Bu sence de yanlış olmaz mı Halide?”
İlk defa ismini söylemişti, dudakları titriyordu, Halet, Halide’nin elini aldı eline ve öptü avucundan, daha göz göze gelişleri ancak dakikalar olmuştu. Ama biliyordu ki daha ta başlangıçta vardı o, tüm varlığında hem, sadece yeğenine ağabeyi için geldiği ana kadar gözükmemişti kendisine, o kadar.
Elleri birleşti tekrar acemice, ritmik ya da muntazam değildi soluk alışları ve fakat ayrılacak oluşlarının hüznü, üzüntüsü erken başlayacakmış gibi sürüyerek sesleniyordu ayakları.
Masaya çeyrek kala elleri ayrıldı birbirinden. Halide öne geçti, Halet onu takip ediyor gibiydi sanki.
“Nasıl oldu yeğenim?” diye sorduğunda Habibe sanki;
“Onu sana sormalı !” dercesine anlamsızca yüzüne baktı sadece, belki de anlamsız olmasının gerektiği inancındaydı.
Hemen oradan ayrıldılar ve Habibe, Halet’in sorusunu ancak koluna girdikten sonra yanıtladı;
“Bize gerekli, aklımıza ne geldiyse konuştuk. Evliliğimizde sorun olmayacakmış gibi görünüyor, şimdilik. Sevgi, aşk yok, ama nikâhla ve mantıkla o da olacakmış gibime geliyor. Haftaya tekrar gelecekler ve aileler düğün-dernek gibi konuları, kız tarafı-oğlan tarafı için neler gerekiyorsa halledecekler. Belki o gece nişan yüzüğü de takarlar, bilemiyorum. Eee! Senden ne haber yeğenim? Halide güzel bir kız, değil mi?”
“Hiç farkında değilim, benden bir öcü(26) gibi korkuyordu herhalde, o önden gitti, ben onu takip ettim.”
“Yalan! Üstelik yalan söylemesini de beceremiyorsun. Gene bıyıkların titriyor, avuçların terlemeğe, nefesin sıklaşmağa başladı Fark etmeyeceğimi mi sanıyorsun yalanını hâlâ ve hem bunca senedir. Üstüne üstlük el ele tutuşarak geldiğinizi ve bize yaklaşırken ayrıldığınızı gördüm uzaktan da olsa. İyi ki kızın ağabeyinin arkası dönüktü sizlere. Yoksa nasıl kıyamet kopardı, kim bilir?”
“O zaman niye imtihan ettin ki beni? Maksadın kıyamet koparmak mı?”
Gülümseyerek devam etti Habibe;
“Yoo! Oldum-olası yıldızlarımız barışmadı ki bir türlü! Ama şöyle bir sulh yapalım. Her şey yolunda gider ve onunla size yakışan bir beraberliğe karar verirseniz, nikâhınızda şahidin olmama şimdiden söz verirsen, sadece gördüklerimi değil, her şeyi unuturum. Bilirsin, ser veririm, sır vermem(27)!”
“Söz yeğenim!” dedi Halet teşekkür etmek için ona sarılmağa çalışırken.
“Dur ne yapıyorsun? Millet iki sevgili zannedecek ve ağzını bırakıp bilmem neresiyle gülecek. ‘Kocaman kadın, bir sübyanla(28) cilveleşiyor(29)!’ diyecekler. Tövbe! Tövbe! Tezahürat(30) yapacaksan eve kadar sabret, orada yaparsın!”
“Peki anladım, yalnız bak demedi deme, ‘Dost acı söyler!’ derler. ‘Enişteyi de beni çıldırttığın gibi sorularınla, sorgulamalarınla çıldırtma istersen!’ derim. Hem enişte muhafazakâr(31) birine benziyor. Bundan sonra giyimine-kuşamına da dikkat etsen diyorum.”
“Hop! Daha enişte olmadı, bu ne acele, hem biliyorsun, Gülü seven dikenine katlanır!”
“Eğer severse!”
“Beni sevmeyeceğini mi sanıyorsun?”
“Asla aklımın ucundan bile geçmez, ama sen ufaktan ufağa türbanını(32) hazırla, uzunca bir manto al, giy istersen. Hatta peçe de mi hazırlasan ki?
“Ciddi misin sen?
“Hani ‘Meselâ!’ dedim.
“Deli!”
“Sensin!”
“O kız aklını başından alır da delirirsin inşallah!”
“İnşallah demek benim de içimden geldi!”
“Razısın yani?”
“Neden razı olmayayım ki?”
“O kadar bağlandın yani?”
“Hem nasıl? Dilesin canımı vermezsem, namerdim(33), gençliğimin hayrını görmeyeyim! Kör olayım, sağır olayım.”
“Keşke…”
“Keşke deme, nazardan sakın ve dile, dua et! Senin de dileğini kabul eder Allah ve kocanın tapındığı, Tanrı’dan sonra sen olursun inşallah.”
“Ben de inşallah demek için arzu duyuyorum!”
Böylesine bir akşamüzerinden sonra zaman kendiliğinden aktı…
Halet mesaj çekti önce; “Müsaitsen arayabilir miyim?” diye. Bir konuşma metni hazırlamıştı, içinden geldiği gibi. Onu okuyacaktı.
Cevap gelmedi, ikinci, üçüncü, dördüncü kez ve defalarca iletti isteğini. Nihayet küskünlüğüyle yalnızlığını üleşirken, akşamın oldukça ilerlemiş bir vaktinde tek kelime ulaştı ondan kendisine; “Peki!”
Acele açtı telefonu, önce yazdıklarından birkaç satır okumak gayretinde oldu, yeterli görmedi, bağırırcasına; “Seni seviyorum!” dedi.
Kapandı telefon hemen. Acele mi etmişti, zapt edemediği duygularını hemen haykırarak? Tekrar mesaj geldi; “Arama!” olarak, sebebini anlayamadı. Küsmüş müydü? Uygun mu görmemişti, acele ettiğine mi inanmıştı ki?
“Arama!” demesinin sebebi ne olabilirdi ki? Anlayamıyordu ve bu eğer reddedilmekse yaşamının bundan sonrasına yokluklar içinde nasıl yön verebileceğinin muhasebesini yapmaya çalışıyor, yapamıyor ve sadece düşünüyordu.
Neden, neden sonra hatta gecenin oldukça ilerleyen bir vaktine doğru telefonuna mesaj geldi, uyur-uyanık arası gönül yorgunluğu ile gevşemişken. Yerinden kıpırdamak istemedi. Ya reklâmdır, ya biri gol atmıştır, ya da ekstrenin görüntüsüdür diye düşündü, ama gündüzlere kıran mı girmişti ki, gecenin bu vaktine sıralamışlardı mesajı, hem maç da yoktu bildiği kadarıyla.
Umutla doğruldu ve gerçekten gözlerine inanamıyormuşçasına mesajın ondan geldiğini gördü. Tek kelime, ama bütün dünyasını aydınlatan ve aydınlatmaya yetecek, yaşama arzusunu pekiştirecek tek kelimeydi o; “Ben de!”
Duygularının bağımlılık mı, alışkanlık mı olduğunun bilincinde değildi. İnsan kısa süre içinde alışkanlığa sahip olabilir miydi? Bu tamamen bağımlılık idi kendince! Kim ne derse desin, gecenin vakti de olsa duygularını özetlemek istedi iki satırla; bundan böyle zaman, ister dursun, ister yürüsün(34) idi, hiç önemi yoktu, onunla gönül birlikteliği içindeydi ya, bu kendisi için canından bile değerliydi.
“Gözlerin, gözlerimin gözlediği gözler. Gülüyordu gözlerin ve ben gülen gözlerine bakmaya doyamadım. Doyumsuzluğa bulamazsın çare, gönlümde sensin bir tek ve seni ne çok sevdiğimi söylesem de bilemezsin(35) inan ki!” Ve şarkının sözlerini kendince söylemeğe çalışırken mesajını gönderdi.
Şarkıyı mırıldanması bittiğinde bir eksiklik var gibisine geldi mesajında. Aynı mesajı tekrarladı, baş tarafa; “Kışım, yazım, ayazım, alınyazım” diyerek.
Sonra buluştular sözleşip, hem sık sık. Dünyada bir sevenin sevdiğine söyleyebileceği “Sevdiceğim, sevdiğim, canım, narçiçeğim, kızılcık şurubum, kiraz şekerim…” gibi tüm sevgi kelimelerini ve cümlelerini içinden, kalbinden, gönlünden, beyninden derleyerek söyleme gayretinde oldu Halet.
Söylediklerinin yeterli olmadığına inanıyordu. Halide o konuştukça suskunca onu dinliyor, söz söylemekte yeteneksizliği için kendine güceniyor, “Keşke Matematik Öğretmeni olacağıma, Edebiyat Öğretmeni olsaydım!” diye kendisine sitem ediyor, hatta dilinin pasına kahrediyordu.
Uzak yerlerde gene el ele tutuşuyor, “O ağacın altında(36)” kimse yoksa öpüşüyorlardı da. Ama öyle sülük(37) gibi, yer gibi, kudurmuş gibi değil. Utanırcasına, ufacık dokunuşlar gibi, yılların birikmiş özlemi dolu.
Gene de Habibe’nin evine nişan için gelindiğinde iki yabancı gibiydiler, kesintiye uğramamış bir özlemi yaşayarak, ama Habibe’den gözlerini kaçırarak da olsa birbirine bakmaktan da kendilerini alamıyorlardı. Çünkü Halet, Halide’ye Habibe’nin kendilerini el ele gördüğünü saklamadan söylemişti.
Habibe o kadar telâşının arasında bile onların davranışlarını gözlemlemekten sarfınazar etmemişti(38). Bakışları en ufak molalarda bile ikisinin üzerindeydi ve bunun fark edilmesinden hiç çekinmiyor, hatta sanki bilinsin arzusunu yaşıyor gibiydi.
Çekirdek ailelerin katılacağı nişan için ufak bir salon tutulmuştu. Yenilecek, içilecek, teypten de olsa müzik ile coşulacak, hatta bilenler dans bile edeceklerdi.
“Haydi bakalım gençler ortaya. Buraya sadece oturmaya gelmedik ya. Önce danslar sizin, sonra oyun havaları bizim” dedi dayısı, gelin namzedi Habibe’nin babası yani.
Hemen yeğenini dansa kaldırdı Halet. Damat adayına da kız kardeşini dansa kaldırmak düşmüştü. Döndüler bir-iki defa ve Habibe sordu;
“Niye ben? Niye o değil?”
“Hikmetinden(39) sual olunmaz yeğenim, bir daha dönersin, beyin olacak damat adayına teslim edersin kendini. Eee! Halide de boşta mı kalsın ki? Ben de kucaklarım onu, sana sevap olsun diye, kendimi düşünmeden!”
“Terbiyesiz!”
“Ne yapalım, sen de gözlerin fel fecir okuyarak(40) el ele yakalamasaydın bizi!”
“Ay! Gene ben mi suçluyum?”
“Değil mi, ya?”
Halet yüz yüze gelmişti damat adayıyla. O elindekini bırakıp Halet’in elindekini aldı, Halet elindekini bırakıp damat adayının yani Haşmet’in elindekini aldı.
“Çok sıkıştırma, fark edecekler, uzak dur, iki yabancıyız, biliyorsun!”
“Hayır, bilmiyorum!”
“O zaman izninle, delisin!”
“Ha şunu bileydin, akıl mı bıraktın ki bende? “
“Böyle zırvalamaya(41) devam edeceksen, çok istememe rağmen, dansı sonlandırıp yerime oturacağımı bilesin!”
“Bence de doğrusu bu galiba, şimdilik. Arkadaşların yani gelinle-damadın nikâh ve düğünlerine kadar ve düğünlerinde daha çok beraber olacağımıza söz verirsen, tabii bırakırım seni yerine.”
“Tamam, o halde hemen bırak beni, yarın ki normal vakte kadar!”
“Hemen!”
Yerlerine oturdular, oyun havalarında uzaktan uzağa bakıştılar sadece, Habibe’nin kontrolünde tabii.
Ara pek soğumadan günler sonra nikâhları oldu “Arkadaşlarımız” dediklerinin.
Senaryo(42) aynı senaryo idi ve bakışlar aynı bakışlar. Bu kere büyükler de küçüklerde katılmışlardı danslara, ama uzaktan-uzağa, göz-göze bile gelememiştiler Halet ve Halide.
Başlangıcı olan her şeyin sona ulaşması da mukadderdi(43). Onlar da başlamışlar ve hülyalarının sonlarına doğru yürüyorlardı. Düğün diye biraz alkol yüklemesi de yapmıştı herkes. Onlardan uzak kalmamıştı Halet de.
Düğün bitiminde bayanlar ve birkaç büyük dışında büyük bir bölüm ayakta duramıyor gibiydiler, Halet dâhil. “Arkadaşlar” otellerine gitmişlerdi balayı için, bir bakıma. Anneler, yükünü tutmuş babaları kontrol ederek ayrılmak üzereydiler.
Halet gerçekten sallanıyor gibiydi ve bu şekilde yürümesi bile zor, arabasını kullanması mümkün değildi. “Allah muhafaza!” dedi Halide ve annesine seslendi;
“Anne, misafirimiz oldukça sarhoş, bu durumda araba kullanamaz, ben onu evine götürüp bırakayım, siz beni beklemeyin, yatın, ben gelirim!” dedi
Ne de olsa Osmanlı kadınıydı(44), gözünü budaktan sakınmayan(45), korku nedir bilmeyen. Ama kazın ayağı öyle değildi(46), gün doğmadan neler doğardı ki hele sevgi, aşk olarak şekillenmiş, iki gönül bir olmuşsa?
Halet yalnız yaşıyordu. Babası ve annesi düğün için yaşadıkları kentten gelmişler ve annesi kardeşinde kalmayı yeğ tutmuştu, oğlunun bekâr evini yeğ tutmaktansa(47). Annesi, belki de geri dönmeden önce ihtiyacı olduğunu bildiği oğlunun evine de uğrardı, şöyle köşe-bucağı toplamak, gerekenlere el atmak için.
Aslında oğlunun gönül birlikteliği dışında hiçbir şeye ihtiyacı yoktu. Çünkü hizmetliler geliyor ve bedeli mukabilinde her şeyi halledip gidiyorlardı.
Soyup yatırdı yatağına Halet’i Halide. Biraz sonra kusma moduna girdi Halet. Banyodan leğeni ancak kapıp getirebilmişti Halide, etrafı pisletmesine, kirletmesine ramak kala(49). Yoksa bütün bir gece o nahoşluğu silmek, temizlemek zorunda kalacaktı. Rahatlamıştı Halet. Leğeni tuvalete döküp yıkayıp tekrar Halet’in başucuna koydu. Annesine telefon etti.
“Çok sarhoş, iki de bir kusuyor, başında birinin durması gerek. Annesi babası uyumadılarsa gelip alayım onları, onlar dursun başında.” dedi. Yorgunluğa ve özellikle alkole dayanamamış sızıp uyumuştu babası. Annesi;
“Alkollü de olsa sevaptır kızım, sen kalıver bu gecelik başında! Bizimkiler çoktan daldılar uykularına.” dedi.
Halide yorgundu, ağabeyi için yapması gerekenler, düğünde oraya-buraya koşuşturmalar, düşündüğünden çok yormuştu kendini. Kanepeye uzanmak istedi öylece. Rahat edemedi, belki de şeytan elmayı paylaşmaları için onu dürtmüş, aklını çelmişti.
Pijamaya benzer bir şeyler aradı. Bulamadı. Soyundu ve Halet’in yanına uzandı.
Sabah ezanı okunurken kendine geldi Halet. Halide kendisine sarılmış uyuyordu. Bakışlarını hissetmişçesine uyandı Halide. Utanç hissetmiyordu. Şeytana uydular ve elmayı paylaştılar!
İkisi de pişman değillerdi. Çarşaf kızıldı ve artık Halide erinin, erkeğinindi. Nasıl olsa bu sevgi onları evliliğe götürmeyecek miydi? Kanun önünden önce, Allah önünde, Allah huzurunda karı-koca olmuşlardı, beis yoktu(49). Öyle geliyordu kendisine, öyle düşünüyordu, genç kızlıktan, genç kadınlığa yönelen Halide.
O gün buluştuklarında;
“Pişman mısın?” dedi Halet.
“Yoo! Bir ömrü paylaşacağımıza inandığıma göre neden pişman olayım ki?”
“Diyorsun!”
İçinden şaka yapmak, kızdırmak geçmişti, Tanrı huzurunda karısı, ömrünü adadığı varlık, yaşamında yer alan o gülümseme için.
“Oysa ben seninle gönül eğlendirdim. Seni aldım ve artık bırakıyorum!” dedi.
Halide’nin gözleri büyüdü, çakmak çakmak çaktı. Anlamsız bir şekilde baktı Halet’in yüzüne. Kişiliği zedelenmişti, etkilemişti bu kendini. Her zaman oturdukları ağacın altından kalktı, hiçbir şey söylemeden. Halet arkasından bağırıyordu, o duymuyordu.
“Dur! Dur! Allah aşkına dur! Bir şakaydı, sadece bir şaka, sensiz olamam, dur!”
Duymuyordu Halide, sağır olmuştu, dizlerinde derman vardı yalnızca ve gözlerinde yaşlar. Uçurumun kenarına geldiğinde şöyle bir arkasına baktı. Halet bağırmaya devam ediyor, koşup yetişip engelleme çabasını yaşıyordu;
“Dur Halide, vallahi şaka yaptım, sensiz yaşayamam, dur!”
İş, işten geçmişti. O gururlu bir kız, incecik bir kadındı, sevgisi ve sevinci için şakaya bile tahammülü yoktu, hem anlayamazdı da.
Attı kendini uçurumdan aşağıya, “Gık!” diye bile sesi çıkmadı, sonrası tok bir ses ve “Bir varmış, bir yokmuş!” olarak bitmişti…
Cenaze namazı intihar eden o genç kız içindi. Sebebin kendisi olduğunu bilen akraba, eş ve dostlardan çekinerek gizleniyordu. Linç edilmek(50) umurunda bile değildi. Hazırladıklarını koyduğu cebini yokladı, sonu için gülümsedi, düşüncesinde rahatlamış gibiydi.
Bedensel ıstıraplar, ruhsal ıstırapların önüne geçebilir miydi ki? O zaman gereken ıstırapların şekli şemalı önemli değildi. Önemli olan; önemli olması gerekendi.
Gene başa döndü genç adam. Uzaktan, yaşamındaki tek varlığın ağabeyi tarafından mezara indirilişini, konuluşunu izledi. Kefeni beyaz değil, pembeydi sanki. Tabutu üstündeki gelinliği ve duvağını da toprak altına sakladı ağabeyi.
Hoca talkını veriyor(52), mezar başındakiler yavaş yavaş yürüyerek ve arabalarına binerek uzaklaşma gayretini yaşıyorlardı.
Herkes uzaklaşmıştı, hoca bile. Ne yaprak kımıldıyor, ne kırkayaklar, kara böcekler taze, sulanmış, üstü çiçeklerle bezenmiş mezara ulaşma gayretini yaşıyorlardı. Bir fare nefesiyle havayı kokladı genç adam. Neredeyse in-cin top oynuyordu(53), ses-seda-soluk yok gibiydi. İkindinin uzun olarak ilerlediği, akşama çeyrek kalanın bu vakitlerinde usulca gizlendiği mezar taşının arkasından ayağa kalktı. Bilmediği, bilmesi gerekendi.
Kardeşinin ölümüne neden olanın, onun sonu oluştuğunda mezarına geleceğini bilmese bile tahmin ve umut ediyordu Haşmet, yani Halide’nin Ağabeyi.
Halet yaşamda tek sevdiği, tek bağlandığı, yokluğuna tahammül edemeyeceği varlığın mezarının başına geldi.
Toprağı okşadı önce, sonra elindeki tek ak karanfili başucuna koydu. Elini ceketinin cebine daldırmak üzereyken bir kaplan gibi üzerine atılan Haşmet’e direnemedi. Haşmet bıçağını;
“Kardeşimin katili!” diye bağırarak defalarca saplarken, Halet;
“Şükürler olsun Tanrı’m, beni kurtardın, sevdiğime kavuşuyorum” dedi ve son nefesini verdi. Biliyordu ki; “Dünya fani, ahret baki idi”.
Sesin kesildiğini, genç bedenin cansız kaldığını görerek kendine gelen Haşmet, bıçağı cesedin üzerine bırakıp telefonun tuşlarına bastı;
“Birisini öldürdüm, gelin beni alın!” dedi sadece.
Oysa biraz sabırlı olsa, ölenin cebinden çıkan fare zehri ve vasiyete göre katil olmasına hiç gerek olmadığını öğrenecekti.
Heyhat!
“Öfke, baldan tatlıdır! Türk ATASÖZÜ” demişlerdi, yanlış!
Doğrular ise;
Öfke rüzgâr gibidir. Bir süre sonra diner, ama birçok dal kırılmıştır. MEVLÂNA
Keskin sirke küpüne zarar verir. Türk ATASÖZÜ
Öfkeyle kalkan nedametle (öfkeyle kalkan zararla) oturur. Türk ATASÖZÜ
Öfkenin sonuçları sebeplerinden daha zararlıdır. Yunan ATASÖZÜ
Sevinçli anında kimseye vaatte bulunma, öfkeli anında kimseye cevap verme! Çin ATASÖZÜ
Yenilmez düşman öfke, şifası olmayan hastalık hırstır. Hint ATASÖZÜ
Öfke, kısa bir deliliktir! Horace MANN
Öfkenin başlangıcı çılgınlık, sonu pişmanlıktır! Thomas CARYLE
Her insan öfkelenir, bu kolaydır. Fakat tam adamına, tam ölçüsünde, tam zamanında, tam yerinde ve tam usulünce öfkelenmek, ne herkesin kudretindedir ne de kolaydır. ARISTOTELES
Hepsi doğru, akla gelmeyenler de dâhil…
.
YAZANIN NOTLARI:
(*) Haled (Osmanlıca); Halet şeklinde kullanılan kelime “Hal, durum, keyfiyet” anlamındadır. (Halet-i ruhiye; ruh hali anlamındadır, kelime daha çok bu haliyle kullanılır.)
Haşmet; Görkem, ihtişam, gösterişlilik, heybet, büyüklük, kibarlık, nezaket, alçakgönüllülük.
Habibe; Sevilen, sevgili, dost, seven.
Halide; Sürekli, sonsuz, ebedi. Sürüp gelen, sürekli. Geç yaşlanan.
(1) Yafta; Üzerine asıldığı ya da yapıştırıldığı şeylerle ilgili bilgi veren yazılı kâğıt parçası.
(2) Espri; Nükte. İnce anlamlı, güldürürken düşündüren, düşündürücü ve şakalı söz. Yazıda, sözde, resimde ve davranışlarda ince ve derin anlam.
Lâtife; Güldürmek, eğlendirmek için söylenen söz, güzel şaka
Ukalalık; Ukala olma durumu, ukalaca davranış.
Şaklabanlık; Dalkavukluk. Basit şakalarla herkesi güldürmek.
Soytarılık; Maskaralık. Eğlendirici, güldürücü davranış.
(3) Töhmet; Kabahat. İşlendiği sanılan suç. Suçlama.
(4) Ölürsem kabrime gelme, istemem… Sivas yöresine ait türkü.
(5) Serzeniş; Başa kakma, takaza, sitem etme.
(6) Musalla; Genelde Musalla Taşı şeklinde kullanılır. Cami avlularında tabutun konulduğu kıble duvarına yakın masa şeklindeki taş seki. Namaz kılmak için ayrılmış yer, namazgâh. Halk dilinde daha çok cenaze namazının kılındığı yer olarak bilinir.
(7) Eşek Şakası; Kaba, incitici, üzücü, hırpalayıcı, derin izler bırakan, küsmeye, lânetlemeye, ayrılıklara bile sebep olan söz veya hareket şakası.
(8) Aklı Evvel; Akıllı, her şeyi bilir geçinen, bilgiçlik taslayan, densiz, münasebetsiz, sağduyu sahibi olmayan, aslında bir b.k’tan haberi olmayan kimse anlamında kullanılan bir söz.
(9) Kur’an’ı Kerim, Nisa Suresi, Kırk Üçüncü Ayeti ve aynı Surenin Doksan üçüncü Ayeti şöyle demektedir; “Kim bir mümini kasten öldürürse, cezası içinde ebedi kalacağı cehennemdir.” Buna göre insanın kendisini öldürmesi (intihar etmesi) de aynı düşünce içine hapsolmaz mı?
İntihar Etmek; Söylenildiği üzere İslâm’ın haram kıldığı büyük günahlardan birisidir. Bir Müslüman’ın kendisini öldürmesi, başka birisini öldürmesinden daha büyük bir günahtır, denilmektedir. İntiharın büyük günah olduğu pek çok Hadis-i Şerifte anlatılmıştır. Ancak şeriatta bu konuda bir kural yoktur. İntihar edenin cenaze namazı kılınır! Çünkü ortada imandan çıkmak gibi bir durum yoktur. Ancak insan vücudu, “Tanrının hikmetidir”, denildiğinden o hikmeti kim oluşturduysa, yok etmeye de onun muktedir olması gereklidir (Konuyla ilgili görüşüm ise öykü içindedir).
(10) Cevher Yumurtlamak; Aslı; Cevahir Yumurtlamak. Değerli sözler söylediğini sanarak, saçma sapan şeyler söyleyenler için alay yollu kullanılan bir söz.
(11) Tefsir; Yorumlama, yorum. Kur’an’ın surelerini açıklayan görüşler ve bunların yazılmış şekli.
(12) Muteber; Saygın, itibarı olan, hatırı sayılır, sözü geçer, inanılır, güvenilir, değerli.
(13) Hurafeler, Batıl İtikatlar; Çok insanın bu şekilde yanlış inançları vardır. Ayıplanmamalı. Açık merdiven ayakları arasından geçmeme, tahtaya üç defa vurma gibi. Kulağınız yanıyorsa biri sizi anıyor demektir: Sol kulak yanıyorsa kötü, sağ kulak yanıyorsa iyi şekilde. Geceleri tırnak kesilmez, ıslık çalınmaz, sakız çiğnenmez. Tırnaklar veya saçlar kesildikten sonra yakılmalı veya gömülmelidir. Kurban kesilirken hayvan dilini dışarı çıkarırsa kurban sahibi o yıl içerisinde ölür (müş!). Gece ölen kişinin üzerine sabaha kadar bıçak konulur. Ölünün yıkandığı evde üç gün kesintisiz olarak ışık yanar. Bir kişinin önüne tavşan, ya da tilki çıkması uğursuzluktur, mümkünse gidilen yoldan geri dönülür. Ateşi söndürmek için su dökülmez, ateş toprakla örtülür.” gibi aklıma gelenlerse (tabiidir ki örnekler çoğaltılabilir) tipik batıl işlemlerin başlarında yer alır.
(14) Ne bir saniye önce, ne bir saniye sonra; Yaşar Nuri ÖZTÜRK’ün Kur’an Araf Suresi 34. Ayet tefsiri; “Her ümmet için belirlenmiş bir süre vardır. Süreleri dolunca ne bir saat geri kalırlar, ne de öne geçerler.” Nahl Suresi 61. Ayet tefsiri ise; “Eğer Allah insanları zulümlerine karşı cezalandırsaydı, yeryüzünde debelenen bir şey bırakmazdı. Ama öyle yapmıyor, onları belirli bir süreye kadar erteliyor. Süreleri geldiğinde ise ne bir saat geri kalabilirler, ne de öne geçebilirler” şeklindedir.
(15) Vaaz; Cami, mescit gibi yerlerde vaizlerin (vaaz edenlerin) yaptığı, genellikle öğüt niteliği taşıyan, dini konuşma.
(16) Teyemmüm; Su bulunmadığı zaman ve durumlarda, susuz yerlerde su niyetiyle, su yerine toprakla, kumla abdest alma.
(17) Saf; Namazdaki sıra, dizi. Katışıksız, berrak, temiz, arı, has. Kurnazlığa aklı ermeyen, kolaylıkla aldatılabilen, bön, safdil, art niyetsiz
(18) Görücü Usulü; Birilerinin (özellikle anne-baba) genellikle oğlan yerine, kız yerine de olabilir birini beğenmesi ve onunla konusu geçenin evlendirilmesi. Bir bakıma sevişerek evlenmenin zıttı bir olay da sayılabilir. Görücü usulü evlenmede damat veya gelin adaylarının birbirini görüp-beğenmesi şart değildir. Aile büyükleri karar verdiyse “Siz bilirsiniz!” söylemi ile bu iş biter.
(19) Göz Ardı Etmek; Gereken önemi vermemek.
(20) Vahamet; Tehlikelilik, korkunçluk. Vahim olma durumu, vahimlik.
Vahim; Sonu çok tehlikeli olan, kötü, ağır.
(21) Evlâ Olmak; Daha iyi, daha yeğ, daha uygun, daha lâyık, daha üstün, daha hayırlı olmak.
(22) Falso; Aslında bir müzik terimi olup bir parça çalınır veya söylenirken yapılan nota yanlışlığıdır. Ancak; yanlış davranış olarak da özetlenebilecek bu deyim, öyküde bu ikinci anlamında kullanılmıştır.
(23) Ağzından Girip Burnundan Çıkmak; Çeşitli yollara başvurarak birini bir şeye razı etmek, gönlünü yapmak, kandırmak, hatta aldatmak, bir bakıma ikna etme sanatı, yolu ya da yöntemi de denebilir.
(24) Tedirgin; Rahatı, huzuru kaçmış, bizar.
(25) Literatür; Edebiyat. Yazın. Herhangi bir bilim dalında yazılmış olan yazı -ya da- yapıtların tümü.
(26) Öcü; Küçük çocukları korkutmak için uydurulup kurgulanmış, hayali yaratık, umacı, mömücü.
(27) Ser Verip Sır Vermemek; Ne denli sıkıştırılırsa sıkıştırılsın ağzından sır alınmamak, ağzı pek sıkı olmak.
(28) Sübyan; Çocuk, çocuklar.
(29) Cilveleşmek; Genellikle kadınlar için kullanılan bir söz. Hoşa gitme, hoş görünme için kırıtmak.
(30) Tezahürat; Bağırıp çağırarak, alkışlayıp tempo tutarak yapılan eylem.
(31) Muhafazakâr; Tutucu, koruyucu. Mevcut toplumsal düzeni düşünceleri ve kurumları değiştirmeden olduğu gibi korumak isteyen kimse.
(32) Türban; İnce kumaştan yapılmış, başı sıkıca kavrayan baş sargısı.
(33) Namert; Mert olmayan, korkak, alçak.
(34) Gurbete düştüğüm günlerden beri… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güfte Sahibi bilinmemektedir. Eser Muzaffer İLKAR tarafından Nihavent Makamında bestelenmiştir. “Zaman ister dursun, ister yürüsün…” bir mısraıdır.
(35) Seni ne çok sevdiğimi söylesem de bilemezsin… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Necla GÜRER’e, Bestesi; Erol SAYAN’a ait olup eser Bayati Makamındadır.
(36) O ağacın altını anmaz olur muyum hiç? Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi ve Bestesi; Yusuf NALKESEN’e ait olup eser Karcığar Makamındadır.
(37) Sülük; Sıkıntı veren, bunaltıcı, egoist, menfaattar. Genellikle tatlı sularda yaşayan, vücudunda çok fazla miktarda sindirim kesesi bulunan, bu nedenle ağırlığının sekiz katı kadar kan emebilen, kimi kan hastalıkları için halk arasında kullanılan solucana benzer, hacamat işlerinde kullanılan bir hayvan. Ayrıca, asma, sarmaşık gibi bitkilerin yapraklarının yanında bulunup çevreye tutunmayı sağlayan uzun filiz, asma bıyığı.
(38) Sarfınazar Etmek; Bir yana bırakmak. Hesaba katmamak, saymamak, vazgeçmek.
(39) Hikmetinden Sual Olunmaz; Nedeni sorulamaz.
(40) Gözleri Fel-Fecir Okumak; “Gözleri vel fecri okumak” veya “Fer fecir Okumak” Elecekte-Delecekte (Genelde eğecekte-delecekte olarak kullanılan bir deyim), iyi niyeti olmayan, çok uyanık, cin gibi kurnaz, kurnazlığı gözlerinden okunan şeklinde kullanılan bir söz (argo da olabilir).
(41) Zırvalamak; Saçmalamak, gereksiz, tutarsız, saçma sapan, boş, anlamsız sözler söylemek veya bu tür davranışlarda bulunmak.
(42) Senaryo; Tiyatro oyunu, piyes, film, dizi film vb. eserlerin sahnelerini ve akışını gösteren yazılı metin. Bir olayı başka bir yöne, bir amaca ulaştırmak için uydurulan yalan.
(43) Mukadder; Yazgıda var ve ilgili olan, alında yazılı olan (alınyazısı), ilâhi takdir, kader.
(44) Osmanlı (Kızı) Kadını; Ağırbaşlı, ciddi, sevgi dolu, nerede, nasıl davranacağını bilen, aktif, zarafet ve estetiğe de sahip kadınların tanımlanması. Düşündüğünü çekinmeden, açıkça söyleyen, bulunduğu toplulukta yetki sahibi olan, otoriter kadın.
(45) Gözünü Budaktan Sakınmamak (Esirgememek); Ölümü göze almak, Can verme aşamasına gelmek, gereğinden çok acele etmek.
(46) Kazın Ayağı Öyle Değil; İşin aslı öyle değil, bu kadar basit değil anlamında kullandığımız bir deyim. Aslı; “Kaziye-i anha öyle değil!” şeklinde olup, “Önerme öyle yapılmaz!” demek gibi bir anlamı söylenmekte.
(47) Yeğ Tutmak (Yeğlemek); Bir şeyi diğerlerinden daha üstün, daha iyi, daha uygun görüp ona yönelmek, tercih etmek.
(48) Ramak Kalmak; Bir şeyin olmasına az kalmak. Hemen hemen, az daha olacak, kıl payı kurtulmak.
(49) Beis Yok (Beis Görmemek); Zararı, önemi, engel, uymazlık, kötülük yok.
(50) Linç Edilmek; Hiçbir adil yargılama olmadan insanların ölümle cezalandırması.
(51) Şekli Şemalı; Herhangi bir kişi, nesne veya şeyin eksiksiz olarak, kılık, kıyafet ve teferruatıyla, detaylı olarak anlatımı, bir bakıma resmedilmesi.
(52) Talkın; Ölü gömüldükten sonra mezarı başında imamın dinsel sözler söylediği kısa tören.
(53) İn-Cin Top Oynamak; Issız, sessiz olmak. Bir yerde hiçbir canlı yaratık bulunmamak.