Bazı insanlar şanslı doğarlar, önleri açıktır, anne-baba-kardeş, mal-mülk ve her şeyden önemlisi sağlıklı olmak...
Bazıları ise; göbek bağı bile güçlükle, alelusul(1) bağlanmış fırlak göbek bağlı(2), malsız, mülksüz, kimsesiz ve kadersiz olurlardı, Tanrı buyruğundan yanlış söz etmek kimin haddineydi ki?
Yaşar’ın anne ve babası kan davasından kaçıp paralarının yettiği bu köye kadar ancak gelip ulaşmışlar ve köylünün desteği ile yerleşmişlerdi. Kimileri, kimseleri yoktu, ya da kimilerinin, kimselerinin olmaması mecburiyetindeydiler.
Bir hayırsever ahır da dediğimiz damını vermişti, hayvanlarına bakmalarının karşılığı olarak, komşular da tek-tük irat, çift-çubuk için gözetir(3) olmuşlardı kendilerini...
Köye gelip yerleşmek zorunda olmalarının gizli nedenini aşağı-yukarı tüm köylü bildiğinden onlara kol-kanat germek(3) çabasında olma gerekliliğini yaşıyor, bir bakıma gözetiyorlardı onları.
Kimi atmaya kıyamadığı onlara uyacak elbise-çamaşır ve giysilerini, kimi overlokları(1) yitirilmek üzere olan halılarını, ya da solmaya yüz tutmuş kilimlerini, kimileri mutfak takımlarının eksik olan tabak-çanaklarını, bardak ve sürahilerini onların faydasına sunuyorlardı.
Bazıları kış için hazırladıkları tarhana, bulgur, erişte, salça, pestil, peksimet gibi gereklilikleri peyderpey(1) ulaştırıyorlardı.
Dam sahibi yılın kuzularından birini onlara hediye ettiği gibi, Sarıkız’ın sütünün bir litresini de kendilerine ayırmalarını istememiş, âdeta emretmişti!
İlk yıl ramazanda orucunu tutamayan yaşlı ve hastalar fidyelerini, oruç tutanlar fitrelerini, zamanın gerektirdiğinde zekâtlarını onlara bağışlamışlardı. Ayrıca, aşağı-yukarı 40 hane kadar olan köyde her akşam bir aile onları iftara davet etmiş ve karınca kararınca(2) da ceplerini destekleyerek, yağ-tuz-şeker-un-bulgur vb. gibi gereklilikler ile ellerini doldurarak, gönüllerini hoş ederek salavatlamışlardı(3) onları...
Bayramların her ikisi de daha hoş oluşumdu onlar için. Hem kapı ziyaretleri ile desteklemeleri gerekenler desteklerini esirgememişler, hem de boğazlarının en üst bölümüne kadar özellikle tatlılar ile doyunmuşlar(3), börek, çörek, kurabiye, hatta tatlılar dönüşte almaları için bir sepet içinde istiflenmeye başlamıştı daha ilk kapıdan itibaren.
Ramazan Bayramı yazın ortalarına, Kurban Bayramı hazana rastlamıştı köye düştüklerinin ilk yılında. Kurbanda verilenleri de kavurup bir tenekeye istiflemişti Havva Kadın. Karı-koca geçinip gidiyorlardı işte…
O kış ilk bebeleri doğmuştu ailenin Yaşar’ın ablası Esma Sultan. Adını bilmiyordu, ama annesi ısrarla öğrenmesi için zorlamıştı sanki onu. Bilgisizlik, koruyamama, ısıtıp gereğince ve yeterince besleyememe nedenleriyle asla ve asla gıdasızlık gibi bir problem yaşamamalarına rağmen ablasını, on ya da on beş gün içinde yitirmişlerdi, bebeleri daha ağlamasını bile tam anlamıyla bilmeden, öğrenmeden.
Felsefeye göre veren Tanrı, verdiği gibi geri almasını da bilmişti, o kadar sürelik bir mutluluğu yeterli görerekten...
Aradan bir süre geçmiş, bu kez ağabeyi Yaşar gelmişti dünyaya. Genel olarak ilk çocuk ölünce yeni doğan ikinci çocuğa Yaşar adını vermek gelenekti.
Nasıl ki erken doğanlara Erdoğan, Ergül, Erol, sayısı çok olanlara Yeter, İmdat, Sonol gibi adlar veriliyorsa, zaman ve zemine uygun olarak Bahar, Hazan, Menekşe, Recep, Şaban, Ramazan, Bayram gibi isimler konuyorduysa bu da öyle bir gelenekti.
Tanrı bu oğlan çocuğunu da uygun görmemişti, o da kız gibi, ancak ondan biraz daha uzun bir süre yaşayıp emanetini teslim etmişti, teslim etmesi gerekene. Mezarları neredeyse bir karışlık denecek kadar küçük ve yan yana idi, damın hemen yanı başında.
Başlarına birer taş dikilmiş, mezar toprağının etrafı ufak taş parçaları ile işaretlenmiş ve baş taraflarına birer testi konmuştu, sanki susadıkça içmeleri için! Ana yüreği, her zaman denilecek kadar çok zaman onların başlarındaydı dualarıyla.
Allah’ın kayırması üçtü. Havva Kadın gebe kalmıştı gene, Tanrı hakkını boş geçirmemek için! Ölen Yaşar’ın Nüfus Kâğıdı Belagate Sandığında(4) idi, yok edilmesi, ya da kayıttan düşülmesi unutulmuş olsa gerekti.
Doğan bebek de, yani Yaşar da erkek doğunca ağabeyine ait Nüfus Kâğıdı kendisinin olmuştu.
Tek farkla yalnız; abla ve ağabeyleri doğarken babası başlarında idi. Ancak kendisi doğduğunda babası yoktu başında. Çünkü doğuma yarım, ya da çeyrek kala babası traktör römorkundan atlamak isterken yere kapaklığında, ya da farkında olmaksızın düştüğünde, Havva Kadın üçüncü bir acıyı daha yaşamıştı, kızı ve oğlundan sonra kocasını da yitirerek.
Traktör sahibinin dediğine göre bilindiği gibi kabaca ya da kibarca söylemek gerekirse babası; “Bir helâya gitsem, ya da gaz çıkarabilsem!” demişmiş.
Sonrasında insanların gözlerine bakarak ve debelenerek(3) ruhunu teslim etmişti.
Bir muhacirin(1) helâ, gaz çıkarma demek yerine kaba da kaçsa bilinen kelimeleri söylemesi doğaldı, bağırsak dolanması(5) nedeniyle can çekişen bir köylü vatandaşın kibarlığı denemesi mümkün müydü?
Annesi, Yaşar karnını tekmelediği zaman, okşarken; “Ah, Yaşar’ım, garibim, yetim Yaşar’ım!” dermiş. Ve eklermiş; “Nüfus Kâğıdın hazır, ablan, ağabeyin, baban gibi beni terk etme, yaşa, büyü, beni yalnız, sersefil(1) bırakma!” gibi.
Zaman gelmiş, damda yalnızlığında, başında duran olmadığı bir zamanda bağırışlarına komşular yetişmişti, ebelik, doğurmak nedir bilmeyen. Köyün ebesi neden sonra, belki de iş işten geçtikten sonra gelmiş. Bilmeyenlerin zahmetleriyle oğlan bebek Yaşar canlı olarak doğurtulmuş, ancak anne ya ıkınırken, ya da doğururken kan kaybından dünyasını değiştirmişti.
Oradakilerden biri Yaşar bebeğe Yaşar değil, “Katil” isminin konması gerektiğini söylemiş. Bir başkası mademki annesinin canına mal oldu, adı “Can” olsun, ömür boyu yitirmesine neden olduğu canı hatırlasın!” demiş.
Büyüdüğünde Yaşar’ın Möhibe Hala dediği, halalığının nereden ve neden kaynaklandığını bilemediği dul bir kadın onu sahiplenmiş.
İnsanların yaşama başladıkları andan itibaren olağan ihtiyaçları vardı, ama memeleri kurumuş bir kadın nasıl analık yapardı ki, yapabilirdi ki yeni doğan bir bebeğe? Daha bir kere bile ana memesine dudak sürmediğine göre, her gün alacağı taze sütle onu yaşama tutundurmaya çalışacaktı. Möhibe denilen Mevhibe tutundurmuştu da Yaşar’ı yaşama…
Büyümeğe başladı Yaşar, büyüdükçe de merakı arttı, özellikle ilk mahalle oyunlarında ve sonrasında kendisine “Yetim Yaşar” denmesini, anne ve babasının olmamasını, sadece halasının olmasını anlayamıyordu.
Möhibe Halaya bazı bazen “Möhibe Cicianne” veya sadece “Cicianne” diyordu Yaşar.
Ve ona sorduğu tüm haklı suallere; “Biraz daha büyü, hepsini anlatacağım sana!” demişti Ciciannesi.
Yaşar’ın ilkokulda okuma-yazma ile başı pek hoş değildi. Dağlarda davar peşinde koşmak, kuş sesleri dinlemek, ısırgan, madımak, ebegümeci gibi Möhibe Halasından öğrendiği diğer cins otları ve mantarları toplamak zevk aldığı şeylerdi.
“Gören gözün hakkı var!” deyip, bazen sahiplerini bildiği bağ ve bahçelerden meyve ve sebzelerle nefsini köreltmek(3) de zevk aldığı şeylerdendi, sonrasında mal sahiplerine “Helâl edin!” diye söyleyerek.
Özellikle Hacı Emin Dedenin ki, köyde herkes ona “Pamuk Dede” derdi, bahçesindeki mürdüm eriği(2) ağacının kovuğuna yerleştirdiği tuzdan çalmaktan çok hoşlanıyordu. Kopardığı domates, salatalık ve biberleri arkta bir güzelce yıkayıp tuz serperek yemeye doyamıyordu.
Sonrasında yaptığı şey, yerine yerleştirdiği tuz paketinin üzerine taze bir yaprak koymaktı. Bu; hırsızlığının tescili ya da simgesi idi. Pamuk Dede, Möhibe Halanın evinin önünden geçerken kuvvetlice öksürerek mesaj verirdi sanki “Anladım!” diye...
Pamuk Dedenin Yaşar'a yaptığı en büyük iyilik; ittirerek-gaktırarak(2) da olsa ilkokulu bitirttirmesiydi ki bunun yararını ileride göreceğinden hiç mi hiç emin değildi, hatta “Ne işe yarayacaksa?” diye düşünüyordu köy ortamında.
Hem bu iyiliğin sebebini de anlamamıştı, kendisine zaman kaybı gibi gelmişti, para kaybı olmamıştı asla.
Çünkü Pamuk Dede, defter-kitap-kalem-silgiyi bir kenara bırak elbise ve pabuç bile almıştı kendisine; dağlık-bahçelik her ne kadar kadınların giydiği bir şey ise de kendisinin de ara sıra kullandığı “Kirlik(1)” bazen “Kirlilik(1)” denilen giyecekler yerine, okul giyeceği olarak.
Yaşar, ağabeyinin Nüfus Kâğıdına göre yaşından iki yıl ileride gidiyordu. Yaşının gereği hissettiği, ancak hissetmemesi gereken duyguların farkındaydı. Eti ne, budu neydi ki? Ayrıca bu yaşlara geldiği halde, Halam dediği Möhibe Halanın kim olduğunu bile bilmiyordu.
Bildiği sadece annesi, babası, doğumu ve yaşantısı idi, halasının anlattığı kadarıyla...
Bir de abla ve ağabeyini gereksiz zamanlarda yitirdiği, mezarlarını bildiği...
İşte o kadar.
Erken çıkan yol alırdı, iki yıl evvelinin Nüfus Kâğıdını alan da iki yıl önce askere giderdi değil mi, hem de hiç hikâye anlatmadan, hikâye anlatmasına gerek kalmadan.
Askere çağırmışlardı ve tebligat yapılmıştı muhtara, Yaşar’ın bahçelerde olduğu bir sıra. Vatan borcu namus borcuydu, öğretmeninin, muhtarın ve en önemlisi Möhibe Halasının örnekler vererek anlattığı kadarıyla.
Töreler ve bilmediği kan davaları nedeniyle Nüfus Kâğıdında yazılı olan yerden uzakta, ancak yaşadığı köye yakın bir yerde tamamlayacaktı askerliğini, zorunlu eğitiminden sonra.
Öyle ki kuşkanadıyla yarım saat, trenle 2-3 saatlik mesafede idi köye yakınlığı.
Bu nedenle Möhibe Hala, öncesinde bir köylüsüyle, sonralarında yalnız başına gelmişti ziyaretine, hafta sonlarında. Üstelik bakkaldan aldığı karton kutulara kendi imalatı(!) kurabiye, börek, çörek doldurarak ve “Asker arkadaşlarınla birlikte yersiniz!” diyerek.
Yaşar çarşı izniyle görüşüyordu halasıyla. Onu köye vaktinde ulaşması için trene bindirdiğinin hemen ertesinde getirdikleri kendisi ve arkadaşları tarafından sünnetlenmiş(3), hatta hazım olmağa bile başlamış oluyor gibiydi (hani meselâ).
İtiraf etmeliydi ki, askerliğin ona öğrettiği en güzel ders adam olmak(6) ve güzel, hatta ebedi denecek arkadaşlıkların tesis edilmesiydi, tıpkı gibi. Adam olmanın yanında, nankör olmamayı(3), sevene sadece sevgiyle değil, saygıyla da ulaşılması gerektiğini öğrenmişti.
İnsan doğarken, ya da okurken tüm bilgiler beynine yüklenmiyor, köy ortamında da ne kadar istersen iste beynin gelişmiyor, dolaysıyla da üretmen gerekenleri üretemiyordun. Askeriye yahut da askerlik ayrı bir okuldu, kimsenin anlatmasının mümkün olmadığı...
Bu nedenle Yaşar yıllık iznini ihtiyacı olmadığı halde almış, Möhibe Halası ile geçirdiği zaman ona ilâç gibi gelmişti. İzin sonunda birbirinden ayrılırken ana-oğul gibi sarmaş-dolaş olmuşlardı.
Farklı olmaları da mümkün değil gibiydi zaten. Çünkü bir akşamın geceye uzandığı yatma vaktine yakın Mevhibe, vasiyet gibi Yaşar’a iki yer göstermişti; “Belagate Çantalarım” dediği...
Birinde rahmetli kocasından gelen mektuplarla fotoğraflar, diğerinde atadan-anadan kendine kalan ziynet eşyaları ile kocası dolaysıyla bağlanan maaşla biriktirdikleri vardı.
Ve başını eğerek nasihat verir gibi, nasihat verircesine konuşmuştu;
“Bunlar senin. Yaşım oldukça ilerledi. Hak nasıl tecelli eder(3), bilmem mümkün değil. Hak tecelli edince beni hayatımın tek ışığı olan, ondan başkasını görmediğim, bilmediğim kocamın yanına göm. Bu vasiyetim! Ayrıca fotoğraf ve mektupları yak kuzinede, benden, bizden iz kalmasın…
Paraları ve ziynetleri bir yerlere istifle, helâl-hoş olsun sana, öbür tarafa götüremeyeceğime göre. Bana bugüne kadar yalnızlığımı, kocadığımı hissettirmedin. Allah senden razı olsun!”
“Olur mu Anne?” demişti Yaşar, Möhibe Halalığı terk ederek, anneliğe sahiplendirerek.
“Olur oğlum! Çünkü leşe önce akbabalar konar. Belki söylediğim yanlış olabilir, ama sen bugüne kadar benim veya kocamın akrabalarımızdan herhangi birini gördün mü yanımda?..
Hayır, değil mi? İşte onlar öldüğümü duyduğumda çil yavrusu(2) gibi doluşurlar, benden bir şeyler kalıp kalmadığım araştırırlar sadece. Bu nedenle muhtara da; ‘Hiçbir şeyim yok, öldüğümde akrabalarıma haber verilsin, evim de eğer Yaşar köyde olursa onundur, yoksa köy orta malı olsun!’ diye yazdıracağım, hiç kimsenin başının ağrımasına izin vermemek için!”
Gün doğmadan neler doğardı? Bir şey olacaksa olacağına varırdı, anne ısrarı ile olması demek belki de çok şeyi yitirmesine neden olabilirdi, en iyisi her şeyi Tanrının takdirine, olayların akışına bırakmaktı...
Yaşar iznini bitirip kışlasına, sonra görevini tamamlayıp köye dönmüştü. Anne ve babasının damında yetiştirebildiği kadar işlerin üstesinden gelmeye “Gardaş” dediği köyden emsal, henüz askere gitmemiş biriyle ve sonrasında yorgun-argın(2) da olsa Möhibe Annesinden saygı ve sevgisini eksik etmemeğe çalışıyordu.
Bir gün köye birileri geldi; “Almanya'ya gönderilmek üzere vasıfsız işçi aranıyor!” diye. Anne dediği dışında hiç kimseye karşı yükümlülüğü yoktu, bu nedenle tereddüt içindeydi. Üstelik damı da yüzüstü bırakmak askerlikte edindiği terbiye, disiplin ve sorumluluğa aykırı idi. Annesine açtı öncelikle konuyu. Annesi;
“Oğlum, hemen kaydol, ne gerekiyorsa Belagate Sandığından al, hatta şimdiden hepsini al, damda bir yerlere koy. Resimleri, mektupları da beraber yakalım şimdiden. Saklıyordum, ama artık açıklayabilirim…
Günlerdir bir tuhaflık var üzerimde, sanki pattadak göçecekmişim(3) gibi. Eğer sen Alamanya'ya gidecek olursan gözlerim açık gitmem, sen başımda olmasan bile. Ama başımda olasın isterim!” dedi konuşurken yorulmuşçasına yatağının üzerine uzanırken.
Yaşar, yıllar yılı sonrasında onu bu kadar bitkin görmenin telâş ve hüznü içindeydi. Kendisinin ve onun dileğini yerine getirmek dileğindeydi, hiç de ümit etmediği halde kaydını yaptırdı, pasaport diyemediğinden ya da ne olduğunu bilemediği için “Paşaport” için ve tamamını yüklenip damda gizlediği paralardan bir kısmını makbuz karşılığı gelenlere verdi.
“Piyango bileti aldım, çıkmadı, kumar oynadım, yitirdim!” felsefesini yaşıyordu, umduğu gerçekleşmediği takdirde.
Başvurusunun ertesinde yine bir akşamın geceye ulaşma çaresizliğinde, annesinin dileği ile diğer Belagate Sandığını getirdi kuzinenin başına.
Yaşlı kadın diz çökerek eline aldığı her resmi öpüp kokluyor, gözlerindeki yaşlara aldırmaksızın kuzineye atıyor ve resimlerin sanki sitemle kıvrılarak, buruşarak yanışlarını içi geçerek hüzünlü bir şekilde seyrediyordu.
Sonra pembe bir kurdele ile bağlanmış zarfları aldı eline, gaipten bir ses almışçasına(3) özenle açtı numaraladığı, muhtemelen 10-15 adedi geçmeyen zarfları tek tek. Önce zarfları kokladı, sonra içlerinden çıkan soluk yazıları okuma gayretini yaşadı, aynı gözyaşlarıyla.
Bazı şeylerin insanın garibine gitmesi gerekti, örneğin saçların beyazlanması, derinin pütürleşmesi(3), gözlerin hârelenmesi(3) ve en önemlisi olması gereken bir şeylerin vaktinin geldiğinin hissedilmesi, bir bakıma malum olması gibi.
Bazı şeyler de erken görünüyor gibiydi, karşıdakinin yaşına yakışmamak garabetinde. Çünkü yaşlı kadın hem gözlüksüz olarak okuyordu, hem de ortamın etkisi yokmuşçasına eksiksiz beyaz dişlere sahipti.
Gece bir hayli ilerlemişti, son mektubun kuzinede yanıp bitmesinin seyrinde. Kalkamadı oturduğu yerden kadıncağız, ayakları karıncalanmış, belki kramp girmiş, belki de okuduklarının ağırlığı nedeniyle dermansızlaşmış olabilirdi. Yaşar’ın desteğini bekledi.
Yaşar onu yatağına yatırırken, bunun ona son dokunuşu olduğunun farkında değildi, yanağına bir öpücük kondururken. Bedeni soluk almasına, kuzine karşısında olmasına rağmen soğumağa başlamış gibiydi. Yatağın kenarına çömeldi.
Bu gece bir başka geceydi, Mevhibe’nin de Yaşar’ın da hissettiği, birinin yaşamadığı, diğerinin yaşamaya devam ettiği, ama yaşamayı aklından geçirmediği.
Yorgunluktan, ya da gönül hüznünden olsa gerek, bir ara dalmıştı Yaşar, horozların, ya da yaylaya yönelen davarın çan sesleri kendisini kendisine getirmişti.
Mevhibe'nin solan yüzü, nefes almayan dudakları, kıpırdamayan çenesi ve elleri soğumaya başlamamış, gerçekten çok kısa diyeceği bir süre içinde temelli soğumuştu. Mevhibe yoktu artık yaşamda…
Annesinin ölümü hak ettiğine inanamıyordu Yaşar. Bir yerleri acıyordu hissettiği. Acı zamanla hafifler miydi, hafiflemez, hele ki hiç yok olmazdı, ancak insan dimağı(1) dünya meşguliyetleri nedeniyle çok şeyi çabucak unutuyordu, unutmaması, unutulmaması gerekenleri de...
Mevhibe’nin vasiyeti üzerine içinde para ve ziynet olan Belagate Sandığını, alması gereken miktarı aldıktan sonra, annesinin ölümünden önce damda bir yerlere gizlemişti.
Başlangıç olarak Muhtara sonra da minareden ölümü köylüye bildirmesi için cami hocasına haber vermişti.
Kefeni yıllar öncesinden tüm eklentileri ile sabun kokulu olarak hazırdı Mevhibe’nin hamam tasına, lifine, çörek otuna, gülsuyuna kadar. Cenazeyi yıkayanlara, kefenleyenlere, mezarını kazan ve kendisiyle birlikte indirenlere ve tahtalarını hazırlayanlara beş kuruş hakları kalmaksızın tüm ödemeleri yapmıştı Yaşar.
Aklında kaldığı kadarıyla; “Batan bir gemiyi en son fareler terk ederdi” herhalde mirası da önce akbabalar, pardon, akrabalar gözlerdi. Böyle bir söz var mıydı, kulağına çalınmış mıydı, yoksa kendisi mi uydurmuştu Yaşar, bir canı yitirmenin acısıyla, hüznüyle?
Bir-iki parça eşyasını bavula yerleştirdikten, bir taraftan dua okumaya çalışırken, bir taraftan da çalınacak kapının sesini beklemeye başladı Yaşar.
Daha Münkir-Nekir(2) ziyaret için sıraya koyduğu, ama inancına göre ancak gelebildiği Mevhibe’nin mezarında malum suallerine başlamadan evvel, bir grup birbirine lâf geçirmeye çalışan insanlar gürültüyle âdeta kapıyı yumruklayıp tekmelercesine çalmışlardı.
Muhtar elindeki, muhtemelen Mevhibe’nin sağlığında imzaladığı, bir bakıma sadece “Param-pulum yok!” yazılı kâğıtla yanlarındaydı. Okumuş olsa gerekti merak edenlere.
Ancak inanmamışlardı. Kocasından kalan dul maaş ve iradı olan birinin nasıl parası olmazdı ki? Bu nedenle önce “Hırsız!” sonra “Pılını, pırtını topla, defol!” demişlerdi Yaşar’a.
Daha sonra, belki de hainliklerinin belirtisi olarak “Mevhibe Hanımın evini sen satın al, böyle dayalı-döşeli” diyerek, bir bakıma nabız yoklama(3) gayretini yaşamışlardı, evi talan edip de hiçbir şey bulamayınca.
Şehirliydiler hepsi, köyde kalamayacaklarına göre paraya dönüştürülmesi gereken şeyleri paraya çevirttirmek, Yaşar’ın hırsızlığının tescili yanında, ikinci amaçları olsa gerekti.
“Etim ne, budum ne? Ben bir garip çobanım, bir günüm aç, bir günüm tok! Nasıl satın alıp sahiplenebilirim ki, çok istesem bile!” diyerek bavulunu alırken, şehirliler bavulunu kontrolden geçirmeyi unutmamışlardı.
Gene de, defolmasıyla iktifa etmişlerdi(3), çalanın kılıfını da hazırlayacağından habersiz olan şehirliler…
Amaçlarını belli etmişlerdi, kapıya şehirden aldıkları kocaman asma kilidi takarken; “Bizim olmayan, başkasının da olmasın!” diyerek. Gene de her ihtimale karşı anahtarın birini muhtara bırakmışlar, tarla ve bahçeleri alan olursa diye muhtara emanet etmişlerdi.
Giden gittiğiyle kalıyor, bir rahmet okumak için bile mezarına uğramayı akıl edemeyenler; yol sıra gelip, çay sıra geri dönüyorlardı(3), haksızca ve insafsızca tam anlamıyla.
Yaşar borçluydu Möhibe Anneye, hem tüm dürüst yaşamını borçluydu. Bu nedenle muhtara rica etti. Gidenlerin bıraktıkları dağınıklığı, kirleri toplayıp temizlemek için imece çıkartmasını, olmazsa bir ihtiyacı olanı ayarlayarak gerekli temizliğin yapılmasını, tüm giderleri kendisinin ödeyeceğini vaat etti.
Evde bulgur, kuskus, erişte, salça, yağ, tuz, un, reçel gibi ne varsa tüm gıda maddelerinin muhtaçlara dağıtılmasını, evden hatıra almak isteyenlere, istediklerini vermesini rica etti, damına çekilirken.
Günün ertesinde Almanya daveti geldi Yaşar’a, düz işçi olarak, sevinçliydi; “Yolcudur Abbas, sağa-sola bakmaz!” teranesinde.
Önce dam sahibinden, sonra “Gardaş” dediğinden özür diledi.
Daha sonra damdaki Belagate Sandığından, “Gurbet ellerde lâzım olur belki” diyerek içinden bir miktar para ve iki bilezik alarak kalanını olduğu gibi muhtara teslim etti; aldığı parayı ve bilezikleri göstererek, düşüncesini söyleyerek ve “Dönüşümde ne gerekiyorsa halletme amacıyla inşallah!” diyerek.
“Kimim, kimsem yok, biliyorsun, Alamanya’ya da götüremem. Bunlarla ben dönünceye kadar Möhibe Annem için yapman gereken; Mevlit, Yasin, Tebareke ne gerekiyorsa okut, hayırlarını yap, mezarını yaptır, evini temiz tutturup gerekirse kira bedelini bu paradan karşılayarak, ilk evlenecek gariban kardeşlere ver…
Buna benim, Möhibe Annem nedeniyle hakkım var, diye düşünüyorum. Kul karşısında da, ahrette de hesabını ben veririm, gerekirse kazanınca cebimden hepsini öderim.”
Köyde kim gariban, kim değil, kim yokluktan sevdiğine kavuşamıyor muhtardan âlâ kim bilebilirdi ki? Onları sırasıyla baş-göz etmek de muhtarın görevi olsa gerekti, paranın yettiği kadarıyla, sırayla, ya da kurayla. Aklına gelmişçesine ekledi;
“Möhibe Annemin tarla ve bahçelerini de onlara üleştir. Hem boş kalmasın, hem de sebeplensin garibanlar, akrabalar ne derlerse desinler, mesuliyet(1) benim. Gelirlerse ver bir-iki kuruş, bir-iki takı, onları sustur. Eğer elim bollanırsa; adap(1) usul neyse oradan gönderirim, eğer ki annemin parası yetmezse…” diyerek vedalaştı Yaşar, muhtarla.
Muhtar onun askerde ve Mevhibe’nin dizlerinde adam olduğuna kesinlikle inanan biriydi. Bir insan “Anne” diyecek kadar bir insanı ancak bu kadar sever, sayar ve unutamazdı.
“Merak etme Yaşar!” dedi. “Ne söylediysen hepsi olacaktır. Adresini, ya da telefon numaranı bildirirsen, mektuplaşır, ya da telefonlaşırız. Emanetin aynen muhafaza edilecektir, dediklerin, dileklerin aynen yerine getirilmeye çalışılacaktır…
‘Faiz haram derler!(7)’ ancak ben bu kadar şeyi ne üstümde, ne de muhtarlığın kasasında saklayamam, bu nedenle bankaya yatıracağım ve sana kuruşuna kadar hesap vereceğim.”
“Sen namuslu, iffetli(1), dürüst bir amcasının...
Güvenilmesen zaten seni muhtar etmezlerdi. Sen hesabını Allah’la paylaş, benim için gerekli değil, haydi kal sağlıcakla, Allah yardımcın olsun, hakkını helâl et, tümünüz Allah'a emanet olun ve Allahaısmarladık!”
Köyden ayrılırken kendine uzanan ellerle tokalaştı, kucaklayanları kucakladı, kendine gerekli olmayacağına inandığı tüm bozuk ve ufak işaretli kâğıt paraları köy çocuklarına dağıttıktan sonra ilk trene yetişti.
Macerası başlıyordu...
Askerliğinden kalmıştı, yol-iz bilmesi, yol bitmişti, peki, ya sonrası? Karşılamışlardı onu da, diğerleri gibi. Aşağı-yukarı toplam 80-100 kişi kadardılar. Üstelik tren istasyonunun bekleme salonuna sığmayacak kadar gürültülü.
Tuhaf ya da enteresan olan istasyonda bu kadar büyük bir kalabalığı hiç uğurlayanın olmamasıydı.
Kenara, köşeye çömelenlerin çoğunun ağızlarında ucuz sigara, ya da sakız, tahta bavul, ya da çantalar yerine çıkınlar(1), kılıfı olmayan sazlar, bir kısmında ise filelere sıkıştırılmış, bayatlaması göz ardı edilen ekmekler ile istiflenmiş kuru soğanlar, zeytin, tulum peynirleri ve lorlar fark ediliyordu.
Muhtara ve muhtar anneye(!) teşekkür ediyordu içinden. Bavulu yanında çantasında börek, kurabiye ve haşhaşlı, cevizli lokumlar, taze keçi peyniri ve matarasında trenin lâvabosundan takviye edeceği ve trenin yürürken ettiği suyu vardı.
Değişik şehirlerden geçiliyordu, konuşmaları hiç anlamadıkları, doyunmak yerine, nefislerini köreltiyorlardı, her ne kadar kendilerine avans niteliğinde Alman Parası verilmişse de herhangi bir şey almıyorlardı.
Birincisi çaldırmaktan, ya da para üstünü alamamaktan, ikincisi neden yapıldığını bilemediklerinden “Acep domuz eti var mıdır?” şüphesinden çekiniyorlardı.
Hem öyle ki, bazı istasyonlarda ki işaretli saatlerden anladıkları kadarıyla buharlı lokomotifli trenin bir saate yakın kömür-su ikmali yapacağını bilmelerine rağmen inmiyorlardı trenden;
“Neme lâzım!” diyerek.
Kompartımanda en çok rağbet edilen şey kendi çantasıydı, zaten eli açık biriydi, softalık da vardı tıynetinde(1); “Komşusu aç iken, kendisi tok yatan bizden değildir(8)!” şeklinde peygamberimize mal edilen hadis Yaşar’ın aklındaydı çünkü. “Bir yiğit gurbete gitse… (9)” türküsü eşliğinde saz sesi geliyordu koridordan, çok zaman uyuklarken hissettiği gibi.
Çok kişi hasretlik, heyecan, merak, yeni ve bilinmeyen bir dünyaya ulaşma, para kazanma ve muhtemelen ailelerine yardım etme kurgusunda Yaşar gibi uyumuyor, uyuyamıyor, ya da gözleri açık olarak uyuyordu!
Başlarında, ara sıra kendilerini kontrole gelen, soran soruşturan Türk ve Alman adamlarla bir de frolayn(10) vardı, artık bu onun adı mıydı, her neyse ne idi o bayan ve aralarında hiç de anlamadıkları bir şekilde lagul-lugul(2), dagıl-dugul(2) konuşuyorlardı Yaşar'ın duyabildiği, ancak anlamlandıramadığı bir şekilde.
İlk anlamlandırabildiği kelimeler; “Ya(10)” ve “Ah zo! (10)” idi. “Zo” derken “z” harfini sanki “z” ile “s” arasında söylüyorlar gibiydi. Bir de öncesinde “Doyçland(10)” diye bir kelime duyduğunu hatırlıyordu Yaşar. Bu herhalde “Alamanya” demek olsa gerekti.
İlk geldikleri istasyon; Türk görevlilerinin ve kendilerinin “Münih” dedikleri yerdi, Almanların “Münşen (München)” gibi telâffuz etmelerinin aksine. Burada isimler okunup gruplar oluşturuldu. Bir kısmı başka trenlerle, otobüslerle bir yerlere doğru yola çıktılar.
Yaşar’ın ayrıldığı grupta kendisi dâhil beş kişiydiler ve bir minibüsle çıkmışlardı yola. Frolayn Hanım(!) da onların minibüsünde idi. Yol boyu, ne radyoda ne de o Türk’le Frolayn arasındaki lagul-lugul konuşmalar tükenmişti.
Önce “Hoş geldiniz gardaşlar!” diye Türkçe karşılandıkları bir yere geldiler. Herkes ranzasını, dolabını seçti.
Türk olan “Sabaha kadar iyice dinlenin arkadaşlar!” diyerek çekildi. Frolayn Hanım “Affedersin!(10)” demişti giderken.
Neden af dilediğini anlayamamıştı Yaşar.
Bu sözün daha ilk günlerde ne anlama geldiğini öğrenmişti, ama geçmiş ola! Zaten eski vatandaşların da ona “Affedersin!” demelerinden bir anlam çıkaramamıştı ya, neyse. Geçmiş, geçmişti, gelecek kendisinindi Yaşar’ın.
Misafirhane, koğuş, yatakhane, pansiyon, ya da gesthavs(10) her ne deniyorsa kalanlar onlara helâları, lâvaboları, duşları, yemek yiyecekleri yerleri göstermişler ve şıvayne(10) denilen şeyin domuz olduğunu belletmişlerdi, ne de olsa Müslüman idiler ve domuz haramdı ya!
Bunu herhalde kendilerinden önce gelenler onlara, onlar da kendilerine öğretme gereğini duymuşlardı, hem de hemen.
Yeni bir gün başlamıştı, teker teker sırasıyla ayrı ayrı yerlere götürülmüşlerdi, önce o Alaman Frolayn Hanım lagul-lugul bir şeyler söylüyor, sonra Türk adam onlarla anlaşılacak şekilde konuşuyordu.
Diğerlerinin işlerinin ne olduğunu hapsetmemişti zihnine Yaşar, amma kendisine verilen iş en son aklına gelecek bir işti: “Domuz çiftliği ve domuz ahırının temizliği…”
Köpek sürüsü, daha gelişmiş tabiriyle “Domuz Sürüsü” gibiydiler. Bir yeri temizlerken, diğer yerleri pisletiyorlar ve Yaşar yetişemiyordu her bir yere tek başına. Üstelik bu hayvanlar devamlı olarak yiyor ve devamlı olarak da doğuruyorlardı, hem de sayılmayacak kadar.
Çiftlik sahibi bakmıştı ki Yaşar yetişemiyor, öncesinde olduğu gibi kendisiyle birlikte diğer bir ülkeden gelen İspanyol daha doğrusu çingene kökenli, ucuz bir işçiyi de yanına verdiler yardımcı olsun kabilinden.
İkisi de hem birbirinin, hem de başlarında olan Alamanın söylediklerinden bir şey anlamıyor, anlayamıyorlardı. Yaşar, Almancayı öğrenmek konusunda gayretliydi ve naturası(1) gereği gayretliydi, çalışkandı da, hem göze batacak kadar...
Hep aynı koğuşta geçiyordu günleri ve geceleri. Mesai günlerinde çok zaman akşamdan sabaha kadar radyo dinleyerek, bazı-bazen televizyon izleyerek anlamaksızın, bazen radyoya kulak vererek, bazen saz dinleyerek, çay içerek...
Motor bir yaşamı vardı, monoton ve fakat düzenli.
Masraf olmayacak, ölmeyecek kadar yemek-içmek ve memlekete para göndererek belini doğrultmak, ya da çoluk-çocuğuna iyi bir yaşam sağlamak gayretindeydi koğuş arkadaşları. Yaşar’ın öyle bir derdi yoktu, hatta “Bekleyenim olsa da, razıyım kavuşmasam…(11)” sözüne sığınıyordu çok zaman.
Göze girmişti çiftlikte çalışkanlığıyla. Üretim önemliydi, kaz kafalı(2) değildi, at gözlüğü ile bakmıyordu(3) Alamanlar çevrelerine. İyinin, iyi yerde değerlendirilmesi önemliydi onlar için.
Bu arada Yaşar; “yawohl(10), nein(10)” gibi kelimeler dışında, birçok kalıp cümleleri ve kelimeleri de öğrenmişti. Almancayı da öğreniyor, ilerletiyor, öğreniyordu başındakilerin takdir ve özverileriyle.
Bazen yanlışlıklar da yapmıyor değildi Yaşar. “Ich gehe.. (10).” ile “Ich reise(10)” farklı gidişlerdi, yürüyerek ya da bir taşıtla gitmek gibi, bunu ancak ilerleyen zamanda işaret ve resimlerle anlamıştı Yaşar.
Fiziksel olarak değilse bile beyinsel olarak büyüdüğünün farkındaydı yaşından iki yıl öncesi gibi olmayan Yaşar. Hem işlerinde kademe kademe yükseliyor, hem de kaba anlamında lisan ve ücret bakımından da palazlanıyordu(3), kabaca.
Alamanyalılar gerek takdirleri, gerek insana değer vermeleri ve gerekse deneyimi nedeniyle onun ustalaşmış bir eleman olduğunu fark etmişlerdi.
Bunda belki öncelikle ilkokul mezunu olmasının, dolaysıyla tercih edilmesinin, askerlikte iyi bir sürücü ve teknisyen oluşunun da önemi olsa gerekti.
Bu nedenle yükselmiş, bir fabrikada işe başlamıştı. İnsanların ne kadar olsa da mayalarında vardı kıskançlık...
Kaldığı yerdeki insanların bu duyguları açık bir şekilde belli gibiydi.
Bir bakıma başlangıçta saatte 2.44 DM olarak en düşük ücreti alırken, şimdilerde daha bir senesi bile dolmadan 10 DM üstünde saat ücreti alıyor olması, ona ulaşması mümkün olmayanları üzüyordu, inkâr edilmemesi gerek, üstelik çatır-çatır öğrendiği Almancayla, çok konuda kendilerine yardımcı olmasına rağmen.
Bu nedenle Yaşar, her hafta sonu alıyor başını bir yerlere gidiyor, geziyor, rastladığı Alman ya da Türklere Türk Lokantalarını sorup öğreniyor, nefsini köreltiyordu.
Bir geceliğine otellerin birinde kalıyor, herhangi bir takkeli, sakallı bir Türk olduğunu sandığı birine rastlarsa cami, ya da mescidi soruyor, pas geçmeksizin ziyaret olarak tahiyyeatü’l mescit(12), ya da vakit ise vakit namazını kılıyor ve yaşadığına şükrediyordu. Çünkü Allah; kalbimizden geçenleri biliyordu, kendi dışındaki insanların bilmelerine gerek yoktu, bilmeseler de olurdu.
Bir gün, kendisinin, alıp başını pansiyondan uzaklaştığı bir gün, Televizyon Kulesinin civarındaki çocukları, belki de özlemle izlerken, birinin yaklaştığını hissetti yanına. Tanıdık bir yüz gibi geliyordu kendisine yaklaşan, ama hatırlayamadığı:
“Türk müsün?” diye sordu öncelikle kendisine.
“Evet!” deyince;
“42/2 tertip(1) Yaşar?” dedi sorarcasına.
Ve devamında “Vay! Vay!” sesleri ile kucaklayışlar sonunda “Ben aynı tertip Sait, hatırladın mı?” sözleri.
Hayal-meyal de olsa hatırlamıştı(3) Sait’i Yaşar, “Vay! Vay!” sözlerinin heyecanında kucaklaşmalarında.
“Bilecikli Manav Sait, değil mi?” diye de ekledi, hatırlamışçasına gibi tonda.
Alkışladı, ailesiyle tanıştırdı, “Buyur!” etti açık hava sofralarına. Yaşar’ın etkilendiği kişi; Sait'in kız kardeşi idi ve içinden geçse de hareketlerinden ve düşüncesinden utanmıştı.
“Hatırım sayılır, gel seni bizim fabrikaya alalım, sözleşmeni de taşırız!” dedi Sait, bu ilk karşılaşmalarında beraber olmak arzusuyla, çünkü biliyordu Yaşar’ı, tartmasına gerek yoktu, hem asla.
Bu, Yaşar’ın gerçekten mutlu olacağı bir teklifti. Pasaport ve Nüfus Kâğıdını verdi Sait’e. Saat ücretinin artması nedeniyle sitemlerini hissettiği insanlar arasında yaşamaya zorlansa da, gideceği Sait’in şehrinde, nasıl yaşayacağı, nasıl yerleşeceği konusunda tereddütleri olsa da, yaşadığı şu ana göre yaşamının daha iyi olacağı kanaatindeydi.
Hissetmiş olsa gerekti Sait, onun aklından geçenleri. Bekâr arkadaşların kaldığı pansiyon ve yemek yedikleri Türk Lokantasını tarif etmişti. Lokanta sahibi o da 42/2 tertip bir tankçı arkadaşın babasına ait bir lokantaydı.
Öğle yemekleri fabrikada çıkıyor, tulum, pabuç ve senelik zorunlu izin veriliyordu çalışanlara. Sait devam ediyordu aktarması gerekenlere;
“Noel ve faşingde(1) de izin veriliyor zorunlu izin dışında. Biz genelde piknik yapıyoruz o günlerde ve yıllık izinlerimizde de memlekete gidiyoruz eşi-dostu ziyaret için. Bu sene değilse de muhtemelen gelecek sene, seni de beraberimde götürmek isterim Yetim Yaşar. Nasıl olsa ne bekleyenin var, ne de özleyenin. Kardeş olursun bize, değil mi?”
Bu, Yaşar için hoş ve güzel bir teklifti, bir sene kadar sonra olsa bile, hem gerçekler şekillenmeden bir bakıma, dereyi geçmeden paçaları sıvamak gibi bir teklif. Üstelik kendinden bile sakladığı, duygulandığı gerçekler gibi.
Bazı şeyler insanın ummadığı şekilde gerçekleşiyordu, tıpkı Yaşar’ın başına gelenler gibi. Belki Tanrı, ana-baba-kardeş gibi vermediklerini ona sevgi olarak vermek gayesinde gibiydi, belki de en başta yaşam hakkını göstermek istercesine. Çünkü Yaşar, Sait’in olduğu şehre gelmiş, üstelik saat ücreti artarak ve iyi bir pansiyona yerleşmişti.
Bunda sakınılmaması, ya da saklanılmaması gerek, Yaşar sık sık Sait’le ve gönlünü yerinden hoplatanla beraber olmaya başlamıştı.
Günlerden bir gün Sait; “Özlemişsindir Türk yemeklerini, meselâ şöyle karnıyarık, cacık gibi” demişti ve eklemişti; “Âdetim olsaydı, rakı da almak isterdim, ama haram, el uzatamam. Senin de alışkanlığının olmadığım biliyorum. Ayrıca sigara içmediğin bile hatırımda. Doğru mu hatırlıyorum?”
“Evet! Doğru kalmış aklında Sait! Ama ben gelmesem?”
“Nedenini söyle, peki!”
“Yasaklanmam gerek, utanıyorum, hatalıyım, sıkılıyorum!”
“Ne gibi?”
“Söylemem mümkün değil, utanırım, kendimi haksız, yanlış görürüm, bana el uzatan bir insana karşı saygısızlık gibi görürüm, bağışla!”
“Söylemezsen ölümü gör!”
“Elimi uzattım, çekmedin. İçimdekini söyleyince de çekme, olur mu?”
“Söz vereceğim bir şeyse, neden olmasın?”
“Peki! Televizyon Kulesinin altındaki parkta gördüğümden beri değişik duygular içindeyim, kız kardeşinle ilgili. Bağışla! Bu nedenle ‘Gel!’ deyişini sevinçle karşılamama rağmen gelmesem daha iyi olur! İyi niyetini bozmak istemem!”
“Ne demek istediğini gene de anlayamadım be tertip!”
“Bağışla, kız kardeşinden etkilendim, demek istiyorum...”
“Sevdiğini söylemek istiyorsun, doğru mu?”
“Nasıl yalan, ya da gerçek dışı bir söz çıkar ki sana karşı ağzımdan?”
“Peki, seni yemeğe çağırmamız için ısrar edenin kim olduğu geçiyor mu aklından? Mantıklıca bir düşün bakalım! ‘Bir bakış, bir âşığa neler neler anlatır, bir bakış bir âşığı saatlerce ağlatır!(13)’ denmiş…
Onun için bakışmak yerine konuşun, anlaşın. Benim de, yengenin de bu konuda rızamız var. Her şeyini bildiğim kız kardeşime senden iyi koca, bana ise senin dışında bir enişte mi olur ki?..
Ama hemen değil. Tanıyın birbirinizi. Birbirinize birbirinizi saklamadan söyleyin, anlatın, öğrenin birbirinizi. Sonrası Allah Kerim, Mevlâ 'm neyler, neylerse güzel eyler! (14)”
Nefes alır gibi yaptı Sait ve ekleme zaruretini hissetti herhalde;
“Ancak hemen ekleyeyim ki zordur almak bizden kızı(15). Hani burada söz, nişan olsa bile, nikâh-düğün-dernek memlekette olur, aklında kalsın, ona göre. Saime işinden ayrılamaz, daha doğrusu ‘Yuvayı yapan dişi kuş!’ derler, ayrılmasa iyi olur derim, ama kararı siz verirsiniz ilerleyen zamanda…
Saim de okulunu bitirmeden ayrılamaz tabii, ‘Hemen’ diye bir düşüncen olmasın anlamında söylüyorum. Acele etmemek gerek anlamında. Hem bilirsin ‘Acele işe şeytan karışır!’ da derler. Zaten senin bu sene iznin olmaz, çalıştığın yerde…
Dolaysıyla izin alırsan ne âlâ, alamazsan konu seneye gerçekleşir artık. Hem o zaman bir ev kiralarsınız, sen orada kalırsın, bu arada evin eksiklerini tamamlarsınız Saime ile el elden, maddi manevi istekleriniz olursa onlara da hanım ve ben içtenlikle koltuk çıkarız. Mutabık(1) mıyız tertip?”
Gene bir süre durakladı Sait, aklındakileri sıraya koymak istercesine, ya da aklına gelmişçesine eklemek arzusuyla, ya da iletmek içtenliğiyle;
“Gelirken hazırlıklı gelirsen de fena olmaz!”
“Anladım da, ne gibi hazırlıklı gelmek, onu anlamadım!”
“Yav, kafanı hep ben mi çalıştıracağım? Bayramlık ağızımı açtırmak zorunda mısın? İyi bir takım elbisen yok mu, bayramlık-seyranlık gibi, onu, yoksa satın alıp onu giyip gel! Sonra eline şöyle çiçek-miçek, tatlı-matlı bir şeyler alarak gözük kızcağıza ki, senin odun olmadığını, onda gönlünün olduğunu anlasın...
Odun konusunda affedersin de, başka kelime gelmedi aklıma. Mademki gönüller karşılıklı düşmüş, kalpler karşılıklı çarpıyor, o halde güzellik ve tatlılıkları da paylaşmak uygun olmaz mı? Ne dersin?”
“Anladım!” derken akşamın heyecanını hemen o anda yaşamaya başlamış gibiydi Yaşar...
“İnsan bir kere sever…(16)
Saime...
Gönlümün sultanı, ebedi olarak elimden tutacak tek kız, tek varlık!” derken bir şarkı mırıldanmaya başlamıştı giyinirken. Kolonya ile banyo yapmağa çalışırken(!) kendisini merakla izleyen koğuş arkadaşlarına;
“Şimdilik bir şey yok, ama çok yakında, inşallah hayırlı haberleri ulaştıracağım. Kader bir kere de benim yüzüme gülsün, değil mi kardeşler?” dedi, kaderin sinsiliğini, hinliğini(1), hainliğini, içten pazarlıklı olduğunu(3) bilmezcesine. Yaşar, öncesinde, yaşamlarını uygun görmeyip, bir namazlık saltanatı(17) uygun gördüğü adını bilmediği ablasıyla, adını taşıdığı ağabeyini unutmuş gibi görünüyordu.
Yaşamda hiçbir şey ne göründüğü gibi(18), ne de umut(18) ya da hayal edildiği gibi(18) gerçekleşmiyorsa, insan gecikmiş olsa bile, bazı şeyleri ancak yaşayınca görüyor, biliyor ve anlıyordu. Kader kimi insanlar için nankördü(1) çünkü…
Akşam ne olması gerekiyorsa başlangıç olarak şekillenmiş, yenilip içilmiş, “Elhamdülillâh!” denilerek ağızlar yıkandıktan sonra, kanepeye karnını sıvazlayarak oturan ve Yaşar'ın yanına gelmesi için işaret yapan Sait, kız kardeşine emretmişti;
“Yaşar'ın söyleyecekleri varmış, hadi git, okkalı bir Türk Kahvesi yap da içerken ne söyleyecekmiş, dinleyelim bakalım!”
Başlangıçtan o ana kadar bir kere bile başını kaldırıp Yaşar’a bakmayan Saime, ilk kez, belki de gülümseyerek bakmıştı Yaşar’ın gözlerine, onu eritip bitirmek istercesine sanki. Bu bakışlar kendinindi, televizyonlardan, sinemalardan öğrenmiş olması mümkün değildi. Sevgi dolu, şefkat dolu, bir ömrü vaat eder gibiydi o bakışlar…
Kahveleri getirdi Saime. Tepsinin sağ yönünü, ya da ucunu Yaşar’a uzatarak, onun en yakın fincanı almasını sağlamış, ağabey ve yengesine de ikramı tamamladıktan sonra kapıya yakın bir yere otururken plânlı, hınzırca bakışları, tebessüm ötesinde gülüşleri çakışmıştı birbiriyle yenge-görümce olarak.
Yetim Yaşar nereden bilebilirdi ki bir Anadolu geleneğinin kendisine uygulandığını ve şeker yerine tuz konulan kahveyi(19) ses çıkarmadan içmesi gerektiğini. Bilmemesine rağmen gülümseyerek, kendisine imalı(2) bakışlarını esirgemeksizin yönlendiren Sait’e aldırmaksızın içip bitirdi ananevi(1) kahveyi ve kahveyi bitirdiğinde sadede gelmesi(3) gerekliliğini düşündü.
“Kimim, kimsem yok, malım, mülküm de yok. Bir canım var, bir de izniniz olursa Saime’ye vermek istediğim kalbim. ‘Allah'ın izniyle…’ diye başlamak istiyorum!”
"Başla, ama bitirme! Kızımız hem çok küçük, hem de ne doktorlar, mühendisler istedi de vermedik. Düşünmem, düşünmemiz gerek!” dedi Sait.
İçinden “Yuh!” demek geçiyordu Yaşar’ın sessizlikte. “Bu ne perhiz, bu ne lâhana turşusu gibi.” Hem “Gel!” diyor, hem de “I-ıh!” deme gayretini yaşıyordu. Sait sessizliği bozmak gerektiğini hissetmişti;
“Tamam, içinden geçenleri biliyorum, gönül kimi severse güzel odur, Saime’nin gönlü de varsa, tamamla cümleni. Sen, ne dersin kızım?” diyerek Saime’ye döndüğünde, Saime’nin başının eğikliğinde tek bir cümle ayrıldı dudaklarından;
“Sen bilirsin ağabey!”
Bu “Evet!” demenin şekillendirilişiydi, her zaman, her yerde, her istenen konumda belirtildiği gibi.
“Yaşar sözünü tamamlasın, kalk o zaman ellerimizi öp!” dedi Sait ve ekledi;
“Hayırlısı olacağına inanıyorum, çünkü dediğim gibi Yaşar benim asker arkadaşım, aynı karavanayı üleştiğimiz, iyi çocuk, iyi insan. Sanırım paylaşacağınız dünyada mutlu olacaksınız!”
Yaşar mürekkep yalamamıştı(3), yol-yordam bilmiyordu(3), ama “Harp olur, darp olur(2), parasız kalırım belki!” diye cebine sakladığı bileziklerden görkemli olanını hatırladı.
Bu akıl ettiği bir şey değildi, ancak Türk çiçekçinin; “Ağabey, teklif falansa ziynet eklemeyi de unutma!” demesinin katkısı olmuş, bu; aklını başına getirmişti eve yönelişinin öncesinde.
Pansiyona dönüp görünmemeye çalışarak almıştı o bileziği cebine.
“Allah'ın izni, Peygamberimizin kavliyle kardeşinle bir yuva kurmak için izin istiyorum” dediğinde Sait’in “Kardeşimi verdim gitti!” sözüyle Saime önce kardeşi Saim’i kucaklamış, yengesinin ve ağabeyinin ellerini öpmüş, Yaşar’a yöneldiğinde şaşkın bir şekilde titremeye başlamıştı.
Yaşar cebindeki bileziği çıkartıp koluna takarken onu sakinleştirmek istercesine alnından öptü ve alnına bulaşan kahve telvesini cebinden çıkardığı mendille silme gayretini yaşadı.
Saime el koydu mendile, belki de “Ömür boyu bende kalacak hatıran olsun!” düşüncesi ve umuduyla…
Aile olmuşlardı. Yaşar her hafta sonunu özlemle bekliyordu, Cumartesi-Pazar günleri tüm gün tatil olduğu için Sait’le yaptıkları programa göre hafta sonlarında, özellikle hatıraları katmerleştirmek istercesine Televizyon Kulesi altındaki parka, ya da Türklerin oldukça çok konakladığı yerlere gidip mangal yapıyorlardı. Çünkü oturdukları yerde, mangal ve evcil hayvan beslemek yasaktı.
Ve bazı kurallar oldukça sert ve katıydı. Bir kerecik bile olsa bu kuralları delmeye kimsenin hakkı yoktu, bazı kuralları Sait’in uygulamaya koyduğu gibi!
Şöyle ki; Sait’in arabasıyla bir yerlere giderken karı-koca önde oturuyorlar, Yaşar ve Saime ise arkada oturuyorlardı ve ortalarında Saim. Ne zamanki nişan yüzüklerini takmışlar, Yaşar ortaya, Saim ve Saime iki kenara oturur olmuşlardı.
Saime ile Yaşar elleri vıcık vıcık terleyinceye kadar ellerini birbirinden ayırmıyorlardı. Birbirine en yakın oldukları tek andı bu. Nişan yüzüklerini bile alırken yan yana olamamışlardı, yengenin kontrol, dikkat, direktif ve önerileri dolaysıyla.
Yine bir tatil günüydü, piknik yapmağa karar vermişlerdi, gene Türklerin çokça bulunduğu bir havuz kenarında.
Araba durmuş, bagaj açılmış, yavaş yavaş durgun, ama içten bakışlarla hazırlıklara başladıklarında, bir gölge düşmüştü serdikleri sergi sofrası üzerine. Saime başını kaldırmış, geleni tanımış ve;
“Hoş geldin Saip Ağabey, buyur!” demişti çalıştığı fabrikada ustabaşı ya da amir pozisyonunda olan kişiye.
Burnundan soluyan, gözleri belki de sabahın o vaktinde kanlanmış, belki de akşamdan kalmış olan Saip Yaşar’ı gösterirken;
“Kim lan bu sümüklü zibidi(1)?” demişti tehdit eder gibi.
“Öyle kötü söz söyleme ağabey, o benim nişanlım!” demesiyle birlikte Saip;
“Sen, benim olacaktın, başkasının olamazsın!” diyerek arka belinden çıkardığı silâhı sorgusuz, sualsiz iki kez ateşlemişti Saime’ye doğru, kıpırdamasına bile fırsat bırakmaksızın.
Geç kalmıştı Yaşar fırlamak, Saip'i engellemek için. Üstüne doğru giderken kendisi de o tabancadan fırlayan mermi ile nasibini almış, o mermiden sakınamamıştı.
Tabancası tutukluk yapan Saip bir kez, belki de birkaç kez daha ateşlemek için tabancayı doğrultmak isterken, Yaşar bedenindeki son gücü harcayarak Saip'in üstüne atlamıştı.
Tutukluğunu serbest bırakan tabancayı alarak tüm mermileri Saip'in bedenine yerleştirdi, kahırla, kinle, nefretle, üstelik tabancanın tetiği, merminin tükenmiş olması nedeni ile birkaç kez boş olarak çarpmasına, şaklamasına rağmen.
Sonra sürünerek de olsa Saime’ye yaklaşmaya çalışmış, ancak eline ulaşabilmişti eliyle, sıkı sıkı terletmek istercesine. Oysa Saime’nin cansız bedeni kan gölü ortasındaydı.
Yaşar; son bir kez içini çekti, “Ah!” bile diyemeden son nefesini ciğerlerinde hapsederek Saime gibi gözleri açık terk etti dünyayı, belki de dünyada kavuşamadığı Saime’sine ahrette kavuşmak dileğiyle.
Ağabey, yenge ve Saim dehşet içinde kalmışlar, bir şeyleri yapmaya, anlamaya vakit kalmaksızın donup kalmışlardı yerlerinde.
Olay, ertesi gün yalnızca bir gazetenin üçüncü sayfasında, ufacık bir haber olarak şekillenmişti; “Türklerin Aşk Cinayeti” şeklinde. Kim nereden, nasıl duyduysa?
Oysa aynı haber Türk gazetelerinin tümünde ön sayfadan yarım haber, üçüncü sayfadan neredeyse yarım sayfa mizansen(1) olarak sunulmuştu okuyucuya, artık muhabir olayı nasıl şekillendirmişse, daha doğrusu buna uydurmuşsa demek daha doğruydu, yalan-yanlış dolguyla.
Bir aşk tökezlenmeyi bir kenara bırak, başlamadan bitmişti, tıpkı sahipsiz bir “Almanya Rüyası” gibi…
YAZANIN NOTLARI:
(*) 1942 doğumluyum, Bilecikliyim. Ancak yaklaşık 40 yıldır Ankara'dayım (A.Ü.Z.F. tahsilim hariç.). Askerliğimi Yedek Subay olarak yaptım. Sait diye Müftülüğe kadar yükselen bir din adamı aynı tertip ev arkadaşım oldu.
1965 yılında Stutgart Hohenheim Ziraat Okulunda öğrenci stajı olarak gerçekten 2.44 DM/Saat ücretle çalıştım ve gerçekten menfaattar ve bana hiçbir katkısı, lisan öğrenme çabasında olmayan İspanyol bir çingeneyle.
İtiraf etmeliyim ki, bana Almancayı sevdiren ve gerçeklikle öğreten Müslüman olmasalar bile hayırla yâd ettiğim, öldülerse “Allah rahmet etsin!” diyeceğim Bayan Cordula Zanker ile Bay Peter Huhn ve Bay Graf Stolberg'i unutmam asla ve asla mümkün değil.
Öyküdeki Televizyon Kulesi Stutgart’tadır. Cumartesileri tatil olduğundan her hafta sonu bir yerleri gezmeye çalıştım, sıralamaya gerek olmayan.
Öyküde adını belirtmediğim köy Bilecik Merkez ilçesine bağlı Bekdemir Köyü olup bu köyde Möhibe (Mevhibe) Cicianne, Pamuk Dede ve Koca Yaşar denen birileri yaşamıştır, ayrıca öyküdeki gibi yitirdiğimiz kardeşler olmuştur. Onları rahmetle anmak istedim.
Mevhibe (Möhibe yerel söyleniş şekli); Bağış, vergi, ihsan, sevgi.
Sait; Kutlu, uğurlu. İbadet etmiş. Tanrıya karşı görevini yerine getirmiş kimse.
Saip; Yanlışlık yapmayan, yanlışız, doğru, Amaca hedefe uygun, amaca ulaşan.
Gerçeklikle anlatmamda yarar var, 1960-1961 yıllarında köyümüzden Almanya’ya giden emsalim kardeşler ve benden büyük ağabeyler olmuştur. Onlarla ilgili şöyle bir fıkra anlatılır: Biri izinli olarak Almanya’dan köye dönecektir. Hemşerisiyle şu konuşma geçer aralarında;
“Köye gidiyorum, bir diyeceğin var mı?”
“Soran olursa selâmımı söylersin!”
“Ya sormazlarsa?”
“Zengin olduğumu söylersin, o zaman anamı da, babamı da sorarlar!”
(1) Âdâp (Adap); Edep kelimesinin çoğulu, Edepler. İyiliğe, güzelliğe yönelttiği için insanın övgüye değer güzellikler. Dinin gerekli gördüğü ve aklın güzel bulduğu bütün söz ve davranışlar ile uyulması gereken görgü kurallarını, göz önünde bulundurulması, izlenilmesi, bilinmesi gereken yol, yordam, yöntem gibi unsurlar…
Alelusul; Âdet yerini bulsun diye, yol-yordam gereğince, kurallara uygun bir biçimde.
Ananevi; Geleneğe dayanan, geleneksel.
Çıkın (Ya da Çikin veya Çıkı); Bezle sarılarak düğümlenmiş küçük bohça. (Yöresel olarak çikin, “r” harfi düşmüş olarak “Çirkin” anlamında da kullanılmaktadır).
Dimağ; Beyin. Bilinç. Zihin. Kafatasının üst bölümünde, beyin zarı ile örtülü, iki yarım yuvar biçiminde sinir kütlesinden oluşan, duyum ve bilinç merkezlerinin bulunduğu organ.
Faşing; Almanya’da Hristiyanlığın büyük perhizinden önce düzenlenen üç gün, ya da kimi kez bir hafta boyunca süren şenlik, eğlence, karnaval.
Hinlik; Kurnaz olma durumu. Kurnazlık.
Isırgan (Otu); Isırgangillerden boyları bir metreyi bulabilen, yaprakları ve her yanı sert tüylerle kaplı, kırılınca karınca asidi adı verilen yakıcı, kaşındırıcı bir madde çıkartan otsu bir bitki. Bununla ilgili enteresan bir deyiş; Isırgan otu ile taharet olmaz, şeklindedir.
İffetli; Namuslu. Harama yaklaşmayan, helâl olmayan söz ve fiillerden kaçınan. Cinsel konularda ahlâk kurallarına bağlı olan.
Kirlik (Kirlilik); Yöresel deyiş. Bahçelerde üstün-başın kirlenmemesi için tüm bedeni saracak şekilde giyilen, genelde siyah, düğmesiz, kopçasız bir örtü.
Mesuliyet; Sorumluluk.
Mizansen; Bir oyun düzeni. Bir şeyi, bir durumu, olduğundan değişik göstermek amacıyla hazırlanan düzen (Tiyatrolar için değişik anlamı vardır).
Muhacir (Macır); Göçmen. Göçe zorlanmış. Hicret eden.
Mutabık; Birbirine uyan. Aralarında anlaşmazlık olmayan, uygun.
Natura; İnsanın yaradılış özelliği.
Overlok; Bir veya iki kumaş parçasının kenarlarına yapılan bir dikiş türü.
Peyderpey; Bölüm-bölüm olarak, azar-azar, yavaş-yavaş, parça-parça.
Sersefil; Çok sefil olan, çok yokluk çeken, çok yoksul (Sefil; Yoksulluk içinde bulunan, yoksulluk çeken, yoksul, alçak, bayağı).
Tertip; Kanka, Kanki gibi aynı dönemde eğitim görmek, askerliğe alınış düzeni, aynı dönem askerlik yapanların birbirine göre durumu. Uygun bir sıraya, düzene koyma, düzenleyiş, sıralanış biçimi, dizin. Hile, düzen, komplo.
Tıynet: Karakter, yaradılış, huy, maya, cibilliyet.
Zibidi; Gülünç olacak derecede kısa ve dar giyinmiş olan, yersiz ve zamansız davranışları olan.
(2) Fırlak Göbek Bağlı; Genelde hamilelikte bayanlarda hamilelik nedeniyle oluşan bir olay. Yeni doğan bebeklerde karın kaslarının zamanında oluşmaması nedeniyle göbek deliği noktasından çıkıntı oluşması diğer bir olay olup her ikisinin de tıbben sakıncası bulunmamaktadır.
Harp Olur, Darp Olur; Olağan durumun aniden değişebileceği, hazırlıklı olmanın gerekliliği anlamında bir deyim.
İmalı Bakışlar; Üstü kapalı, örtülü hissettirmek, anlatmak amaçlı, ancak rahatsız edici bakışlar.
İttirerek-Gaktırarak; Bir eylemi zorlayarak, faydası olacağına inanamayarak yaptırmak anlamında yöresel bir söz.
Karınca Kararınca (Karınca Kaderince, Kararında, Kararınca); Az da olsa elden geldiğince.
Kaz Kafalı; Anlayışsız, kavrayışsız, düşüncesiz (kimse).
Lagul-Lugul, Dagıl-Dugul; Türkçemizde karşılığı olmayan kuru gürültüyü, karmaşıklığı anlatmak için “Eften-püften, falan-filân” tipinde çaresizlik durumunda uydurulan anlamsız kelime dizileri.
Münkir-Nekir; Kur’an’da yeri olmayan, hadislerde rivayet edilen, ölen bir insanı mezarda sorgulayan melekler. Sorgu Melekleri denilen bu meleklerin isimleridir; Münkir-Nekir’dir. Sordukları suallere Ahret (Ahiret, Kabir) Sualleri denmektedir. “Rabbin kim? Dinin ne? Kimin ümmetindensin, Kitabın ne? Kıblen neresi?” diye başlayan ve “Rabbim Allah!” cevabı verilmesi gerektiğine inanılan suallerdir.
Mürdüm Eriği (Damson); Yenebilir, çivit mavisi rengiyle diğer eriklerden ayrılan, oval şekilli, sert çekirdekli, etleri sarı renkli erik.
Yorgun Argın; Çok yorulmuş, gücü kalmamış, bitkin bir durumda.
(3) At Gözlüğü İle Bakmak; Çevresinde ne olup bittiğini anlamaktan uzak olmak, olup bitenleri değerlendirememek ya da değerlendirmekten kaçınmak için hayal dünyasında yaşıyormuş gibi çevresine duyarsızca bakmak, bakınmak.
Çay Sıra Gidip, Yol Sıra (Gelmek); Herhangi bir işi isteksiz olarak yapmak.
Çil Yavrusu Gibi Toplanmak; Topluluk halinde bulunan insanların hayvanlar gibi toplanması (Aslı; Çil Yavrusu Gibi Dağılmak şeklindedir. Topluluk halinde bulunan insanların hayvanlar gibi her birinin bir yana dağılması).
Debelenmek; Bir acının etkisiyle ya da bir baskıdan kurtulmak için çırpınmak, tepinmek, kıvranmak, kımıldamak, devirmek, oynamak, yuvarlanmak.
Derisi Pötürleşmek (Pütürleşmek); İnsan derisinin bakımsızlık ve yaşlanma dolaysıyla kuruması, şekilsizliği.
Doyunmak; Yeteri kadar bir şeyler yemiş olmak, midesi doymak.
Gaipten Sesler Duymak (Almak); Görünmez, bilinmez, gizli âlemden, kâinattan (sözüm ona) sesler duymak.
Gözetmek; Göz önünde bulundurmak, önem vermek, ayrı tutmak. Özen göstererek koruyup kollamak, bakmak.
Gözleri Hârelenmek; Kımıldadıkça üstünde hâreler (meneviş) görünmek.
Hak Tecelli Etmek; Ölmek. Bir şeyin ortaya çıkması, ölümün gerçekleşmesi.
Hayal Meyal Hatırlamak; Açık seçik olmayan, bulanık, flu bir görüntü gibi, belli belirsiz hatırlamak.
İçten Pazarlıklı Olmak; Alçak, korkak, namert olmak, sadistlik etmek.
İktifa Etmek; Yetinmek. Olduğu kadarını yeterli bulmak, kâfi görmek, fazlasını istememek.
Kol Kanat Germek (Olmak); Yardım etmek, gözetmek, himaye etmek, bir kimseyi koruyuculuğu altına almak.
Mürekkep Yalamamak; Okumamış, öğrenim görmemiş, kültürsüz olmak, tahsilli olmamak.
Nabız Yoklamak; Bir konuyla ilgili olarak niyetin, eğilimin ne olacağını anlamaya çalışmak.
Nankör Olmamak; İyiliği bilmek, kendisine yapılan iyiliğin değerini bilmek.
Nefsi Köreltmek (Nefis Körletmek, Nefsini Köreltmek); Nefsin isteklerinden herhangi birini üstünkörü gidermek. Bir şeyin zayıflamasına, şiddetinin yoğunluğunun azalmasına sebep olmak. Doyum isteğini şu ya da bu şekilde karşılamak. Nefsi değer, önem ve yeteneğini yitirmiş duruma getirmek.
Palazlanmak; Gelişmek, irileşmek. Kuşların büyüyüp etlerinin yenilecek hale gelmesi.
Pattadanak Göçmek; Yöresel bir deyim olarak; aniden (sapasağlamken) ölmek.
Sadede Gelmek; İlgisiz sözleri bırakıp asıl konuya gelmek. Maksada dönüp açıklamak. Konuya girmek.
Salâvatlamak, Selâvatlamak, Sâlavatlamak, Selavatlamak; Yöremde kullanılan ve “Uğurlamak, güle güle demek” Mezarına teslim etmek anlamında kullanılan bir fiil.
Sünnetlenmek; Lügat manası; bir tabaktaki yemeğin iyice sıyırarak yenmesi, yedirilmesi. Halk dilinde ise; atılması, dökülmesi olası bir şeyi sevabını almak için yedirmek, içirmek, bitirtmek eylemi olarak vasıflanmaktadır (Genel olarak; “Sünnetlemek” şeklinde söylenir).
Yol Yordam (Usulü Erkân, Yol Erkân, Yordam Erkân, Âdâbı Erkân) Bilmemek; Âdap ve terbiye kuralları, kaideleri, edepleri, usul, yöntem ve davranışlarını bilmemek, uymamak, dikkate almamak.
(4) Belagate Sandığı; Daha çok Belâgade, Belegade Sandığı şekillerinde Osmanlının ilk kurulduğu ya da hüküm sürdüğü yörelerde (Bilecik ve ilçesi Söğüt, Bursa ve ilçesi İnegöl dolaylarında) kullanılan bir sözdür. Yedek akçaların, kıymetli evrakın ve anıların saklandığı yer anlamında kullanılmakta, ayrıca “Ölümlük-Dirimlik” ya da “Kefen Parası” denilen tasarrufların saklandığı kavanoz, kutu ya da sandık olarak söylenen yerel bir deyiş.
(5) Bağırsak Dolanması (Dolaşması, Düğümlenmesi, Invajinasyon); Bağırsakların birbirinin içine girmesi. İçeriye çekilen bağırsak bölümüne kan akımı bozulur , bu bölgelerde hassasiyet, şişlik meydana gelir ve bölge canlılığını yitirir.
(6) Adam Olmak; Büyümek, yetişmek, topluma yararlı olmak, iyi olmak, adam gibi davranmak, bir duruşa sahip olmak. Bir gruba dâhil olmak değil, bir duruşa sahip olmaktır.(Meşhur hikâyedir; “Kaymakam olan bir oğul, babasını makamına getirttirir ve “Adam olmazsın!” diyordun, “Kaymakam oldum!” sözlerine karşılık “Ben kaymakam olamazsın demedim ki, adam olamazsın, dedim. Adam olsaydın beni getirttirmek yerine gelir elimi öperdin!” demiş).
(7) Faiz Ayetleri; Kur’an da Al-i İmran, Nisa, Bakara ve Rum Surelerinin muhtelif ayetlerinde faizin haram olduğu belirtilmektedir. İki örnek vermek gerekirse; Al-i İmran Suresi 130. Ayette; “… faizi kat kat yemeyiniz…” Bakara Suresinin 275-281 ayetlerinde ise; “Faiz yiyenler, mahşerde ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar… Allah faizi haram kılmıştır…” denmektedir.
(8) Yanı başındaki komşusu açken, tok olarak geceleyen kişi (olgun) mümin değildir. HADİS
(9) Evlerinin önü söğüt, atalardan almış öğüt… Bir yiğit gurbete gitse diye başlayan türkü Keskin’e aittir.
(10) Frâulein (Almanca); “Evlenmemiş bayan”
Ja-ja,jawohl (Almanca); “Evet, doğru”
Nein (Almanca); “Hayır”
Ach so (Almanca); “Sahi, öyle mi?”
Deutschaland; Almanya. Ek bilgi olarak “Üüber alles” takısıyla Alman Ulusal Marşında söylenen ve üstün ırk safsatasının şekillendirildiği sözler.
AufWiedersehen (Almanca); “Hoşça kalın, Allahaısmarladık!”
Guesthause (Almanca); “Misafir evi”
Schwein (Almanca);”Domuz eti, yağı, pastırması, pirzolası vb.
(11) Düştüğün yollar gibi sonsuzdur benim tasam, bekleyenim olsa da razıyım kavuşmasam… Faruk Nafiz ÇAMLIBEL, “YOLCU ve ARABACI” Şiir; Suat SAYIN tarafından Türk Sanat Müziği olarakUşşak Makamında bestelenmiştir.
(12) Namaz Çeşitleri; Farz (Beş vakit ve Cuma), Vacip (Vitir, Bayram) Sünnet (Beş vakit namazların önünde ve arkalarında kılınan namazlar) ve Nafile (Teravih, Teheccüd, Tahiyyatül-Mescit, İsrak, Duha, Evvabin, İstihare, Tespih) namazlardır. Bu namazların her birinin kendilerine göre kural ve şekilleri vardır.
(13) Bağdat Yolu diye ünlenen, “Bir bakış baktın, kalbimi yaktın” şeklinde başlayan “Sen bir şahinsin, ben garip serçe” nakaratıyla gönüllere yerleşen Rast Makamındaki Türk Sanat Müziği eserinin Beste ve Güftesi; Cevat ÜLTANIR’a aittir.
Bir bakış bir âşığı aşkından emin eder / Sevişenler daima gözlerle yemin eder. Victor HUGO.
Bir bakış, bir âşığa neler neler anlatır, bir bakış bir âşığı saatlerce ağlatır. Victor HUGO.
Bir bakışın kudreti, bin lisanda yoktur / Bir bakış bazen şifa, bazen zehirli bir oktur. Victor HUGO.
(14) Bir işi murâd etme / Olduysa inâd etme / Haktandır o red etme / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler… Erzurumlu İbrahim HAKKI
(15) Zordur almak bizden kızı… Barış MANÇO’nun “İşte hendek, işte deve” isimli şarkısının son mısraı.
(16) İnsan bir kere sever… Söz ve müziğini Selâmi ŞAHİN'in yaptığı “Seninle tanışmamız bir tesadüf değil mi?” diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin bir yerlerinde; “İnsan bir kere sever, bir daha sevemez ki” dizeleri yer almaktadır. Buna benzer Ludwig Von GOETHE’nin çok güzel bir sözü vardır ayrıca; “İnsan yaşamı boyunca bir kişiyi sever... Önceki ve sonrakiler; birer arayış, kaçış, ya da aldanıştır.” Doktor Kâzım ERKENT'in de “İnsan bir kere sever” adlı bir şiirinin olduğu hatırımda.
(17) Neylersin ölüm herkesin başında, / Uyudun, uyanmadın olacak / Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında? / Bir namazlık saltanatın olacak / Taht misali o musalla taşında… Cahit Sıtkı TARANCI, “35. YAŞ ŞİİRİ”
(18) Hiçbir şey göründüğü gibi değildir; Bu konuda İnternette de görüleceği üzere birkaç öykü vardır. “Bir köyde yaşlı bilge bir adam; öküzünü yitirip ata kavuşan, oğlunun ayağı kırıldığı için kendisine yardım edemediği için yakınan, kırık ayaklı olduğu için askere alınmayan oğlu için bilge adamla her sohbete gittiğinde, kötü-iyi olmasına aldırmaksızın; aynı sözü söylemiş yaşlı bilge adam. Bazı yerlerde; “Olabilir de, olmayabilir de!” şeklinde yazılmıştır.
Hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Bugün hayat veren su, yarın sizi boğabilir! Mevlânâ Celâleddîn-î RÛMÎ
İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar… “DENİZİN TÜRKÜSÜ” Yahya Kemal BEYATLI (Şiirin en anlamlı en son dizesi).
Hayallerinin Esiri Olmamak; Rudyard KIPLING “EĞER (IF)” isimli şiirinde, (If you keep your head when all about you… şeklinde başlayan) “Çevrende herkes şaşırırsa, bunu da senden bilse, sen aklı başında kalabilirsen eğer… Eğer hayal edebilir ve hayallerinin esiri olmazsan” denilmekte. Rahmetli Bülent ECEVİT bu şiiri “ADAM OLMAK” olarak tercüme etmiş ve bu dizeyi; “Düşlere kapılmadan, düş kurabilir(sen)” şeklinde belirtmiştir. Bu konuda Mallarme, Baudalaire, Rimbaud, Varlaine, Valery ve Poe’nun sayılamayacak çok güzel sözleri vardır.
(19) Tuzlu Kahve; Genelde Trakya ve Marmara yörelerinde ancak Türkiye’min çok bölgelerinde uygulanan bir âdettir. Amaç; “Tuzlu kahve ikramında gelin adayının damada gönlünün olup olmadığının”, şekerli kahve ise gönlünün olduğunun” ifadesi olarak söylenmişse de aslında bu, damadın istediği kız için nelere tahammül edeceğinin, katlanacağının belirtisi, kanıt, işareti gibi yorumlanır. Damat o kahveyi mutlaka içmelidir.