21 Haziran... Hayatımda büyük önemi olan bir tarih... Bu, bir kere başlangıç olarak benim doğum tarihimdi, annem; “En uzun gündüzde doğduğumu, uzun ve sağlıklı bir ömrüm olacağını” iddia etmişti, aklımın başıma geldiğine inanıp, aklımın çok şeylere erdiği kanaatini yaşadığı günlerden birinde.

Buna hüsnü kuruntu(1) mu desem, batıl itikat(2) mı, özenti mi, dilek mi desem, bilemedim. Nedenine gelince beni sonralarımda etkileyecek olan en kısa gün, ya da en uzun gece olan 21 Aralıkta doğmuş olsaydım, acaba annemin söylemi ne olurdu ki?

Bunu da bilmemek yanında düşünmeden geçemedim, aklımın erdiği kadarıyla. Oysa aklım olmasa da aklımın ereceği günleri hayal etmem o kadar zor mu olacaktı ki?

Bugünün, yani Haziranın o gününün çirkin diyebileceğim hüzünlü bir anısı da vardı. Tam bir yıl önce bir Ramazan gününün gece yarısını azdan çok, çoktan az geçtiği saatlerde, annemin sahur hazırlığı yaptığı zamanda babamı yitirmiştik.

Tarih yirmisini bırakıp yirmi biri olmuştu. Yoğun bir sıcaklık olduğundan mescit hocamızın önerisi ile hemen o gün öğle namazı sonuna değilse de ikindi namazı sonuna yetiştirmiştik babamın cenazesini ve ebedi olarak istirahat edeceği yere defnetmiştik.

Bugün aynı gündü, bir yıl evveline göre, on bir gün öncesinde gelen Ramazanda. Bazen aklımdan geçerdi;

“Ey güzel Allah’ım, şu Ramazanları hep kış aylarında uygulanmak üzere farz kılsaydın ya!” demek!

Bu; bir bakıma pazarlık gibiydi Tanrıyla. Rahmetli babam izah etmişti, ben de o zamanlarda öğrenmiştim zaten. Kameri takvimle Miladi takvim arasında 354/365 oranında bir fark olduğunu ve bu nedenle Ramazanın her yıl bir öncesine göre 11 gün erken geldiğini. Ayrıca yaklaşık 33 yılda bir Ramazanın aynı tarihlerde yaşanacağını da öğrenmiştim.

Şimdi 25 yaşlarında bir lise öğretmeni olduğuma göre demek oluyordu ki; 25+33= 58 ve 58+33= 91 yaşında olunca da aynı Ramazanları yaşayacaktım. Matematiğim kuvvetli olmasa bile.

Haydi, senedim varmış gibi 58. yaşımı göreceğimi varsaysam(6) da, 91. yaşa kim öle kim kala(1) idi. Gerçi her canlı ölümü tadacak(5), kim bilir ne zaman, nerde, kaç yaşında musallada bir namazlık saltanatı(6) olacaktı insanın, ama bana göre ölmek için acele etmeğe hiç gerek yoktu(7)!

Hani “Beynamaz(5)” ya da “Binamaz(5)” derlerdi, bir bakıma öyle sayılırdım, rahmetli babamın aksine. O ısrar ederdi benim Müslüman olmam için(!), çünkü o, iki kapı ötemizdeki mescidin kadrolu ve kıdemli cemaatindendi, çok zaman müezzinliğini, gerektiğinde de hocalığını yaptığı.

Babam bana bir kısım şeyleri ısrarla empoze etmeğe(6) çalışmıştı. Bunun için de, diğer cemaat birimlerinin(!) dolduruşları, ısrarları, tahakkümleri(5) olsa gerekti.

Oysa ben sadece Cuma ve Teravih Namazları için Müslümandım!

Cuma günleri ısrarım, ricam, okul müdürünün anlayışı ve onayı ile dersim yoktu, paşa paşa giderdim büyük camilere, çocukluğumda ve ölmeden önce bazen de babama katılırdım mescitte, yoklama yapılırsa (meselâ) “Yok!” yazılmamak için! Gene de dürüstçe itiraf etmeliyim ki; çok zaman “Evdeki hesap, çarşıya pek uymazdı!”

Aklımın başıma geldiği zamanlarda Ramazanlar uzunca bir süre kış aylarında devam etmiş, ilkokulda “Kuşlar bile oruç tuttukları için” ben de arife günleri, öncelerinde yarım gün, sonralarında tam gün oruç tutar olmuştum.

Lise, üniversite derken, askerlik dönemim dâhil oruç için hiç tahammüllü değildim.

Farz da olsa oruçtan yan çiziyor(6), inananlara saygısızlık olmaması için gizlice yiyor, içiyor, sünnet de olsa Teravih Namazlarını kaçırmıyor, gönüllü olarak katılıyordum!

Bu Ramazanda mescidin hocası değişmişti, babamın defninde acele edilmesini öneren hoca değildi, üstelik ne olduğunu bilmediğim, sorup öğrenmeye çekindiğim. Her nedense! Gerçi o eski hoca pek yaşlı değildi, ama sıralı, ya da geciken ölüm var mıydı?

Yeni olan bu hoca da eski hoca gibi okuyor, namazı kıldırıyor, duasını ettirip namazdan çıkıyordu.

Namazdan sonra televizyon dizisine, ya da naklen maça falan yetişmek arzusunda olan gençler haldır-huldur(1) pabuçlarını giyip evlerine yetişmeye çalışırlarken hoca dâhil, sakallı amcalar hocanın etrafında toplanıp günün mana ve ehemmiyetine uygun konuşmalar eşliğinde; “Allah kabul etsin! Ağzına sağlık hocam! Allah razı olsun hacım!” sözleri ile birbirini takdis ediyorlardı(6)!

Hissettiğim, gördüğüm ve işittiğim kadarıyla kirli sakallı, saplantılı, bağnaz(5), beton kafalı(1), at gözlüklü(1) mahlûklar gibi değil, sosyal bir hocaydı mescidin hocası. Üstelik gönüllü olarak mescidin hocalığım sahiplendiğini, Diyanet’ten maaş falan almadığını öğrenmemle de benim mutluğum katmerlenmişti.

Hoca, sanırım o beyaz pamuk gibi sakallarını her gün düzenliyor, ya da düzeltiyordu, karşılaşıp selâmlaştığımızda gördüğüm kadarıyla. Öyle şeriata(5) uygun; “Selamünaleyküm!” gibi değil. “Merhaba! Günaydın! İyi günler! Sağlıklı Günler!” modunda ve aynı karşılıkla.

Öğle ve ikindi namazları ardından Kur’an’dan bir sure okuduğunu ve izahını yaptığını, yani mealini çözdüğünü söylüyorlardı komşular, karşılaştığımızda söz sözü tetiklediğinde.

Hutbelerde(2) resmen okunması emredilmiş olsa da kendinden katkılar yaptığını da hissediyordum, yüzümüze bakar gibi konuşmalarından, öz Türkçe konuşmaya niyetli, samimi, hatta başlangıç olarak değilse bile gelişmiş intibalarıma(5) göre aydın bir hocaydı.

Ve sonrasında bir gün adının Enes ve adaşım olduğunu öğrenince kanım kaynadı, “Allah kabul etsin!” saflarına ben de katıldım, Cuma Namazlarında özellikle!

Adını öğrendiğimin ertesindeki Cuma Namazı sonrası cemaat dağılınca yanına yaklaştım aramızda bir mesafe olmaması isteğimi erteleyemezdim. Çok yaşlı değildi, sofuluğundan şüphe edemezdim, yobazlığı(5), bağnazlığı konusunda en ufak bir endişe geçemezdi aklımın ucundan bile;

“Hocam!” dedim. “Siz Enes, ben Enes, siz mescitte burada hoca, ben okulda hoca…”

“Yani demek istiyorsun ki; Mustafa Kemal Atatürk’e hocasının dediği gibi aramızda bir fark olsun?”

“Değil mi ya hocam? Yakışıklı diye ayırım yapsanız, siz benden daha yakışıklısınız, bu sıfatı hak edeceğimi sanmıyorum!”

“İlâhi çocuk! Peki, senin adın Mustafa Kemal Enes olsun!”

Ertesindeki günlerden birinde bu kez Teravih Namazı sonrası cemaat dağılınca şaka kisvesi altında şaklabanlık, ya da muzırlık isteği geçti içimden;

“Aramızdaki yaş farkını göz ardı ediyorum izninizle, bu yaşınıza ve adaş oluşumuza sonsuz bir hürmetim var, ama bağışlarsanız bir şaka yapmak istiyorum size, dinimizle ilgili?”

“Yap bakalım! Aklımda kalırsa, doğru-dürüst bir şeyse, ben de bizimkilere, hacı arkadaşlara sorar, belki vaazda(2) ya da hutbede insanları bilgilendirmeye çalışırım!”

“Pek öyle fantezisi olan, bilgilendirilecek bir şey değil! Size 'İslam'ın şartı kaç?' diye sorsam?”

“Bu da sorulur mu oğlum? Sence?”

“İşte bu konuda ayrılıyoruz hocam!”

“Ne gibi?”

“Meselâ Yahudi’ye sormuşlar; ‘Siz kaç olmasını isterdiniz?’ diye cevaplamış!”

“Peki, sana sorsam genç adam?”

“Evet, ben de ‘Bir!’ derim hocam!”

“Tövbe, tövbe! Ciddi misin Mustafa Kemal? Nasıl yani?”

“Hacla zekâta param, oruçla namaza imkânım, vaktim, gerçeği saklamaksızın, saptırmaksızın söylemem gerek ki niyetim yok! Kalıyor bir tek Kelime-i Şehadet!(2)

“Maddi külfet için bir şey diyemem, gençsin biriktirir ileride yerine getirirsin. Bir şeyleri ise gençken başarmak iyi... Yaş ilerleyince bazı şeyler oldukça zor, kendimden değil, rahmetli annemden biliyorum, karım yanımda olmasa annemin bakımı konusunda asla başarılı olamazdım. Babam zaten yetişemedi. Ama teravihe geldiğine göre oruç ve namazı inkârın niye?”

“İnkâr değil hocam, imkânsızlık...”

“Nasıl bir şey o?”

“Ben de sizin gibi babamı yitirdim, ana-oğul beraber oturuyoruz. Bir kısım şeyleri benim yapmam gerekiyor, bir kısım şeyleri de bütçem yeterli olmadığından haftada bir kez gelebilen bir abla yerine getirmeye çalışıyor. Annemin tırnaklarının kesilmesi, yıkanması, saçının kınalanması, perdelerin yıkanması, ütülenmesi gibi…

Yemek, çamaşır, bulaşık, her ne kadar makineleri varsa da, normal ütüler dâhil hep o abla yapıyor. Annem şimdilik abdestini alıp, namazını kılıyor, tepsiyle getirdiklerimi, dökmeden saçmadan yiyor, ama…”

“Babasızlığı ben de bilirim oğul, anneye bakma sınavını ben de verdim, evlenmeden evvel de, evlendikten sonra da, demin dediğim gibi. O halde sen de benim gibi evlensene Mustafa Kemal!”

“Ona da vaktim yok! Aramakla bulunmaz, meğerki rastgele(7), hem annemin durumunu bilen, ya da öğrenen, sipariş üzerine gibi, ‘Hizmetçilik mi yapacağım?’ düşüncesiyle yüzüme bile bakmıyor…

Gerçi gönlümün sultanı olacak biriyle karşılaşsam evlenirim, ama annem ‘Öl!’ desin, eğer o iyi ve mutlu olacaksa Allah’ıma isyan gibi görünse de ölürüm. Neyse hocam, herkes gitti, ama kapıda iki bayan var, sanırım ailenizden iki kişi, geciktirdiğim, dertlerimi aktardığım için özür dilerim, lütfen saygılarımı kabul et hocam!”

“Bitmedi, yarın devam edeceğiz!”

“Emir demiri keser hocam, siz beni dinleyerek bana doğruları, güzelleri, iyileri gösterecek olduktan sonra bu Ramazan sıcağında her şeyi unutur, dertlerimi aktarırım size!”

“Peki, yarın teravihten sonra!”

“Peki hocam, iyi geceler, Allah rahatlık versin, hayırlı sahurlar…”

Kapıdan çıktığımda tesettüre(2) uygun, ancak türban yerine başörtüsü olan iki hanım sırtlarını döndüler geçmem için, usulca geçtim yanlarından. Mademki onlar görünmek istemiyorlardı, benim de onları görmemem en doğal davranış olmalıydı. Öyle de oldu.

Kadınlar mahfelinin(2) perdelerini sonuna kadar açan hocam lâmbaları söndürüp, vantilâtörleri ve sonrasında da kapıyı kapattığında ben onların sevgi ve sadakatle birbirlerine kavuştuklarını düşünmeye başlamıştım.

Ertesi günün Pazar olduğunu düşünmemiştim. Teravihe kadar sabredemedim. Zihnimde hocama sormayı tasarladığım bir sürü saçmalık vardı, espri hüviyetinde olsa da; “Birinin başının etini yemekle(6), and içmekle(6) orucunun bozulup bozulmayacağı, gına gelince
 kefaret(2), ya da fidye(2), fitre(2) hangisinin ödeneceği ve benzeri gibi…

Sonra bir kısım aklı evvel(1) insanların bunları bilemez gibi sorduklarını düşününce bunların şaka değil, düpedüz sululuk olacağını, bana yakışmayacağına inandım ve vazgeçtim.

Öğle namazında camide olmam meraklandırmış olsa gerekti hocamı. “Hayrola!” dercesine yüzüme bakmasının başka türlü yorumunu yapamazdım. Belki de; “Oruç-namaz yok, diyorsun, sonra teravihi beklemeksizin öğle namazına geliyorsun!” cümlesini bir teşbihle(5) sonlandırıyor olsa gerekti; bu ne perhiz, bu ne lâhana turşusu(11), der gibi.

Namaz bittiğinde hatim(2), mukabele(2) için herkes rahlelerini(2) aldığında durumunun müsait olmadığını, yanına ulaşmamdan evvel ellerini iki tarafa açarak fısıldadı;

“Ben ikindi namazında da burdayım Mustafa Kemal

Bu; bir davetti, cemaatine katılmış olmamın mutluluğu yanında, benim dertlerime derman olamayışının, beni dinleyemeyişinin hüznünü yaşar gibiydi (sanki).

Ses çıkarmak yerine başparmağımı yukarı kaldırdım, biz arkadaşlar arasında ve okulda iyi şeyler, başarılı notlar için öyle yapmayı âdet edinmiştik(6) çünkü.

Anladı.

İkindiye gidemedim ama. Basiretim bağlandı(6) herhalde ki; anneme bakan kadının gelmesi, bir kısım konularda onu desteklememin gerekliliği mazeretim olmuştu. Akşam zaten namaz kılmak yanında oruç tutmakta da direnen annemin yanında bulunmamın gerektiği bir zaman dilimiydi.

“Fidyeni öderiz, kefaretini veririz!” gibi sözlerimin hiçbiri kâr etmemiş, etmiyordu da.

Ve benim oruç gibi bir farzı yerine getirmediğim halde sahur ve iftar sünnetleriyle, teravihlere katılmamın mutluluğunu yaşıyor gibiydi annem.

“Hazır ol!” şeklinde sandalyesinde yatsı ezanının okunmasını beklerken benim teravih namazına gidişimi memnun olarak gözlediğini hissederdim. Döndüğümde ise onu uyuklar bulurdum çok zaman, elinde televizyon kumandası, takma dişleri su bardağının içinde ve ilâçları ile suyu sehpanın üzerine hazırlanmış olarak.

Bazen not yazardı;

“Dolaptaki tatlıyı bitir! Suyunu iç! Sifonu çekmeyi unutma! Dişlerini fırçala!” gibi. Ya da atmayıp biriktirdiği notların bir kaçını özenle masanın üzerine yerleştirirdi.

Emekli bir Kız Enstitüsü, ya da bugünkü adıyla Kız Meslek Lisesi öğretmeniydi annem, aklının ermediği hiçbir şey yoktu, ama yaşlılığının verdiği bir dermansızlık, ilâç takviyelerinin gerekliliğine ve tüm bedenine egemendi.

Söylemekte sakınca olmasa gerek; emekli maaşının evimize katkısı muazzamdı, şöyle muazzamdı, -sanki hepsi benim olacakmış gibi- nikâh-düğün-dernek giderlerimi düşünerek biriktirdiğini söylemişti; “Ölürsem, kalırsam neye al!” diye müşterek hesap açtırmış ve benim tek başıma yatırıp çekmem için de bankaya talimat vermişti!

Miras Hukukundan, mevzuattan habersiz değildi annem. Olayları televizyondan takip eder, abone olduğu gazeteyi ilânları, reklâmları hariç her tarafını okur, bazen bilmeceleri ile ilgilenmeyi de unutmayıp kalan zamanını eline geçirdiği kitaplarla değerlendirirdi.

Okuduğu, işittiği ve gördüğü konularda, gerek aktüalite, gerek siyasal ve gerekse dini konularda (meselâ dindar ile dinci arasındaki farkı(2) belirten) mutlaka beni bilgilendirirdi. Bu nedenle internete girmeme bile gerek kalmazdı.

Annemin hoşuna gitmeyen, zıddına giden şey gazetelerin üçüncü sayfa haberleri ile bu gibi televizyon haberleri idi. Bu nedenle olur olmaz şekilde zapping yapar, diğer kanallarda da ilgilenecek bir şey göremese bile, reklâmları izlerdi.

Diziler için yorumu; “Reklâmlar arası dizi seyretmek, bir dirhem bal için bir çeki odun çiğnemek gibidir!” derdi, keçiboynuzu kelimesini saklayarak, ama ne demek istediğini sağır sultanlar duyar(1), bile bilir, anlardı!

Neyse annemin reklâmını yapmayı burada bırakayım. Kısaca demem o ki; cennetin ayakları altında olduğu bir anneydi, annem.

O günkü teravihi diğer teravihlerden farklı olarak kıldırmıştı Enes Hoca. Bir gün sonrasının Kadir Gecesi(2) olduğunu, onun hazırlığı için müezzini bilgilendirdiğini bilemezdim doğal olarak, hem namazın da, niyazın da bir hayli uzayacağını.

Namazı ikişer rekât olarak kıldırmış, her rekâtta Kadir Suresi(2) ile bir zammı sure okuyarak, her iki rekâtta bir de cemaatin falsoları(5) olsa da “Allahümme salli” okutmuş, çocukların kıkırdamalarından etkilenmemişti.

Çocukların öğrenmeleri, cemaate katılmaları, camiyi, hocayı, minberi(2), mihrabı(2) bilmeleri yeterliydi kendisince.

Çıkış öncesinde yanına gelmemi beklemeksizin, yanına gelmemi işaretledi;

“Sana vakit ayıramadım genç arkadaşım! Uzun sürdü teravih. Gel bize gidelim, sahura kadar sohbet ederiz, belki sonrasında sen de niyetlenirsin!”

“Sağ ol Hacı Ağabey, çok lütufkârsın, ama bu dileğinizi kabul etmem birkaç bakımdan mümkün değil. Birincisi; akaide uygun(2) bir aileniz var, giyiminde abartı olmayan. Ablaları gördüm, sizi rahatsız etmek, haremlik-selâmlık(2) gibi ayrı tutmak bana yakışmaz. İkincisi; beni merak eden, sahurda hizmetini görmem gereken bir annem var…

Üçüncüsü; yarın çok ağır, öğrencilerime aktarmam, bu nedenle de bilgilerimi tazelemem için bir öğrenci gibi ders çalışma, hazırlanma mecburiyetim var. Edebiyat öğretmeniyim, oruç dilimi bağlar, ağzımı açmamı engeller, her ne kadar Allah’ım yardım eder, desteklerse de ben kendime güvenemiyorum…

Yarın Kadir Gecesi biliyorum, namaz gene uzayacak. Siz bana ilminizle yön verecek olduktan sonra teravih bitse de ben her Cumartesi-Pazar yatsılarda cemaatinizden olmaya devam edeceğim, kararlıyım!”

“Anlayışın için sen de sağ ol! Allah gönlüne göre versin! Ufak bir düzeltme yapayım, sırtlarından da olsa gördüklerinden biri kızım, biri de hanımım. Hanım bana, bize bakıyor, kız okuluna gidiyor. Kızın okulu bu sene bitiyor. Üniversite için harıl-harıl ders çalışıyor(6). Bakalım n’olucak? Mevlâ’m neyler, neylerse güzel eyler(9)!

Perdeleri beraber çekip, lâmbaların ve vantilâtörlerin düğmelerini beraberce çevirdik, sıra-sıra. Kapıyı kapatmak üzereyken ufak bir meltem hocayı bekleyen hanımlardan birinin başörtüsünü uçurdu başından, öteki daha sıkı sarmış olmalıydı, oralı olmadı!

Hocanın mahmur ve şaşkın bakışlarına aldırmaksızın başörtüsünün peşinden koştum, yakaladım ve sahibine uzattım, o bir genç kızdı ve sokak lâmbasının ışığında tarife sığmayacak bir güzelliği vardı, beni elden-ayaktan düşüren, belki de üstesinden gelemediğim bir haz ile beni etkileyen.

Yürümüyordu, yürüyemiyordu ayaklarım, şaşkın, durgun, denizin olmadığı bir iklimde yosunla kaplanıp kişiliğini, şeklini yitirmiş bir yalı kazığı(1) gibiydim, kendini bilmez hem...

“İyi geceler Enes!” sesi kendime getirdi beni, gözlerimi o genç kızın gözlerinden ayıramadığım için, belki “Oğlum! Mustafa Kemal!” gibi seslenişlerine duyarsız kaldığım için ismimi söylemek zorunda kalmış olabilirdi hocam.

Ben, ben değildim artık! Kim benim ben ya da ne olduğumu iddia ederse hıncımı alıncaya, gücüm yetinceye kadar hırpalardım onu, şu anda. (Bu davranışımın yanlış bir adı, ya da yorumlaması olurdu, ama şu anda aklıma gelmiyor, gerekmiyor da!)

Bir gerçek vardı, elini omzuma koyan Hacı Ağabey, sonrasında beni tanıştırmaya gerek görmeksizin onların arasına girip evlerine doğru yönelmişlerdi. Birkaç düşünceyi o kısacık an içinde sıraya koymaya çalışıyordum:

Keşke, eve gitme teklifini kabul etseydim hocamın. Kim bilir çay içiminde ya da molasında, ya da masaya, sehpaya çaydanlığı, bardağı, şekeri koyarken görürdüm onu enine-boyuna(6).

Keşke utanmaksızın, gizlenerek takip edip öğrenseydim evlerini...

Keşke, lâf kalabalığına getirip hangi okulda okuduğunu, fazla iyimserlik gibi gözükse de ismini öğrenip gül dökseydim yollarına(10)...

Keşke, komşu ablaya gidip rica etseydim;

“Anneme bakar mısınız, ben arkadaşlarıma sahura gidiyorum!” diye, inanma ihtimali zayıf olsa bile...

Keşke’ler tükenmiyordu beynimde. Kuyrukları birbirine değmeyen kırk tane tilki dolaşıyordu(11) bana ait olduğunu sanmadığım organda.

Ve en son "Keşke” en üzüntü verici olandı;

“Keşke hakkım olaydı.” Keşke diyemeyeceğim bir şey gibi…

Uyumam mümkün değildi. Sözüm ona, ertesi gün arkadaşlarıma, onlar öğrencilerim değil, arkadaşlarımdı bana göre, öğreteceklerimi nasıl sıraya koyup da anlatacaktım ki? Ama demokrasilerde çare tükenmezdi, bence de, bende de öyle.

Daha önce de bayram-seyran(1), toplantı gibi sorunlar dolaysıyla diğer öğretmen arkadaşlarımın da yaptığı gibi, bir gün öncesinden ailelerinin merak etmemesi için haber verip ertesi günkü etütte eksiklikleri tamamlamam mümkündü. Ama gerçek bir sual cirit atıyordu(6) zihnimde;

“Babasından ve babasının adından başka hiçbir şeyini bilmediğim o genç kız kimdi? Beni elden-ayaktan düşürüp, perişan eden, aklımı başımdan alan değil, aklımı bir görüşte yok eden o genç kız?”

İnsanın düşünürken bile kendi kendine konuşuyor gibi olması “Deliliğin sembolü” olsa gerekti. Delirdiğim için neredeyse mutlu olmak, şükretmek geçiyordu içimden!

“İnsanın yalnızca benim gibi zor durumlarında değil, hayatın her anında ilgi ve desteğe, uzatılacak bir ele, gönül alıcı bir söze, hatta içten bir tebessüme ihtiyacı vardı!” Peki, ben kimden, nasıl dilenecektim ki, adını bile bilmediğim, sıfat koymakta zorlandığım bir varlık için?

Deliliğin sembolü; başa geçirilmiş bir huni, belirtisi ise aklın başta olmaması demekti, aklımdan geçenlere göre. Bilmeden etmeden delicesine âşık mı olmuştum?

O halde o deyiş çok güzel yakışırdı bana; “Aşk yüzünden ben kaybettim kendimi / Kendime kendim lâzımsam kendim bulsun kendimi.(12)

Failâtun'lu bir Aruz kalıbı mı, bir hece dizisi mi, sadece bir özdeyiş mi bu sıraladığım dizeler, şu anda aklımda yoktu. Önemli de değildi. Bu dizeler benim özetimdi, tamamen ve kısaca.

Öğrencilerim arasında da, okulda da yoktu böyle bir kız. Zaten kız mevcudu o kadar azdı ki, ismen de, cismen de tanıyordum hepsini. O halde şansımı iki kulvarda daha denemeliydim, ama nasıl?

Yalandan kim ölmüştü ki? Ben de pek zeki olmasam da, yalanı aklımda tutup tutmayacağımdan, ileride yalanımdan dolayı yakalanacağımdan kesinkes emin olsam da şansımı denemeli, hem mutlaka denemeliydim. Mademki bu yola baş koymak düşüncemdi, o halde engellere takılmamalı, düşmemeli, hatta düşünmemeliydim bile.

Annemin öğrencilerinden şimdilerde Kız Meslek Lisesi Müdüre Hanıma gittim;

“Annem bir hanım kızı görmüş, öğrenciymiş, ama adı-sanı neymiş, kimmiş, ‘Git bir öğren bakalım!’ dedi. Galiba niyeti bozuk, benim için bakmış olabilir. Ben de yüzümü kararttım, size geldim ablacığım. Eğer iznin olursa…”

“İsim yok, cisim, resim, şekil yok, bir tek tarif üzerine araştırma, Sarı Çizmeli Hanım Ağa, ya da genç kız, neyse! ‘Acaba?’ deyip sorgulamam uygun değil, şu Kayıt Defteri. Annenin gördüğünü söylediğini dinlene dinlene ara, benim dersim var, bir isteğin olursa hademeye haber ilet! Haydi, Allah kolaylık versin!”

İstihza dolu verilerden etkilenmemem mümkün müydü? Yalanımı anında yüzüme vurmamak için centilmenliğini sonuna kadar zorladığını düşünmemek olur muydu? Karakteri, terbiyesi, bilgiçliğinde üstünlüğü olmasa onu bu okula kim müdür yapardı ki?

Kayıt Defterini baştan sona, sondan başa didik didik edişim kâr etmemiş, neticede avucumu yalamıştım!

Nasrettin Hocanın eşeğini türkü çığırarak araması gibi(13) benim de tek şansım kalmıştı artık, İmam Hatip Lisesi ve oradaki üniversiteden arkadaşım Selçuk Öğretmenimin yardımcı olacağı umudum, hatta inancım...

“Vay arkadaşım hangi rüzgâr attı seni buralara?!” diyen arkadaşımın beni kucaklarken burnuma ağzının o muhteşem oruç kokusu ulaşmış ve oldukça etkilenmiştim, hem de anında.

Üç-beş kelime sohbetten sonra sadede gelip aynı konuyu serdetmiştim(6). Öğretmenler Odasının penceresinden teneffüse çıkan çocuklara bakıyordum. Kızlar çeşitli şekillerde örtülü, oğlanların bir kısmı takkeli idi.

Hissi kabl el vuku(1) denilen şey olsa gerekti, ben oralara doğru bakarken, o da bulunduğum pencereye doğru bakmış ve başını anında eğip, banka oturmuştu. Daha henüz yalanıma başlamadan;

“Selçuk, bir saniye koş, şu gözlüklü kız kim? Söyle bana!”

“Nedeni var mı?”

“Evet! Bir arkadaşım görmüş beğenmiş, ‘Öğren!’ diye beni gönderdi!”

“Annem” yalanımı, belki de utanmaksızın “Arkadaşım” olarak düzeltmiştim bu kez!

Arkadaşım benim gibi aptal, akılsız âşık değildi, anlaması gerekeni anlamış olarak sordu;

“O arkadaşının adı Enes olmasın?”

“Nereden çıkartıyorsun bunu, onun babasının adı Enes!”

“Aaa! Bak, babasının adını biliyorsun. Ben de genç kızın adını, sanını bilmediğin halde babasının adını bilmeni merak ettim. Hatta göbeğim bile gülmemek için çatlamak(6) üzereyken. Hadi sadede gel(6) arkadaşım, ben de sana doğruları söyleyeyim!”

“Bak şimdi ben de bayramlık ağzımı açarım(6), üniversitedeki gibi "Çok Ünlü Kişi(14)” sözü çıkıverir ağzımdan isminin ikinci hecesi olarak!”

“Ne düşünüyorsan o, desem?”

“Tamam, o unvanının bu okulda bilinmediğini hissettim! Benim konumu da kenarından köşesinden hissettiğinin farkındayım!”

“Bilmez miyim? Biliyorsun ben üniversitede senin gibi Homongolos(15) değildim. Üniversitede beraber olduğumla hayat arkadaşıyım şimdi, düğünümüze gelmiştin zaten. Sonrası atamalar ve buraya geliş…

Hakikatli bir arkadaşım olarak(!) beni değil, bir genç kızı araştırma için beni ziyaret edişin…

Gücenmedim desem yalan olur. Ama tekrarlamam gerekir ki; senin şu anda yaşadığını sandığım duyguları ben üniversitedeyken yaşadım ve şimdi pırıl pırıl belki kuzguna yavrusu Anka görünür(16) örneği iki meleğim var benim. Doğduklarında, büyüdükleri zaman yuvadan erkenden uçup gitmesinler diye kanatlarını koparttığım(17). Şimdi ise sen bir meleği sahiplenmek istiyorsun, öyle mi?”

Şöyle bir etrafıma bakındım. Oda boştu, pencereden bakarken, onun beni izlediğini hissettim, fark ettim, hüsnü kuruntum olsa da utandım galiba. Sırrımın onun tarafından da bilinmesi ihtimalinden dolayı(!) pencerenin önünden çekildim.

Zil çalmıştı zaten, ortam sessizliğe bürünmüş, tekrarında boş bahçeye, boş gözlerle bakmaktaydım. Karşımda olan; uzaydı galiba.

“Dersin varsa Selçuk, sen git! Ben sen gelinceye kadar beklerim, elim boş dönmemek gibi bir hayal var gönlümde, anlayıp, hissettiğin…”

“Var, ama o güzel kızın adı Enise, sınıfımın en gayretli ve en çalışkan çocuğu, okulda ‘Bir numara’ diyebilirim. Biraz geciktik, ama gel seni de götüreyim sınıfa, aruz veznini inceleyecektik, eğer başarılı olabileceğine, nutkunun tutulmayacağına(6) inanıyorsan dersi sen ver. Enise bu sene mezun olacağına göre, onu dünya gözüyle görmende bence bir öğretmen olarak mahzur görmüyorum. Sen anlatırken muhtemelen…”

Durakladı bir süre yerinde sayar gibi ve devam etme gayretini hissetti Selçuk;

“Yok, yok! Mutlaka, ara sıra değil, sık sık ve devamlı olarak göz göze gelirsiniz, eğer onun da sende gönlü varsa, mezuniyetini beklersiniz artık, ne diyeyim? Benim adım Hıdır, elimden gelen budur! Pek söylenecek şey değil, ama başarılar dilerim! Ve bir ikaz, tekrar gibi olacak olsa da aruz veznini anlatacaksın, sana güveniyorum!”

Sınıfa girince tanıttı beni;

“Üniversiteden arkadaşım ve meslektaşım, bugünkü dersi o verecek, ben bir köşede dama taşı gibi oturacak ve sizleri izleyeceğim. Yani beni sınıfta yok farz edin ve asil hocanızmış gibi aklınıza gelenleri de sormaktan çekinmeyin, sorun lütfen!”

Hemen elini kaldırdı Enise;

“Aruz mu, hece mi hocam?”

“Siz hangisini düşünürdünüz?”

“Sizin düşüncenizi öğrendikten sonra, desem?”

“Peki küçük hanım! Size Hecenin beş şairinden biri olan Ziya GÖKALP'ın dizeleri ile cevap vereyim; ‘Aruz sizin olsun, hece bizimdir / Halkın söylediği Türkçe bizimdir; / Leyl sizin, şeb sizin gece bizimdir, / Değildir bir mana üç ada muhtaç!’ Bilmem anlatabildim mi?”

“Anladım, aynı düşünceyi paylaşmaktan dolayı da mutlu oldum. Ancak ben küçük hanım değilim, adım Enise’dir öğretmenim!”

“Özür dilerim! Ama sınıfta ilk olarak sizinle tanıştığım için ben de mutlu oldum Enise!”

“Estağfurullah hocam, siz masadasınız, ben ise öğrenci sırasında, haddim değil(6), sizinle konuşmak bile!”

“Büyüklük Allah'a mahsustur küçük hanım! Dünyadaki masalar ve sıralar da bizim değil! Bilmem anlatabildim mi küçük kız, yani Enise?”

Ses çıkmadı. Selçuk’a döndüm;

“Hocam bağışla! Okulun son dönemlerini yaşıyoruz artık. Çocuklarımızın hepsinin bir yöne dağılacağı, belki de bir dahası olmayacak birbirimizi görmemizin. Bırakalım aruzu da, heceyi de sohbet edelim. Dilersen ev ödevi ver, dilersen sonra etütte tamamlarsın eksiklikleri varsa ki, hiç sanmıyorum, çünkü tüm sınıfın gözlerinden zekâ fışkırıyor.”

“Öhhö! Övünmek gibi olmasın, ‘Benim sınıfım’ diye söylemek istemiyorum, ama hepsi okulun derece yapan, başarılı öğrencileri. Üniversite sınavlarında sen de başarılarını alkışlayacaksın sanıyorum. Aksilik, şanssızlık ya da herhangi bir nedenle okumaya devam etmeyecek, edemeyecekler dışındaki herkes üniversite sınavlarını kazanacak ve istedikleri konularda eğitim alacaklar, bundan adım gibi eminim.”

“O halde sohbetimizin başlangıcı meslek tercihleri olsun! Ne dersiniz?”

“Olur! Ben biliyorum çoğunun tercihlerini, ama sen de öğren, sakıncası yok! Önce; hece veznini savunan Enise cevaplasın bakalım, ne olmak istiyormuş?”

“Sizin gibi aydın bir edebiyat öğretmeni hocam!”

Sözleri ancak zihnime hapsedecek vaktim olmuştu, cep telefonum çaldığında.

Oysa prensibimdi öğrencilerimin de, benim de cep telefonlarımızı kapatıp masalarımızın, sıralarımızın üzerine koymak. Sessize almak bile yasaktı benim indimde.

“Affedersiniz gençler, yapmamam gerekirken, yapmanıza izin vermeyi bile düşünmediğim bir yanlışlık benimkisi. ‘Hepinizden özür dilerim!’ demek, suçumun affı anlamına gelmiyordu ama telefonu kapatmaya yönelirken telefondaki evimin numarası dikkatimi çekti, ürktüm de diyebilirim kısaca.

İnternet kullanımım nedeniyle kullanmak zorunda olduğum ev telefonumuzun etajeri üstünde okul ve cep telefonlarım yazılıydı ve ben o numarayı görmekten dolayı tedirgin olmuştum.

“Özür dilerim çocuklarım tekrar, bakmam gerek!”

Dışarı çıktım, Selçuk’a; “Sen devam et hocam!” arzumu sıralama gayretiyle, göz ucuyla merakımı hoş görmesi dileğiyle.

Beklenen, beklenebilecek bir haber olmasına rağmen insan üzülüyor, gözlerinden akan yaşları engelleyemiyordu. Annemi de yitirdiğim haberini almıştım ve artık dünyamda yapayalnız ve kimsesizdim. Bekleyenim(18), yolumu gözleyecek olanım yoktu artık.

Kapı aralığından işaret ettim arkadaşıma, gereklilikler için ayrılmam gerektiğini anlatmak için. Ve sınıfa girip; “Acil bir nedenle ayrılmam gerektiğini” dile getirmeye çalıştım, durumumu, şeklimi gören anlayan anlamış olabilirdi belki! Selçuk;

“Her ne olursa olsun, izin alıyorum ve yanındayım kardeşim!” dedi, omzumu okşarcasına, hayali toz zerrelerini silkeler gibi.

Annem bir türküden esinlenerek; “Beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar öldüğümde…(19)” demişti, “Aman anne, ağzından yel alsın!” sözüm havada asılı kalmıştı(6) o gün. Eğer uygun olursa ki uygundu bana göre, çünkü babamı yitirdiğimizde yanındaki boş mezarı kendisi için ayırtmıştı annem, onu götürmem gerekti.

Muhtara gereken hazırlıkları yapması için telefon ettim.

Mescidin cemaati çok şeyi bilen, haberdar olan bir topluluktu. Babamın vefatını bildikleri gibi annemin vefatını da duymuşlardı. Tabii Enes Hoca da... Aramış, buldu beni. “Yalnızlığa demir attığımdan(20) haberi olmuştu.

“Hacı teyzen yıkasın anneni, kefenlesin, öyle yerleştirelim tabuta. Karınca kararınca(1) bizlerin de katkısı olur belki, ben okumak isterim mezarı başında, eğer iznin olursa ben vermek isterim talkınını(2) da. Hem merak etme, arabamız var, cenaze arabasını takip eder, sana hiç yük olmayız. Hanımımın da, kızımın da Sürücü Belgeleri var, ben yorulursam onlar bana arkadaş ve destek olurlar, kaygın olmasın!” demişti, gelen doktorun defin(2) için raporu yazdığı anda evime adresimi öğrenmiş olarak geldiklerinde.

Kızıyla ilgili bir-iki kelimeyi uç uca eklerken tereddüt ya da çekimserlik yaşıyor, belki engelleyemediği yaş farkını düşünerek beni kızına uygun görmüyor, belki kıskanıyor, belki yanlışlıklardan uzak durmak kaygısını yaşıyor olsa gerekti.

Oysa ben kötü değildim. Üstelik “İyi düşüncelerin cebe, kötü düşüncelerin çöpe atılması gerekliliğinin de bilincindeydim.(21)” Kötü olmadığımı ispat etmem gerektiğini düşünüyordum, bencilce. Anlatamadıklarım, anlatacaklarım gerçeğin kendisi olan düşüncelerim olacaktı.

Annemin ölümünün bu soğuk anında, hatta annemin hissiz bedeni soğumadan bile önce düşüncelerim mantıksız ve yanlış olarak yorumlanabilir miydi, yalnızlığa adım attığım bu ilk anlarda? Ben her hal ve şartta saklamadan, saklanmadan itiraf etmeliyim ki Enise’ye ait olmak istiyordum, o benim olmasa da olurdu.

Ölen öldüğüyle kalıyor, ölenler dünyayı kalanlara “Ne halt ederlerse(6) etsinler, başlarının çaresine baksınlar!” diyerek terk ediyor olsalar gerekti.

“Hacı Ağabey, değerli hocam, ilginden memnun oldum, hele ki yaş farkımızı göz ardı edip ilk ve son defa yaptığım şaklabanlığıma, hatta edepsizliğime rağmen teklif ettiğiniz bu yakınlığı ömrümce unutmayacağım. Keşke benim de sizin için yapabileceğim bir şeyler olsa. ‘Yorulmayın! Üzülmeyin!’ demek isterim, ama gönülden teklifiniz de içimi ısıttı, reddetmek içimden gelmiyor...

Arabanızla gelme dileğinizi ise kabul edemeyeceğim, ancak benim arabamla gidersek rıza gösterebilirim. Selçuk Öğretmenim diye bir arkadaşım var, kızınızın da öğretmeni. O ya da siz, kızınız birinizden biriniz kullanırsınız arabayı, ben de cenaze arabasıyla önünüzden giderim!” dediğimde, bu kadar engin(!) lâf kalabalığından usanmış olduğunu belli etmeksizin cevabı;

“Peki evlât!” olmuştu cevabı, ancak kendisinin bile bilmediği bazı şeylerin, meselâ Selçuk’un Enise’nin öğretmeni olduğunu bilmemin şaşkınlığını yaşıyor gibiydi…

Selçuk’un benim için bir kısım iyi niyetleri olacağını tahmin edemezdim;

“Şöyle bir plân yaptım, bana yardımcı olur musun?” dediğimde karşılığını “Hayhay!” olarak almıştım, ancak hınzırca gülüşü(1) de gözümün önünden gitmedi, aklımda baskı şeklinde kaldı...

Annemi cenaze arabasına alıp da, ben cenaze arabasına yöneldiğimde Selçuk;

“Senin arabanın huyunu, suyunu bilmem. Ben cenaze arabasında köyünüze annenin başında gideyim, sen yolcularınla beni takip et. Ben gerektiği takdirde navigasyona(5) göre yolu bulurum. Herhangi bir aksaklık olursa selektör yap(6), cep telefonumdan ara beni!” demişti.

Doğrusu, annemin cenazesini defnetme kurgusu yaşarken, ne yalan söyleyeyim, teklifinden memnun olmuştum, tahminimde yanılmayacağıma inanarak.

“Ömrümün her anını işgal etsin!” diyeceğim biriyle yol boyu beraber olmak, yolculuk etmek, aynı ortamda aynı havayı teneffüs etmek az-uz bir şey miydi? Hem dediğim gibi ölen ölüyor, olan, bırakılan yaşamda kalanlara darbe olmuyor muydu? Hayırsız bir evlât değildim, ama kim söylemişse söylemiş; “Gönül ferman dinlemiyordu!(22) her hal, şart ve ortamda...

Cenaze arabasını takip ederken bir ara yoldaki düz çizginin sağımda kaldığını ve onun “Hocam, dikkat!” sözünü işittim. İki yönlü yolun geçilmesi yasak olan sol şeridini meşgul ediyordum.

Fiziksel değil, gönül yorgunluğumun eseriydi dalgınlığım, ya da her ne denirse. Selektör yapıp emniyet şeridine girdim;

“Hacı amcam, gönül yorgunluğum baskın geldi, siz kullanabilir misiniz, yoksa Selçuk Öğretmenimle yer mi değiştireyim?”

Cenaze arabası da durmuş, kendisine yaklaşmamı beklemişti, belki de merakla.

“Geceleri gözlerim pek seçmez evlât! Ama kızım, maşallah canavar gibi, ehliyeti yeni olmasına rağmen sınava girip bir kere de aldı. Sekiz yaşından beri yanımda ve yasalar ‘I-Ih!’ dese de kontrolümde direksiyonda, köy yollarında, ana caddelere çıkmaksızın hep kullandı arabamızı…

Bu nedenle sen ve ben arkaya geçelim, teyzen ve Enise önde olsunlar, anlata anlata mı giderler, suskunlukla mı devam ederler artık o, onların kararı. Belki uykun mayışıncaya(6) kadar anlatmak istersen, dinlemek isterim mescitte anlatmak istediklerini...”

“Yani iki kelime et, sonra uykuya dal, acını, hüznünü, üzüntünü unut, demek mi istedin Hacı Bey?”

Galiba resmileşmiştim. İnsan benim yaşadığım gibi bir sersemlikte (galiba) duygusallığını erteleyemiyor, alfabesini de, gramerini de, cümlelerini de nasıl kurması, kurgulaması(6) gerektiğini unutuyor ve hatta direksiyondaki genç kızın hissettirmemek istemesine rağmen hissettirdiklerinden etkileniyordu.

Söz Newton'a ait olsa gerekti; “Etki tepkiyi doğurur! (28) gibi bir şey... O halde ben beni, onun anlayacağı bir ses tonuyla, beni tanıyacak şekilde ortaya anlatmalıydım;

“Hani derler ya efendim, ben bir garip çobanım, arkasındakilerinin ne olduğunu bilmeyen. İşte öyle garip öğretmen anne-babasını yitirmiş garip öğretmenlerden biri ve şu yaşadığımız anın sonunda da yalnızlığını kendi kendisiyle paylaşacak olan. İşte hayatım ve ben bu kadarım...

Bu süre doğumumdan bu güne kadarki yaşamımın özeti. Bundan sonrası bulanık, ya da karanlık...”

Yaptığımın yanlış ve kötü bir duygu sömürüsü(1) olduğunun farkındaydım, ama yalnızlığımı, gönül dostuna muhtaç olduğumu başka türlü anlatmamın mümkün olmadığı geçiyordu aklımdan.

Enise arabayı çok düzgün ve dikkatli kullanıyordu, yabancılık, acemilik çekmeksizin. Ne ana-kız konuşmuşlar, ne radyoyu açmış, ne kaset, CD koymuş, ne de ara sıra fısıltı halinde annesinin yönelttiği sözlere duyarlılık göstermişti.

Ya da ben fark etmemiştim o duyguyu, dayanıksızlığıma, uykusuzluğuma, yorgunluğuma dalgınlığımı eklerken.

Uyumuşum, ya da uyuyakalmışım yahut da sızmışım...

Selçuk camı tıklattığında adres üzerine benim köyüme gelmiştik. Daha doğrusu annemin “Yağmurlarında yıkanmak istediği köyümüze” demem gerek...

Muhtar cenazenin yıkanmış olacağını bilmediğinden annemi yıkamak için anneleri, ablaları hazırlamış, kazanları yaktırmış, perdelerle eskiden bizim olup, şimdi bizim olmayan evin avlusunun çevresini perdelerle çerçeveletip teneşiri(2) hazırlatmıştı.

Hacı Abla ve Enise de onlardan uzak kalabilirler miydi? Destek olmuşlardı.

Defin, Yasin(2), Tebareke(2), Talkın ve...

Görev bitmişti. Yolcu yolunda gerekti, yorgun olsalar da.

“Ben kalacağım!” dedim, Selçuk’a bakarak cümlemi tamamlama gayretini yaşadım;

“Selçuk Öğretmenim! Enise çok iyi araba kullanıyor. İster sen kullan, yorgun olsa bile isterse o kullansın. Siz dönün, ben bayramı da annemle ve dostlarla paylaşıp sonra dönerim şehre!”

“Peki!” deyip geçti Selçuk direksiyona. Arkadaşlarımın hepsi “Arabanı bilmiyorum, kullanamam!” diyecek gibi üçkâğıtçı(1) değillerdi ki? Selçuk onların içinde nevi şahsına münhasır(1) seri başı tek örnekti!

Aslında ayrılırken bana; “Ne?” diye sormuştu, ben de “Ne, neleri kapsıyorsa o!” demiş, en ilgi çekici, acındırıcı, duygu sömürüsü yapacak, sahtekârlık akan bakışlarımı inkâr etmeksizin üzerine doğru çevirerek;

“Anlatırsan memnun olurum, anlatamazsan boş ver, nasıl olsa kaderde bir şeyler yazılıysa çaresi bulunur!” demiştim…

Selçuk sözlerine; “Dünya ahretin tarlasıdır!(2) diye başlamıştı. Beni övmeye ve onunla karşılıklı bakışmalarımızdan anladığına göre. Yol boyunca benim reklâmımı yapmış Selçuk elinden geldiğince, dilinin döndüğünce, gına gelmesine ramak kala susup, ilk moladan sonra devam etmek üzere.

Ben neymişim, sonralardan bir gün öğrendim, ne olduğumu! Neler anlatmamıştı ki; bildiğince, aklında kaldığınca ya da kendinden eklediğince “Gönül çelen(1) bir dost gibi. Abartı dizisine şöyle başlamıştı;

“İyi çocuktur arkadaşım Enes. Bakmayın öyle namazda, niyazda aklı yokmuş gibi davranışlarına. Kur’an’ı da, mevlidi de, şiir, kaside(5), ilahileri de tam makamında, tecvidiyle(2) okur. Delikanlılığında müezzinlik de, hatta hocalık da yaptığım, farklılıkları hissettirerek akşam ve sabah ezanları dâhil birçok kez minareye çıktığını anlatmıştı biz bize bir sohbetimizde…

Arapçayı ana dili gibi bilmese de, çok iyi vakıftır. Örneğin k, t, b harflerinden öyle Türkçe kelimeler çıkarırdı ki; ismi fail(1), ismi meful(1), ismi mekân(1) ve çoğul haliyle hâlâ aklımdadır. Tabii kelimelerin çoğu Türkçemizde yumuşayıp ‘b’ harfleri ‘p’ harfi olmuş. Kitap, kâtip, kâtibe, mektup, mektep, kütüphane gibi…

Bunları çoğunu ben de sizlere aktarmaya çalışmıştım Enise, herhalde zeki bir çocuk olarak aklında kalmıştır…”

“Hı! Evet!” Hatırımda öğretmenim gibi ses gelmemesi ilerlemesini gerektirmiş.

“Noktaların bir kelimenin anlamını nasıl değiştirdiğini çok güzel anlatırdı. Örneğin aklımda yanlış kalmadıysa; inkılâp; terakki, ilerleme, inkilâp; bu köpekler demekti. Meselâ; sıla özlem demekse de, sila ticaret eşyası, ya da sökük gibi bir anlamı olan kelimelerdi.

Bence Türkiye’mde onun bilgisinin üstüne çıkacak kişi sayısı herhalde bir elin parmaklarıyla sayılacak kadar azdır sanıyorum!”

Reklâmların birinci bölümünü bu şekilde sonlandırıp mola yerinde biraz dinlendikten sonra, ısrarı üzerine direksiyonu Enise’ye devredip reklâmların ikinci bölümünü okumaya başlamış Selçuk.

“Enes’in tek kusuru; ‘Gönlümün sultanını bulmadan evlenmem!’ demesi idi. Oysa ben üniversitede iken evlendim, ailelerimizin desteği ile. Şimdi ellerinizden öpecek kocaman iki kızım var. O şu mezara defnettiğimiz ana kadar anasının kuzusu(1) idi…

Bundan sonra ne olur, bilemem, herhalde gönlünün sultanına kavuşamazsa, yani bulamamışsa demek istedim, yaşamı zorlaşır. Belki de bulmuştur, söyleyemiyordur, anlatamıyordur. Ben, henüz askere gidemedim, belki de askere gidip dönmeyi plânlıyordur, açılmak için. Kim bilir?..

Ama kısaca; ‘İyi çocuktur!’ deyip başınızı ağrıtmaktan vazgeçeyim. Ha! Hatırıma gelmişken son bir özelliğini son cümlemin içine sıkıştırıvereyim; ‘21 Haziranda doğmuşum, hepinizden çok yaş yaşayacağım!’ der, konu yaşamak üzerine kilitlendiğinde.”

“Ben de en uzun gecede doğmuşum; 21 Aralıkta. Enes Öğretmenimin kurgusuna göre ben de çok az yaşayacağım, öyle mi öğretmenim?”

“Sen arabayı kullanmaya devam et Enise! Biz havadan sudan söz ediyoruz babanla. Ama soruna cevap vermem gerekirse; Enes’in düşüncesi çocukluk kısaca ve farz et ki ben bir şeyler uydurdum onun hakkında. Bu ne olabilir? Şiir mi, öykü mü, romandan alınmış bir pasaj(5) mı, nedir bakalım sevgili kızım?”

“Bana masal gibi geldi öğretmenim

“O kadar sert, kırıcı olma, gel buna istersen öykü diyelim!...”

Evet, hüzünlü bir bayram geçirmiştim, yadsınmayacak. Ama benim için yarınlarım da önemliydi, cenaze ve bayram ertelerinde, yalnızlığımı yaşayacağım.

Döndüm okuluma, yarınlarım olan öğrencilerimin hiçbir eksiği, gediği kalmamalıydı, her yıl olduğu gibi, hatta her yıl olduğundan bir fazla başarı yakalamalıydım, annemin yokluğunun, her türlü olumsuz koşulların beni etkilemesine izin vermediğimin ispatı gibi. Bana güvenen çocuklarım için bu şarttı, bana göre.

Ertesi gün okula giderken tesadüf ona rastladım önümde yürürken;

“Küçük kız!” dedim anlamadı ya da aldırmadı.

“Küçük hanım!” dedim, duymamış gibi yaptı.

“Enise?” dedim, başını çevirdi.

“Daha önce de söylemiştim öğretmenim, ben ne küçük kızım, ne de küçük hanım! Son söylediğiniz gibi ben Enise’yim. Beni öyle çağırmak, bana öyle bakmak, sevmek, kucaklamak o kadar zor mu öğretmenim?”

“Bağışla Enise. Tutulan nutkum, aşırı bir sevgiyle bana uzattığınız elleriniz, minnettarlığım yanında sevgimi de isimlendirmemi engelledi. Tamam; ‘Hayır!’ diyebilirsin, ama ben, seni ben saydığım senden vazgeçemem. Bunu isteme benden, çünkü sensizlik benim için çok zor!”

“Belli oluyor, edebiyat öğretmenisiniz ya!”

“İçimden gelen sözler bunlar, bırak edebiyat öğretmenliğimi. Eğer biraz çakışmışsa gözlerimiz, benim ol, bir ömrü paylaşalım, istersen üniversiteyi bitirince. Yeter ki bu dünyada da, öteki dünyada da beni yaşa!”

“Bu kadar söz kalabalığınıza rağmen, ne demek istediğini anlayamadım. Sevgi mi, birliktelik mi, evlenme teklifi mi, ya da bir başka şey mi? Yaşım küçük anladığımı sanmıyorum öğretmenim!”

“Kapansam dizlerine, benim ol, ama nasıl olursa olsun, hayallerimde, rüyalarımda, düşüncelerimde değil, gerçekten benim ol desem, seni vazgeçemeyecek kadar, canımdan çok sevdiğimi söylesem, yaşamım uzasın diye düşündüğüm bilinmeyen bir anda senin için yok olsam desem…

Bunu istemezsin umudu var yüreğimde!”

“Hele bir okulum bitsin...”

“Bu; ıstırabımın biteceğinin müjdesi mi?”

“Hayır! Üniversiteye gitmeyi düşünmemin göstergesi...

“Yani 'Bekle!' mi demek istiyorsun?”

“Eh, desem...”

“Bu yeterli benim için, ömrümün son anına kadar beklerim. Bu beni ne yorar, ne de seni beklememin sabrını sonlandırır...

Evet, o “Bekle” demişti, ama askerliğim “Beklememi” düşünmüyordu ki? Üstelik Selçuk’la beraber...

Selçuk piyade, ben topçu olmuştuk aynı mahalde. Ben tümende, o tugaydaydı ve bir gece aniden bir alarm ulaşmıştı ikimize de, ben buradan, o oradan. Bunun gerçek mi, manevra mı, tatbikat mı olduğunu bilemezdik.

Ufak bir müsademe(5), ufak bir yanlışlık o bu harekâttaki tek şehit, ben en ufak sıyırığı bile olmayan biriydim, beraber hareketimizde.

Onun ardında karısı Jülide, kızı Selcan ve oğlu Selman kalmıştı. Jülide öyle muhterem bir kadındı ve kocasına öyle sevgi doluydu ki, sanki çok evvelinden bir ömrü beraber tüketemeyeceklerinin ispatı gibi çocuklarının isimlerinin ilk hecelerini ısrarla kocasının isminin ilk üç harfiyle donatmıştı. Çocuklar doğduklarında bir gün beraberliklerinin aniden sona ereceğini hissetmiş olmalıydı hoca hanım!

Yapılacak, ya da yapabileceğim bir şey yoktu. “Sabredin!” dedim, "Ben dönünceye kadar. Allah bir kapıyı kapatırsa diğer kapıyı açar, ben sizin babanız, her şeyiniz olmak için yeminliyim. Selçuk yok, eğer kendisinin vakitsiz ayrılacağından emin olsaydı, sizleri mutlaka bana emanet ederdi, bundan sonra ben yanınızdayım, her şeyiniz olarak!”

Tanrı el uzatması gerekenlere el uzattırıyordu. Enise ve ailesi de Jülide öğretmene ve çocuklara ellerini uzatmışlardı.

Rahmetli Selçuk, karısı da maaş almasına rağmen ancak geçinen, geçinebilen evinin çarkını ancak döndürebilen bir ailenin babası idi. Birikmişi yoktu ki, evi, barkı, arabası, parası, pulu olsundu.

Ben askere giderken Hacı Ağabeye evimin anahtarını vermiştim; “Ara sıra da olsa uğrarsan, göz-kulak olursan memnun olurum!” diyerek.

Hırsız eve girse, malı-mülkü toplayıp toparlayacak olsa Hocamın yapacağı ne olurdu, benim çabam neye yarardı ki? Dostlar alışverişte görsün örneği yararsız bir çaba işte. Aslında hırsız dışında bir çekincem yoktu.

Evin tüm dolaplarının içlerini naftalinlemiş, karınca ve kara böcekler için de her ihtimale karşı bir kısım tedbirleri almıştım. Allah’a şükür kaldığım apartman dairesinde, kanalizasyon hatası, fare, keseğen(5) gibi bir sorun yoktu. Su, elektrik vanaları kapalı, pencereler kilit destekli ve perdelerim kapalı idi.

Askerde terhisime bir süre kala hiç umut etmediğim bir anda, gayet düzgün yazılmış bir el yazısıyla bir mektup almıştım, iki satırdan ibaret: “Jülide öğretmenim ev kirası konusunda sıkıntıda, senin evin de boş!” diye yazmış, birkaç soru işaretini peşi peşine sıralamıştı, anlamam gerektiği şekilde.

Her şeyi anlamıştım, ama en son satıra ismini yazmak yerine; “Senin” tanımlaması mutluluktan havalara uçuracak hale getirmişti beni.

Bu; sevgisinin, bir ömrü vaadinin göstergesi mi olsa gerekti? Ben evimi Jülide öğretmene yasaları bilmeksizin bedelsiz olarak kiralasam, onlarla beraber yaşayamayacağıma göre yaşamımı nasıl düzene koyardım ki? İki kardeş gibi olsak da, pansiyoner gibi evin bir odasını kendime ayırsam da, kim kime, dum duma(1) olan bir şehirde olsak da, elin ağzı torba değildi ki, büzesin(31), iki çocuğa rağmen.

Soru işaretli bir satır ve bir kelime perişan etmiş, dalgınlaştırmıştı beni. Gene de cesaret edip, ben de iki satır karaladım;

“Teskere almama(8) bir ayım kaldı. Babanla konuş, o ne derse ona uyarım. Senin.”

Öncelerde bir yerde “Etki-tepki doğurur!” demiştim gibi hatırlıyorum. Satırlar yerine, birbirimize neden seslerle ulaşmayı denememiştik ki? Çekince iki adreste de olsa gerekti, söyleyememek, söyleyip de anlatamamak, anlayamamak gibi.

Zaman geçmişti, cevapsız. O geçen zaman içinde Enise üniversitede ikinci sınıfı da bitirmişti, yerinde saymaksızın. Daha ne olsundu ki? Bazı şeyler yaşanmadan asla bilinmiyordu, bilinemezdi, ya da bilinmesi mümkün değildi...

Önemli olan konulardan biri Enes Amcanın Jülide kardeşe evi teslim etmekteki kararsızlığıydı, sözünü kendi kızına geçirmekte oldukça zorlandığı belki de.

“Biraz sabret kızım! Bu arada söz, destek oluruz, eksikliğini hallederim. Ancak Enes kardeşin askerden dönmek üzere bugün-yarın. Karşılıklı konuşmak, helâlleşmek herhalde daha yararlı olur sizler için umudundayım…”

Haberim oldu, Enes Amcanın bu tavrından, ama nasıl hatırlayamıyorum.

Teskere alıp(6) dönmüştüm, bakkaldan ekmek, süt, yoğurt, konserve gibi bir şeyler alarak evime yöneldim. Düşünceme göre ev tam takır, kuru bakır(1) olsa gerekti.

Pencereleri açmam, odaları havalandırmam, elektrik, su saatlerini açmam ve yokluğumda elektrik, su, telefon gibi ödediğini sandığım şeylerden borcum -varsa- Hacı Ağabeye borçlarımı ödemeliydim.

Karşı komşum evinde yoktu, ya da artık pabuçlarını evin içine almayı öğrenmiş olsa gerekti! Gene de; “Ben geldim!” diye zillerini çaldım, haklıymışım, kapı duvar(1), evde yoklardı.

Evimin içi hayret edilecek gibiydi. Havalandırılmış, ozon ve menekşe kokuları sinmişti tümüne. Camlar, perdeler tertemizdi. Elektrik, su saatleri açılmış, en önemlisi tam takır bıraktığım buzdolabı lebalep(5) doluydu, elimdekileri istifleyecek kadar bile, bir gıdım(1) yer yoktu. Tüm bunları kim, ya da kimlerin yaptığı, ya da yaptırdığı belli idi...

Adını hatırlayamadığım bir şair; “Uzanıp da bir ağacın altına / Yine yaşadım yalnızlığımı / Ne çare duyuramadım kimseye / Sevgiden ışıktan anladığımı.(25) demiş, yalnızlığı için.

Ben; “Uzanıp da köşedeki kanepeye, yaşıyorum beni, yalnızlığımda ben başıma, hem kimsesizliğimi de!” diyerek yaşama gayreti sergilemeye çalışıyordum, o kadar yiyecekten, içecekten hangi birisine saldırmam gerektiğini bilmeksizin. Annem öldükten sonra, bayramdaki bir iki mecburiyet dışında ev yemeklerine hasrettim.

Oysa yorgundum, uyuklamışım değil, doğal olarak kütük gibi sızmıştım(6), bir lokma bile atıştırmaksızın, duş almamın ertesinde. Yoksa kapı zilini, ayak seslerini duymaz, aklımı başımdan aldığını düşündüğümün teninin kokusunu hissetmez miydim?

Ta ki, usulca sokulup incitmek, ya da hissettirmek istemeksizin dudaklarını özlemle diyebileceğim bir şekilde dudaklarıma dokundurduğu ana kadar bihaber mi olurdum ki dünyadan? Bu benim ömrümde yaşadığım ilk ve tek heyecandı, rüyamda yaşadığımı sandığım.

“Sen benim olmalısın!”

“Ben senin olmalıyım!”

“Peki, neden ufacık, bir gıdımcık, bir katre(1) ümit vermedin ki?”

“Bağrıma taş basmadığımı(2) mı sanıyorsun? Sabırsızlığımı, seni istediğimi, sensiz olamayacağımı yanlış anlamandan çekindim. Ancak Jülide Ablaya ve çocuklara baba olma tasavvurun beni acele etmem konusunda etkiledi…

Peki, ben ne olacaktım? Ben sensizliğe nasıl dayanacaktım? Üstelik bir nebze(1) de olsa, beni anlatmadan, içimdekileri dökmeden, sana saygımı ve sevgimi dillendirmeden?”

“Benim seni ömür boyu gönlümde saklayacağımı, sensiz bir ömrü bile aklımdan geçirmeyeceğimi ‘Hayır!’ dediğin anda ömrümün sona ereceğini nasıl bilmezdin, bilmezsin ki bir tanem?”

“Selçuk Öğretmenime verdiğin söz, onlara baba olma dileğin ve sözün var. Ama ben seni üleşemem ki! Himaye(5) peki, ama sen yalnız ve yalnız benim olmalısın!”

“Beni kabul edersen, ben yalnız ve daima seninim!”

“O halde saniye gecikmeksizin, geciktirmeksizin al beni. Biz bizim evimizde yaşayalım, onlar senin evinde yaşasınlar, sevaba girersin. Eğer beni alırsan, eğer benimle yaşamak sana zor ve kahırlı gelmeyecekse, ben de senin gibi onların koruyucusu olmak için sana yardımcı olurum! ”

“Okulun?”

“Sen okutup büyütmez, başarılı olmama yardımcı olmaz, senin gibi bir öğretmen olmam için beni desteklemez misin yoksa öğretmenim?”

“Başımla beraber sevgili öğrencim, hem hayatımın ışığı, yaşam sebebim, bir tanem…”

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Enis (erkekler için), Enise (kadınlar için); Dost, arkadaş, yâr, sevgili.

Enes; İnsan ve soylu Arap atı, küheylân. (Dini olarak; Enes Bin Malik, peygamberimizin hizmetlerini yapan, en çok hadis aktaran, yüz yıldan fazla yaşadığı belirtilen bir zattır).

(1) Aklı Evvel; Akıllı, her şeyi bilir geçinen, bilgiçlik taslayan, densiz, münasebetsiz, sağduyu sahibi olmayan, aslında bir b.k’tan haberi olmayan kimse anlamında kullanılan bir söz.

Ana Kuzusu; Sıkıntıya, güç işlere alışmamış, nazlı büyütülmüş çocuk veya genç. Annesi ya da onun yerine geçen başka bir yetişkine aşırı derecede bağımlı olan kişi. Pek küçük kucak çocuğu.

At Gözlüklü; Çevresinde olup bitenleri iyi algılayamayan, değerlendiremeyen (Mecazi anlam).

Batıl İtikat (Batıl İnanç, Hurafe); Boş inanç. Korku, umarsızlık, çağrışım gibi nedenlerle beliren, geleceği bilmek isteğiyle rastlanılan benzerlikleri iyilik, ya da kötülüğün ön belirtileri olarak değerlendiren, bilimin ve dinin kabullenmediği doğaüstü güçleri tasarımlayan, kuşaktan kuşağa geçen yanlış inanışlar. Sonradan uydurulan ve genellikle İslâm’ın gerçeği ile bağdaşmayan, çarpık davranış biçimlerini ifade eden hikâye, söz veya deyimlerdir. Çok insanın bu şekilde yanlış inançları vardır. Ayıplanmamalı.

Bayram Seyran; Önemsenecek olmamak, önemli görünmemek. Zaman kavramı yaşamamak.

Beton Kafalı; Aynı vasıflı Odun Kafalı, Taş Kafalıya göre daha sağlam ve dayanıklı kafalı.  Ancak işlenmiş olmasına rağmen işlemeyen, et beyinli, kalın ve alık kafalı.

Bi (Bir) Gıdım (cık); Bir fırt, azıcık, minnacık gibi anlamları vardır. Bir tike ise; genelde yiyecekler için kullanılan bir sözcük olup, aşağı-yukarı az, azıcık gibi aynı anlamı içeriyor gibi gözükse de daha ziyade bir lokma, bir parça anlamındadır.

Bir Katre; Bir damla Damlayan şey. Azıcık.. Birazcık. Gerdanlık.

Bir Nebze; Çok az şey, az, pek az, bir parça.

Duygu Sömürüsü; Karşısındaki kişinin kendisine acımasını ve istediğini yapmasını sağlamak amacıyla sergilenen durum, ya da davranışlar.  Birinin zayıf duygularından yararlanmak ya da ondan çıkar sağlamak. Merhamet dilenciliği.

Gönül Çelen (Gönülçelen); Gönül hırsızı. Kişilerin gönüllerine izinsiz girme çabası yaşayan.

Haldır-Huldur (Haldır-Haldır); Hızlı ve ses çıkararak, dikkatsizce, umursamaksızın.

Hınzırca Gülüş (Gülümseme); Kurnazca, Zarar vermek ister gibi, acımasızca, sinirlendirecek art düşünceler gizli iyi ya da kötü biçimde gülüşler gülümsemeler..

Hiss-i Kabl-El-Vuku; Hissikablelvuku olarak da yazılabilir. Altıncı his, önsezi, içine doğmak gibi anlamları taşır. Bir olay olmadan önce o olayı hissetmek de denebilir.

Hüsnü Kuruntu (Hüsn-ü Kuruntu); Zararsız kuruntu, güzel kuruntu anlamlarını içermekte. İhtimali bulunmadığı halde güzel bir şeyin olacağını sanma, hayal etme, kendini buna inandırma. Herhangi bir durumu kendince, bencilce iyiye yorumlamak denilebilir. (Süslü Kuruntu; Avam dilindi söyleniş biçimi.)

İsmi Fail (İsm-i Fail); Fiilden türeyen ve işi yapanı gösteren isim cinsinden kelime (Edebiyat).

İsmi Meful (İsm-i Meful); Fiilden türeyen ve yapılan işi gösteren isim cinsi kelime (Edebiyat)

İsmi Mekân (İsmi Zaman (İsm-i Mekân, İsm-i Zaman); Zamanı, yeri belirten isimler. (Edebiyat)

Kapı Duvar; Ses, seda çıkmaması durumu, başvurulduğunda yanıt alınmayan kimse ya da yer. Aldırmaz, vurdumduymaz kimse.

Karınca Kararınca (Karınca Kaderince, Kararında, Kararınca); Az da olsa elden geldiğince.

Kim Kime, Dumduma; Kimsenin kimseyle ilgilenmediği, kimseye önem verilmediği, çok karışık bir durumu anlatan söz.

Kim Öle, Kim Kala; Olayın gerçekleşmesi, sonuçlanması, olayla ilgili neticeler için uzunca bir süre beklenilmesinin gereği ile ilgili söz.

Nevi Şahsına Münhasır; Taklitsiz, kişiye özel, kendine özgü, kendine has, yalansız, kendi gibi davranışları ve karakterleri olan. Benzeri olmayan. Eşi bulunmaz.

Sağır Sultan Duydu; İşitmedik kimse kalmadı, hemen hemen herkes işitti, duymayan kalmadı.

Seri Başı; Bir işte işe en yatkın, en uz olan kişi. (Spor müsabakalarındaki olaylardaki saçma usullerle ilintisi yoktur).

Tam Takır-Kuru Bakır; İçinde hiçbir şey olmayan, yok, bomboş, anlamında kullanılan bir deyim.

Üçkâğıtçı; Yalancı, Dolandırıcı, dolapçı, düzenci, hileci. Şaka olarak da olsa “Doğru Yalancılara söylenen söz. Üçkâğıt oyununu oynatan kimse. Oyunun adı; “Üçkâğıt” ya da “Bul karayı, al parayı” denen bir kumar oyun çeşidi.

Yalı Kazığı Gibi; Uzun boylu, iri kemikli, eğilip bükülmesi olmayan, sabit fakat dengesiz kimse.

(2) Din ile ilgili hususlar;

Akaide (Akidelere) (Düğümlemek) Uymak; Bağlanmak, gönülden inanmak, benimsemek. İnanılması gereken ilkeler. Kısaca; İslâm dininin temel kaideleri, inanılması zorunlu kaideler.

Bağnaz; Fanatik.  Bir öğretiye, bir dine, bir kimseye, bir şeye çok aşırı ölçüde, coşku ve tutkuyla bağlı olan.

Binamaz; “Namaz kılmayan” anlamında olan bu kelime halk arasında yanlış olarak “Beynamaz” şeklinde söylenmektedir.

Defin; Ölünün kabre konulması.

Dinci-Dindar; Dinci; İnançlıymış gibi görünüp dini dünya işlerine karıştıran, siyasal çıkarlarına araç olarak kullanan kimse. Allah’ı ve Kur’an’ı inanç sömürüsü yaparak tüm menfaatleri için kullanan. Dindar; Dini inancı güçlü, din kurallarına bağlı kimse. Mütedeyyin.

Dünya, ahiretin tarlasıdır. Mevlâna’nın sözü; “Siz hiç buğday ekip de arpa biçeni gördünüz mü?”  Dünyada ne ekilirse, ahirette de onunkarşılığı alınır; sevapsa sevap, günahsa günah, iyilikse iyilik vb. gibi.

Fidye; Yaşlı, hasta veya özür gibi mazeretleri olan bir kimsenin yapamadığı ibadetlere (genelde tutamadığı oruç borçlarına karşılık ödemesi gereken bedel. Ramazandaki gün sayısına göre (Bazı yıllar 29, bazı yıllar 30 gün tutulan) Ramazan günü karşılığı ödenen fitre bedeli. Kurtulmalık, tutsak düşmüş olan ya da rehine olan birini kurtarmak için verilen para.

Fitre; Sadaka-i Fıtır. Can-Beden Sadakası. İslam’da varlıklı olanların ramazan ayı içinde yoksullara vermesi dince buyurulan miktarı belli sadaka. Bir fakirin bir günlük ihtiyacının giderilmesi.

Haremlik-Selâmlık; Bir yerde kadınlar ayrı, erkekler ayrı oturmak, bulunmak.

Hatim; Kur’an’ı başından sonuna değin okuyup bitirme. Sona erdirme, bitirme. Mühürlemek, sona erdirmek, bitirmek.

Hutbe; Camide Cuma namazından önce ve dini bayramlarda namazlardan sonra minberde okunan dua ve genelde verilen öğüt.

Kadınlar Mahfeli; Camilerde genelde perdelerle ayrılmış, yahut da balkonlar olarak erkek cemaatten ayrı kadınlar için özel bölüm.

Kadir Gecesi; Kur’an’ın Hazreti Muhammed’e indirilmeye başlandığı gece olarak Müslümanlarca çok kutsal ve 1000 aydan daha hayırlı sayılan Ramazan ayının 27. Gecesi. (Rivayet, Bid’at olarak; O gece doğanların ömür boyu şanslı olacakları). Kadir Gecesi dışında mevlit denilen günler Kur’an’da ve sünnette yoktur ve bir bakıma bunlarla meşguliyet bid’attır.

Kadr Suresi, Kur’an’ın 97. suresidir. Sure 5 ayetten oluşur. Mekke'de Abese Suresi’nden sonra indirildiğine inanılmaktadır. Kur’an’ın indirildiğine inanılan Kadir Gecesi'nden bahsedildiği için sureye bu isim verilmiştir (Bismillahirrahmânirrahîm. İnna enzelnahü fiy leyletilkadr. Ve ma edrake ma leyletülkadr. Leyletülkadri hayrüm min elfi şehr. Tenezzelülmelaiketü verruhu fiyha biizni rabbihim min külli emr. Selamün hiye hatta matle'ılfecr. Anlamı; Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle. Biz onu (Kur’an’ı) Kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin ne olduğunu sen nereden bileceksin? Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve Ruh (Cebrail veya Ruh adındaki melek) o gece Rablerinin izniyle, her iş için inerler. O gece, tanyeri ağarıncaya kadar süren bir selâmettir).

Kefaret; Herhangi bir nedenle işlenmiş bir günahı Tanrı’ya bağışlatmak umuduyla verilen sadaka, ya da tutulan oruç.

Kelime-i Şahadet; “Eşhedü ella ilâhe illallah ve Eşhedü enne muhammeden abdühü ve resulüh. Şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur. Şahitlik ederim ki; Hazreti Muhammed (SAV) Allah’ın kulu ve elçisidir.” Kelime-i Şahadet ile Kelime-i Tevhid çok zaman karıştırılmaktadır. Kelime-i Tevhid; “La ilahe illallah muhammedür resulallah. Allah’tan başka ilâh yoktur, Hazreti Muhammed (SAV) Allah’ın elçisidir” demektir.

Kur’an, Al-i İmran Suresi. 185. Ayeti, Ankebut Suresi. 57. Ayeti, Enbiya Suresi. 35. Ayeti; “Her canlı ölümü tadacaktır.” Küllü nefsin zâlikâtül mevt olarak Kur’an’da üç yerde geçen ayetin tefsiri; “Her canlı ölümü tadacaktır! Sonra bize döndürüleceksiniz” şeklindedir.

Mihrap; Cami ve mescitlerin içinde Kâbe yönünü belirten, yapının o yönündeki duvarında bulunan ve imama ayrılmış olan oyuk ya da girintili yer.  Yardım umulan yer.

Minber; Camilerin içinde, hatibin çıkıp hutbe okuduğu, merdivenli ve yüksekçe, özel yer.

Mukabele; Karşılık verme, karşılık, karşı gelme, başkaldırma anlamlarında olmakla beraber Kur’an’ın karşılıklı olarak ezberden veya kitaptan yüksek sesle okunması ve onu dinleyen topluluğun da okunanlar Kur’an’dan sessizce takip etmesi.

Rahle; Okuyup yazma işinde kullanılan, kimileri açılıp kapanabilecek bir biçimde yapılmış, küçük ve alçak bir tür masa.

Şeriat; Din, yol, mezhep, metot manalarına da gelir. İslâm Hukukunda ise Kur’an ayetlerine, Hazreti Muhammed’in sözlerine ve yaptıklarına, bunlardan çıkarılmış yorumlara dayanan, insanın yaşamını, toplumsal yaşamı düzenleyici, Tanrısal olduğu için hiçbir zaman değişmeyecek olan dinsel kurallar, sözler, olaylar, hareketler, hadisler bütünü. Kısaca; İslam Hukuku.

Takdis Etmek; Kutsamak,  kutsallaştırmak. Kutluluk dilemek. Kutlu ve aziz kılmak.

Talkın; Ölü gömüldükten sonra mezarı başında imamın dinsel sözler söylediği kısa tören. Telkin şeklinde söylenmesi yanlış olup Telkin; Bilinçdışı bir sürecin aracılığıyla kişinin ruhsal ve fizyolojik alanıyla ilgili bir düşüncenin gerçekleştirilmesidir. Bir duyguyu, bir düşünceyi aşılama, kulağına koyma.

Tebareke; “Mübarek etsin!” anlamında Kur’an’ın 67. Mülk Suresi olup genelde ölülerin arkasından okunan bir suredir.

Tecvid (Tecvit); (Esas anlamı; güzelleştirme, bir şeyi güzel yapmak, süslemek, hoşça yapmak olmakla birlikte) Kur’an’ı usulüne bağlı kalarak okuma usulü ya da ilmi.

Teneşir; Üzerinde ölü yıkanılan ayaklı tahta, kerevet, salacak.

Tesettür (İslam’da Örtünmek); Kapanıp gizlenme, örtünme, giyinip, kuşanma. Çok kişi Kur’an’daki Nur Suresi 31. Ayeti türban takmak gibi yorumlamaktadır. Kur’an’da bu ayet şöyledir; “Mümin kadınlara söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar(Bakışlarını kontrol altına alsınlar), ırzlarını korusunlar. El-yüz gibi görünen kısımlar müstesna ziynet yerlerini (süslerini) göstermesinler. Başörtülerini ta yakalarının üzerine kadar salsınlar. (Örtülerini göğüs yırtmaçlarının üstüne kapatsınlar) Din ile siyaset birbirinden ayrılmalıdır. “Velev ki siyasi simge olsun!” tarzında ince kumaştan yapılmış, başı sıkıca kavrayan baş sargısı olarak bilinen türban, Kur’an’ı Kerim’in hiçbir bölümünde yer almamaktadır.

Vaaz; Cami, mescit gibi yerlerde vaizlerin (vaaz edenlerin) yaptığı, genellikle öğüt niteliği taşıyan, dini konuşma. Özellikle vurgulamak istediğim böyle bir konuşmanın korkutucu, incitici kırıcı hatta küfre yönlendiricilik dışında, insan kalbini yumuşatacak, kendisini doğruya, doğruluğa yöneltecek, iyiliğe götürecek şekilde olması temennisidir.

Yasin; Kur’an’ın geleneksel olarak okunan 83 ayetten oluşan 36. Suresi.

Yobaz; Bir düşünceye, inanca aşırı derecede bağlı olan kimse. Dinde bağnazlığı aşırıya vardıran, başkalarına baskı yapmaya yönelen, fikirleri değişmeyen kimse. Mürteci. Aksi, inatçı, kaba-saba, önceliksiz.

(3) Ne doğan güne hükmüm geçer, Ne halden anlayan bulunur… şeklinde başlayan Cahit Sıtkı TARANCI’nın “GÜN EKSİLMESİN PENCEREMDEN” isimli şiirinin başlangıcından sonra “Neylersin ölüm herkesin başında / Uyudun, uyanmadın olacak / Kim bilir nerede, nasıl, kaç yaşında? / Bir namazlık saltanatın olacak, Taht misali o musalla taşında…”  dizeleri yer almaktadır. Şiir Münir Nurettin SELÇUK tarafından Türk Sanat Müziği eseri olarak Mahur Makamında bestelenmiştir.

(4) Ölmek için acele etmeye gerek yok! Erol KARATEKİN (Tanrının çizdiği kader denilen yaşam çizgisinin bitiminde nasıl olsa ölümün gerçekleşeceğini söylemek istedim).

Ölmek için hep yeterince erkendir ve daima fazla geç. Charles BUKOWSKI

(5) Bihaber; Habersiz, bilgisiz.

Falso; Aslında bir müzik terimi olup bir parça çalınır veya söylenirken nota yanlışlığı yapmaktır. Ancak; yanlış davranış olarak da özetlenebilecek bu deyim, öyküde bu ikinci anlamında kullanılmıştır.

Himaye; Koruma, gözetme, esirgeme, elinden tutma, gözetme, kayırma.

İntibaa; İzlenim. Bir durum veya olayın duyular yoluyla insan üzerinde bıraktığı etki, imaj. Uyaranların, duyu organları ve ilişkili sinirler üzerindeki etkileri.

Kaside; Genellikle din ve devlet büyüklerini övmek amacıyla yazılan divan edebiyatı şiiri. Belli kurallara uyularak Araplardan bize geçmiş uzun bir şiir olup birkaç çeşidi ve özel kuralları vardır.

Keseğen; Bitki köklerini yiyen, danaburnu da denen bir böcek. Çok büyük farelere de verilen ad.

Lebalep; Bir şeyin ağzına deyin silme dolu olduğunu vurgulamak için kullanılan deyim.

Müsademe; Silâhlı iki grup arasındaki kısa çatışma. Uğraşma.

Navigasyon; Yeni teknolojilerle yol, iz bilmeyenlere yol gösteren bir sistem olup, yazacağınız adrese en güzel ve kestirme olarak ulaştıran düzendir.

Pasaj; Yazınsal bir yapıttan, ya da herhangi bir yazıdan alınan, ya da okunan parça. İçinde dükkânlar bulunan, genellikle üzeri kapalı ve her iki yanı sokağa, caddeye açılan çarşı.

Tahakküm; Hükmetme, baskı, zorbalık, buyrukçuluk, etkileme eylemi.

Teşbih (Benzetme); Sözü daha etkili duruma getirmek için aralarında ilgi bulunan iki unsurdan güçsüz olanı güçlü olana benzetmek, gibi. Örnek; Çocuk; tilki gibi kurnaz biriydi)

(6) Âdet Edinmek; Bir şeyi alışkanlık ya da huy haline getirmek.

And İçmek; Yemin Etmek. Bir şeyi yapmaya, ya da yapmamaya ant ile söz vermek.

Basireti Bağlanmak; Gerçeği göremez bir duruma düşmek, iyi ve yerinde düşünememek, doğru yolu görememek, alınabilecek  uygun bir önlem varsa almamak, alamamak.

Başının Etini Yemek; Sürekli olarak, bıktırıncaya kadar, ısrarla birinden bir şey istemek; bu sebeple onu rahatsız edip üzmek.

Cirit Atmak; Bir yerde çokça bulunmak, sık dolaşmak ve serbestçe davranmak.

Empoze Etmek; Özellikle bir düşünceyi, bir görüşü birine zorla, baskı kurarak benimsetmek, dayatmak, zorla kabul ettirmek.

Enine Boyuna Görmek; Gösterişli mi, nasıl, iri yarı mı görmek.

Göbeği Çatlamak; Birçok güçlüğü yenmek için çok uğraşmak, çaba sarf etmek, başarılı oluncaya kadar güçlüklere katlanmak, sabretmek.

Gücü Yetmek; Gücü yetmek, başarmak. Baş edebilmek. Etki edebilmek

Haddi Olmamak; Bir şeyi yapmaya hakkı ya da yetkisi olmamak.

Harıl Harıl (Vızır Vızır) Ders Çalışmak; Çok ve durmadan ders çalışmak.

Kurgulamak; Görüntüleri ve sesleri çeşitli kurallara ve yollara uygun olarak arka arkaya belirli bir anlayışa uygun olarak sıralamak.

Kütük Gibi Sızmak; Çok şişmiş, çok sarhoş, (Eğer ev dışında bir yerde ise) rezil olma ihtimali yüksek bir dozda sarhoş olmak.

Mayışmak; Buyurulan bir işi yapmaktan çekinmek, tembellik etmek. Çok yemekten, sıcaktan ya da zevkten baygın duruma gelmek. Nazlanmak, kırıtmak.

Nutku Tutulmak; Genel söyleşilerde; “Nutkunu tutmak, nutkunu yutmak” şeklinde de yanlış söylenen bu deyim; “Beklenmeyen şeyler karşısında hayret edici bir duruma düşmek, korkudan heyecandan, şaşkınlıktan konuşamaz hale gelmek” olup, handiyse “Dili tutulmak, ağzı açık kalmak” deyişleri ile de özdeşleştirilebilir.

Selektör Yapmak; Selektörle işaret vermek. Belirli bir anlam taşıyan göz işareti yapmak, anlamlı bir biçimde göz kırpmak(Argo).

Serdetmek; İleri sürmek. Başında, başlangıcında söz konusu etmek.

Sözün Havada Asılı Kalmak; Verilen bir sözün, yapılması gereken bir eylemin sudan sebep ve bahanelerle yapılmamasını hazmetmek.

Teskere Almak; Aslı, “Tezkere almak” olup görevini bitiren askerlerin görevini bitirdiğini belgenin onlara verilmesi.

Varsaymak; Bir aklı yürütmede, bir tanıtlamada, bir varsayım, temel ilke, bir öncül olarak kabul etmek.

Yan Çizmek; Bir işten kaçmak

Yüreğine Taş Basmak (Bağrına Taş Basmak); Uğradığı bir zarara, felâkete sesini çıkarmadan katlanmak.

(7) Aramakla bulunmaz meğerki rastgele; Eski deyim olarak; Tesadüf yoktur, tevafuk vardır. Yaşamda oluşan olayların bir sebebinin, bir sağlayıcısının olduğunu, insanın sadece olmakla bunun gerçekleştiğini ifade eden deyim.

(8) Bu ne perhiz, bu ne lâhana turşusu?; Bir kimsenin sözleri ile davranışları birbirini tutmadığı, çeliştiği zaman kullanılan bir deyim.

(9) İki örnek; Kalbin Âna berk eyle / Tedbîrini terk eyle/ Takdîrini derk eyle / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler… Erzurumlu İbrahim HAKKI

Sen adli zulüm sanma / Teslim ol oda yanma /  Sabret sakın usanma / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler… Erzurumlu İbrahim HAKKI

(10) Gül Döktüm yollarına… Bir şarkı yarışmasında İsrail’e ait olan şarkı Tarkan tarafından (ç)alınarak Türkçe olarak, daha sonra da Fatih ÜREK tarafından tekrarlanmıştır.

(11) Kuyruğu Birbirine Değmeyen Tilkiler; İnsanların kurnazlığını, hinliğini anlatma gayretinde bir terimdir. Kafasının içinde  kırk tilki dolaşır, hiçbirinin kuyruğu ötekine değmez...

(12) Aşk yüzünden ben kaybettim kendimi, Kendime kendim lâzımsam, kendim bulsun kendimi… Aklımda yanlış kalmadıysa Yunus EMRE’ye ait olan söz.

(13) Rivayet edilir ki; Nasrettin Hoca kaybolan eşeğini ıslık çalarak arıyormuş. “İnsan kaybolan eşeğini ıslık çalarak mı arar?” denince, “Tek umudum şu tepenin arkası, orada da bulamazsam siz seyredin bendeki bağırışı, çağırışı, höykürüşü!” demiş!

(14) Çok Ünlü Kişi; Espridir, belki çok kişi tarafından da bilinir, “Çok Ünlü Kişi” unvanının baş harflerini tanımlayarak söylenirdi Selçuk’un adı, hatta o ikinci heceyi üstüne basarak “çuk” şeklinde söylerken “u” harfinin noktalı olduğu parmak şaklatılarak işaret edilirdi, tabidir ki biz bizeyken...

(15) Homongolos; Gerçek anlamda “Kadın Düşmanı” ya da “Kadınlardan korkan, onlarla herhangi bir yaklaşımı oluşturamayan” Lügate göre “Kadın Sevmeyen” diyebileceğimiz bir tip olup, Reşat Nuri GÜNTEKİN’in “Bir Kadın Düşmanı” adlı eserinde de adı geçer. (Ayrıca tıp dilinde; “cüce” anlamına geldiği gibi, çirkin bir kayabalığının adı olarak da kullanılmaktadır.)

(16) Kuzguna Yavrusu Anka (Şahin) Gözükmek (Görünmek); Herkesin kendi yarattığı şey, çirkin de olsa gözüne güzel görünürmüş anlamındadır.

(17) Melek Yavrum; Faruk Nafiz ÇAMLIBEL’in “MELEK” isimli eşsiz yapıtlarından biri. Başlangıcı; “Annesi dün Zeynep’e: ‘Melek yavrum!” diyordu. İşitince bu sözü Kız merak etti, sordu…”  Sonu; “Hepsi yalnız bıraktı, Bu talihsiz kadını, Bari sen uçma diye Kopardım kanadını.”

(18) Düştüğün yollar gibi sonsuzdur benim tasam, bekleyenim olsa da razıyım kavuşmasam… Faruk Nafiz ÇAMLIBEL, “YOLCU ve ARABACI” Şiir; Suat SAYIN tarafından Türk Sanat Müziği olarakUşşak Makamında bestelenmiştir.

(19) Beni köyümün yağmurlarında yıkasınlar…  “Eğer ölürsem buralarda”  şeklinde başlayan Bir Anadolu Halk Türküsünün nakarat bölümü. En iyi yorumlayan, herkesin tercihi farklı olabilir, ama ben grup AYNA diyorum.

(20) Sessiz bir köşede her şeyden uzak… diye başlayan, “Demir attım yalnızlığa” nakaratı olan Hicaz Makamındaki bu eserin Bestesi; Mustafa Nafiz IRMAK 'a aittir.

(21) İyi düşünceler cebe, kötü düşünceler çöpe! Recai ÜSTÜNDAĞ’a ait bir söz dizisi.

Recai ÜSTÜNDAĞ'ın bir diğer söyleşisindeki sözleri ise şöyledir; “Anlatamadıklarımız, gerçeğe en yakın düşüncelerimizdir.

(22) Gönül Ferman Dinlemez; Ne denli engel, ne denli yasak konulursa konulsun, gönül sevdiğinden asla vazgeçmez. Çünkü insanın gönlüne söz geçirmesi oldukça zordur. ATASÖZÜ

(23) Etki-Tepki Yasası (Newton Hareket (Devinim) Yasası); Bir cisme bir kuvvet etkiyorsa, cisimden de kuvvete doğru eşit büyüklükte ve zıt yönde bir tepki kuvveti oluşur. Burada dikkat edilmesi gereken bu kuvvetlerin aynı doğrultuda olduğudur. (Yasa;3) Bu yasa çok zaman şu cümle ile akıllarda kalır; “Her etkiye karşılık eşit ve zıt bir tepki vardır! Yani; İki nesnenin birbirine uyguladıkları kuvvetler eşit ve zıt yönlüdür.” “Bir cisim üzerine bir dış kuvvet etki etmedikçe o cisim durumunu korur, değiştirmez.” (Yasa;1) “Cisme etki eden kuvvet, kütle ile ivmenin sonucudur.” Yasa;2)

(24) Elin (Milletin) Ağzı Torba Değil Ki Büzesin; Başkalarının söyleyeceklerine engel olamazsınız, anlamındadır.

(25) Uzanıp da bir ağacın altına, yine yaşadım yalnızlığımı, ne çare anlatamadım kimseye, sevgiden ışıktan anladığımı.  “NE YAPARSIN?”  Yüksel ERKEKLİ