Ana yok, baba yok, hayırsız akraba çok, ne arayan, ne de soran. “Boş gezenin boş kalfası(1)”, “Ata yadigârı”(2) evinde yalnız başına yalnızlığını yaşayan bir adam.
“Bir baltaya sap olmuştu(3)”, yani işi vardı ama hayatını düzene sokamamıştı bir türlü.
Tüm yaşantısı; “Homini gırtlak, püfüdü kandil, tumba yatak! (4)” üzerine kuruluydu. Eh! Ara sıra yürüyüş olarak spor yapmak, televizyon seyretmek, basketbol, voleybol, hentbol maçlarına gitmek vazife gibiydi.
O da “Yol sıra gidip, çay sıra gelmek(5)” gibiydi, memuriyeti dışında. Çünkü uzun uzun okuyup da, yani Üniversite bile bitirip de, iş sahibi olmadan evde oturarak bir ev kirası ile yaşamak, geçinmek mümkün değildi, bu devirde.
Zaten “Tavuk dışında oturarak başarılı olmuş bir başka varlık var mıydı” ki, dünyada?
Apartmanın, evinin tek çocuğu olduğundan dolayı babasından miras kalarak sahip olduğu iki dairesinden birinde kendisi, karşısındaki dairede de kiracı oturuyordu. Evinin bir anahtarı da, hatta iki anahtarı da yedekli olarak onlardaydı, geleni-gideni hiç mi hiç yoktu ki çünkü.
Evinin tüm işlerini kiracı olan amcanın eşi olan abla yapıyordu, akla ne gelirse; yemek, ütü, çamaşır, temizlik… gibi.
O da bu hizmetlerinin bedelini fazlasıyla ödemesine rağmen, ehven(6), devede kulak kabilinden(7) bir kira alıyordu, çevreye ayıp olmasın diye, tıpkı babası, sonra annesi gibi.
Bu vesile(8) ile önce babasını ve hemen arkasından da annesini kaybetmiş ve bir boşlukta kalıp yalnızlıkla, “Gözünün çayırının açıldığı(9)” da belirlenmiş olmakta idi.
Genç adamın kızdığı huylarından biri, belki de en başta geleni, kesin kuralcı olmasıydı. Örneğin; gazeteyi sondan başlayıp öne doğru okurdu spora merakı yüzünden ve devamını ertelediği okuyacağı haberlerin sonunda gazetenin bulmacasını da eylemi sona erdikten sonra çözerdi, en basitinden çözmeğe çalışırdı. Ama mutlaka…
Otobüste, trende, tek koltuk ve öne doğru oturmak tercihi idi. Gidiş yönünün tersine oturarak gitmek aklının ucundan bile geçmezdi.
Öyle ki; bir trafik işaretinde duran yandaki otobüs hareket ettiğinde, bindiği otobüsün geriye doğru kaydığını düşünürdü. Keza trenler istasyonda karşılaştıklarında diğer tren hareket etmişse benzeri yaşamın etkisini yaşardı, hem tek başına, kendi başına. Aynı şey seyahat ettiği vapurda, denizin gerilemesi, ya da bir akarsu gibi akması şeklinde gözükürdü kendisine.
Haftada bir gün, mutlaka Çarşamba günü öğlesinde arkadaş olduğu dönercide, Cuma günü Cuma Namazından sonra günün akşamında Belekoma(10) Meyhanesinde birkaç yudum soluklanır, alkol ihtiyacını giderir, Cumartesi günleri mutlaka bir salon müsabakasına gider, Pazar gününü de uzun uzun oturmaya ayırırdı kendine.
Yani uykusunu kandırmaya çalışır, kandırır, yine uzun uzun esneyerek şekerleme(11) yapar, ayaklarını uzatır, bıkıncaya kadar televizyon seyreder, internette dostlarla merhabalaşırdı, msn’den. Chat yapmak(12) ahlâkı, yani tercihi değildi.
Tatillerinin bir bölümünü de mutlaka; “Güzellik Uykusuna(13)” ayırırdı, şekerleme dışında.
Eh! Bu kadar bencilce huyu arasında hiç kız arkadaşının olmadığını da söylemesi gerekti, değil mi, tüm günlerini yalnızca kendisine ayırdığına göre?
O gün de günlerden bir Cumartesi idi ve Cuma akşamının mahmurluğunu yüklenmiş olarak her zamanki gibi, tam ve eksiksiz olarak giyinmişti. Soğuk kış gününde öncelik beresindeydi. Çok erken, üniversite yıllarında dökülmeye başlayıp da şimdi aşağı-yukarı tamamını yitirdiği saçları nedeniyle.
Pek de sakil(14) olmayan gözlüklerinin ikisi de, hatta dördü de yanında olurdu hep, kara gözlerine egemen olan. Dışarıda miyoptu, işyerinde hipermetrop. Güneşin tezahüratında ise renkli gözlüklerini takardı, numaralı.
Yaşı geçkin değildi o kadar. Belki otuz, belki birkaç adım ileri, belki birkaç adım geri, o kadar. Yaz-kış, tatil-resmi gün, gece-gündüz devamlı kravatlı ve takım elbiseli dolaşırdı ve uzun boyu ile dikkat çekiciydi belki de.
Amma; “Sevdiği kadını ve sevdiği işi bulan bir erkek yeryüzünde cenneti bulmuş gibidir.” diyen Helen ROWLAND’ın sözünün ikinci bölümü tamamdı da, birinci bölümü “Hak getire!(15)” ya da “Mevlâ’m kayıra!(16)” idi, başka da nasıl denirse, işte öyle?
İyi bir yuva, sadık-seven bir eş ve mutluluğunu hayal ediyordu. “Mutluluk insanın boyu hizasındadır!” diyen KONFÜÇYÜS’ün sözüne hak verirdi. Rüyalarında, hayallerinde seveceğine inandığı o güzelliği hiç değişmeyen eşi hep görürdü, hem de özlemle, bıkmadan, usanmadan.
Umudu sevilmekti de tabii. Oysa bilirdi ki “İnsan, âlemde hayal ettiği müddetçe yaşasa da, hayallerin çoğu hayal olarak kalırdı.(17)”
Kıskanılacak kadar akıllı olduğunu düşünür ve inanırdı kendisi için. Ama çevresinin onun için; “Akıllı adam, ama zeki değil!” demesini ya duymazlıktan gelir, ya da önemsemezdi. Gerçekte; meselâ ateşin yaktığını bilecek kadar akıllı olmasına rağmen, nedenini bilmeyecek kadar zeki olmadığını kendisi kendine de itiraf ederdi, deneme yapmasına gerek duymadan.
Günlerden işte o gün, güzel bir basketbol maçı vardı Atatürk Kapalı Spor Salonunda(18). Türkiye’nin iki güzide(19) erkek basketbol kulübü yarı yarıya şampiyonluğu belirleyecek gibi bir karşılaşmaya çıkacaklardı.
Hangisi kazanırsa kazansın, diğerine yazık olacak bir müsabaka idi ve bu nedenle kendisine göre bu maç, seyredilmesi zarurî, asla kaçırılmayacak bir maçtı.
Park yeri bulmak, sonra çıkmak için birilerini beklemek gibi sıkıntıları yaşamamak için tek serveti olan arabasıyla gitmek yerine, dolmuşla gelmişti salona. Bu düşüncesini tetikleyen bir diğer unsur da, yerler numaralı olmadığından çok gecikirse salonda yer bulamamak endişesi idi. Bu kaygı ile kitabını, gazetesini ve minderini alıp erkenden gelmişti Bilet Gişesine.
İçki dışında kötü bir alışkanlığı, maç seyretmek dışında da bir hastalığı(!) yoktu genç adamın. Bu nedenle yerine “Asker Bavulu(19)” gibi oturup kitabını okuyabilir, gazetesini gözden geçirebilirdi. Ve de böbreklerine sonsuz güveni vardı!
Salona doğru yürürken bir grup genç kız kendisini sağlayarak-sollayarak, kısacası kendisini ortalarında bırakarak yanından geçip gittiler, salonun diğer kapısına doğru. Kendini uzun boylu zannederdi, oysa bu kızlardan bir ya da ikisi hariç hepsi “Sırım gibiydiler(20)”.
O “hariç” olanlar da en uzun boylular idi, kendinden bile uzun, söylemeye gerek yoktu, herhalde. Seyretmeyi düşlediği maçın erkek basketbol takımlarının maçı olduğunu bir an için unutsa, yanından geçen genç kızların basketbolcu olduğuna yemin edebilirdi. Yemin etmek yerine, aklından geçirdi;
“Acaba bayanların da gösteri maçı mı vardı ki?” O an, onların “Ponpon Kızlar” olduklarını aklının ucundan bile geçirmesi imkânsızdı, ta ki onlarla daha sonradan şovları(21) için salonda karşılaşıncaya kadar.
Düşüncelerini beyninin kıvrımlarına oturtturmağa çalışırken, önde hızlı adımlarla yürüyen genç kız grubundan biri dönüp arkasına baktı kısa bir süre, belki de genç adamın yüzünü merak ederek, belki de tanımak isteyerek, ya da bir tanıdığı sanarak.
Önüne döndüğünde gördüğünden tatmin olamamıştı ki, tökezlemek(22) pahasına(23) tekrar geriye döndü. Tökezlediğinde önüne dönerken gülümsemiş gibi geldi genç adama. Bir süre daha sonra gruptan iki ya da üç sarışın kız daha geriye dönüp ısrarlı bir şekilde baktılar genç adama;
“Tamam! Tıpkı o Türk Filmlerindeki gibi; ‘Bu adamı tavlayacağım, elde edeceğim, ‘Bir takım elbisesine’ ya da ‘Bir akşam yemeğine’ diye iddialaştıklarını” düşündü bir ara genç adam, kendisinin de saçmaladığına inanarak gülümserken.
Kendisine ilk bakan genç kız ilgisini de, dikkatini de çekmişti, tıpkı hayallerini, rüyalarını süsleyen o meleğe benzeyen varlık gibi. Meleklerin de kanatsız olanları, böyle bakışlarla yüreği hoplatan, beynini yerinden koparırcasına sarsanı var mıydı ki acaba?
Tribünlere yönelirken, istememiş de olsa, aklından geçirmekte tereddüt yaşamış olsa dahi; “Bana ne?” dercesine omuzlarını silkti. Kızların diğer kapıdan nasıl ve niçin girdiklerini fark edemedi genç adam, oysa teşebbüs etse zararlı çıkmazdı kesinlikle. Bilemedi.
Biletler numaralı olmayınca, Hakem Masasının biraz yan tarafına doğru en ön sıraya oturdu, minderini ve onun üstüne beresini oturduğu koltuğa yerleştirdi. Saçlarının olmadığı, kısaca kel olduğu hiç kimsenin ilgi alanında olmamalıydı.
Önce gazetesine baktı arka sayfalardan ön sayfaya doğru, sayfalarca, hatta bilmecesini bile çözdü bir çırpıda. Sonra kitabına yöneldi dolgunca.
Çevresinde olandan-bitenden bihaberdi(24), musiki ritminde, ta ki salonda zıplatılan top seslerini duyuncaya kadar. Kitabının kaldığı belirli yerine belirli işaretini koyarak anında minderinin üzerine koydu. Artık aceleci deplâsman(25) takımının hünerlerini seyretme vakti gelmişti.
Kimsenin duymasını istemiyordu, ama gönlü deplâsman takımının kazanması yönündeydi. Salon oldukça dolmuş ve tezahüratlar(26) başlamış, seyirci yoğunluğu dolaysıyla salonun kapıları kapanmış gibiydi, tek-tük gelenler olduğuna göre bunu düşünmek safdillik(27) olmasa gerekti.
Neticede; “Her şeyin sonu olduğu(28)”gibi, beklemenin de bir sonu, maça başlamanın da bir zamanının gelmesi gerekti, o da gelmiş, gelivermişti işte…
Deplasman takımı iyi gidiyordu, tıpkı düşündüğü, belki de istediği, arzuladığı gibi. Yerel takım antrenörü mola işaret etti.
Ve Ponpon Kızlar çıktı salon arenasına. Hepsi güzeldi, uygun vücut ölçülerinde, 90-60-90 olmasa bile. Eskiler ne diyordu diye düşündü ve buldu tamam; “Mevzun vücutlu(29)!”
Bu söz aşağı yukarı kendi tarifine de uygundu. Belki harf ya da inceltme-kalınlaştırma ya da Arapçadan kalan üstün-esre-ötre(30) hataları olsa da.
Eğer yanılmıyorsa, salona girerken geriye dönüp bakan ve tökezleyen genç kız, galiba aralarında en güzelleriydi, en önde soldan ikinci ve lider gibi olan. Bir kere daha tekrarladı içinden;
“Hem en güzel, artı hem yüz ve de hem beden ölçüleri olarak.”
Normal şovlarına başladıklarında bir defa, yalnız bir kez kendisine göz kırpmış gibi geldi o genç ve güzel dediğinden, genç adama. Sağ, ya da sol gözün kırpılmasının anlamı var mıydı ki acaba?
Hani hızmalar, hani küpeler, hani yüzükler sağ-sol takılarak anlam taşıyorlarmış ya hani? Hem genç adam niye üstüne alınsındı ki bu göz kırpmayı? Belki de genç kızın tiki(31) vardı da kendine öyle gelmiş olamaz mıydı ki?
Olabilir miydi ki? Olabilirdi tabii. Hem neden olmasındı ki? Hem kim bilir sevgilisi salonda olup da ona göz kırpmış olamaz mıydı?
Deplasman takımı aynı formatta(32) ve garantili şutlarla arayı açıyor, yerel takımın antrenörü yaptığı değişikliklere rağmen başarılı olamıyordu. Üstelik faul sayıları da dolmuş, çoğalmış, yapılan her faul atış haline dönüşmüştü.
Yerel takımın dezavantajı, ya da deplasman takımının avantajı faul kullanma yüzdesinin de oldukça yüksek oluşu idi. Bir kez daha mola aldı yerel takımın antrenörü, öteki antrenörün yüzünde gülücükler tur atarken...
Ponpon Kızlar salonu gene neşelendirdiler falso yapmadan(33) ve o genç kız, bu kez diğer gözünü kırptı, kendisine doğru yalnız bir kez. “Herhalde bulunduğu tribünde sevgilisi, nişanlısı, ya da kardeşi, arkadaşları olmalı” diye düşündü genç adam.
Gene üstüne alınmadı. Öyle ya, Tanrı’nın hiçbir şeyi esirgemediği dünyanın en güzel kızlarından biri herhalde sahipsiz olamazdı, ya da kalamazdı ve de kendisi gibi bir “Keltoşu(34)” tanımadan, bilmeden, beğenip de göz mü kırpacaktı ki?
Hani deseydi ki; “O Türk filmindeki gibi iddiaya girmiş olsun, bula bula onu mu bulacaktı ki?” Hoş, öyle olsaydı da hoşuna giderdi, gerçekten. Değişiklik olurdu kendisi için, yaşamındaki monotonluktan(35) kurtulmuş olurdu.
Düşünceleri ilk periyotun(36) bitiminde yavan(35) sayılacak da olsa, ancak bu kadar oluşmuştu.
Üstelik gözlerini kapatarak düşünürken, yerel takımın beş numarasının bitime saliseler kala, neredeyse orta sahadan attığı şutla takımına kazandırdığı üçlüğü görememişti.
Periyot arası, devre ve aralarda her iki takımın molaları… Deplasman takımı yorulmuştu biraz galiba. İlk periyotun sonunda atılan üçlük, yerel takıma moral vermiş, ilk periyotta on iki olan sayı farkı ilk devre sonunda üçe inmişti. Enteresan olanın ne olduğunu genç adamın kendisinin kendisine bile itiraf etmesine gerek yoktu.
Çünkü Ponpon Kızların salonu her neşelendirişinde o kız sanki her seferinde bir kez göz kırpıyordu kendisine, tiki varmışçasına.
Üstüne alınmaya başlamıştı gerçekten. Çünkü Ponpon Kızlar yerlerine çekilirken kendisi arkasına dönmüş, el sallayan kızlara kimsenin el sallamaması, ya da el sallayışlarına karşı ilgisiz oluşları dikkatini çekmişti.
Bir sonraki seferde el sallayarak cevap vermeyi deneyecekti, ne olursa olsun. Ama gene de kendisinin ilgi çektiğine inanamıyor, nedenini, niçinini anlamıyordu. Gerçi kendisi de onun tökezlemesinden beri onu, abartmak(37) gibi olsa da aklından çıkarmamış, çıkaramamıştı. O kimdi?
Öğrenmenin bir tek yolu vardı, hayatta hiç denemediği bir şey: Karşısına geçip sormak… Böyle bir şey için, mutlaka takviye alması(38) gerektiğini düşünüyordu, hiç olmazsa bir yudumcuk(39), küçük, küçücük bir yudumcuk!
Maçın bitmesini beklemedi. Skor kendisini ilgilendirmez olmuştu. Zihni oldukça derinliklerdeydi. Düşüncelerine egemen olanı mutlaka tanımak, hiç olmazsa adını öğrenmek için, tüm varlığının içinde müthiş bir heves vardı.
Sporcuların, hakemlerin ve görevlilerin girdiğini düşündüğü kapının önüne dikildi, yapraklarını dökmüş bir kış akasyası gibi.
Önce kalabalığa karışmak istemeyen kızlar çıktılar, gelirken ki kıyafetleriyle giyinik olarak, ellerinde çantalarıyla. Gülümsedi bir kaçı, onu orada bekler görünce. Oysa görünmemeğe çalışmıştı, ama onu gözden kaçırma tereddüdü(40) görünmesini engelleyememişti.
Onlar çıkmış ama o çıkmamıştı. Sporcular çıkmaktaydı, bir kısmı hüzünlü, bir kısmı neşeli, doğal olarak. Ve o göründü, elinde çantasıyla. Ve genç adamı görünce gülümseyerek ona yöneldi, çantasının ağırlığı ile iki büklüm yürür gibi olmasına rağmen etrafına boş vererek;
“Merhaba!” dedi.
“Merhaba!”
Başka ne diyeceğini bilemedi, suskunlaştı, oysa kendince ne senaryolar(4)1 hazırlamıştı onu beklerken, göreceğine inanarak.
“Eee?”
“Eee!”
“Başka bir şey söylemeyecek misiniz? Meselâ; ‘Ben Ahmet!’ der gibi. ‘Çantanızı taşımanıza yardım edeyim mi?’ der gibi.”
“Ben Caner!”
“Hah tamam! Ben de Cansu! Siz hep böyle fasılalı ve yutkunarak karşınızdakinin iteklemesiyle mi konuşursunuz?”
“Yoo! Kendi kendime de konuşurum.”
“Nasıl yani?”
“Şey… Yani… Ehem…”
“Ah! O az önce aklıma geldiği gibi bir yudumcuk bir şeyler atıştıraydım, böyle deli saçması gibi kesik kesik kekelemez, bülbüller gibi şakırdım valla!” diye geçirdi içinden. Oysa karşısındaki bülbüller gibi şakımasını beklemiyordu. İki güzel söz, belki ve belki de çantasını taşımasına yardım etmesini bekliyordu.
Aklı başına gelir gibi oldu genç adamın, elini çantasına uzattı;
“Yorgunsunuz, çantanızı taşımanız için yardımcı olayım ve çay ısmarlamama izin verirseniz memnun olurum.”
Nihayet iki kelimeyi uç uca ekleyebilmişti. Genç kız da kendisine yardım etmesinin gerektiğini anlamıştı, galiba.
Çok uzak olmayan, gözlerine ilk rastlayan bir pastaneye oturdular karşılıklı. Dalgın, aynı düşünceler içindeydi, genç adam. Genç kız el uzatmasının yararlı olacağını düşündü;
“Evet! Dinliyorum, demek istediklerinizi.”
Genç adamın karşısındakinin, çay yudumlama sesi dışında da ses duymak istediğinin teşvikini(42) anlamıştı. Bunu da gene Cansu desteklemiş, elini masanın üzerinden uzatıp hareketsizlikten bıkkınlık geçiren Caner’in elinin üzerine koymuştu, sözlerini tamamlarken;
“Eee! Hadi ama! Susmak için mi getirdin beni buraya? Birazdan iznim bitecek, merak eden annem, daha sonra babam peş peşe telefonlara başlayacak ve ben; ‘Allahaısmarladık!’ demek zorunda kalacağım, ister misin?”
Cansu’nun “Sen!” içtenliği, Caner’in de dilini çözmüştü;
“Asla! O zaman şöyle başlayayım söze; Tanrı özenerek yaratmış sizi, çok güzelsiniz, sadece benim değil, herkesin dikkatini çekecek kadar hem. Oysa ben… Allah! Allah! Düşünebiliyor musunuz, şimdi fark ediyorum, beremi, kitabımı ve minderimi salonda oturduğum yerde unuttuğumu…”
“İltifatınıza(43) memnun oldum, teşekkür ederim. Unutmanızın nedeni ne olabilir ki?”
“Telâş dolu bir dalgınlık desem, inanacak mısınız?”
“Eh belki! Neden olmasın ki?”
“Ve gelelim bana; Tanrı beni yaratırken çok meşgulmüş galiba, bir boş vaktinde beni ele aldığına dair de inancım var. Kemoterapi(44) almış gibi bir baş, engin denizlere yelken açmış gibi kulaklar, Victor Hugo’nun Quasimodo’su(45) gibi bir burun, kornişon salatalık(46) gibi benekli elmacıklar, bayatlamış sütlâç üstü gibi yanaklar ve görme tereddüdü yaşayan gözler…”
“Fiziksel görüntü önemli mi o kadar? Sözlerinize daha fazla devam etmeseniz! Ben sizin insan olduğunuza inanıyorum, bu kanaatim hem daha ilk görüşümde oluştu!”
“Ne gibi? Nasıl? Ben bile kendi hakkımda bu düşünceyi taşısam, zorlanırım!”
“Ben psikoloji okudum. Psikologum(47) ve lisemde mantık, felsefe, psikoloji konularını öğretmeğe çalışıyorum. İznin olursa saçmaladığımı düşünmeksizin, insanlığınız konusunda yanılmadığımı tekrarlamam gerek!”
Bu sırada telefonu çaldı, genç kızın;
“Annemdir mutlaka. Yarın öğrencilerimi sınav yapacağım. İzninizle!” dedikten sonra;
“Maç bitti geliyorum, otobüs bekliyorum anne!” dedi.
Caner çantasını kaptı, otobüs durağına kadar.
Sonra…
Sonrası mı?
Ayrılık kahırlı idi o an, tabii. Göz göze ve söz söze başlayan birliktelikleri, diz dize, el ele, dudak dudağa devam etmişti.
Yalnızlığını anlatmıştı Caner, evini, ailesini, kayıplarını, küçük yaşta göçtükleri köyünü, şehrini, bir evin tek çocuğu olduğunu anlatmıştı.
Cansu; “Hadi beni köyüne götür, günü-birlik, mademki ‘Yakın’ diyorsun; turfandalardan, tazelerden, temiz havadan sebeplenelim!” demişti.
Cansu söylerdi de Caner boş mu çevirirdi onun sözlerini? “Hemen!” dedi arabasını çalıştırıp. Cansu’nun annesine haber verip de yola çıktıklarında Cansu’nun annesine söylediklerinin noktası bile konulmamıştı.
“Orda bir köy vardı uzakta(48)”, o köy Caner’in doğduğu köydü, içinden dere akan, yamacından tren, eteğinden karayolu geçen.
Caner; “Buraya gelmişken, annemin-babamın mezarlarını ziyaret etmek isterim, izin verir misin?” dedi.
Cevabı; “Sözü mü olur?” idi Cansu’nun, ellerini göğe açarken.
Köyde bir-iki tanıdık, bir-iki “Merhaba” tekrar geri dönmek üzere iken “Şehre de uğrayalım” dedi Caner, “En fazla yarım saatimizi alır!”
Şehre yaklaştıklarında arabasını bir ufak derenin üstündeki köprüyü geçer geçmez sağa yanaştırıp indi genç adam, genç kızın da inmesini bekledikten sonra eliyle işaret ederek anlatmağa başladı;
“Burası tren yolu ve bu derecik ile sınırlı bir site, garabeti(49) şundan ileri geliyor: Bu dereye göre arkamızda kalan evler, biraz evvel içinden geçtiğimiz nahiyeye bağlı bir mahalle. Önümüzde gözüken evler merkeze bağlı bir mahalle, tren yolunun altı da merkeze bağlı bir köy. Dünyanın hiç bir yerinde sanırım böyle bir şeyle karşılaşman mümkün değildir.”
Arabaya binerlerken sözlerine devam etti Caner;
“Bir garabet de önümüzde bekliyor bizi, hemen şehrin çıkışında. İşte şurası. Görüyorsun bu anayolun hemen önümüzde sağda mezarlık var. Onun hemen ilerisindeki bina ilköğretim okulu, berideki binalar askeriyenin lojmanları ve mezarlığın karşısında ki devasa yapı da bir içki fabrikası. Yani iç içe bir oluşum; karayolu, mezarlık, ilköğretim okulu, lojmanlar ve içki fabrikası. Öğrencilerin kış şartlarında bu yollardan nasıl geçtiğini, var sen tahayyül et! Hele bir cenaze olsun, mezarlığa gidiş konvoyu, fabrikadan bakışan işçiler ve cenaze alayının arasında kalan ilköğretim okulu öğrencilerinin durum ve davranışlarını tahayyül et!”
Sonra dönüş yolu ve zamanı başladı. Ya kısa sürdü dönüş, ya da Cansu’nun Caner’in ruh sıkkınlığını üstünden atması için konuşması, hatta şarkı söylemesi ve sağ elini tutmasıyla. Birbirine yetmez olmuşlardı. Tek bir tedavisi vardı birbirine yetmenin. Kararlaştırdılar…
Bir gün tek başına, elinde bir demet çiçek ve çikolata ile Cansu’nun evine gitti Caner. Ve film arzuladıkları gibi evlilikleriyle sonuçlandı, sonucunda. Caner’in evindeydiler. Cansu’nun babasının-annesinin yalnızlığı şimdilik ilgilendirmiyordu kendilerini.
İkisi de boşa ve boşuna beklemek düşüncesinde değillerdi, “Birbirimizi seviyoruz, birbirimize aitiz, bu birliktelik meyvesini vermeli!” dediler.
Ancak sakınıyordu galiba Allah onlardan istediklerini. Bir kaç yıl geçti beraberliklerinde. Ponpon Kızlık devri bitmişti, öğretmenliği devam ediyordu, bekledikleri gelmiyordu bir türlü.
Sonunda çift taraflı tedavi olmayı denediler ve ilk olarak Ufuk geldi dünyaya. Neden Ufuk’tu adı? Cansu itiraf etmişti, ilköğretimi okuduğunda âşık olduğu öğretmeninin adıydı Ufuk çünkü.
Mutlulukları artmıştı, çocuğun bakımını Cansu’nun annesi üstlenmişti, bir yardımcı ile birlikte, evlerinde.
Tek çocuk yetmemişti Cansu’ya. Daha Ufuk yürümeye bile başlamadan tedavisine devam etti, kocasını da zorladı buna. Bu kez üçüz bebeleri oldu, iki oğlan daha ve bir kız. Onlara da Tan, Doğan ve Güneş adlarını koydu anneleri. Sırayla okununca “Ufuktan Doğan Güneş(50)” gibi bir dize oluşturuyordu isimleri.
Bu geri sayım olmuştu Caner için. Öğretmenliği bırakmıştı Cansu. Varsa yoksa dünyası çocukları idi, tüm düşüncesi, tüm yaşamı. Ve Caner diye birinin değeri kalmamış, hiç kalmamıştı.
Bir gün “Ev dar!” dedi Cansu; “Sığmıyoruz! Annemlerin evi daha rahat, taşınalım!” Bu son söz yıkmıştı Caner’i. “Kiracıyı çıkartayım, iki evi birleştirelim, sığarız!” dediyse de dinletemedi karısına.
Çocuklarını alıp gitti Cansu. Caner önceleri akşamdan-akşama görüyordu onları, sonra işleri ve seyahatleri nedeniyle bu süre haftalara yayıldı. Daha sonra temelli uzaklaştı, canı istediği zaman görmeye gidiyordu çocuklarını.
Karşılanışı da, uğurlanışı da gülümsemelerle idi ve artık karısı olmayan karısı, mutluluk içindeydi. Fark ediyordu ve çocuklar da o kadar çabuk büyüyorlardı ki.
Evet, akıllı idi, ama zeki olamamıştı Caner. Bir tatlı tebessüme, bir içten gülüşe, bir uygun söze, bir dayanılmaz sıcaklığa tüm hayatını bağışlamıştı. Ve öğrenmişti ki “Hiç” idi. Daha doğrusu “Damızlık(51)” olmuştu farkında olmadan. Başka türlü tarif edemiyordu kendini.
Günlerden bir gün çocukları için uğrayışında Cansu çıkarıverdi baklayı ağzından. Üstelik onun yararınaymış gibi;
“Çocukları istediğin zaman görüyorsun, görebilirsin de. Ben senin hayatını daha fazla karartmayayım, hayatını yaşa, ben aradan çıkayım!” demişti.
Siyahlaşmıştı, siyah siyah olmuştu dünyası.
“Seni sevdim, hem çok sevdim. Seviyorum ve daima seveceğim. Sen, benim hep bir tanemdin, hep bir tanem olarak kalacaksın!” diye düşüncelerini sınıflamaya çalıştı, söylese de işe yaramazdı zaten. Çünkü geriye dönüp dinlemesini beklemeden arkasından;
“Mahkemeye sen başvur, anlaşmalı ayrılalım, nafaka(52), şu-bu, falan-filân hiçbir şey talebim yok!” demişti Cansu.
Yıkılmıştı. Hem kendisi, hem dünyası…
Çabucak karar vermişti hâkim. Bir çırpıda son bulmuştu tüm yaşamı, artık ortanın ilerisindeki yaşlarda kabul edilen adamın, başka türlü özetlenemezdi.
Bitmesini diledi sonbaharının(53) inkisarla(54), yaşamak değildi bundan sonrası mütevekkil(55). Bir ömrü kendi başına sona erdirmek de kolay olmasa gerekti. Filler geldi aklına Caner’in, hani vakitleri sona erdiğinde, mezarlarına ulaşan. Onlar gibi hissediyordu kendini:
“Öleceklerine yakın
öleceklerini hisseden
(diğer bir deyişle;
yaşamlarının sonuna geldiğini hisseden)
filler
mezarlarını -arar- bulurlarmış
(en kısa zamanda)
Ve sükûn içinde ölmek için
(orada)
beklerlermiş, sonlarını…
Hepsi tamam
(da)
ben önce sükûn bekliyorum,
gerisi kolay!(22) ”
Bundan sonrasına yaşamak denmezdi ortayı geçkin yaşlı adam adına. Bir kâğıda birkaç satır karaladı, karısının ve ailesinin ihtiyaçlarının olmadığını bilmesine rağmen;
“Tüm varlığım çocuklarımın!” diyerek, bunu Notere de tasdik ettirdik sonra kiracı abla ve amcayı davet etti evine.
“Bu kâğıt sizde kalsın, imzamla. Şimdilik iyiyim ama bana bir şey olursa, ne yapılmasını istediğim bu zarfın içindeki kâğıtta kayıtlı. Siz de yardımcı olursunuz. Hakkınız helâl edin!”
Artık filler gibi ecelini bekleyebilirdi. Çünkü bu terazi o kadar sıkleti çekmezdi(57). Yatağına uzandı. Bedeni yorgun ve de gönlü de yorgundu. Gözlerini kapattı uysalca, mütevekkil…
Bir şarkının dizeleri geçiyorken nefesinden, duruverdi nefesi;
“Sen yoksan her şey eksik, sen varsan her şey tamam! (58) ”
Ve dualarını kabul edip, dileğini yerine getirmek isteyen Tanrı, gecikmeksizin gereğini yaptı.
Bir daha uyanamadığı ancak birkaç gün sonra tescil edildi Caner’in…
YAZANIN NOTLARI:
(*) Ponpon Kız; Spor müsabakalarından önce ve aralarında seyircileri coşturmak için gösteri yapan genç kız(lar). Bu gösteriler jimnastik, aerobik ve dansın bir birleşimidir.
(1) Boş Gezenin, Boş Kalfası; Yapacak işi olmayıp vaktini sağda-solda boşuna harcayan, ya da harcamaya meyilli olan (boş gezen) insanlar için kullanılan bir halk deyimidir. Bir bakıma aylak, avare.
(2) Ata Yadigârı; Babadan-dededen kalan şeyler örneğin miras, ev, araba, tarla, bahçe gibi…
(3) Bir Baltaya Sap Olmak; Belirli bir sanat ya da iş sahibi olmak.
(4) Homini gırtlak… Sadece dünyalık zevkler için yaşamak anlamında bir Sezen AKSU şarkısı. Genelde; Ege-Akdeniz yörelerinde oldukça yaygın bir tekerleme şeklinde kullanılmaktadır.
(5) Yol Sıra Gidip, Çay Sıra Gelmek; Aslı; “Çay sıra gidip yol sıra gelmek” şeklinde düzenlenen deyiş; boşa gidip-gelmek, herhangi bir işi isteksiz yapmak ve bunun karşılığında da öğrenmek dâhil hiçbir kazancı olmamak.
(6) Ehven; Daha az kötü, yeğ, değersiz, zararsız, ucuz.
(7) Devede Kulak; Kıyaslanan şeyler arasındaki orantısızlığı belli etmek için kullanılır. Bütüne göre çok ufak bir parça.
(8) Vesile; Sebep, bahane, elverişli durum, fırsat.
(9) Gözünün Çayırı Açılmak; Aklı başına gelmek anlamında kullanılan bir deyim olup daha ziyade Marmara-Trakya Bölgelerimizde sıklıkla kullanılmaktadır.
(10) Belekoma: BİLECİK İlinin, tekfurlarca konulmuş eski adıdır.
(11) Şekerleme Yapmak; Oturduğu yerde gözlerini yumup kısa ve hafif bir uyku çekmek.
(12) Chat Yapmak; Bir bilgisayar terimi olup “Muhabbet etmek, hasbıhal etmek, lâfa tutmak, hoşbeş etmek, çene çalmak, gevezelik etmek, söyleşmek, lâklâk etmek” gibi muhtelif anlamlara gelir.
(13) Güzellik Uykusu (Kestirmesi); Genellikle asıl anlamı dışında günün herhangi bir saatinde uyuklamak, ya da uyumak anlamında mecazi olarak söylenmektedir.
(14) Sakil; Çirkin, kaba. Sıkıntı veren, sıkıntılı.
(15) Hak Getire; Yoktur, bulunmaz, ne arar gibi olması gerekip de olmayan şeyler için kullanılan bir deyim.
(16) Saldım Çayıra, Mevlâ’m Kayıra; Yapacak, yapılacak bir şey kalmadığında söylenen bir söz.
(17) İnsan, âlemde hayal ettiği müddetçe yaşasa da, bazı hayallerin çoğu hayal olarak kalırdı. Belki zorlamak gerekmez. Bazı şeyler sadece bizim hayallerimizde güzeldir. (Ç)ALINTI. İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar… “DENİZİN TÜRKÜSÜ” Yahya Kemal BEYATLI (Şiirin en anlamlı en son dizesi).
(18) Atatürk Kapalı Spor Salonu; Her ne kadar muktedirler tarafından bugün çoğu “Arena” olarak değiştirilmişse de öykünün kaleme alındığı tarihlerde Türkiye’min aşağı-yukarı tüm şehirlerinde bu ismin yaşadığı kanaatiyle genelleme yapılmıştır.
(19) Asker Bavulu; Geleneksel bir söz olup askere gideceklerin (her ihtimale karşı genelde tahta olarak belirlenen ve konulduğu yerden kaldırılmasında sıkıntı çekilen) bavullarına koymaları gereken malzeme listesidir. Banyo malzemeleri (Sabun, lif, kulak temizleme pamuğu, hatta kürdan), tırnak makası, cımbız, bol miktarda her iki cins portatif tıraş jileti (Elektrikli tıraş makinesi, kolonya ve parfümler, spreyler yasaklar listesinde), fanilâ ötesinde soğuk bir durum olursa korunma içliği. Yara, nasır ve özellikle mantar için bantlar (ve ilâç). Saat, ankesörlü telefon kartları (Cep telefonu da, I-Pad, PC vb. de yasaklar listesinde), siyah-mavi tükenmez kalemler, zarf-kâğıt, bloknot (Sevenlere, sevilenlere yazma gereğine uygun tutulacak notlar için). Ailelerin gönderecekleri harçlıklar için banka kartı (Tercihan T.C. Ziraat Bankasından). İhtiyari olarak ve mümkünse cep feneri, iğne-iplik, çengelli iğne gibi dikiş seti, bot boyası, fırçası, elbise askısı. (Namazla-niyazla ilintileri olanlar için ufak bir seccade…)
(20) Sırım Gibi; İnce yapılı olmasına mukabil, güçlü, kuvvetli, dayanıklı.
(21) Şov; Genellikle gösteri. Şarkı, dans vb. eğlence türlerinin yapıldığı gösteri.
(22) Tökezlemek; Yürürken ayağı bir yere çarpıp sendelemek, düşecek gibi olmak, güçlük ve engellerle karşılaşmak. Sahnede sözleri tam olarak söyleyememek, ya da yanlış şeyler söylemek, duraksamak.
(23) Paha; Baha, kıymet, eder, değer, bedel. Güzellik, zarafet, alışma.
(24) Bihaber; Habersiz, bilgisiz.
(25) Deplasman; Dış Saha. Bir spor takımının başka bir spor takımının kentine maç yapmaya gitmesi, karşılaşmayı karşı takımın kentinde yapması.
(26) Tezahürat; Bağırıp çağırarak, alkışlayıp tempo tutarak yapılan eylem.
(27) Safdillik; Saflık, temiz kalplilik, alçak gönüllülük, kolay inanırlık, aldatılabilirlik, kerizlik.
(28) Her güzel şeyin bir sonu kesinlikle vardır… Güzellikler de çirkinlikler de elbet son bulur. Çirkinliğe tahammül edilmediği için sanki sona ermeyecekmiş gibi azap verir. Oysaki güzellikler ve iyi şeyler göz açıp kapayıncaya kadar biter, gider (Oldukça uzun bir makaledir). Murat HACIOĞLU
(29) Mevzun Vücutlu; Ağırlığı ölçülmüş, biçimli, yakışıklı, tartılmış, düzgün, güzel vücutlu.
(30) Üstün-Esre-Ötre; Elifba denilen Arap Alfabesinde kelimelere anlam ve hareket veren harekeler. Bilindiği gibi, Arap Elifbasında sesli harf hiç yoktur. Üstün, esre, ötre diğer harflerin yönlendirilmesi için kullanılır. Örneğin elif harfine üstün konursa; “e” okunur. “Elif üstün e, elif esre i, elif ötre ü” gibi bir tekerlemesi de vardır, Arapça öğreniminde.
(31) Tik, Tikli (Tiki olmak); Herhangi bir konu, söz ya da hareketle ilgili beklenmeyen (anormal) davranışı olmak.
(32) Format; Biçim. Boyut. Kitap ya da sayfa düzeni.
(33) Falso Yapmak; Aslında bir müzik terimi olup bir parça çalınır veya söylenirken nota yanlışlığı yapmaktır. Ancak; yanlış davranış olarak da özetlenebilecek bir deyimdir.
(34) Keltoş; Erkekler için, başında saçı yok anlamında, Kartaloş; kadınlar için yaşının geçmişliğini ifade için küçümseme anlamında kullanılan argo sözler.
(35) Monoton; Almancadan alınmış, tekdüze, hep aynı tonda, yeknesak, çeşitliliği olmayan, donuk, sıkıcı.
Yavan; Sade. Yanında katık olmayan, Yağı yeterince olmayan, az olan. Katıksız, hoşa gitmeyen, tatsız. Görgüsüz ve bilgisiz kimse.
(36) Periyot; Devir, dönem.
(37) Abartmak; Bir şeyi olduğundan büyük, ya da çok göstererek anlatmak, mübalağa etmek.
(38) Takviye Yapmak; Desteklemek. Güçlendirmek. Pekiştirmek. Sağlamlaştırmak.
(39) Yudumcuk; Bir yudumdan az, bir nefeste içilip yutulacak kadar.
(40) Tereddüt; Kararsızlık, duraksama.
(41) Senaryo; Tiyatro oyunu, piyes, film, dizi film vb. eserlerin sahnelerini ve akışını gösteren yazılı metin. Bir olayı başka bir yöne, bir amaca ulaştırmak için uydurulan yalan.
(42) Teşvik Etmek; Birinde bir şeyi yapma isteği uyandırmak.
(43) İltifat; Eğilim, ilgi gösterme, beğenme, ilgi. Birine güleryüz gösterme, tatlı davranma, onunla hal-hatır sorarak ilgilenme.
(44) Kemoterapi; Kanser hücrelerini yok etmek veya bu hücrelerin büyümesini kontrol altına almak için antikanser ilâçlar kullanılarak yapılan tedavi. Tek başına, radyoterapi hatta cerrahi olarak uygulanabilir.
(45) Quasimodo; Notre Dame Kilisesinin Çan çalıcısı çirkin bir kahramandır. Victor HUGO’nun şahane eserlerinden biri olan Notre Dame’ın Kamburu (Orijinal isimleri; Notre Dame De PARIS, The Hunchback Of Notre Dame) çeşitli kereler filme çekilmiş; QUASIMODO ve ESMERALDA rolleri çeşitli sanatkârlar tarafından canlandırılmıştır. Hatta eserin çizgi filmi bile yapılmıştır. Çok çirkin olan Quasimodo isminin Fransızcadaki anlamı; “Eksik, tamamlanmamış” demektir.
(46) Kornişon Salatalık; Kabuğunun üstü pürtüklü bir tür turşuluk salatalık.
(47) Psikolog-Psikiyatr; Çok kişi psikolog ile psikiyatrist kelimelerini, anlamlarını ve görevlerini karıştırmaktadır. Psikiyatrist, Psikiyatr; Tıp Fakültesinden mezun, psikiyatri ihtisası yapmış, ruh sağlığı konusunda uzmanlaşmış bir doktordur. Ruh Hekimi. Ruh ve sinir hastalıklarıyla ilgili olarak kişilerde görülen önemli uyumsuzlukları önlemeye çalışan, teşhis ve tedavisi ile uğraşan uzman kişi.
Psikolog ise; Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü mezunu olup Ruh bilimi ile uğraşan, ruh bilimci olup doktorluk hüviyeti yoktur. Psikolog, psikiyatrist ile beraber çalışabilir, ancak tanı yetkisine sahip değildir.
(48) Orda Bir Köy var Uzakta; Ahmet Kutsi TECER’e ait bir şiir ve başlangıcı. Çocuk şarkısı olarak ayrıca Münir CEYHAN tarafından bestelenmiştir.
(49) Garabet; Yadırganacak yönü olma, gariplik, tuhaflık.
(50) Ufuktan Doğan Güneş; Ufuk-Tan-Doğan-Güneş. Görevli gittiğim bir ilde bir ailenin çocuklarının isimlerinin bu şekilde sıralandığı anlatılmıştı. Kısaca; (ç)alıntıdır.
(51) Damızlık; Aslında Sadece döl almak amacıyla yetiştirilen iyi nitelikli hayvan, bitki. Ancak öyküdeki anlamı; kadının sadece çocuk sahibi olmak için kullandığı adam (Affedersiniz).
(52) Nafaka; Geçimlik. Bir kimsenin geçinmesi (yemek, içmek gibi gereken her şey) için kazanması gereken para. Boşanma davası sürerken, ya da boşanma davasının sona ermesinden sonra maddi zorluğa düşecek olan geçindirmekle yükümlü bulunduğu kimseye ya da kişilere mahkeme kararı ile bağlanan ve her ay ödenmesi gereken para.
(53) Yahya Kemal BEYATLI’nın “Ülfet belâlı şey…” diye başlayan “DÜŞÜNCE” isimli şiirinde Şiirin bitişe yakın son üç mısraı şöyledir:
“Bitsin hayırlısıyla bu beyhude sonbahar / Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi / Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi.”
(54) İnkisâr; Aslında inkisar şeklinde yazılmalıdır. Kırılma, gücenme, incinme anlamında kullanılan bu kelimenin diğer bir anlamı ilenme, ilençtir.
(55) Mütevekkil: Tevekkül eden, her işini Tanrı'ya veya oluruna bırakmış, kadere boyun eğmiş.
(56) KARATEKİN, Erol. 2006 Yılı. “FİL MEZARLIĞI”
(57) İdrak meali bu küçük akla gerekmez / Zîrâ bu terâzû o kadar sıkleti çekmez… olarak Ziya Paşa tarafından söylenen bu söz “Her insanın bir tahammül gücü vardır, daha fazlasını kaldıramaz” anlamında kullanılmaktadır.
(58) Yalan, yalan seni sevmediğim yalan… şeklinde başlayan Türk Sanat Müziğinin Güfte ve Bestesi; Selâmi ŞAHİN’e ait olup eser Muhayyer Kürdi Makamındadır.
(59) Teselli; Avuntu. Avunç. Kişinin acısını gidermeye, onu avutmaya çalışma. Piyango çekilişinde büyük ikramiyeyi bir numara ile kaybedenlere ödenen ikramiye.