I. Kısım (Yarı Kısmen)

Osmanlının canlı örneklerinden biri, bir Osmanlı Kadını(1) olan rahmetli annem anlatırdı.

Hemen unutmadan söyleyeyim, o zamanlar Hacca gitmek İslâm’ın şartı olmaktan ziyade mecburiyet gibi bir şeydi. Varlığı, düzeni yerinde olan-olmayan, irat satar, bağ-bahçe-tarla satar, ne yapar, ne eder, denkleştirir, Hacca giderdi.

Babam da, annem de Hacca gitmişler doğal olarak Hacı unvanlarını hak etmişlerdi! Tekrarlıyorum; anlatırdı Hacı Annem;

“Taşıma su ile değirmen dönmez!” diyorlardı. Bayağı da döndürüyorduk söylenene inat! Çünkü zaman o zamandı. Köyümüzde elektrik yoktu, içmek, kullanmak için suyu 50-60 metre uzaktan getirir, tenekeleri çağıldan(2) çıkarırken oldukça zorluk çekerdik.

Bazen kuyudan su çektiğimiz de olurdu. Ancak Koca Çaydan bir sel geldi mi günlerce kesilmezdi mili kuyunun. Hem 60-70 metre uzunluktaydı çıkrığın(3) ipi. Çek Allah çek bitmezdi sanki.

Dolap Beygirimiz(4) de yoktu ki, kapat hayvancığısın gözlerini, durursa diye durduğunu anlamak için tak boynuna bir çan, dönsün, çevirsin dursun, çıkarsın suyu. Bu nedenle suyu çok idareli kullanırdık.

Köyümüzün ilkokulu yoktu, ama gudretten(5) kaynaklı hamamı ve evvel Allah cumalar, sünnetler-düğünler, bayram ve cenazeler için camisi vardı. Fahri görevli imam efendi -ki o da köyün hacı hocalarından biri idi- bahçelerden vakitlerinde dönebilirse vakit namazları için ezan okur, tek başına da olsa namazını eda ederdi.

Kışın cemaatin sayısı artardı, bir de dini bayramlarda, düğün-derneklerde, cenazelerde.

İçme suyu-elektrik gibi köyümüzün yolu da yoktu sayılabilir. Toprak yoldan ancak bir araba, sürtüne-sürtüne de olsa ancak bir kamyon geçebilirdi. Ezkaza(6) iki araba karşılaşsa yolda, yaklaşık iki kilometrelik yolu, hangisi çatağa(7) yakınsa o efendilik ederek geri geri giderek ötekine yol verirdi.

Kamyon dedim, çünkü köyün dağındaki toprakta bir maden varmış, köye gelir olsun diye muhtarlık o topraktan satardı. Söylemeyi unuttum, Fahri hoca efendi aynı zamanda muhtar, berber, dişçi ve sünnetçi idi.

Erkek ölüleri de o yıkardı, kadınları ise hacı hanımla, bu işlerde yıllarca yaşlanmış Gülsüm Gadi(8) yıkardı. Hacı hanım muhtarın hanımıydı tabi, söylemek gereksiz.

Muhtar; iyi adamdı, hoş adamdı ama çok kötü bir huyu vardı. Yanlışı düzeltip doğruyu alkışlamak yerine, doğruya “Amenna(9)!” deyip yanlışı dimdirek(10) yüzüne vururdu insanın!

Ya da bir başka deyişle; iyiler, doğrular, güzeller için “Aferin!” demek yerine, kötüler, yanlışlar, çirkinler için “Yuh!” demeyi tercih ederdi. Cuma ve ramazanda teravih namazına gelmeyenler için “Bre zındıklar(11)!” diye ağzını açtıktan sonra devam eden konuşmalarını tutabilecek olana aşk olsundu!

Ramazanlarda teravih namazlarını nerdeyse hatim indirerek(12) uzun uzun kıldırır, vakit namazlarının azlığından şikâyet eder, kandillerde tespih namazlarıyla(1) neredeyse sabah ezanına ulaşırdı!

Kimsenin üstüne sabah güneşi doğdurmazdı muhtar hoca. Öylesine gözel(!), makamlı ve tecvitli(14) okurdu ki ezanı, herkes doğrulurdu yataklarından. Sabah namazından evveli ayakta olurdu herkesçikler.

Hem sonra bir başka doğardı güneş ufuktan. Önce gök siyaha yakın kırmızılaşır, sonrasında güneş ateşten bir top gibi kıpkızıl gösterirdi kendini. Yazın irada(15) koşmanın, kışın hocanın bitip tükenmeyecek oldukça çok ve uzun azarlarını işitmemenin, bebeklerin, çocukların ise doyurulmalarının, okula hazırlanmalarının vakitleri idi, o vakitler.

Ben ve amcakızı Sena Ablam toprak yolu tercih etmezdik okula giderken. Uzundu ve hangi kavşaktan, nasıl çıkacağı belli olmayan özellikle kamyonlardan korkardık. Çünkü komşu Çapanoğlu Mustafa Emminin oğlu benim yaşlardaki Gıdık Ahmet, karşıdan karşıya geçeyim derken o kamyonlardan birinin altında kalmış ve mevta(16) olmuştu maalesef.

Kaza ‘Geliyorum’ dememişti çünkü ve de bilinirdi ki; ‘Ölenle ölünmez, ölüme çare bulunmazdı.’ Ayrıca o büyüğün dediği gibi; ‘Ölümsüzlük herkesin harcı değildi.(17)

Biz, tren yolunu tercih ederdik. O toprak yola göre tozsuz ve daha güvenli idi bizim için, andıktan(18), kurttan, köpekten, yılandan, çıyandan korkmuyorduk desek yalan olur, çekiniyorduk biraz da olsa, köy çocuğu olsak da.

Tren yolunun toprak yola göre mahzurları yok muydu? Vardı tabi, ama Habibe Halanın oğlu Şimendiferci Mehmet Abi, marşandizler dâhil tüm trenlerin vakitlerini bir-bir ezberletmişti bize. Bundan dolayı rahmetli hacı babamdan yadigâr(19) köstekli saate(20) bakıp ona göre tedbirimizi alıyorduk.

Daha doğrusu almağa çalışıyorduk. Çünkü trenlerin, hangi cinsi olursa olsun “Tehir” denilen gecikmek gibi bir lüksleri vardı! Bu nedenle yarmalara, tünellere ve uzun köprüye girerken kulaklarımızı dört açarak(!) sessizliği dinlerdik. Net sesler büzülmemize neden olurdu yarmalarda ve tünelde, uzun köprüde ise korunaklar vardı, oraya sığışırdık Sena Ablayla.

Tren raylarına kulak dayayarak trenin gelişini dinlemek de yasaktı bize. Çünkü Agoş’un Mahlep Bedriye teyze tren geliyor mu, diye böyle dinlerken tren ezivermiş onu. Bunda sağır olmasının, daha doğrusu ağır işitmesinin de rol aldığı söylenmişti.

Zaten köyde normal ölümlerin anormal ölümlere göre daha çok olduğunu da söylemek zordu! Gerçekten kimse ne kanseri bilirdi, ne veremi, ne de kalp krizini. Meselâ Ciciannenin gelini Kız Hasene doğuramadığı için ölmüş, karnında bebeği kımıldaya-kımıldaya gömülmüş mezara. Sevdiğe halanın oğlan bir ay içinde kızamıktan, Habibe bibinin torunu menenjitten üç gün içinde göçmüş!

Bir de Sultan’ın ölümü enteresan sayılırdı. O günlerde bahçelerde dolaşan Sultan, birden bire bir su yılanı ile karşılaşınca çekinmiş, heyecanlanmış, telâşlanmış, koşmaya çalışırken ayağı takılmış ve başını taşa çarptığı için belki de anında ölmüştü.

Eve düşünülen zamanda gelmeyince ailesi merak edip aramış, andıkların keyifli bağırışları onları o bahçeye sürüklemiş ve cesedini fazla parçalanmadan kurtarmışlardı andıklardan. Yoksa sabaha kalsalardı meraksız olarak, herhalde bedenini değil, kemiklerini bulurlarmış.

Zaten onun ölümünden sonra o bahçenin adı da “Sultan’ın Yılanlı Bahçesi” diye anılır olmuştu.

Köyde yöresel isimler hep böyle verilmiş zaten. Örneğin; Vişnelik, Ayvalık, Narlık, Meşelik, Fındıklık, Bademlik, Kestanelik, Ihlamurluk, Dutluk böyle isimlerdi.

Dutluk deyice meyvesi için sanılmasın, yaprakları içindi. Çünkü köyde hiç kimse boş durmazdı, birer ikişer paket ipekböceği bakarlardı. O hayvanlar da öylesine oburlardı ki, ölümleri için var kuvvetleriyle doyunurlardı sanki. Bir eşek yükü dalı, ikincisini getirinceye kadar yer, bitirirlerdi.

Ayrıca Cinler Cevizi, Kum Bağlar, Kızılcık Tepe, Döngellik ve Hurmalık gibi anılan mevkiler de vardı ki, zayıflığım işte öykülerini ya duymamışım, ya da hatırımda kalmamış.

Ava çıkanlar da her zaman vukuatsız dönmezlerdi. Keklik, yaban domuzu, tilki, andık vuralım derken, kendilerini, ya da arkadaşlarını vuranlar vardı. Nitekim bunlardan bir ağabey kardeşini vurarak ölümüne sebep olmuştu.

Hâkim affetmişti onu, ya da ceza vermemişti ona, ama vicdan azabı, gönül üzüntüsü, hicranı mahvetmişti onu ve denildiğine göre bir hafta içinde o da kardeşinin yanına salavatlanmıştı(21)!

Köyde çok zaman insanlar akşam yatar, sabah bir de bakarlarmış ki, bir sala; “Falanca mefat etti!” diye köy minaresinin şerefesinden bağırıyor muhtar hoca, “vefat etti!” ya da “öldü!” demek yerine.

Söylemeğe gerek yok, öyle hoparlör falan gibi düzenekler olmadığı için yetmiş basamak merdiveni çıkarak ve dinlenmeden, gür sesiyle verirdi haberi hocamız. Diğer haberler, minareden indikten sonra konuşulurdu.

Şükrü Efendinin kızı Şükür Perihan’ın Kocası Kılıbık Musa’nın da ölümü enteresanmış. Arabadan mı, eşekten mi ne atlamış, denildiğine göre “Bi bilmem ne yapsam, rahatlaycam!” diye gaz çıkaramamaktan şikâyet ederken kıvrana-kıvrana yarım saat içinde göçmüş.

O zamanlar bağırsak dolanması da bilinmiyormuş herhalde. Bir de tevatür(22) müdür, nedir, Yetim Hamdik’in kirezden düşüp öldüğü söylenmişti. Ağaçtan düşenlerden en şanssızı o olsa gerekti. Çünkü onun dışında duttan-cevizden-ayvadan düşenlerin ya kolu-bacağı kırılmış, çıkmıştı, ya da bir süre sırtlarını-mırtlarını tutarak yürümek zorunda kalmışlardı.

Köyde yaşanan enteresan olaylardan biri de kendi emsali, belki bir-iki yaş büyük kızlardan Sebahat Kamile ablanın sesi oldukça kalın olan kızı Manav Saliha’nın, ilerleyen yıllarda ameliyatla erkek olup Orhan adını almasıydı. Sonradan askere gitti mi, işte o aklında kalmamış.

Tütünü, anzarotu(23) da kimse bilmezmiş o zamanlar. Sonradan muhacir göçmenler(24) gelince köye, sarı uçlu cıgaralar bilinir olmuş. Tabii bir kısım ölümler de bu nedenle olmuş, kalpten, akciğerden, beyin kanamasından filân değil, ecelle!

Bir de böyle cigara yüzünden Kıl (aynı zamanda kel) Veysel’in münakaşa ettiği genç bir oğlanı 6.35 lik bir silâhla öldürdüğü, damda yatıp, sonra hükümet affı ile salıverildiği de söylenmişti, bir aralar…

Tren yolundan şikâyetçi olmadık asla. İki amcakızı okula gidip-gelmek mutlu ediyordu bizi, daha doğrusu beni. Çünkü Sena Ablanın bir de ikiz küçük kardeşleri vardı. Okul dönüşünde bir süre onları eylemek, bakmak göreviydi. Derslerine ancak baba ve ağabeyler bahçelerden ya da oldukları yerlerden eve dönmelerinden sonra başlayabilirdi.

Bazen, eğer ağır, ya da yetiştirilmesi gereken derslerim olmazsa, aradaki Rahmi Ağabeylerin evini saymazsak evlerimiz yan yana idi Sena Ablaların evi ile yardımına giderdim onun.

O zamanlar böyle paketle satılan bezler mi vardı ki? Patiskadan, Amerikandan bezler vardı ve kaç takım olursa olsun, mutlaka yıkanmaları gerekti, annesi de çeşme ağzına onları yıkamaya, daha doğrusu durulamaya giderdi.

Maşallah kız-oğlan fark etmeden ikizlerin bağırsakları da, böbrekleri de o kadar güzel ve vakitsiz çalışırdı ki! Hani yaşlarını bilmesem, sırf anneleri eziyet çeksin dercesine bilinen işlerini yarımşar saat arayla ve arka arkaya görürlerdi sanki!

İkizler büyüdüler tabiatıyla. O sıralar, yani ikizler büyüyünceye kadar Sena Ablanın çok söylediği bir söz vardı: “Kediye evlenmek, bana dinlenmek yok!” derdi. İkizlerin büyümeleri onun önünün aydınlanması oldu. Liseye gitmedi, kısmeti çıktı.

Aslında kısmetini beklemiyordu zaten, Çapanların Seviye ablanın oğlu Molla lâkaplı Mehmet ağabeyle belki ilkokuldan beri bakışmaları vardı.

Aileler de, kendileri de gecikmek istemeyince baş-göz edildiler, köy düğünü ile kavuştular birbirlerine. Yani onlar erdiler muratlarına…

Onlardan sonra benim nasibim çıktı liseyi bitirdikten sonra. Köyün muhtarı değişmişti. Yeni muhtar uzaklardan biri sayılmazdı. İstek üzerine herkesçe seçilmişti köyümüze.

“Şimendiferci Mehmet Ağabeyin oğlu, yani baban görücü usulü(27) ile beni istedi, ben de evlendim ve sen doğdun kızım.”  dedi annem…

 

II. Kısım (Kısmen)

Annemin anlattıkları, belki de kendi lehçesi ile anıları bu kadarla bitti. Annem, IQ(25) nedir bilmezdi, ama zeki kadındı. Osmanlı olduğu kadar, ilkelerinden kesinlikle ödün vermeyen bir Amazon(26) Kadını da sayılırdı. Ata da iyi binerdi, merkebe de, değme oğlanlara inat! Tek başına yüklerdi merkebe köfünleri(28).

Hiç kimseyi önemsemez, “Sen de bin!” deseler de o yüklü eşeklere asla binmez, semer bile vurmazdı merkebe, yük olmasın diye hayvancığıza. (Hem zaten bilindiği üzere; “Semer seçilirken eşeğin fikri değil, ölçüsü alınırdı.” Hak edenler için söylenmiş olsa gerek!)

Çok kimse birbirine “eşşek...” diye şeddeli bir şekilde küfre başlayacağı zaman veya bunu hissettiğinde; “Dünyanın en çok kahır çeken, en takdir edilecek hayvanıdır o!” der, sitem ederdi karşısındakine… Ayrıca anlatırdı;

“Eşek deyip geçmeyin. ‘Bir defa onun gözleri çok güzeldir ve yerine göre bazı insanlardan da akıllıdır. Onunla dağda bile yol bulmak mümkündür. Eşek hem akıllı, hem de iyi bir kılavuz olup gittiği yönü ve yeri asla unutmaz, en az zahmet verilecek, en yararlı, en kestirme ve en düzgün yokuşu tahmin eder ve kısa dönemeçlerle yorulmadan götürür sizi istediğiniz yere(29). Yoksa niye kervanların önüne eşek konulsundu ki’ ve ‘Eşek bir çamura bir defa düşer!’ deyimi oluşsundu ki?”

İlkokulu bitirdiğimiz yıl Hacı Kâhya amca bir minibüs alıp getirdi köye. Oğlu yoktu. Kızına öğretti, kendiyle beraber götürdü-getirdi bizi ilk zamanlar, sonra devamlı olarak Zeynep abla getirip götürdü, bizi ortaokula ve liseye.

Bazı arkadaşlar birbiriyle aşk-meşk konularında uluorta konuşuyorlardı. Benimse ne birine göz aşinalığım(30), ne de öylesine bir düşüncem vardı. Benim bir yerlerde kısmetim vardı mutlaka, bekledim, üniversiteye kadar.

Sırası gelmişken söyleyeyim, köyümüzdeki Ayşe’ler Fatma’lar gibi yavan isimler zamanla, Eda, Nur, aynı şekilde Ahmet’ler, Mehmet’ler de Çağdaş, Özgür gibi sosyete isimleri ile yer değiştirdiler.

Bu isim olayında sanırım ki biraz annemin de katkısı olsa gerekti. Çünkü Sena ismini çok beğendiği için “Kızım!” deyip bana da Sena ismini takmak istemiş. Önce muhtar, sonra da Nüfus Memuru “Olmaz!” demişler. “Aynı isim ve soyadı ilerde problem çıkarırmış!”

Bunun üzerine muhtar önce Hüsna, sonra Hasene demiş, annem “İsmi Sena’ya benzesin” isteyince de “O zaman Senay olsun!” demiş muhtar.

Nüfus Memuru da “S” harfine bir kuyruk takınca olmuş ismim; Şenay. Başlangıçta yadırgasalar da sonraları herkesler alışıp gitmişler ismime.

Sülüklü Sorgun Çayı ve Durusu adlı derelerimiz akardı eskiden, her taraf yeşillikti, bağlık-bahçelikti. Suyun başlarında Örencik Tepenin hemen altında, Narlıkta Ambar Gölet vardı, yazın oğlanlar bunaldı mı suya girerdiler orada, hatta balık bile avlarlardı.

Vaktinden önce emekli olan rahmetli Hacı Babam sabahları önceleri kara ekmek, sonraları etrafa uyup ak bir somun alırdı eline, akşama kadar uğramazdı bir daha eve, bahçelerde geçirirdi vaktini. Çünkü ağacın kovuğunda tuzu, çağılın dibinde tüpü-çayı ve şekeri vardı.

Bahçelerin doğal biberi, salatalığı, domatesi katık istemezdi ki. Namazlarını göz kararı kılardı, özel olarak hazırladığı tahtanın üstüne namazlığını sererek. Bir gün tüpünü çalmışlar birileri çağıldan. Hiç ses etmedi, ilenmedi, gücenmedi, okumadı. Gitti yenisini aldı, sadece sakladığı yeri değiştirmişti.

Derelerimizde sular kesildi önceleri, Ambar Gölet kurudu, yukarılara bent-gölet yapılınca. Sonra “Su Hakları Kanunu” varmış, saldılar yukarıdakiler suyun birazını derelere, ama irada yetmedi. Bereketli topraklarımız yoz oldu, çoğu keleme(31) kaldı, çalı-çırpı bürüdü çok yeri.

Köydeki hane sayısı da azaldı. Mandıra kapandı, keçi peyniri hayal, manda kaymağı rüya, ev salçası, erişte, kızılcık reçeli, nar ekşisinin adları anılmaz oldu. Oysa boğazlarımız gidişti mi, keçi sütü içmek ve keçi peyniri yemek çok iyi gelirdi tüm çocuklara, hatta hepimize.

Bir de söylemek gerekli herhalde zamanında herkes doğal gübre kullanırdı, öyle görmüş, öyle öğrenmiştik atalardan. Okuyanlar arttıkça, muhacirler bazı şeyleri öğrettikçe, medeniyet ilerledikçe köylümüz fenni gübreyi de bilir oldu.

Kimse hayvan peşinde koşup, ya da ahırdan yükleyip mokla-püskürükle(!) uğraşmaz oldu. Fenni gübreye dadandı herkes. Kimse elinde saman parçalarıyla hayvanın dışkısı boşa gitmesin diye hayvan peşinde dolaşmaz oldu. Bu da doğal, ya da yeni yetmelerin deyişiyle organik sebze-meyvenin çanına ot tıkadı(32). Yozluk(33) egemen oldu, yaşamımıza.

Annemin dediğine göre sanırım erken evlenenlerin sonuncusu idiler Sena Teyze ve kendisi. Ben bile oldukça geç evlendim, tabii söylemeğe gerek yok, görücü usulü ile. Vakti gelince onu da anlatırım.

Köyde, köyün ortasında Koca Çayın kenarında duran Zeynep Abla’nın minibüsünün kornasını duyan herkes okumaya koştu. Daha sonra köye İlköğretim Okulu açıldı. Minibüs sayesinde çoğu öğrenci liseyi bitirdi, ırgatlığa(34), çiftçiliğe devam etse de. Bunun da mahzuru olmadı değil tabii.

Bazen minibüsün seferleri yeterli olmayınca bir kısım köylümüz birkaç parça eşya ile şehre göç etti kira ile ev tutarak, belli bir zaman için, çocuklarını okutup adam etmek gayesiyle!

Bir kısmı bebelerini evlendirmek ve daha sonra torunlara bakmak için de şehirde kaldılar bir süre. Daha sonra hepsi döndüler köyümüze. Bunda en çok hanımların sözü geçiyordu ve mantıken bilinirdi ki; “Emir demiri keserdi!” ve kesmişti de hepsi için!

Başlangıçta şehir hayatının bir sürü kolaylıklarından faydalanarak mutlu olmuşlarsa da, şehirde yaşamak hepsine zor gelmişti bir bakıma, denilebilir.

Ancak… Her şeye karşın önce okuyanların çoğu köyü terk etti. Sadece eskiler kaldı, cahil. Bu; göçmenlerin mecburi iskânını sağladı. Yaşam kozmopolitleşti(35). Yol genişletilip asfaltlandı, bunda da Hacı Kâhya amcanın emeği inkâr edilemez.

İmam muhtar amca vefat etti. Cami yenilendi, hatta İmam-Hatip mezunu bir hoca geldi ve ona lojman yapıldı, minareye hoparlör, cami içine vantilatör ve cereyanlı klima ve ısıtıcı takıldı.

Evvelden geçen trenlerden atılan gazeteler günlerce okunurdu caminin önündeki kerevette(36). Leblebi şekeri atılırdı trenlerden tanıdıklarca, eğlencemizdi, sevinirdik. Posta-ekspres ne tür tren varsa geçerdi köyün içinden. Şimdi yollar da değişti. Artık bizim Sütçü Beygiri dediğimiz posta trenleri ile yük trenleri geçiyor şimdilerde köyün içinden, sadece.

Hatırlıyorum da, bazen şehre inen annem, o Sütçü Beygiri denen trenlere biner, köye geldiğinde kirliğini, şalvarını toplayıp başını sıkıca bağlayıp atlardı hareket halindeki trenlerden usulünce, usturupluca(37). Değme oğlanlar onun gibi atlayamaz çoğu yuvarlanır, yaralanır-berelenirdi. Türban nedir bilmedi annem, başörtüsünden de vazgeçmedi hiç, hacca gidip-gelmesine rağmen.

Şimdilerde herkes çok şeyleri kendine alabiliyor hem canları ne isterse. Kara fırın köy ekmeğinden vazgeçildi, ak şehir ekmeği her gün sabah servisi ile geliyor köye. Sadece düğün-derneklerde değil, her gün sabah akşam şehir ekmeği yeniyor artık.

Çocukların çoğu artık Beslenme Çantası taşımıyor. Şehirde pandispanya(3), kek, poğaça, simit, kraker, sandviç, tost, kremalı bisküvi ve Karaköy Böreği ile doyunuyorlar. İsteyenler lokantaya bile gidiyor(muş), deniyor.

Öğretmen Beye yani kocama her gün gazete geliyor. Vakti gelince anlatırım dediğim işte bu. Beni beğenmiş, görücü usulü ile evlendik gittik işte. Elektriğimiz var, içme suyumuz var evlerin içinde, tel dolapların yerini buzdolapları aldı.

Çeşme başında çocuk bezi yıkamalar kalktı, hazır, sosyete bezleri aldı yerlerini, parayla değil mi? Şimdi çamaşır makineleri, bulaşık makineleri var Allah’a şükür. Televizyon denen icatla çok şey kısırlaştı. Komşuluk-ahbaplık tükendi. Evlerin çoğu yıkılıp yeniden yapıldı, modernleşerek. Gerçek anlamda köyümüz oldu Koca Köy, ya da şehir gibi. Bence köy bitti…

Sonra Soner oğlum, sen doğdun. Ahretliğimin(39) son kızı Songül ise çok daha önce doğmuştu senden, sanırım yaşlarınız arasında üç, bilemedin beş sene fark vardı…

 

III. Kısım (Tekmili Birden)

            Büyüdük, okuduk ilköğretimi Songül’le, ama hiçbir yakınlığımız olmadan, iki yabancı gibi uzaktan uzağa. Ve bitti doğal olarak önce O, sonra ben bitirdik okulumuzu. Çünkü O benim önümdeydi, ama nedendir bilemem, benden ya bir yıl, ya da iki yıl önce gecikmiş olarak başlamıştı ilköğretime.

“Nefretle sevgiyi ayıran çizginin çok ince olduğunu(40) söylemişlerdi, ben de öyle inanıyordum. Hem annelerimiz bugünkü tabirle “Kanka(39)” idiler, o günkü tabirle “Ahretlik kardeş”. Ama onunla benim aramızdaki mesafe (sanıyorum) öylesine uzaktı ki, o çizgi gibi ve ben bu uzaklığın nedenini bilemiyor, anlayamıyordum.

O bıraktı okumayı ilköğretimi bitirdikten sonra. Ben devam edip onun çağına geldim. Belki de benim okula devam edişime özendi, O liseye başlamak istedi, başladı. O liseye başlayınca ben de teknik bir okulu istememe rağmen sırf onunla birlikte olabilmek için liseyi tercih ettim.

Kalbim, gönlüm ve bedenim uyanmaya başlamıştı çünkü. Aynı sınıflarda olamazsak bile sadece aynı serviste birlikte olmak da yetiyordu bana. Minibüsün ikinci sırasında o cam kenarında, ben de hep yanındaydım.

Bu davranışıma çekinikliği yoktu. Belki de bu sadece benim hüsnü kuruntum(41) olabilirdi. Oysa aynı sınıflarda beraber olup okumayı da ne kadar isterdim? “Belki yakınlaşırdık!” diye düşündüm; Songül ve Soner olarak.

Aynı sınıfta okumayı mı sadece? O şarkıdaki gibi aynen; “Ömrümüzün baharı birlikte geçsin, sen beni sev güzelim, ben seni seviyorum! Sensiz yaşayamam, nefes alamam ki!(42)” diye düşünüyor, hatta yaşıyordum.

Servis Şoförü Zeynep Abla evlenip çoktan çoluk-çocuğa karışmıştı. Minibüsün yolcuları tüm modernleşmelere rağmen aynı gibiydi. Hatta arka koltukta bir kişilik boş yer kalırdı. Köyden şehre gitmek için acil işi, hastası-ustası-postası olan olursa oraya ilişirdi. Şoför Abi de Acul Osman’dı, köyün aceleci olanlarından biri.

Biri gecikti mi, demediğini bırakmazdı, yol boyu. Okul dönüşleri rahattık, çünkü onun kendi kendine de olsa berbat okumasını dilemeyen herkes, söylenen vakitte yol üzerinde olur, o da vaktini şaşırmadığı için vaktinde hepimizi alır, yetiştirirdi evlerimize.

Bir gün…

Hem hatırlayıp hem hatırlamak istemediğim bir gün okuldan çıkmış evimize dönmek üzereydik. Osman Abi anayola henüz çıkmış, süratini bile fazlalaştırmamıştı ki, Songül’ün oturduğu koltuk tarafından “Küt!” diye bir ses ve Songül’ün “Kolum-bacağım, anam!” diye seslenişini duyduk.

Bir motosikletli çarpmıştı minibüse ve sürücünün kendisi boylu boyunca yerdeydi. Kafatası tarafından kırmızı-siyah bir yol çiziliyordu yavaş yavaş asfalt üzerinde. Hatasız kul olmaz, “Hata onda, anayola çıkarken sağını-solunu kontrol etmesi gerekirdi!” diye bir söylem yakışmazdı kimseye. Neticede; anında, hatta belki de hiç ızdırap çekmeden ruhu terk etmişti bedenini orta yaşlardaki adamın.

İnsan egosu çok zayıf. Bencillik o durumda bile tüm mevcudiyetimin baskısı altında idi;

“Songül! Nasılsın bir tanem?” Sadece “Nasılsın?” dememi algılamıştı sanırım.

“Kolum, dizim… Kıpırdatamıyorum.”

Yaşamımda ilk defa elini tutmuştum. Ya da şöyle söyleyeyim; yaşamımda ilk defa elini tutmama izin vermişti. Hani gitmem için itekler gibi, hem de yakınlaşmamı ister gibi uzatmıştı elini.

Çantalarımızı bıraktım minibüste, otomatik kapıyı şoke olmuş Osman Abinin yanına uzanıp açtım. Koşuşturanlar vardı, arkamızda da bir taksi durmuştu olayı görüp. Şoförü önce yaşlıca motosikletlinin yanına gitmiş, başını sallayarak bizim minibüsümüze yönelmişti.

“Çabuk Abi! Songül’ü hastaneye yetiştirelim!” dedim.

Sanırım bunun dışında yapacağı bir şeyi yokmuşçasına şoför abi ile birlikte koluna girip yürütmeğe çalıştığım Songül’ü arabasının arka koltuğuna oturtturduk. Ben de yanına oturdum. Elleri avucumdaydı ve içimden başka bir şey söylemek ve dilemek gelmiyordu:

“Songül! Ne olur yaşa! Sana bir şey olmasın! Benim için çok değerlisin! Sensizliği düşünemiyorum!”

O kafayla tüm bunları söylemiş miydim, yoksa söylemek mi istemiştim? Sadece ıstırap çeken yüzündeki ufak, ufacık bir tebessümünü hatırlıyorum. Bir de egoistlik edip minibüste onun gibi hasarlı biri olup olmadığına bakmayışım geliyor şimdilerde hatırıma.

Olsa idi sesler duyardım, “Yardım” dilekleri ulaşırdı kulağıma değil mi? Bu kendimi savunmak, ya da günahlarımdan sıyrılmak anlamındaydı benim için. Yahut da bir bakıma kendimi hoş görmek, sadece onun için…

Doktorlar alelacele(43) içeriye aldılar onu olayı anlattığımda, beni ise dışarıda kalmam için ikna ettiler(44) (maalesef üzüntümle baş başa bırakarak).  Şoför abi para almadı, isteseydi de zaten param yoktu ki!

Ne yapmam gerektiğini düşündüm bir süre. Annelerimize hemen haber vermeli miydim? Babalarımız nasıl olsa bahçelerdedir, diye düşündüm. Hem sadece evlerimizde telefon olduğundan ve büyüklerimizin cep telefonu kullanmak gibi bir düşünceleri bile oluşmadığından evi aramam gerekti. Fakat ne diyecektim ki? Songül’ün belki ve hatta muayenesi bile bitmemişti.

Bekledim, benim için hani tam tabiriyle; “Bir uzun süre, bir asır kadar süren zamanı!” Şimdi daha iyi çalışıyordu beynim. Onu seviyordum, bu lise yıllarımda değil, doğduğumdan beri belki de gönlümde yaşattığım bir sevgi idi, hem tüm varlığıma, hem her şeyime egemendi O, onsuzluğu düşünmek bile istemiyordum, peki ya O?

Doktorların girdiği kapıdan ayrılmıyordu gözlerim. İçeriden ses gelmesi için kulak kabartıyordum, hiçbir ses ulaşmıyordu kulağıma;

“Allah’ım kötü bir şeyi olmasın, sakat kalsa da ben okur, büyür, onun için kazanır, bakarım ona!” diyordum, olayı olağandan daha fazla büyüttüğümün farkında bile değildim.

Güler yüzle çıktı önce yaşlıca olan doktorlardan biri;

“Merak etme delikanlı, sevgilinin önemsenecek fazla bir şeyi yok!” dedi.

Onu sevdiğimi, onun için perişan olduğumu nasıl anlamıştı ki? “İnsanların akılları yaşta değil, başta!” demişlerdi. Demek ki akıl aynı zamanda yaşta da imiş! Yoksa bir çırpıda beni anlaması nasıl mümkün olurdu ki doktor ağabeyin?

Sonra kıskançlığımdan fark edemediğim genç bir doktor, ya da bir başka ilgili sedyeyle itekleyerek çıkardı Songül’ü odadan. O genç arkadaşın Songül’e bakışlarını -belki de bana öyle gelmişti- beğenmemiştim.

“Cankurtaran mı istersiniz, yoksa taksi ile mi götürürsünüz?”

Cankurtarana ödeyecek paramız olamayacağını düşündüm köye kadar. Buna rağmen Songül’e sordum;

“Kendini rahat hissetmiyorsan cankurtaran ile götüreyim seni!”

“Abartılacak(45) ya da tedirgin olacak(46) bir sıkıntım yok, ‘İki gün dinlenir, ilâçları da kullanırsam geçermiş’, öyle dedi doktorlar. Zahmet olacak ama telefon edip taksi çağırırsan memnun olurum. Bizimkilere haber vermedin inşallah?”

Yine bir Kasım ayındaydık. Kasım ayının en heyecanlı, en can çekici anlarından biri idi yaşadığımız. Tıpkı o şarkıdaki gibi; “Yine aylardan Kasım (47)” idi, daha öncesinde olduğu gibi.

Ha! Neden Kasım? İşte o benim, aklımda ve gizliliğimde yaşasın. Hadi saklamayayım, onun doğuşu bir Kasım ayında, hem de On Kasımdaydı. Oldu mu, paylaştık mı?

Neden haber vermemi istemediğinin cevabını bilemiyordum. Hastanenin panosundan taksi durağının telefonunu buldum. Tam telefon etmek üzereyken duvara asılı taksi ihbar düğmesini görüp bastım.

O hâlâ sedye üzerinde içeride beklerken, eve anneme telefon ettim, çünkü taksi için yeterli param yoktu ki, cebimde. “Taksi ile geliyoruz” dedim sadece, ısrarlara karşı koyamayıp cep telefonumu hemen ve tamamen kapattım.

Taksi geldi. Minibüsümüzün yanından geçerken, minibüsün ve motosikletin bir kenara çekildiğini, cesedin kaldırıldığını, bir kısım resmi ve sivil kıyafetli insanların arasında Osman Abiyi gördüm. Ertesi gün yine ders vardı, nasıl gideceğimi bilemiyordum ama ders çantalarımızı almamızın yararlı olacağını düşündüm.

Taksi Şoförüne rica ettim, minibüsün yanında durdu, o telâş arasında dahi Osman Abi önce “Geçmiş olsun! Bir şeyiniz yoktur inşallah!” dedi, sonra da minibüsten çantalarımızı alıp verdi bana.

Diğer arkadaşlar ortalıklarda gözükmüyordu. Muhtemeldi ki Osman Abi çözüm üretmiş, onları köye göndermişti. Bu demekti ki köyde heyecanlı bir beklenişimiz vardı. Diğer öğrenci arkadaşlar, anneme olayı telefonda anlatmamış olmama rağmen mutlaka haber vermiş olabilirlerdi.

Nitekim annelerimiz ve babalarımız çağılın başında bekleşiyorlardı, burunlarını çekerek, belki de ağlayarak, merakla.

Önce Songül’ün annesi koştu, ben çantaları da alıp onu arabadan indirmeye çalışırken. Babam taksinin parasını ödedi bana sarılmayı ihmal etmeden, annem daha inerken Songül’ün annesi ahretliği ile yarış etmiş ve yarışı kaybetmiş olmasına rağmen beni kucaklama ve “Geçmiş olsun çocuklar!” deme hakkını kullanmıştı!

Songül ertesi gün gitmedi okula, ben de. Farklı nedenlerden dolayı… O rahatsızdı, ayağa kalkamamıştı, ben ise; minibüs tamire verildiğinden gidememiştim okula. Osman Abi tutuksuzdu. Daha sonraki iki gün zaten cumartesi-pazar tatili idi.

Hocamıza telefon edip durumu anlattı babam. Hocamız acaba internetten yardımcı olabilir miydi bize? Çünkü teknolojinin tüm imkânları şehirlerde olduğu gibi bizim evlerimizde de mevcuttu. Olamayacağını öğrenince Muttalip Veyiz dayının traktörüyle gidip her ikimizin de ders notlarımızı ve ödevlerimizi alıp getirdi babam akşamüzerine doğru.

Rica ettim babama, ben götürdüm ders notlarını Songül’e;

“Zahmet oldu sana Soner! Çok teşekkür ederim!”

“Teşekkürlük bir şeyim yok ki, sadece gülen gözlerini görmem için sebep olsun istedim!”

“Neden?”

“Ne olur bilmezliğe gelme! Esirgeme kendini benden!”

“Aramızdaki bin türlü farka rağmen mi? Ciddi olamazsın! Hadi daha fazla zırvalamadan(48) git artık!”

Kovulmuştum. Bin türlü farkın, hiç olmazsa birini söyleseydi ya!…

Minibüsün tamiri birkaç hafta sürecekmişti. Bizimse okulumuzu o kadar süre erteleme lüksümüz yoktu (gibime gelir). Çözüm üretmeliydik, hem hepimiz adına. Babam bizim için çözüm üretmişti. Nasıl olsa uzaktan da olsa akrabaydık, Songül’le kardeş gibiydik, ateşle-barut değil, iki okul ve ders arkadaşıydık içimde yaşattığım düşüncelerime rağmen, şehirdeki bir akrabamız yanında bir süre idare edebilirdik de, ya diğer okullu kardeşlerimiz?

Vazgeçti babam düşüncesinden. Yine bir traktöre atlayıp cumartesi-pazar öğrenciler için bir vasıta aradı ve muzaffer bir eda ile döndü köye geri. Yakın köy minibüslerinden biri, öğrencilerden birkaçı ayakta gidecek de olsa bizim köye de uğrayıp bizim çocukları da alacakmış.

Muhtar; “Bedelini köy bütçesinden ödeyelim!” demişse de babam razı olmamış, bedelini cebinden, hem de peşin olarak ödemişti. Şoförle pazarlığında tek şart sürmüş ileri. Songül’ün geçirdiği kaza nedeniyle servis sıralarından birinde oturmasını…

İyileşmiş, iyice kendine gelmişti Songül. Bu arada servisimiz yapılmış, servisimizle gidip gelmeye başlamıştık okulumuza-köyümüze. Hep yanındaydım, aynı koltukta, bizi birbirimize yakıştıranlar vardı, Songül haricinde.

O günlerden biri, Songül dalgındı. Ya da bana öyle gelmişti okuldan çıktığımızda. Yanındaydım. Anasını kaybetmekten endişeli bir kedi yavrusu gibi peşindeydim. Bundan hoşnut muydu, ya da bana mı öyle geliyordu? Belki de ne benle, ne de bensiz olabiliyordu diyeyim.

Caddeye adımını attı. Gelen taksiyi görmemiş olamazdı gibime geldi. Hızla kolundan çektim kendime doğru. Vücudunu bedenimde, kokusunu ciğerlerimde, kalbinin çarpışını gönlümde hissettim, mutlu oldum. Oysa mutlu olmak için zaman o kadar erken ve yetersizdi ki. Geçen arabanın aynası onu sakınmama rağmen onun sol koluna çarpmıştı.

Çarpan arabadaki bayan şoförün telâşıyla gittik bu kere hastaneye. “Hata bizimdi!” dememize rağmen, “Hatayı düşünen kim? Ne yapmam gerekiyorsa yapayım!” diyen iyi bir insandı o abla, ya da teyze, her ne ise.

Hastaneye gittik. Kolunda çatlaklık vardı onun. Belâ “Geliyorum” dememiş, gelmişti, hiç de ihtiyacımız, isteğimiz yokken. Üstelik bu bence çekirgenin ikinci zıplayışı idi. Çekirgenin üçüncü zıplayışından “Allah korusun!” demek geçti içimden.

Songül’ün kolu alçıya alınırken cep telefonum ısrarla çalmaya başlamıştı. Servisten inmediğimizi gören her zamanki gibi meraklı olan annemdi arayan.

Genç olduğumuzu biliyordun be annem! O, her ne kadar bana karşı ilgisini göstermemekte direniyorsa da, bunu biliyor olsan da, onunla iki genç olarak hava almaya yöneldiğimizi bilemez miydin? Ya da böyle bir şeyi düşünemez miydin? Az-biraz dolaştıktan sonra, köyün akşam minibüsü ile dönerdik köye değil mi?

Yok olmaz… Ana yüreği… İki dakika gecikme… İki dakika süreyle devamlı arama. Yaradılışıydı bu annemin. Yalan söyledim;

“Songül’ün dersi uzadı. Onu yalnız bırakmamak için ben de kaldım. Tam ben de ‘Gecikeceğiz!’ diye telefon edecektim ki…”

“Yalanın batsın!… Fazla gecikmeyin!” dedi annem. Nereden, neyi, nasıl anlamıştı, hayret ettim ama yaşadığımız olayı tüm boyutlarıyla düşünebilmesi mümkünsüzdü.

Kolu sarılıp alçılandıktan sonra tüm işini-gücünü bırakıp hiçbir kusuru olmadığı halde bizimle beraber olan abla, bizi köyümüze de bıraktı. Adını soyadını bir kâğıda yazıp bıraktı, “Başka bir şey gerekirse!” diyerek.

Sima olarak bu küçük şehirde hatırladığım bir yüzdü o, ama kimdi, bilmiyordum. Daha sonra öğrenmiştim. Daha doğrusu öğrenmiştik.

Köydeki curcunayı(49), ahret suallerini(50) anlatmak abes(51) olur. Sadece şunu söyleyeyim, kolunun alçısına, yediği darbeye ve moral bozukluğuna rağmen Songül okula devam etti ertesi günden itibaren yine.

Yine yanımdaydı minibüste, ama asla ve asla ne minnet(52) duygusu taşır gibiydi, ne de sevecen tavırları vardı.

Soğuktu, uzaktı, ta başlangıçlardaki gibi hem. Ya da öylesini benimsiyordu bana karşı. Zalimlik, gaddarlık(53) tarifleri içine alayım desem, alamazdım, kıyamazdım çünkü bu düşüncelerimin bile ona ulaşmasına.

Lise bitti, bitecek, bitmek üzereydi. Sonrası için hiç bir plânını anlatmadı bana, anlatmak da istemedi belki Songül. Ben bir teknik okula gitmek isterdim. Yoo! Öyle mühendislikte falan gözüm yoktu, iyi bir şeyler yapmak, beynimin yeterliliği kadar yararlı bir insan olmak istiyordum. Ya O? Bilemiyordum…

“Soner! Şu göğsüme doğru ulaşan mide taraflarımda beni rahatsız eden bir ağrı var, ara-sıra gelip-giden.” dedi bir gün.

“Neresi?”

Utandım, elleyemedim, gösterdiği yeri.

“Hadi hemen doktora götüreyim seni.”

“Sahi mi?”

Yüzüne bakmakla yetindim sadece. Oysa sözlerini hafife almakla yaşamımın en büyük hatasını o an yaptığımın bilincinde değildim.

Sonraları ağrılarının sıklaştığını söyledi Songül, yine bana. “Ailemin haberi olmasın!” dilekleriyle. Bu kere dinlemedim kimseyi.

Annemin Belagate(54) Sandığından bir miktar para aldım, istenirse buna çalmak da denilebilir, gerçekten ve utanılmadan. Çünkü köyümüzde Kredi Kartı gibi bir alışkanlığı yoktu kimsenin.

Hepimizin dilinde pelesenk(55) olan söz; “Kırmızı meşin, paralar peşin!” gibi bir şeydi.

Dinlemedim kendisini.

“Bugün okula gitmeyeceğiz, öncelikle doktora gideceğiz, nedir şu midenden göğsüne doğru yayılan ağrı, arada bir de olsa yoklayan?”

“Yok, çok, falan filân” bir şeyler geveledi, dinlemedim.

Doktor, ilin emekli olmuş, ununu eleyip, eleğini asmış doktorlarından biri; Şerafettin Amca idi. Hastane dışında doktora gitmemiz gerekirse gidebileceğimiz tek kişi idi o. Beyni sulanmış da olsa bazı şeyleri hâlâ bildiğine dair inancımız vardı, denize düşen, yılana sarılır örneği.

Doktor soydu Songül’ü, söylemeğe gerek yok, bana nazikçe kapı dışarısını göstererek. Orasına bakmış, burasına bakmış Songül’ün, kafasını sallayıp, dilini sıkıştırarak dişlerinin arasından acayip sesler çıkarmış ve;

“Valla kızım, bana göre bir şeyin yok, psikolojik de olabilir, geçirdiğin kazaların travması(56) da olabilir. Sen en iyisi bir de Hastanede Mehmet Emin Beye görün. Sonucunu bana da bildirmeyi unutmayın!” derken her zaman, herkese yaptığı gibi, bilmem kaçıncı kez tekrar kartını uzattı ve üstüne üstlük hiçbir ücret almadı.

Bana öyle geliyordu ki; devamlı tercih edilmesinin nedenlerinden biri de bu para almaması olsa gerekti. Dedim ya, emekliydi ve sanırım paraya-pula ihtiyacı yoktu.

Hastaneye gittik. O doktordu yine. Hani; motosikletli kazadan sonra “Sevgilinin bir şeyi yok!” diyen doktor. Hemen tanıdı, bizi.

“Hoş geldiniz gençler! Umarım sıkıntı yaratacak bir şeyiniz yoktur, buraya gene beraber geldiğinize göre!” dedi.

Songül anlattı, dilinin döndüğünce. Bana yine kapının dışı gözüktü… Kan alındı, röntgene girdi sonra, bir sedyeye yatırıp “EKG(57) mi” ne denen bir grafik çıkardılar. Tahlilleri bir gün içinde yetiştireceklerini ertesi gün tekrar gelmemizi söylediler. Doktorun bakışlarını, başlangıç olarak beğenmedim.

Sanki “Bu genç yaşlarda böyle bir şey olmamalı!” demiş gibi geldi bana. Yapacak başka bir şeyimiz yoktu. Okula gittik, kalan derslerimizi kaçırmayalım düşüncesiyle. Kimsenin bizim yaşadıklarımızdan ve yaptıklarımızdan haberi yoktu.

Aldığım emanet(!) parayı da eve döndüğümüzde yerine koymuştum tekrar.

Ertesi gün; “Sen dersine git! İkimiz birden derslerimizi kaçırmayalım, ben sonuçları ve varsa ilâçları alır gelirim!” dediğimde, doktorun unutmak istediğim bakışlarını unutamamış olmama rağmen herhangi bir yanlışlık aklımın ucundan bile geçmiyordu.

Doktor;

“Sonuçlar için hemen iyi haberler veremeyeceğim delikanlı!” dedi.

Belki de Songül yanımda olmadığından konuya direk girmeyi daha uygun görmüştü.

“Sevgilinizi bir süre müşahede altında tutmamız gerek, ancak ondan sonra kesin bir şey söyleyebileceğim!”

Gözyaşlarına boğuldum anında;

 “Doktor! Ölecek mi yoksa? Söyleyin, doğruyu söyleyin! Ben n’aparım sonra?”

“Hemen kapıp koyuverme kendini! Ve bu kadar da abartma istersen! Gün doğmadan neler doğar? Arkadaşının önemli bir şeyi olduğunu sanmıyorum, ağlamana-sızlamana sebep olacak kadar. Yapman gereken benim sana söylediğim gibi doğrudan doğruya değil, kendisine ve ailesine konuyu oluruyla anlatman, söylemen. Ekşime, gastrit(58), ülser(58) başlangıcı, ya da ülser olabilir en kötü ihtimalle sevdiğinin rahatsızlığı. Oldu mu? Anlaştık diyeyim mi?”

Elini uzattı. Bunun ne anlama geldiğini bilecek yaştaydım. Sanki öğrenmemi istemediği bir şeyleri saklıyormuş gibi geldi. Gizlemişti mutlaka. Bu aykırı düşünce nedeniyle serseri gibi vurdum kendimi, stadyumun kenarından geçip dağlara.

Dağlar hep böyle kahverengi, siyah mıydı? Gök neden mavi değildi? Ağaçlar neden değiştirmişlerdi siyah olarak kendilerini? Uçan kuşlar, yerdeki karıncalar, otlayan koyunlar bugün neden siyahtılar hep? Gözlerimde siyah bir perde mi oluşmuştu yoksa?

Gözlerimi ovuşturdum, kırpıştırıp açtım. Hayır! Hâlâ siyah egemendi tüm evrene, sayemde.

Ve şüphemden başka elimde beni herhangi bir başka şekilde destekleyecek bir bilgi olmamasına rağmen ona neyi, nasıl söyleyeceğimin bilincini yaşayamıyor gibiydim. Keşke iyi niyetli olmasaydım da Songül’le gideydik doktora. Doktor; bilen, gören, anlayan, sevgi dolu biri idi, oluruyla anlatmasını da bilirdi her hal, benim ve onun şüphelenmeden, tereddüt(59) etmeden inanacağımız gibi.

Nihayet aklım başıma gelmişti. Ne kadar mı sürmüştü aklımın başıma gelmesi? Kısaca; okulun dönüş servisine ancak yetişebilmiştim, desem? Merak etmişti, ama beni sevdiğine dair en ufak bile bir belirtisi olmayan sevdiğim insan Songül.

Ve ilk defa fark etmiştim, saçlarındaki tek-tük, ufak beyazlıkları. Yoksa bugün mü oluşmuştu, beni…

Yok! Yok! Beni düşünürken değil, tahlil sonuçlarını beklerken, merak ettiğinde oluşmuştu saçlarındaki beyazlar, ya da kırlıklar, ya da her neyse. O kadar avare(60)-avare dolaştığım halde ne söyleyeceğimi, nasıl söyleyeceğimi düşünmemiştim bile.

Doktorun yazdığı, doktorun adını vererek eczaneden veresiye aldığım ilâçları verdim kendisine ve fısıldadım;

“İlâçları içince bütün gece rahatsız olup tuvalete taşınacakmışsın. Sabah da bir şey yemeden, atıştırmadan hastaneye gidecekmişiz? Ben, bizimkilere bir şey demem. Sen, sizinkilere söyle istersen!”

“Ben de söylemem, telâşlandırmak istemem. Hem yanımda sen olacaksın ya! Başka kimseden destek beklemem!”

Ne demekti bu şimdi? Hem elini uzatıyor, hem de geri çekme çabasını yaşıyordu. Ya da umutlandırıyor, ama mutlandırmıyordu. İkilemler(61) içinde bunalmam için azami çaba gösteriyordu sanki.

Dilimin ucuna kadar geldi o şarkı: “Sevmek seni bir suç ise, affet günahımı…(62)” Son iki kelimeyi söyleyecek güç yoktu beynimde: “Ey sevgili!”

Kanserdi Songül. Saklamıştı Doktor, ama ben anlamıştım. Verdiği ilâçlar, hiç anlamadığım prospektüslerini(63) okuyunca anladığım kadarıyla ağrılarını hafifletsin diyeydi. Bir hafta-on gün ömrü kalmıştı.

Dizlerini büküp dört numara gibi oturunca, ya da yattığında ağrısı, acıları hafifliyordu. Hafifleyen acısı onu dünyaya döndürüyor, gülebiliyor, gülümseyebiliyordu. Öleceğini bilse böylesine güler, gülümseyebilir miydi acaba? Benim yaşadığım karanlık bu nedenleydi.

Bir hafta-on güne kalmamış, ölmüştü o. Ve o kıskandığım yakışıklı genç doktor başucundaydı…

Kâbus(63) dolu bir rüyaydı. Hıçkırıklarımı duyan annem uyandırmıştı. Tüm karabasanlar(64) böyle mi şekillenirdi acaba?

Allah’ıma şükrettim, rüya diye.

Yorgun, bitkin ve halsizdim ertesi gün. O da öyleydi, hem benden bin beter. Gözleri çökmüş, saçlarındaki tek-tük beyazlar daha da artmıştı sanki. Hem dermansızlaşmış gibiydi de. İlk defa destek aldı elimden, servise binerken. Fiziksel değil, moral depolama isteğiydi bu sanki. Ya da bana öyle gelmişti.

Gülümseyerek karşıladı bizi doktor. Gülümsemesi rüyamın, endişelerimin ve düşüncelerimin yok olmasına yetmemişti. Songül de meraklı gözlerini uzaklaştıramıyordu doktordan. Onu bir odaya kapattılar. O hoşlanmadığım genç doktor odaya girdi. Odada bir alet ve bir kısım hortumlar vardı. Songül’ün sedyeye uzanışını gördüm, kapı kapanıncaya kadar ancak.

Uzun öğürtülerden ben bile bunalmıştım kapı dışında. “Endoskopi(65)” dediler. Sonra hemşirelerden biri “Lavman(66)” dedi. İlk defa duyduğum bu kelimenin ne anlama geldiğini bilmiyordum. Tekrar röntgene götürdü o genç doktor. Kıskandığımı hissettim…

“Mahvoldum!” dedi Songül, Hemşirenin kolunda ayaklarını sürüyerek gelip kanepeye oturduğunda. Kızarmış, morarmış, sabah gördüğüme nazaran iyice bitkinleşmişti.

Koridorda gözüken doktor;

“Yarın yine gelin, ama beraber gelin, sanırım iyi haberler verme çabasında olacağım sizlere. Hadi bakalım delikanlı, Songül’e şöyle esaslı bir kahvaltı yaptır ve derslerinize yetişin!”

Ertesi gün;

“Hasta olmadığıma sevindim!” dedi Songül, elimi tutup sıcaklığını hissetmemi beklerken (sanırım) çünkü…

“Endişelenecek bir şey yok, bir-iki cm2 lik bir ülser başlangıcı. Ameliyata falan gerek yok, ilâç ve perhizle geçecek inşallah. Şimdi hemen okulunuza koşun ve ilerinizde mutlu olun!” demişti doktor.

Bu söz etkilemiş, ya da duygularını tetiklemiş olsa gerekti Songül’ün (galiba).  Yoksa neden elimi tutsundu ki? Ben de tuttum ve sıktım elini.

“Sana lâyık değilim, senden yaşça büyüğüm, güzel değilim, varlıklı değilim gibi düşüncelerle üzdüm seni bugüne değin. Senden uzak durdum. Şimdi hiçbir şey umurumda değil artık!” dedi.

“Hiç bir şey benim de umurumda değil!” dedim ben de.

Yüzünü çevirdi bana, yüzümü çevirdim ona…

“Hiç bir şey umurumuzda değildi artık!” dedim ama umurumuzda olması gerekenleri neden sonra fark ettik. Hayır, hayır… Hiç fark etmedik, fark edemedik. Doktorun 1–2 cm lik2 dediği ülserde ilâçların tedavisinin engelleyemediği habis(67) bir tümör oluşmuştu, bilmiyorduk, bilemezdik de zaten. Doktor bizi öylesine yumuşak bir şekilde inandırmış ve yönlendirmişti ki.

“İyi olacak, geçici bunlar!” diyerek “Ömrümün tek ve biricik aydınlığı, geleceğim!” diye düşündüğüm Songül’ün ömrünü kısalttığımızın farkında değildik. Hem asla…

Benzer ağrıları yine ülser başlangıcı olarak yorumlamış, üstünde durmamıştık. Keşke üstünde duraymışız. O tümör metastaz(68) denilen bir şekilde diğer bir kısım organlarını da hapsetmiş, sevdiğim ve hayatta bağlandığım tek insanın belirli bir süre sonra okula gitmesini de engeller olmuştu.

Ne toz kondurabiliyorduk, ne de bizce bilinmeyen ağır bir hastalığının olduğu bilincindeydik.

Ders yılının nerelerdeyse sonuna gelmiş gibiydik. Gecelerle gündüzleri eşit ve fakat gecelerin daha uzayacağı günleri yaşıyorduk, eğer ömür tüketmenin bir adı; “Yaşamak” ise?

Okulu bitiremedi Songül. Onun derdi benim de derdimdi. Ben de bitiremedim okulumu. Okulu bitirmem de hiç gerekli değildi. Bitirmezdim, bitiremezdim de zaten onun çözemediğimiz derdini öğrenememiş olmaktan dolayı.

Bilmedik, bilemedik, bilemezdik de zaten. Sadece cehaletle izah edilemezdi çaresizliğimiz. İnsanlar bazen çaresizliklerinde kafalarını kullanamıyorlar, zekâları boşuna çalışıyor, akıllı olamıyorlardı. Tanrı bazı şeyleri ya uygun görmüyor, ya da öyle olmamasını, ya da dilediği gibi olmasını istiyordu.

Ailesinin bildikleri, anladıkları nedenlerle verdikleri izinle susuzluğu, uykusuzluğu dert edinmeden başında dururken, gecelerden birinin sabahına doğru son bir çabayla gözlerini açtı Songül, gülümser gibiydi. Bir şeyler söylemek istedi, dudaklarını kıpırdatmağa çalıştı, son dermanını da tüketmişti.

Beni bırakıp gitti o, beni ben başıma yalnız, ellerim böğrümde(69) bırakarak ve hem hiç gelmemek üzere(70)

Oysa yaşadığımız bir anda “Ölene kadar!” dediğinde, “Hayır, sonsuza kadar!” demiştim. Ölene kadar benim bedenim onsuz yeryüzünde yaşayacak, ancak sonrasında sonsuza kadar onunla olacağım umudumu her an taptaze olarak tutacaktım…

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Öykü, Bilecik ilinin merkezine bağlı Bekdemir Köyü için düzenlenmiştir. İçindekilerin dünün ve bugünün yaşamını kısmen denilecekten daha fazla şekillendirdiğini iddia etmekteyim. İsimler, yerler, yöreler aynen vardır (muhtemelen) bir-iki eksikle. Özellikle motosiklet kazası, dirseğe otomobil aynasının çarpması gerçektir. Ekleyeceğim iki husus;

Döngel; Muşmulanın yöresel adıdır.

Hurma; o iftarlarda yenilen hurmalardan değildir. Ham iken yeşil, olgunlaştığında turuncu renkte, elma kadar büyüklükte, kekremsi tadı olan bir meyve.

Gerek muşmula, gerekse hurma, içi biraz geçtikten sonra yenirse daha iyi olur(muş)tu. Mikro klima her türlü nebatın yetişip büyümesine uygun idi köyde, narenciye gibi bir kısım özelliği olanlar hariç.

(1) Osmanlı (Kızı) Kadını; Ağırbaşlı, ciddi, sevgi dolu, nerede, nasıl davranacağını bilen, aktif, zarafet ve estetiğe de sahip kadınların tanımlanması. Düşündüğünü çekinmeden, açıkça söyleyen, bulunduğu toplulukta yetki sahibi olan, otoriter kadın.

(2) Çağıl; Taşlarla örülmüş duvar, sınır. Harç veya çamur kullanmadan örülmüş duvar. Küçük taş, iri taş, çakıl yığını. Olmamış meyve. O çağda yaşayan.

(3) Çıkrık; Sarkıtılmış olan kovayı, kuyudan kolayca çekmekte kullanılan, el ile çevrilen ve döndükçe kovanın ipi kendisine dolandığı için kovayı yukarı çeken araç.  Pamuktan, yünden iplik bükmek, ya da bükülmüş olan ipleri sarmak için kullanılan, el ya da ayakla çevrilen, çevrildikçe kayışıyla bir iği döndüren, dolap gibi ilkel bir araç.

(4) Dolap Beygiri; Bahçe, bostan vb. sulamak için kuyudan su çekmede kullanılan, gözleri bağlı olduğu için aynı yerde dönüp durarak çarklı düzeneği işleten beygir.

(5) Gudretten; Lehçe farkı ile “Kudretten” anlamında yöresel bir deyiş olup, bilindiği üzere “doğuştan, başlangıçtan beri” anlamındadır.

(6) Ezkaza; Yanlışlıkla, rastlantıyla.

(7) Çatak; Bir yolun ikiye ayrıldığı yer. İki dağ yamacının arasında oluşmuş derin dere yatağı.

(8) Gadi; Yaşlı kadınlar için sözüne güvenilir, mert anlamında yöresel bir deyiş. (Bazı yörelerde “Dudu” gibi “Yenge” anlamında da kullanılmaktadır)

(9) Amenna; Genelde peşine “ve saddakna” kelimesi eklenerek kullanılan Arapça bir deyim olup, asıl anlamı “İman ettim, tasdik ettimdir.  Türkçemizde “Mutlaka öyledir, doğru, diyecek bir şey yok, kabul ettim, inandım, anladım!” şeklinde onaylama sözü olarak kullanılmaktadır.

(10) Dimdirek; Türkçemizde böyle bir kelime olmadığını düşünüyorum, dümdüz, doğrudan doğruya anlamlarında direk sözüne yamanmış bir birleşim olsa gerek.

(11) Zındık; Hacı-hoca takımının “dinsiz-imansız” anlamında sıkça kullandığı bir kelime. Yani Müslüman göründüğü halde, gerçekte İslami inanış ve bununla ilgili bilgi ve belgeleri kabul etmemiş kişi. Daha doğru bir cümle ile; “İmansız, dinsiz, ahrete ve Allah’a inanmayan, ateist” demelidir.

(12) Hatim İndirmek; Kur’an’ı başından sonuna değin okuyup sona erdirme, bitirme.

(13) Tespih Namazı; Genellikle Berat (çok zaman kandil) gecelerinde dört rekât olarak  kılınan, her rekâtında belirlenmiş sayıda “Sübhâanellâhi velhamdülillâahi velâa ilâhe illallâhû vellâhû ekber velâa havle velâa kuvvete illâa billâhialiyyil azim” diye tekbir getirilen bir namazdır.

(14) Tecvid (Tecvit); (Esas anlamı; güzelleştirme, bir şeyi güzel yapmak, süslemek, hoşça yapmak olmakla birlikte) Kur’an’ı usulüne bağlı kalarak okuma usulü ya da ilmi.

(15) İrat; Gelir, gelir getiren mal. Taşınmaz, mülk. Yöresel olarak ürün, mahsul. Sebze ve meyvenin toplanıp eve pazara getirilmesi, götürülmesi.

(16) Mevta; Ölü, ölmüş kimse.

(17) Ölümsüzlük herkesin harcı değildir. GOETHE

(18) Andık; Sırtlanın köy ortamında söyleniş biçimi. Mezarlık yakınlarında bulunduğuna ve yırtıcı özelliği olduğuna, ölüleri mezardan çıkarıp yediğine inanılan, küçük çocukları korkutmak için dev, ejderha, “Bir dudağı yerde-bir dudağı gökte Arap” gibi korkutmak için söylenilen hayali bir hayvan çeşidi, umacı, mömücü gibi de düşünülebilir. Aynı zamanda görgüsüz, anlayışsız, hödük, tembel.

(19) Yadigâr; Anı. Bir kimse ya da bir olayı anımsatan nesne, anımsanmak için bir kimseye verilen nesne.

(20) Köstekli Saat; Bir zincir vasıtasıyla elbisenin herhangi bir yerine takılarak saat türü. Köstekli denmesinin sebebi; bu zincirle taşınıyor olmasından dolayıdır. Genelde kurularak çalıştırılır.

(21) Salâvatlamak; Uğurlamak. “Güle güle” demek. Mezarına teslim etmek.

(22) Tevatür; Çok yaygın söylenti.

(23) Anzarot; Sıcak ülkelerde yetişen Lâtince ismi Sarcocolla denilen bir ağaç olup reçinesi yara tedavisinde kullanılmaktadır. Ancak argoda alkollü içecekler, özellikle rakı için kullanılan bir sestir ki öyküde bu anlamda dile getirilmiştir.

(24) Göçmen = Muhacir; Lehçede macîr gibi de söylenir, göçmen, göçe zorlanmış. Aynı anlamda iki kelime.

(25) IQ; (Intelligence Quotient) ya da EQ (Emotional Quotient)  olarak belirlenen zekâ testi.

(26) Amazon Kadını veya Amazon Gibi Kadın; Dik başlı, aykırı, güçlü kuvvetli, yiğit kadın anlamında kullanılmakla beraber Yunancada “göğüssüz” anlamında. Bunun nedeni de; tarihte yaşamış olan Amazonların kız çocuklarının ok ve mızrağı doğru-düzgün kullanmasını sağlamak istekleridir. Bunların kullanımını engellememesi için aileleri tarafından kızların sağ göğüslerinin kesilmesi nedeniyle bu ismi aldıkları düşünülmektedir.

(27) Görücü Usulü (Evlilik); Birilerinin (özellikle anne-baba) genellikle oğlan yerine, kız yerine de olabilir birini beğenmesi ve onunla konusu geçenin evlendirilmesi. Bir bakıma sevişerek evlenmenin zıttı bir olay da sayılabilir. Görücü usulü evlenmede damat veya gelin adaylarının birbirini görüp-beğenmesi şart değildir. Aile büyükleri karar verdiyse “Siz bilirsiniz!” söylemi ile bu iş biter. Bundan sonra söylenecek tek söz; “Onlar erecekler muratlarına, biz çıkalım kerevetlerine!” dir.

(28) Köfün; Yöresel olarak küfe.  

(29) Eşek Hakkında Bilgi; Diğer özellikleri öykü içinde sınırlı da olsa anlatılmaya çalışılmıştı. Eşeğin en fazla % 7 meyil ile yolu ve dönemeçleri izlemesi konusunda; “Yol yapımı için eşeğin olmadığı zamanlarda, Amerika’dan mühendis getirtiriz!” fıkrasını hatırlatmama gerek yok!

Bir başka fıkrada ise; Yine bir Amerikalının bir köylümüze sorduğu: “Dolap Beygiri durup da kafasını sallayıp çanı çalarsa ne olur?” sözüne karşılık “Sizin kadar akıllı eşek Türkiye’de nerde beyim?” deyişini hatırlamamak olmazdı!

(30) Göz Aşinalığı; Uzaktan ve zaman zaman görmekten ileri gitmemiş olan tanışıklık.

(31) Keleme: Sürülmeden bırakılmış tarla veya bakımsız bağ-bahçe.

(32) Çanına Ot Tıkamak; Bir daha sesini çıkaramayacak, kötülük edemeyecek bir duruma sokmak.

(33) Yozluk; Doğada olduğu gibi kalıp, işlenmemişlik. Kabalık, amiyanelik, bayağılık, soysuzluk, kısırlık.

(34) Irgatlık; Tarım ya da yapı işçiliği.

(35) Kozmopolit; Karmakarışık. Muhtelif. Değişik uluslardan, ırklardan, dinlerden olan kimseleri bir araya getiren, barındıran, kapsayan.

Kozmopolitleşmek; İnsanın üzerinde doğduğu topraklara ve içerisinde büyüdüğü millete aidiyet duygusuyla değil, menfaatleri çerçevesinde bağlı olması hali.

(36) Kerevet; Aslı Rumca bir kelime olup üzerine şilte serilerek yatmaya, ya da oturmaya yarayan, duvara bitişik, ayakları tahtadan olan sedir, seki, yatak yeri. 

(37) Usturupluca; “Derli-toplu, akla mantığa uygun, ortama yakışır bir biçimde, ustalıklı ve uygunca, kırmayacak ve üzüntülere neden olmayacak bir biçimde.”

(38) Pandispanya; Un, yumurta ve şekerle yapılan, yumuşak, tatlımsı çörek. (Genç ve güzel kız).

(39) Ahretlik (ya da Ahret Kardeşi); Birbirine kardeş gözüyle bakacaklarına ve ahrette birbirlerine şahadet edeceklerine söz vermiş iki kadından her biri, aralarında sözleşmiş karı-koca.

Kanka; Kanki olarak da söylenmekte. Kan Kardeşin kısaltılmışı gibi ilk hecelerden oluşmuş bir kelime gibi gözükse de, insanın her türlü sırrını ve yaşamının her bölümünü kardeşçe paylaşma yakınlığındaki kafa dengi kişi.

(40) Sevgi ile nefret arasının çok ince bir çizgiyle ayrıldığı… Hatice Mine BAHADIR’ın bir şiirinin ilk dizeleridir. “Tutku ile aşk arasında, / kalın bir çizgi vardır…” dedikten sonra son satırlarda isyan edercesine bu çizginin sevgi ile nefreti nankörce ayırdığını söyler.

(41) Hüsnü Kuruntu (Hüsn-ü Kuruntu); Zararsız kuruntu, güzel kuruntu anlamlarını içermekte. İhtimali bulunmadığı halde güzel bir şeyin olacağını sanma, hayal etme, kendini buna inandırma. Herhangi bir durumu kendince, bencilce iyiye yorumlamak denilebilir. (Süslü Kuruntu; Avam dilindi söyleniş biçimi.)

(42) Ömrümüzün baharı birlikte geçsin… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güfte ve Bestesi; Erol SAYAN’a ait olup eser Aşkefza Makamındadır.

(43) Alelacele; Çok acele ederek, çabucak, çarçabuk, acele olarak, çabuk, ivedilikle.

(44) İkna Etmek; Bir kimseyi bir konuda inandırmak, bir şeyi yapmaya razı etmek. Kandırmak.

(45) Abartmak; Bir şeyi olduğundan büyük, ya da çok göstererek anlatmak, mübalağa etmek.

(46) Tedirgin Olmak; Rahatı, huzuru kaçmış, bizar olmak.

(47) Bir teselli ver diye başlayan Yine aylardan Kasım diye nakaratı olan şarkı “Gökhan İMAMOĞLU” eseridir.

(48) Zırvalamak; Saçmalamak, gereksiz, tutarsız, saçma sapan, boş, anlamsız sözler söylemek veya bu tür davranışlarda bulunmak.

(49) Curcuna; Çok gürültülü, karışık, hüzünlü ya da eğlenceli durum. Alaturka musikide bir usul.

(50) Ahret (Ahiret, Kabir) Sualleri; “Rabbin kim? Dinin ne? Kimin ümmetindensin, Kitabın ne? Kıblen neresi?” diye başlayan ve “Rabbim Allah!” cevabı verilmesi gerektiğine inanılan suallerdir. Ancak argo olarak; “Gereksizce, bıktırıcı, usandırıcı, yanıltıcı sualler”  anlamındadır.

(51) Abes; Akla ve gerçeğe aykırı, gereksiz, lüzumsuz, yersiz, boş, saçma.

(52) Minnet; Yapılan bir iyiliğe karşı kendini borçlu sayma. Teşekkür etme. Gönül borcu. Müdana.

(53) Gaddarlık; Başkalarına haksızlık etmekten çekinmeme, acıması olmama, insafsız davranma, zalim olma vasfına sahiplik, taş yüreklilik.

(54) Belagate Sandığı; Daha çok Belâgade, Belegade Sandığı şekillerinde Osmanlının ilk kurulduğu ya da hüküm sürdüğü yörelerde (Bilecik ve ilçesi Söğüt, Bursa ve ilçesi İnegöl dolaylarında) kullanılan bir sözdür. Yedek akçaların, kıymetli evrakın ve anıların saklandığı yer anlamında kullanılmakta, ayrıca “Ölümlük-Dirimlik” ya da “Kefen Parası” denilen tasarrufların saklandığı kavanoz, kutu ya da sandık olarak söylenen yerel bir deyiş.

(55) Pelesenk (Daha doğrusu; Persenk); Dilimize ilk haliyle yerleşmiş aslı bir nevi ağaç olmakla birlikte konuşurken gereksiz yere tekrarlanan sözcük, söz, söz dizisi anlamındadır.

(56) Travma; Canlı üzerine beden ve ruh açısından önemli ve etkili ruhsal yaralanma belirtileri bırakan durum.  Herhangi bir fiziksel etkenle oluşan yaralanma, incinme, zedelenme, yara, bere.

(57) Elektrokardiyografi (EKG); Kalbin elektriksel aktivitesinin yazılma işlemi.

(58) Gastrit; Mide dokusunda oluşan yangı.

Ülser; Sindirim aygıtında, özellikle mide ile onikiparmak bağırsağında görülen yara.

(59) Tereddüt; Kararsızlık, duraksama.

(60) Avare (Avara); İşe yaramaz, işsiz-güçsüz, başıboş, aylak.

(61) İkilem; Dilemma. Kıyasımukassem. Değişik iki yapıda her iki durumda da doğru davranılmayacak iki olanak karşısında kalıp kişiyi, istemediği halde bunlardan birini yapmaya zorlayan durum. İki önermesi bulunan ve her iki önermesinin sonucu da aynı olan düşüncelerden birini seçme mantığı. Değişik yapıda iki öğenin birlikteliği. İki özellik gösteren durum. Bu durumlarda insan özellikle beğenip istemediği bir seçeneği seçmek zorunda kalmaktadır.

(62)  Sevmek seni bir suç ise… diye başlayan Türk Sanat Müziği eseri Rast Makamında olup Güfte ve Bestesi; Neveser KÖKDEŞ’e aittir.

(63) Kâbus; Karabasan. Sıkıntılı, korkunç olayları ve bu yüzden gerilim ve bunalımları kapsayan düş. Bir kimsenin içinde bulunduğu karmaşık, sıkıntılı ruh durumu.

(64) Karabasan; Kâbus.  (Farkında olmamak; aynı anlamda iki kelimeyi peş peşe, bağımsız olarak kullanmışım!)

(63) Endoskopi; İçi boşluklu organların bir aletle incelenmesidir. Günümüz teknolojisi ile bağırsak sistemini en iyi değerlendiren yöntemdir.

(64) Lavman; Kalınbağırsağı anüs yoluyla su fışkırtarak yıkama.

(65) Habis; Kötücül, zararlı, tehlikeli, korku ve endişe verici, düzen bozucu, yıkıcı.

(66) Metastaz; Kanserli dokuların kan damarları ve lenf yardımıyla bir başka alana sıçraması. Bir bakıma Türkçemizde “Yayılma” karşılığı olsa gerek.

(67) Böğür; İnsan ve hayvan gövdesinin yanlarda, kalça ile kaburga arasında kalan bölümleri. Bedenin yanları her iki yanı.

(68) Burada Mevlâna’ya mal edilen bir sözden bahsetmenin yararlı olacağını düşünmekteyim. Şöyle demiş Mevlâna o sözünde: “Allah der ki; ‘Kimi benden çok seversen onu senden alırım’ ve ekler; ‘Onsuz yaşayamam deme, onsuz da yaşatırım, öldüm der durur, yine de yaşarsın!’ En garibi de budur zaten!”