Böyle bir şey ne insan hayaline sığar, ne de kırk yıl düşünsem dahi böyle bir şeyle karşılaşacağım, böyle bir şeyi yaşayacağım aklımın ucundan geçerdi.
Oysa daha henüz yirmi beşlerdeydim, hatta yirmi beşlere bile küçük de olsa bir iki adımım vardı daha.
Parlak, zeki, akıllı, düzgün öğrencilik yılları geçirmemiş olsam da; “Evvel Allah'ın izniyle” ilkokuldan üniversite son sınıfa kadar yerimde hiç saymamıştım! Karınca kararınca(1)“Allah bereket versin!” tavır ve tarzında kanaatkâr olarak asla ve asla “MÖ!” demeden bitirmiştim üniversite dâhil tüm eğitimimi.
Durum-vaziyetim(!) “Çakı gibi asker olmama(2)” ve de dahi “Eee!” diye sözlerine başlayan ve dahi sözlerini tereddütsüz aynı meal ve makamda sona erdiren annemin seslenişlerine kulak vermememe engel değildi.
Kız kardeşim benden üç-beş yaş kadar küçüktü ve üniversitedeydi. Başka bir aile ferdi de yoktu, annem-babam, kız kardeşim dışında ne arkamda, ne de önümde…
“Eee...” harflerini, ya da sözünü açmam gerekirse...
Ya da “En iyisi açmamam gerek!” diye düşünüyorum, çünkü annemin beni malûm hale getirecek kadar (Tırlatmak(2) anlamındaki) sözleri şöyleydi;
“Üniversiteyi bitirmişsin, sırtın-ensen kavi, mesleğin belli, işin hazır, çirkin de sayılmazsın, ‘Askerlik dediğin ne ki? Göz açıp kapayıncaya kadar, geçer, biter!’ Hem askerliğin yan gelip yatılacak yer olmadığı hakkında herkes bilgili! Sonra; Eee...”
Korktuğumdan, çekindiğimden, “Eee!” olayına hazır olmadığımdan, mesuliyet yüklenme(2) endişesinden değil, sadece gönlüme hitap eden birine rastlayamamış olmaktan dolayı idi, ev-bark, çoluk-çocuk sahibi olmaktan çekinikliğim.
Ne lise, ne de üniversite yıllarımda elektrik aldığım, ilgi duyduğum, ya da ilgi duymak istediğim hiçbir arkadaşım olmamıştı. Güzel, sempatik, iyi, terbiyeli bulduğum, göz süzmek, ilgi göstermek istediğim arkadaşlarım olmuştu, ancak o kadar işte!
Ama hiçbiri bana bir ömrü paylaşacak gibi görünmemiş, “Çocuklarımın anası olsun” dileğini geçirtmemişti içimden. Dolaysıyla da annemin “Eee!” diye söze başlamasının yahut da bitirmesinin bana göre (biraz kaba kaçacak gibi olsa da) kıymeti harbiyesi(1) yoktu.
Nasip olan, ya da kader diye sığındığımızın karşılığı “Aramakla bulunmazdı, meğerki rastgele!(3)” en iyi umut, ya da umutlanma sözü olsa gerekti. Çünkü “Yaşamın kendisi bir okul, yaşananlar ise bir dersti(4)” tıpkı “Hayat Bilgisi” gibi…
Annemin “Başımı bağlamak(2)” istemesinin makul ve mantıklı sebepleri vardı tabii, ama en önemlisi; “Ailemize yakışmayacak, paçoz(9) birine kapılmam ve perişan, derbeder, şaşkın” olmamdı.
Ne yalan söyleyeyim kendime egemen olduğumu ya da olacağımı düşünmeme rağmen benim de çekincem yok sayılmazdı. Belirli bir yaşam ertesinde, defi belâ(1) kabilinden, sokaktan geçen, belki de oldukça yaş farkımız olan bir genç kıza; “Evde kalmışım gibi” el uzatıp “Hadi, gel evlenelim!” diyeceğimi de düşünmüyordum.
Üniversitedeyken, sırf ailesinin zoruyla, uzak-yakın her neyse bir akraba kızıyla evlenen, okurken kendisine yetişip, hatta ondan önce mezun olduğum bir ağabey vardı. Nereden esinlendiyse bir gün kantinde biz bize otururken; durup dururken, neden gerektiyse;
“Sakın evlenmek için evlenme! Ailenin zorladığıyla hem onu, hem de kendini mutsuzluğa mahkûm etme, vicdan azabından(1) kurtulamazsın. Severek, anlaşarak da olsa birbirinizi tartın evlenmeden önce, duygularınızı içtenlikle anlatın birbirinize, eksiklerinizi saklamayın, birbirinizi birbirinizden gizlemeyin...
Anneniz babanız istese dahi onları torun sahibi yapmak için acele etmeyin, kendi kararınızı kendiniz özgürce verme gayretinde olun...”
Yutkundu, sözünü tamamlama gayretinde olsa gerekti;
“Kısaca, ya da öz olarak; ‘Ne zaman bir elmanın iki yarısı ettiğinize’ inanırsanız o zaman evlenin, o zaman da 3-4-5 olarak yolunuza devam etmeyi konuşun, kararlaştırın. Yoksa mutsuzluğunuzu bebeklerinize de çektirmeye, sizin de zorunlu bir beraberliğe hakkınız yok!”
Daha da kısacası; “Ben olmayın!” demek istemişti, soluk almadan, araya kimsenin karışmasını düşünmeden.
Dertliydi muhakkak, derdini deşmek geçmedi içimden, sustum, ama yaşamdaki en büyük, güzel ve sessiz telkini, nasihati, tavsiyeyi, tembihi her ne denirse o ağabeyden öğrenmiştim, oysa şu anda adını bile hatırlayamıyorum, garip değil mi?
İşte bu sebepledir ki; mademki başlangıçlarda hiçbir şekilde bana gözükmeyenin, askerliğim dönemimde de gözükeceğini hiç sanmıyordum. “Ne sihirdir, ne kehanet(6)” ya da “keramet” her neyse, öyle bir oluşumun ötesinde.
Bir yerlerdeki eğitimden sonra bir başka yerlere yedek subay olarak yönlendirildim. Birkaç günlük otel stajından sonra(!) aynı bölgede askerlik yapan ağabeylerden öğrendiğim kadarıyla önce bir ev tuttum, rahatlığım için dayalı-döşeli.
Ama istediğimden büyük, dolaysıyla kirası da bana göre azın biraz üstünde idi, ama önemsiz, maaşım; kira ve diğer gerekliliklerim, giderlerim için yeterli olacaktı.
Olmazsa bir evin tek oğlanı, oğlu, hani bir bakıma nesli devam ettirecek damızlığıydım(5)! O halde sıkışınca destek olması gerekenlerin desteğini de beklemek hakkım olmalıydı! Değil mi?
Aslında çekincem yoktu, çünkü bu kadar geniş bir evi tutmamın ikinci amacı, mutlaka “Özledik!” diyerek gelecek annemi, babamı, hatta kız kardeşimi otel köşelerinde misafir etmektense sıkıntı çekmemeleri için evimde misafir etmek arzumdu.
Ağabeylerin ikinci önerisi; mektupların sık sık kaybolması nedeniyle bir posta kutusu kiralamam, Orduevi uzakta kaldığı için her ihtimale karşı bir lokanta ile kadrolu müşteri olarak anlaşmamın gerekliliği idi.
Orduevi dışında sorun yaratabilecek herhangi bir yere gitmemek, alarm ya da gece tatbikatları dolaysıyla alkol ile arkadaşlığımın olmaması da diğer bir şart idi.
Şehir hamamının yerini öğrenmek de zorunluluklardan biri, ek olarak mecbur kalmadıkça şehirde resmi elbise yerine sivil takım elbise ile dolaşmamamdı.
İnsanlar neyi, nasıl düşünürlerse düşünsünler düşünceleri aynen gerçekleşmiyordu, hele ki saymadığım meziyetlerden(5) biri olan yumuşak yüzlü olmam dikkate alınırsa. Aynı devreden, farklı sınıflardan otel odalarında maddi ve manevi bakımdan perişan ve mağdur olan yedek subay arkadaşlardan ikisi, benim durumumdan haberleri olunca, komutanları muvazzaf subayların ricası ile evimde beraber kalmayı rica etmişlerdi.
Asla yalvar-yakar modunda değil. Nasıl boyun eğmezdim ki dilekleri için?
“Peki!” Ama ya sonrası? Hani bir söz vardı; “Işığı gören geliyor!(7)” gibi.
Onlardan sonra bir iki yedek subay arkadaş daha “Acaba mı ki?” düşünceleriyle yanıma yaklaşınca “Mümkün değil!” demek zorunda kaldığım için üzülmüştüm. Çünkü ev sahibine bu iki arkadaşı bile anlatmakta zorluk çekmiş, çareyi kirayı biraz artırmakla çözümleyebilmiştim.
Gerçekten o arkadaşları da “Evet, peki!” diyerek kabullenip ev sahibine onları da kabul ettirsem bile eve ranza getirttirmemiz gerekeceği gibi ev asker koğuşuna dönecekti. Ter, koku, pasaklılık, ne gibi şeyler düşünülürse, akla gelebilecek...
İnsan insana benzemezdi, herhangi bir şekilde, herhangi bir sebeple bir şikâyet olsa, bırak ev sahibi tarafından evden çıkarılmayı, o sokaktan bir kere daha geçmek değil, geçmeyi bile düşünemezdim tüm askerlik görevim boyunca...
Rutin geçiyordu günler, amiyane(5) bir tabirle omurgasız;
“Yat-kalk, ye-iç, nöbet-tatbikat, karavana-ekmek...
Komutan geliyor, komutan gidiyor! Dikkat! Hazır ol!”
Çokgenin her ucu belirli donelerle donatılıydı hem değişmeksizin desem, herhalde hatalı bir deyiş olmazdı bu...
Medeniyetin imkânları hem o şehirde, hem de o günlerde kısıtlıydı. Pul yapıştırılan, gönderilen yerle-gideceği yer arasında uçak varsa, “Uçakla” bandı ya da etiketi eklentisi, ELT telgraflar, manyetolu telefonlar...
Bir şeyler için çok sıkışmışsan bir şeylere PTT'de sıra bekleyerek, evde telefon yoksa davetli arayışlar...
Aklımda kalan, eski model, yolda tavuk görse bile, ördek(!)(5) sanıp duran, duraklayan kağnı gibi giden otobüsler, sütçü beygiri(1) tarifine sığdırdığımız kara trenler vardı, “Kara tren gelmez m 'ola, düdüğünü çalmaz m’ola?(8)” türküsünü çığırtan...
Arkadaşların evi donatmaları(!), kiraya ayrı ayrı 1/3, toplamda 2/3 oranında katkıları nedeniyle ekonomik özgürlüğüm şişmanlamıştı! Kız kardeşime gönderdiğim mektupları da harçlıkları da artırmıştım.
Anneme, babama da mektup yazıyordum, ama kız kardeşim Cennetkız’a gönderdiğim sıklıkta değil, vakit buldukça. Oysa Cennetkız’a ben her daim vakit ayırıyordum.
Ancak söylememde yarar var ki, vaktimin çoğunu heba ettiğimi bile bile, anne ve babamı sık sıktan öte sıklıkla telefonla arıyordum. Bu bir bakıma sakladığım gerçek olan “Silâh zoruyla” diyeceğim mukavemetsiz bir mecburiyetti.
Nedenine gelince annem; “Sütümü, annelik hakkımı helâl etmem!” diye tehdit etmişti, eğer sık aramazsam. Bazı yörelerde sözler annemin sözleri kadar ağırlaştırılmış olmasa da “Emir demiri kesiyordu!”
Kız kardeşimle de davetli telefonlarla görüşmeyi arzuluyordum tabii ki. Ancak okulun, daha doğru bir deyişle kaldığı yurt, ya da pansiyonun izin vermemesi nedeniyle telefondan sesini duymam mümkün olamıyordu, öz-be-öz ağabeyi olmama rağmen.
Yasak, yasaktı! Jetonlu telefon kulübelerinde ise karşılıklı olarak konuşmak için ara ki sıra bulasın, karşılıklı olarak. Bazen farkında olmaksızın bütün gün heba oluyordu, belki de benim kaprisimle.
Benim için zaman, ya da günün heba olması önemsizdi, ama Cennetkız’ın derslerine çalışması gerekliydi, üstelik zorunluydu da. Ben de üniversite yaşadım, oradan biliyorum!!!
Evde benim odam diğerlerine göre ayrı, güneş gören, ancak penceresi battaniye ile kapalı olarak farklı idi. Bunun nedeni battaniye ile örtmediğim takdirde, karşıdaki aile mi, komşu mu, her ne denirse onların rahatsız olmamasını düşündüğüm içindi diyebilirim.
Evet, yerde halı, ya da kilim yoktu, duvara asılmış askıya ve duvarlara iliştirilmiş çengellere astığım elbiselerimle odam benim odamdı. Odamdan ne benim, ne de odamın benden şikâyeti vardı (sanıyorum).
Bir transistörlü radyom bile yoktu, nedenine hâlâ akıl erdiremediğim. Ama sağ olsun ev arkadaşlarım günün mana ve ehemmiyetine uygun tüm haberleri, spor müsabakalarının sonuçlarını ve “Yalandan kim ölmüştü ki?” gün ya da günler içinde yaşadıkları(!) aşkları anlatırlardı.
Örneğin; caddeden geçen bir bayan (evli-evsiz-dul, bekâr-mekâr, genç-geçkin fark etmez) onlara şöyle bir baktı mı, aşktı bu onlar için! Al birini vur ötekine, bu Ege çocuklarının birbirinden farkı yoktu.
Bense farklıydım, bana göre. Trakya dolaylarından ve saklamama gerek yok, atalarım tarafından azıcık muhacir kökenli. Bu “azıcık” ne kadar azıcık sayılırdı bilmem, boy-pos, kumral saçlar, renkli gözler ve Allah ne verdiyse öylesine katkılar, tıpkı babam gibi.
Cennetkız kız kardeşim anneme çekmişti, annem gibi güzeldi o da. “Zaten gönül kimi severse güzel odur!” denmemiş miydi? Bir diğer deyişteki kelimelerin yerlerini değiştirerek şöyle de söylemek mümkün; “Dünyada tek bir güzel anne vardır, tüm evlâtlar da o annenin kendi annesi olduğunu sanır! (9)”
Mademki “Anne gibi yâr olmaz(10)” ve “Cennet annelerin ayaklarının altındadır!” o halde annemle ilgili “Anne hakkı ve anne sevgisi10)” ile ilgili bir şeyleri de buraya aktarmaya çalışmamda ne mahzur olabilir ki?
“Dünyaya gelmemize sebep olan öncelikle anne ve sonrasında babamıza karşı inkâr etmemizin mümkün olamayacağı görev ve sorumluluklarımızı unutmamamız gerek(10)!
Kur’an; ‘Anne babaya iyi davranmak, onlara ‘öf!’ bile dememek gerektiğini’ emretmiştir(10).
Kötü söz, ya da azarlama mı? Asla! Tatlı, güzel, merhamet dolu sözler görevimiz, hatta mecburiyetimizdir(10).
Canlı varlıkların en âcizi olan insan yavrusu her daim anneye muhtaçtır, onun kucağında adımlamaya başlar yaşamını, onda öğrenmeye başlar, öğrenmesi gerekenleri. Üstelik verdikleri sevgi de karşılıksızdır.(10)”
Sahi, benim gönlüm boştu, ama Cennetkız’ın ısrarlı yazışmalarımıza karşın, gönlünün dolu olmadığını hissediyordum da, ama hiç mi hiç sormak aklımın ucundan bile geçmemişti. Hoş sorsam da mazbut yaşamının kirleneceği düşüncesiyle “Evet!” der miydi acaba?
Ya da şöyle söylemeye çalışayım; benim mektuplarım dışında ona ulaşan başka bir mektup var mıydı? Soramazdım, o söylemez, belki söyleyemezdi, ama hakkı olanın hakkına müdahale etmek kimin hakkıydı ki?
Unutmadan söylemem gereken hususlardan biri de, ev kirasına 2/3 oranında katkıları, elektrik-su gibi giderleri bana hissettirmeksizin ödeyen ev arkadaşlarım nedeniyle birikintilerim oluyordu ve ben de onları kız kardeşime gönderiyordum.
Burslu öğrenci olmasına rağmen ne de olsa o bir genç kızdı, özençleri olabilirdi, velev ki babam katkıda bulunabiliyor olsa da desteklemem gerekir gibi geliyordu bana. İster harcar, ister çeyizi için biriktirir, ister ne yaparsa yapardı, gönderdiklerimi!
Şair; “Hayatta ben en çok babamı sevdim!(11)” demiş eklentileriyle. Ama itiraf etmeliyim ki; her kim “İkisi arasında fark yoktur!” demişse de “Hayatta ben en çok annemi, annemi daha çok sevdim!” Seviyorum da.
Hatta uydurulmuş bir senaryo, tekerleme var; “Vatan gibi diyar, ana gibi yâr, baba gibi...” Tövbe, tövbe, işte ondan olmazmış!
Kur’an’da nice ayetler vardı anne ve baba üstüne, meselâ şöyle: “Anneye, babaya iyi davranın(10)! Anne, babanıza ‘öf!’ bile demeyin! Anne babanıza güzel davranın(10)! Anne babana şükret(10)!” bunlardan bir kaçı, öncemde de bir nebze dokunduğum. Ama anne, her şeyden önce ille de anne!
Unutmadan arkadaşlarımla üleştiğim evdeki bir başka özelliğimi de anlatmadan geçemeyeceğim. Gerçi terörist(!) değildim, ama ambargo koymuştum(2), evin içinde, kendi odalarında, hatta tuvalette bile sigara içilmeyecekti. İsteyen olursa ki yoktu, balkonda ya da sokakta içebilirdi!
Müştereken bir çamaşır makinesi ve ütü almıştık, teskeremizi aldığımızda onları bize temizlik için gelen ablaya bırakacağımızı vadettiğimiz. Çamaşırlarımız yıkanıncaya, evimizin gerekli temizliği yapılıncaya kadar, abla hangi vakit derse, o vakti dışarılarda bir yerlerde geçirerek dönüyorduk evimize, hele ki nöbetimiz varsa bu asla sorun değildi, hiç birimiz için. Nöbet yoksa Orduevi ne güne duruyordu ki?
Aynı ambargo içinde alkol tüketimi de yasaktı. Çünkü yasağı uygulamamızı isteyen, duygularına egemen olamayan İzmirli bir günün ertesinde rezil etmişti bulunduğu mıntıkayı! Sarhoş olup etrafı berbat edecek kadar yüklendiği duygularının ne olduğunu anlatmamıştı.
Acilen çağırdığımız ablanın sözleri “Dank etmiş(2)” olmalıydı kafasına;
“Zift gibi olmuş yerler, kusmuk dolmuş yatak, çarşaf, yastık kılıfı, nevresim...” demişti. İzmirli eksikli kalmamış, cebine koyduğu zarfla ablanın gönlünü almış, bir bakıma susturmuştu onu...
Günlerden rutin geçmesi olası bir tatil günüydü. Her iki Egeli arkadaşımın da olağan nöbetleri vardı. Bu nedenle evde yalnız, ayaklarımı uzatarak sessiz ve sakin oturduğum saatlerin birinde kapım çalındı parmak uçlarıyla çekinceli, usul usul.
Anlam verememiştim, bu gurbet ilinde bayram değil, seyran değil, kim arayıp sorardı ki beni, ya da şu anda nöbette olmalarına rağmen ev arkadaşlarımı? Annem, babam ya da kız kardeşim ziyarete gelecek olsalar mutlaka şehir bandosunun eşliği ve gürültüsü ile gelirlerdi!
Üstelik de kapıyı öyle hissedilir-hissedilmez şekilde tıklatmazlardı. Bir makineli tüfek ritmiyle, sürekli atışlar halinde, hem de kesiksiz...
O halde kimdi bu gelen, hem neden? Rahatımın bozulmasının tereddüdü ile açtım kapıyı, üstelik hiç aklımdan çıkarmadığım halde, uzun zamandır kullanmadığım için unuttuğum bir söz olarak “Kim o?” demeden.
Karşımda, daha önce hiç görmediğim, bilmediğim bir genç kız duruyordu. Güzelliğini tartışmamın mümkün olmadığı, ağzım açık bakakaldığım, tarifte zorlandığım bir varlıktı o. Benim ses etmem gerekmedi;
“Ben Ayten(12) kardeşinizin...” dediğinde başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü sanki bilmeden, anlamadan, hem hiç mi hiç düşünmeden. Tavrım etkilemiş olsa gerekti onu;
“Merak etmeyin, kardeşiniz iyi ve benim buraya geldiğimden de haberi yok, hatta benim bile kendimden haberim yoktu!”
“Nasıl yani?”
“Üstünüze bir şey alır, dışarılarda bir yerlerde bana bir çay ısmarlarsanız anlatırım çok şeyi, unuttuklarım değil, söyleyemediklerim olabilir belki, o nedenle her şeyi demiyorum!”
Bakışlarında, sözlerinde, davranışlarında beni etkileyen ve fakat anlayamadığım bir gariplik vardı. Kimdi, neydi, nedendi, niyeydi?
Öylesine çok soru cirit atıyordu(2) ki beynimde, hani teşbihte hata olmaz derler ya; kuyrukları birbirine değmeden dolaşan binlerce tilki varmış gibisine!
“Buyur!” etmeğe ya gerek görmemiştim, ya da akıl edememiştim, şaşkınlığımın her türlüsüyle. Ancak o süzülürcesine, odamın kapısına kadar gelmiş ve beni giyinmek için soyunurken çıplak olarak görmüştü sırtımdan.
Eğer kısa başlayıp uzun süren ıslığını duymasam hissetmezdim bile bakışlarını, sessizliğinde;
“Sadece yakışıklı değil, gösterişliymişsin de!” dedi, giyinmemi başını eğerek, belki de utanarak bitirmemi bekledi sırtını dönerek.
Kapıya yöneldiğimizde elimi tutması hayretimi ve merakımı bir kat daha artırmıştı. Çünkü dediğim gibi kendisini ne önceden görmüş, tanımış, ne de rüyalarımda, hayallerimde rastlamıştım ona, böylesine capcanlı, dipdiri, hatta hissettiğim kadarıyla sevgi dolu (gibi).
Ve “Kardeşinizin” diye başladığı cümle dolaysıyla onun bu şehirden biri olmadığı geçiyordu aklımdan.
Dehşetle diyebileceğim bir şekilde bakışlarından etkilenmiştim. Onun bakışları bugüne kadar hiç hissetmediğim bir ateşti, güneş dünyayı ısıtıp aydınlatıyordu, onun aydınlığı beni kavurmağa başlamıştı, ilk iki-üç adımda.
“Haydi sor!” dedi.
“Neyi?”
“İçinden ne geçiyorsa!”
“İçimden ne geçiyor?”
“Seni nasıl bulduğumu, neden yakınlaşmak istediğimi, neden, neden diye sıralayacağın birçok soruyu arka arkaya, sıralamadan, sırasız-sekisiz. Ya da…”
“Ya da demenin sonrasından başla!”
Ne kaba biri olmuştum hemen?
“İlk defa kardeşinin dolabında gördüm resmini. Sonra okuma odamızın, biz ‘Mütalaa Odası’ diyoruz orada masasının üzerinde senden gelen mektubun zarfını gördüm. Adın yazılıydı ‘Erdoğmuş’ olarak, etkilendim, bir bakıma ismin, hayallerimin insanı olduğunu çağrıştırdı bana…
Hemen bilmeni istediğim bu, beni nasıl kabul edersen et. Çünkü yaşamımda ilk kez ilgi duyduğum, belki sonrasının da olmayacağına inandığım birisiniz siz. Ne ya da nasıl adlandırırsan adlandır beni. İsminin altında posta kutusu adresin vardı, seni şehirde bulmamı zorlaştıran. Anlatabiliyor muyum, dinliyor musun?”
“Dinliyorum, devam et lütfen!”
Anladığımı iddia etmem zordu, dolap kapağında görülen bir resim, bir mektup zarfı, belki ustaca sorgulama ve beni öğrenmesi, ne kadarımı öğrendiğini bilemediğim. Hem beni kapıma kadar gelip “Şıp diye” bulmasına(2) da akıl erdiremiyordum.
Dediği gibi kardeşime yazdığım mektuplarda adres değil, sadece posta kutusu numaram vardı ve kardeşim adresimi değil, benim nerede olduğumu, yani evimi biliyordu. Belki tarif etme olasılığı desem? Yok canım, merak etmez miydi Ayten’in detaylı soruşturmasının nedenini Cennetkız?
Üniversitede okuduğunu, adını öğrendiğim elimden tutan genç kızın zekâsından şüphe etmesem de beni bir posta kutusu numarasından nasıl bulduğunun imkânsızlığını düşünemeden geçemiyordum.
O, düşünmem için gerekli molayı vermiş gibiydi, belki de söylemek istediklerini sıraya dizmek istercesine. Devam etti Ayten;
“Ne yapsam, ne etsem aklımdan çıkmadın. Dünya gözüyle seni bir kere görsem yetecektin bana…
Oysa kardeşini ziyarete gelmedin bir kerecik de olsa, beklentimi karşılayacak, cevaplayacak şekilde. Ayda bir iki defa hafta sonlarında olduğu gibi trenle evime doğru yönelmiştim, bunu tıpkı sizin askeri bir şekilde söyleyişiniz olarak aileme ‘Tekmil vermek’ şeklinde belirtebilirim…
Hep böyle susacak mısın? Ara da bir ‘Hım! Hı! Ya?’ demen ya da hayret eder gibi, merak eder gibi yüzüme bakman, ya da elimi sıkman gerekmiyor mu?”
“Affedersin!”
“Oldu! Bu kadarı da yetti bana! Tren bu istasyonda durup da kalkışına saliseler kala aniden karar verdim, indim trenden, seni görmek arzumu zapt edemediğim düşüncesiyle. Ne pahasına olursa olsun arayıp bulacak bir kerecik de olsa seni görüp heyecanımı dindirecek sonra yolcu yolunda gerek dönecektim evime.”
“Eee! Gördünüz beni. Dindi mi heyecanınız, hem nasıl buldunuz beni? Bu hâlâ muamma(5) benim için.”
“Heyecanımı sona bırakayım, beni kardeşinize deşifre etmeyeceğinize(2) söz verdiğinizde!”
“Söz, seni ve beni, seninle benden başka hiç kimse bilmeyecek!(41)”
“Postaneden adresini öğrenmem başlangıç olarak zor, sonra kolay oldu. Memure Hanıma yalan söyledim, o da acıdı bana. Senin ağabeyim olduğunu, sürpriz yapacağımı, adımın kardeşinin adı olduğunu söyleyince, Memure Hanım yelkenleri suya indirdi, sanırım sorması gereken hüviyetimi sormaması bana acımasının eseri olsa gerekti…”
Yaptığı sürprizin tadına varmak ister gibiydi Ayten;
“Posta kutusu adreslerinin olduğu klâsörü açıp adresini söyledi. Eee! Bu durumda bir öpücüğü hak ediyordu o abla. Hayret nidalarına aldırmaksızın, bankın üstünden abanıp kucaklarcasına öptüm onu. Çevremizde bize bakanlar var mıydı, bilemiyordum, ama seni bulup görecektim, mutluydum, bu kadarı yetiyordu, yetecekti de bana.”
Bu şehirde en iyi çayın nerede ikram edildiğini bilmiyordum, çünkü şehirde dolaşmışlığım, ya da dolaşmamı gerektirecek hiçbir şey yoktu bana göre şu ana kadar, askerliğimi bitirmek dışında. Orduevi uzaktı, hem de ortada fol yokken, yumurta yokken cümle âleme görünmek istemiyordum, üstelik söze de nasıl başlayacağımı.
“Şey...” dediğim anda sanki top patladı, yer sarsıldı, kurum yağmaya başladı gökyüzünden, hem de yağlı. Bir anda yamyam değilsek de kapkara olmuştuk baştan aşağı ikimiz de.
Karanlığa karışmışçasına, o karanlıkta birbirimizi görüp de gülsek mi, endişelensek mi, merak mı etsek, hayret ederek küçük dilimizi mi yutmaya çalışsak diye düşünüyorduk (sanırım).
Yaşadığımız dünyada daha önce böyle bir şey olmuş muydu? Bunu kader kelimesiyle özdeşleştirmek mümkün müydü? Oysa “Kader demek; tedbirsizliği, cehaleti Allah 'a fatura etmekti ki bu iftira(14)” idi.
O yağlı kurum bulanıklığında herhalde ilerlemeye devam etmek mantıksız olurdu, geriye dönmeyi önerdim.
Ayten'in beden ölçüleri aşağı-yukarı Cennetkız’ın ölçüleri gibiydi, alıcı gözüyle baktığım takdirde! Kız kardeşime aldığım hediyelerden aklımda kalan ölçülerde kurum bulaşmış elbiseleri yerine bir şeyler alabileceğimi düşünmüştüm.
Aklıma gelmeyen dönmek umuduyla eve bıraktığı çantada kendisiyle ilgili bir şeylerin olduğunu unutmuş, ya da aklıma getirememiş olmamdı.
Muhtemelen yanlış bir şekilde alçaktan uçmak, ya da bu mecburiyeti yaşamak zorunda olan askeri bir helikopterin belki de kurumları dağıtma, gökyüzünü açma amaçlı çığırtkanlığı ile haşır-neşir olduk(2) bir anda. Nitekim geniş boyutlu anons gerçeği iletti bize;
“Pencerelerinizi açmayın, evlerinizden, bulunduğunuz yerlerden çıkmayın, ikinci bir anonsa kadar olduğunuz yerde kalın, hava raporu elimizde, yağmur ve rüzgâr belirlendi. Fabrikada patlama oldu, ölümüz yok, gerekli tedbirler alındı, merak etmeyin!”
Son heceyi duymuş muydum, yoksa ben mi uydurarak tamamlamıştım, Ayten’le birlikte kaldırımları tüketme gayretini yaşarken.
Evet, o upuzun heyulâ(5) gibi bacası şehirden bile görülen, ne imal edildiğini, ya da yapıldığını merak edip öğrenmediğim fabrikada, deprem niteliğinde bir patlama olmuştu.
Abartmam uygun olmayabilir, ama şehirdeki tüm cankurtaranların ve itfaiyenin oraya yöneldiklerinin sesleri kulağıma bile ulaşıyordu.
Resmi, sivil arabaların, merak edenlerin, kaygılananların caddelere kısmen inip kurumların konmasına rağmen o karanlık toz bulutu içinde nasıl hareket ettiklerini, yön bulduklarını bilmiyordum.
Eve ulaşmamız zor olmadı.
O helikopterin sesinde bir duraklama olur gibi oldu, battaniyenin kenarından tutup açarak görmeye, nedenini anlamaya çalıştım. Yoğun kuruma dayanamayan helikopter, muhtemelen kaptanının çabasıyla şehir dışına ulaşma gayesiyle uzaklaşırken, gücü yetmemiş ve düşmüştü.
Bir ateş topunun yükselişinden, uzaklardan bile duyulan müthiş bir patlamadan sonra bu kez kahverengi-siyah karışımı bir duman yükselmişti bilmediğimiz yerden, yerlerden ve cankurtaran, itfaiye sesleri olduğunu sandığım sesler bu kez o tarafa yönelmişti sanki.
Evet, fabrikada ölen olmadığını öğrenmiştik, ama helikopterin pilotunun ve belki de anonsu yapan yardımcısının kurtulmuş olacaklarını sanmıyordum.
Sis, daha doğrusu kurum bulutu, nelere sebep olduğundan habersiz sinsice dağılıyor, yeryüzünde rahat bulduğu kısımlara oturma eylemini gerçekleştiriyordu. Bölgenin iklim özelliği vardı, esen rüzgâr ve dua edilmesi, ya da şükran duyulması gereken yağmur, kurum ve toz-toprak bulutlarını indirme gayretinde gibiydi, ayrıca.
Gözünü kırpma arzusundaki güneş de, kendini gösterme gayretindeydi, yağmur damlaları arasından, benim gibi, bizim gibi kurum ve yağmurla “Leş gibi” olanlara aldırmaksızın.
“Markete ya da eczaneye gitmem gerek, hem başka yerlere de, soğuk su ile duş almam gerekse de!” dedi Ayten.
“Sen zahmete girme! Ben halledeyim!” dediğimde;
“Siz bekâr erkekler ne bilirsiniz ki biz kadınların gerekliliklerini, hele hele ki kadın ruhiyatını
Doğruydu, ne diyebilirdim ki? Annem gözükmemişti yıllar yılı ortalıklarda. Kız kardeşim kendisini saklamış olsa gerekti, belki utanarak. Gereklilik konusu gerçekti ve doğruydu, ama ruhiyat konusunda...
Sanırım iddialı olmak için zaman oldukça erkendi, bu nedenle;
“Peki!” dedim, sahici...
O, önünden geçtiğimiz eczaneye uğradı kurum-toz-yağmur çamurunun vıcıklığına aldırmaksızın, benim kapı önünde beklememi isteyerek kendisi için gereklilikler dediği şeyleri almak için.
Aldıklarının bedelini ödemek üzereyken içeriye girdim; “Ben ödeyeyim!” dediğimde yüzüme oldukça soğuk bir şekilde baktı, ikimize de yamanmış o kapkara surat ve kararmış kumral saçlarıyla.
Saklamamam gerek, herhalde bir kısım kurum taneleri tutunmak zahmeti yaşamamıştı başımda. Çünkü daha bu yaşlarda saçlarım beyazlanmak yerine dökülmeyi tercih etmişti! Gerçek şu ki, en fazla 35-40 yaşlarımda hani kel mi, kabak mı denilecek şekle şimdiden kesin olarak adaydım.
Beni o yaşlarımda görüp de; “Imgh! Kel! Keltoş! Kim bilir kaç yaşında? Bundan uzak durmak gerek! Çocuğu bile olmaz bunun!” diyeceklerin seslerini şimdiden duyar gibiydim, hani gönül verip de evlenmek istediklerim olacakmış gibisine…
Daha askerliğimi bile bitirmeden, ortada aday adayı bile yokken yaşayacağımı sandığım kurguya bak! Sözümü şöyle düzenlemem belki daha doğru olabilir gibi geliyordu bana adaylık konusunda, eğer aklımı elverişli bir şekilde kullanabilirsem;
Ayten benim ilk, tek ve hatta son aşkım, ya da şansım olabilirdi. “Mende Mecnun’dan füzun âşıklık istidadı var, Aşık-ı sadık menem Mecnun’un ancak adı var! (Ben de Mecnun’da olduğundan daha fazla âşıklık kabiliyeti, sevmeye doğal bir eğilim var. Gerçek âşık benim, Mecnun’un sadece adı var)” diyen Fuzuli’yi hatırladım birden.
Ve bırakmadı Fuzuli yakamı birden; “Öyle ser-mestem ki idrâk etmezem dünyâ nedir, Ben kimem Sâki olan kimdir mey-i sahbâ nedir? (Öyle kaybettim ki kendimi aşk içkisiyle, anlamıyorum dünya nedir? Ben kimim, saki olan kimdir ve içki kadehi nedir?)”
Evet, Fuzuli güzel söylemişti söylemesine, üstelik ben de hazırdım sevgiye ancak karşılıklı sevgi olmaksızın nasıl olacaktı bu? Evet, Ayten uzak diyarlardan gelmişti kız kardeşimin dolabındaki resmimden beğenisini anlatmıştı ve beni görmek için trenden inişini.
Peki, bu beni sevdiğinin belgelenmesi olarak düşünülebilir miydi? Ben de onu tanımaktan hatta gönlümü ona teslim etmeyi dilemekten dolayı mutluydum, ama bu aşk mıydı? Beğenme, hatta ihtiyaç, ya da arzu muydu?
Bir ömrü gönül-gönüle paylaşmak, bebelerimizin annesi-babası olmak konusunda eğer yanılmadığımı iddia etmek yerine inanırsam; “Aşk ve doğasında olan evliliğe karar verme aşamasındaydım!” diyebilirim.
Hatta bana göre az biraz gibi gözükse de egoizm kokar bir şekilde “Aşamasındaydık” demek de geçiyordu içimden. Ancak beni resmimden görerek, bir mektup zarfında iz bulup buralara kadar yol tepen ve beni bulan biri için, onun yerine de düşünüyor olmak bencillik sayılmaz mıydı?
Alacaklarını alan Ayten uysalca peşime takılmıştı çirkinliğiyle. “Tencere dibin kara... örneği nedense aklımın ucundan geçmiyordu, kendimi görmüyordum ki zaten. Şairin dediği gibi ben; “Ayten olmuştum!”
Ev bizimdi, yapmak istediklerini rahatça yapmasında hiçbir ve hatta asla mahzur yoktu. Üstelik soğuk suyla duş almak da düşüncelerinden uzakta kalmalıydı. Şofbeni yaktım, bornozumu verdim, onu banyoda kendi başına bırakarak sırtımı döndüm.
Bu arada yapmam gereken önemli işlerden biri olarak arkadaşlarımın havlularını zimmetime geçirmeyi(2)(!) unutmadım. Duşunu almasını, ya da yıkanmasını bekledim, yatağımın üstüne oturarak...
Belki yaşadıklarından etkilenmiş olsa gerek, belki zamanı tasarruflu kullanmak amacıyla çok kısa sayılabilecek süre içinde tertemiz, pırıl pırıl, bir içim su gibi çıkmıştı banyodan.
Kendimi engellemek isteyemeyeceğim gibi, naturamın, yaratılışımın gereği aşk değil, meşk derdindeydim sanki bu kez Fuzuli'yi inkâr edercesine hem de.
“Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib, Kılma derman kim helakim zehri dermanındadır. (Ey tabip! Aşk derdiyle başım hoş benim; yaramdan el çek sen. Bana derman hazırlama ki senin merhemlerin benim ölümüm sayılır).”
Nedenini sayıklıyordum zihnimde. Daha saatler öncesine kadar hiç bilmediğim birine dakikalar içinde âşık olmak…
Sözümü saptırmamam gerek, buna aşk değil, bedensel arzular demem gerek ki, bu bana hiç de yakışacak bir düşünce değildi!
İnsanların yaşamlarında bilmekle bulmak ve Yaradan'a sığınıp uygulamak gibi bir yanlışları olsa gerekti. Evet o, etkilendiğini söyleyip bana gelmişti, ama ben ondan etkilenmiştim ve onu bırakmaya hiç mi hiç niyetli değildim.
Gönlüm aşka muhtaçtı, o gelişiyle bu açlığa derman olmuştu. Bu; Tanrı'nın “Kalp kalbe karşıdır!(15)” çarpıntısının bir göstergesi sayılmaz mıydı?
Öyle bir bakmıştı ki demin diyemememin öncesinde bir an; o bakışıyla kalbimi yakmış, aşkın kemendiyle bağlamıştı(16) beni kendisine, bu kendini bilmez güzel! Biliyordu beni gönlüne hapsetmeyi ve onsuz olamayacağımı.
Bu; Havva'dan Âdem'e ulaşan ve sonrasında bugünlere kadar devam eden bir mecburiyet, bir ibret, hüküm, seçim önerisi olmayan bir gereklilik olsa gerekti.
O duştan çıktı, ben yağlı kurumlardan kurtulmak için duşa girdim, ona “Sıhhatler olsun!” diyerek. Garlı sabun(48) denen yeşil sabun beni dünya kirlerinden azat etmişti, ahret kirlerini bilmem mümkün değil tabiidir ki. O; Tanrının bileceği bir şey, bizim aciz aklımızın eremeyeceği.
Banyodan çıktığımda onun giyinmeksizin bornozla yatağımın üstüne uzanmış bir şekilde tıpkı Orhan VELİ gibi görmüştüm sere serpe, bornozu hafiften sıyrılmıştı, bedeninin tüm güzelliği olmasa da güzelliği ortadaydı ve bir eli kalbi üzerinde uyuyor olarak.
“Böyle de yatılmaz ki(49)” demeye hakkım var mıydı? Başlangıç olarak içimde ne fesatlık, ne kötülük, ne de bir başka amaç vardı. Sadece güzelliğine meftun olarak(2) bornozu örtmek, saçlarını okşamak istemiştim, öpmeyi bile aklımdan geçirmeksizin. Sonrasında saygımla arkadaşlarımın yataklarına yönelecektim.
Sarhoş değildim, aklım başımdaydı, ama aklımı başımdan alan o, kollarını uzatmıştı saçlarını okşarken, daha 24 saat bile geçmemişken aradan, o benim değil, ben onun olmuştum, yasaklanmayacak bir şekilde.
Keşke sarhoş olsaydım da; “Ne yaptım, ne halt ettim?” diye kendimi sorgulayacak, savunacak bir mazeretim olsaydı.
Oysa adım gibi biliyordum, aklımda kalmıştı; “Senin olmaya geldim(19)!” deyişi çınlıyordu kulaklarımda ilk öpüşümde.
Neden sonra sabah ezanı okunurken kendimize geldik. Ben onun ilkiydim. O; “Senin olmak mutluluğum, ister beni iste, ister isteme!” şeklindeki sözlerini ağzını kapatmak istercesine öperken, sadece “Sus!” demek geçiyordu içimden.
“Nasıl istemem ki seni, ta uzaklardan gelip beni isteyen, tümümü vermek istediğim sevgiliyi…” dedim.
Zamanın durmak gibi bir lüksü yoktu, oysa durdurmak, onun yanında, yanı başında aç, susuz, uykusuz günlerce kalabilirdim. Yasaklar da zaman içindeydi ve zamana uymak gerekiyordu, zamanın bana uymak zorunluluğunun olmadığının bilincindeydim.
Banyoya girdi, sonrasında ben. Bu kez çıkar çıkmaz giyinmişti ve böyle yaşanmış birlikteliğin sonunda ağlıyordu, ben yanında utanmaksızın giyinmeye çalışırken,
“Ben senin olmaya niyetli gelmiştim. Hiçbir şeyden pişmanlık duymuyorum. Sadece sensiz yaşamaya mecbur olacağım günleri düşünerek duygulandım, onun içindir gözyaşlarım, engelleyemediğim değil, engellemek istemediğim. Keşke ‘Kal!’ desen, hep yanında kalsam! Ama bana ‘Git!’ demen gerek şimdi, hem de hemen!”
Ona “Gitme sana muhtacım…(20)” demek isterdim. Ama hem Tanrının bize yüklediği mecburiyetler, hem de devletin, cismimizin uymak zorunda olduğu kurallar vardı.
İstasyona geldiğimizde trenin gelmesine iki saat kadar zaman olduğunu öğrendik, o da tehir yapmazsa eğer. Zamanı üleşmeyi teklif ettim; “Daha zor olacak senden ayrılmam, üzme beni!” dedi acelesi varmışçasına gibi.
Onu zamanın o külüstür otobüslerinden birine, yer kalmadığından en öndeki koltuğa oturturdum, torpilli müşteri gelmediği için, bir sonraki otobüsü beklemeye ne tahammülü, sabrı, ne de niyeti, cesareti vardı.
Gözleri hâlâ yaşlıydı, arabaya binen-inenlere, gelen-geçenlere engel olmama aldırmaksızın bırakmıyordu elimi, sıcaklığının devamlı avucumda kalmasını arzularcasına, beni bırakmak istemezcesine.
Yan taraftaki yolcunun gelmesi üzerine kalktı yerinden, sarıldı ve “Git!” dedi. “Arkamdan bakma sakın ve bil ki; “Seni benim kadar hiç kimse sevmeyecek(41)” sevemez de zaten!” dedi, ayrılırken.
Üstesinden gelemediğim duygular içindeydim, sabahın daha bu vakitlerinde. Siyah bir poşetin içine istiflediğim biralarla, çay kenarına gidip bir ağacın altına oturup önce biralardan birinin tadına baktım.
Bu tadına bakış diğerlerinde de zıkkımlanmak şeklinde devam etti, mahzunluğumda, dediğim gibi sabahın daha ötelenmeye fırsat bulamadığı erken vakitlerinde.
Oturup da o ağacın altına yaşıyordum yalnızlığımı, arkadaş saydığım o şişelerde.
Ve iddiam o idi ki, “Sevgiden de ışıktan da anlıyordum! (21)”
Şu anda şapkam olsaydı da; “Gel teskere, gel!” diyerek şapkamı yere çarpsaydım, diye düşünüyordum. Oysa tam tabiriyle “Şafak saymaya(2)” bile başlamamıştım ki! “Ömür biter, yol bitmez!” diyen haksızdı bana göre, “Ömür biter, hasretlik bitmezdi!” aslında. Daha başlangıcı bir saat bile olmamıştı hasretliğimin.
Sarhoş değildim kendi düşünceme göre, oysa kaç kez ağacın arkasına gizlenip kendime “İhtiyaç molası” vermiştim ki, kesin olarak hatırlayamıyorum, böbreklerimin gayretine alkış tutarak, “Aferin!” diyerek!
Tabii çay da kederime ortaklık etmesinin mutluluğuyla ellerimi kendinde paklamamdan dolayı teşekkürlerini sunmuş olsa gerekti bana.
Gözükmemeğe çalışarak eve yönelmek, soru bombardımanını esirgemeyecek arkadaşlarımın dileklerinden kurtulmak için uyku modunda gözükmemin gerekliliğini yaşıyordum. Aslında biranın verdiği mahmurluk gerçekten uyumamı emrediyordu bana.
Dönüşüm aynı yol üzerindendi. Otobüs garajının içinden geçecektim, gözükmemek için her türlü imkânı kullanmaya çalışarak.
Oto Garajındaki büro önünde büyük bir kalabalık vardı, bağıran, çağıran, yırtınan. Bir otobüs gelip durdu garajda. Arka arkaya birkaç ambulans geçti yanımızdan. Bazıları otobüsten inenlere sarılıyor, şükrediyor, bazıları ambulansların peşinden hastanelere yetişmeye çalışıyordu. İki kadının aralarındaki konuşma çekmişti dikkatimi;
“Otobüslerin şoförleri ile gencecik bir tazenin ölümüyle ucuz atlatılmış kaza, Allah'a şükür! Diğer yolcularda pek bir şey yokmuş, hepsi sağ-salim getiriliyormuş.” dediğinde söylemek istediğini anlayamamış, anlamlandıramamıştım.
Soramazdım onlara, bileti satın aldığım büroya gittim. “Ne, ne zaman, hangi saatteki otobüs?” sorularını arka arkaya sıralamakta eksikli gibiydim. Başka suallerim olmasının gerekliliği içindeydim sanki o kafayla içime bir şüphe girmesi aklıma gelmeksizin.
“Kötü haber çabuk duyulurdu.”
Duyulmuştu da. Çok kişi Tanrıya şükrediş şeklinde bir bakıma yağcılık, yalakalık yapar gibi dualarla, üfürüklerle gelenlerin sırtlarına vuruyor, sözüm ona gözyaşları döküyordu, hani timsah gözyaşları(22) denilecek türden, beni ilgilendirmediğine inandığım.
Gişedeki hüzünlü adam, daha önce gelenlerin, şimdi de benim sorularımla bunalmış olmasına rağmen, başını kaldırıp dikkatle baktı bana;
“Siz o genç kızı uğurlayan, acelesi varmış gibi gitmek isteyen, gelmeyen yolcunun yerine oturan genç kızın ağabeyi değil misiniz?”
Ağabeyliği yakıştırmıştı her halde bana, dikkat etmesine rağmen, dikkatli bakmayışının tezahürü olsa gerekti bu.
“Evet, o benim işte!” dedim, katmerli bir yalanı gerekli görmeyerek.
“Bak delikanlı kardeşim, sakin ol, sen bir acele tarafından hastaneye git! Sanırım kardeşini orada bulacaksın!” dedi. Sonrasında eklenen sözler var mıydı, fark etmem mümkün değildi.
Dualarım coşkundu, o yaşlı teyzelerin bahsettiği genç kızın Ayten olmaması dualarımda idi, her nedense her türlü belirsizliğe karşın.
Hastanede üstü yeşil bir önlük, ya da bezle örtülmüş üç sedyede, üç insan yatıyordu. İkisi boylu-poslu, heybetli gibiydi. Öteki bir genç kızın ayaklarına benziyordu, örtüden hafifçe sıyrılmış. Tırnaklarında oje ve benzeri bir şeyler olmayan.
Beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Çünkü beraberliğimiz sonrasında banyoya girmeden önce ojelerini asetonla çıkarışına şahittim. Gene de dualarımı yaygınlaştırdım, umutsuzca da olsa.
Örtüyü açtığımda artık kendimi zapt edemez durumdaydım. O; Ayten'di.
Parçalanmıştı yüzü, ama gülümser gibi, benden ayrılmaktan hoşlanmış gibisine. Bedenime egemen değildim, çökercesine dermansızlığını hissettiğim ayaklarım benim değildi.
O yola çıkmadan önce gözyaşı dökme haklarının tümünü kullanmış, tüketmişti. Kapatamadığı gözkapakları arkasında gizlemeye çalıştığı gözleri kupkuru idi.
Sıra bendeydi. Sonsuza kadar ağlayacaktım. Ona söz vermemiştim, ama içimden, gönlümden, kalbimden, beynimden geçirmiştim ya;
O benim ilk, tek ve son aşkımdı ve ben tükenip bitinceye kadar da o yüreğimde öyle kalacaktı…
YAZANIN NOTLARI;
(1) Defi Belâ; Bir belâyı, bir tehlikeyi, savma, uzaklaştırma.
Karınca Kararınca (Karınca Kaderince, Kararında, Kararınca); Az da olsa elden geldiğince.
Kıymeti Harbiye; Sözün gerçek, dişe dokunur bir değeri olması.
Sütçü Beygiri; Çok tembel, miskin, aheste, aksak, çok yavaş gidildiğinde söylenen bir tekerleme. Aslında; “Sütçü Beygiri Gibi Ayakta Uyumak” şeklinde kullanılan bir deyimdir.
Vicdan Azabı; Başkasına zarar verdiğine inanan bir kişinin duyduğu pişmanlık duygusunun bir ifadesi. Suçluluk duygusuyla ilintili olup kişinin kendi kendine yönelttiği bir kızgınlık halidir.
(2) Ambargo Koymak; Yasaklamak. Genel olarak gemilerin limanlardan hareketine engel olmak, yasaklamak.
Başını Bağlamak; Bir kişiyi sözlemek, nişanlamak veya evlendirmek. Başına örtü vb. bağlamak.
Cirit Atmak; Bir yerde çokça bulunmak, sık dolaşmak ve serbestçe davranmak.
Çakı Gibi Asker Olmak; Sarsılmaksızın, kıpırdamaksızın, kurallara uygun biçimde, istiyerek, mutlulukla, zevk alarak askerliğe başlamak, devam etmek.
Deşifre Etmek; Kimliğini anlamak, kimliğini açığa çıkarmak. (Fransızca déchiffrage); önceden çalışmadan notayı ilk görüşte okumak.
Haşır Neşir Olmak; Bir arada olmak, kaynaşmak.
Kafasına Dank Etmek; Bir olay sebebiyle birden kendine gelmek, ayılmak. Doğruyu anlamak.
Meftun Olmak; Gönül vermek, tutulmak. Vurulmak. Hayran olmak.
Mesuliyet Yüklenmek; Sorumluluk almak, sorumluluk yüklenmek.
Şafak Saymak; Belli bir sürenin geçmesini anbean sayarak takip etmek. (Askerde teskereyi beklemek, yıllık iznini kullanmak için geçecek süreyi beklemek vb. gibi)
Şıp Diye Bulmak; Ansızın, beklenmeyen bir anda, olanı biteni fark edip bulmak.
Tırlatmak; Aklını yitirmek, çıldırmak, delirmek. Bir bakıma öldürmek.
Zimmete Geçirmek; Emanetindeki bir malı veya parayı sahiplenmek, kendine mal etmek. Bir hesabı birinin borcuna eklemek.
(3) Aramakla bulunmaz meğerki rastgele; Eski deyim olarak; Tesadüf yoktur, tevafuk vardır. Yaşamda oluşan olayların bir sebebinin, bir sağlayıcısının olduğunu, insanın sadece olmakla bunun gerçekleştiğini ifade eden deyim.
(4) Yaşamın kendisi bir okul, yaşananlar ise bir ders… Yekta Güngör ÖZDEN
(5) Ne Sihirdir, Ne Keramet; “El çabukluğu marifet!” eki ile kullanılır. Çabucak, hile de karıştırılarak yapılan işler için söylenir (Keramet; Doğaüstü yetenek. Ermiş kişilerin gösterdiklerine, yarattıklarına inanılan, aklın sınırlarını aşan, şaşkınlık verici olay, durum).
(6) Amiyane; Sıradan, bayağı. İncelikli olmayan. Kibar birine yakışmayacak bir biçimde.
Damızlık; Aslında Sadece döl almak amacıyla yetiştirilen iyi nitelikli hayvan, bitki. Ancak öyküdeki anlamı; kadının sadece çocuk sahibi olmak için kullandığı adam (Affedersiniz).
Heyulâ; Korku verici, ürkütücü hayal.
Meziyet; Bir kişiyi, ya da nesneyi, diğerlerinden üstün gösteren nitelik.
Muamma; Anlaşılmayan, bilinmeyen bir şey. Bilmece.
Ördek; Öyküdeki anlamı, genelde Trakya bölgesinde kullanılan bir deyim olup, yolda bekleyen yolculardır. Bu yolcular istiap haddine aldırmaksızın otobüs ve minibüslere memnuniyetle kabul edilirler. Perde ayaklılardan, tıknaz, kısa bacaklı ve kısa boyunlu, yassı gagalı, paytak yürüyüşlü, tavuktan daha iri, yabanıl ve evcil türleri bulunan, eti ve yumurtası yenen su kuşu. Yataktan kalkamayacak durumdaki erkek hastaların içine idrarlarını yaptıkları, eğri boyunlu sidik tası.
Paçoz; Aslı kefal cinsinden bir balık türü. Paçavra elbiseler giyinen, üstü başı dağınık, bakımsız, paspal, kendine bakmayan, dikkat etmeyen. Fahişe sayılmasa bile ahlâken eksiklikleri olan kadın.
(7) Işığı gören geliyor; Bir fıkradan esinlenildi. Ebenin doğum yaptırdığı sırada elektrikler kesilince, evin beyi el feneri tutarak ebeye yardım eder. Ebe, birinci, ikinci, üçüncü bebekleri doğurtunca adam feneri kapatır. Ebenin “Yak feneri!” itirazına cevap olarak adam; “Olmaz ebe hanım, baksanıza ışığı gören geliyor!” der.
(8) Kara tren gelmez mi ola, düdüğünü çalmaz mı ola… şeklinde başlayan Malatya yöresine ait türkü.
(9) Bütün dünya üzerinde bir tek güzel çocuk vardır. Bütün anneler de ona sahiptir. Çin ATASÖZÜ
(10) Ana gibi yâr, Bağdat gibi diyar olmaz; Annelerimizin altını çizerek söylediği yanlış bir söz. Aslı; “Âne gibi yar, Bağdat gibi diyar olmaz!” şeklindedir. Âne; Bağdat yolu üzerinde bir yardır (uçurum). Ülkemizde her şeye bir güzellik yakıştıran insanlarımız sözü “Ana gibi yâr olmaz!” haline getirmişler. Ancak ikinci cümlenin de “Bağdat” yerine Örneğin; “İstanbul, Ankara, İzmir…” gibi olması gerektiği kanaatindeyim.
Bazı yakıştırmaların da Türkçemize uygulanmasında gerçekten Türk karakterinin açıkgözlülüğü yadsınamaz. Örnek; “Güzele bakmak sevap (Güzel bakmak sevap yerine), Eşek hoşaftan ne anlar? (Eşek hoş lâftan ne anlar? yerine), Su küçüğün, söz büyüğün (Sus küçüğün, söz büyüğün yerine) gibi. Örnekleri çoğaltmak mümkün.
Anne ile ilgili yakıştırılan sözlerin bir kısmı Cuma vaaz ve hutbelerinden aklımda kalanların, kendi başıma ürettiğim değil, gerçeklerini öğrendiğim yansımalardır.
Kur’an, Isra Suresi. 23. Ayet; “Rabb’in kendisinden başkasına asla ibadet etmemenizi, anaya ve babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara ‘Öf’ bile deme, onları azarlama, onlara tatlı ve güzel söz söyle!”
Kur’an, Nisa Suresi. 36. Ayet; Allah’a kulluk edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yakın arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara iyi davranın. Allah kendini beğenen ve böbürlenip duranı asla sevmez.
Kur’an, Ankebut Suresi. 8. Ayet; Biz insana ana babasına iyi davranmasını emrettik. Ama onlar, hakkında bilgi sahibi olmadığın bir şeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarsa onların sözüne uyma. Sonunda dönüşünüz yalnız bana olacaktır. İşte o zaman, vaktiyle yapmış olduğunuz her şeyi önünüze koyacağım.
Kur’an, Lokman Suresi .14. Ayet; Biz insana anne babasıyla ilgili öğütler verdik. Annesi, güçten, kuvvetten düşerek onu karnında taşımıştır. Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur. Bunun için (ey insan) hem bana, hem anne, babana minnet duymalısın; sonuçta dönüş yalnız banadır.
(11) Hayatta ben en çok babamı sevdim. Can YÜCEL
(12) Ayten; Öykü başlangıcında Ayten ismi yer etmemişti zihnimde. Ancak Ümit Yaşar’ı hatırlayınca en uygun ismin Ayten olacağı yer etti zihnimde. Ben bir Ayten’dir tutturmuşum / Oh ne iyi / Ayten’li içkiler içiyorum… / Sonu ise; “Bundan böyle dünyada / Aşkın adı Ayten olsun.” Ümit Yaşar OĞUZCAN, “MİLYON KERE AYTEN”
(13) Seni hiç kimse benim kadar sevmedi, sevmeyecek… Güftesi; Ülkü AKER’e, Bestesi; Şekip Ayhan ÖZIŞIK’a ait olan Muhayyerkürdî Makamında ve genelde “Kulakların çınlasın” ya da “Şimdi dargınız seninle” diye ünlenen Muhayyerkürdî Türk Sanat Müziği eseridir. “Seni andım bu gece” ve “ Seni benden, beni senden başka hiç kimse bilmeyecek…” bölümleri de bulunmaktadır.
(14) Din, yapılan yanlışların örtüsü değildir... Zalim, zulmünün, mazlum aczinin gerekçesini kadere yükler. Ayşe SUCU
(15) Kalp Kalbe Karşıdır; İnsan kalbi, diğer birinin kendine karşı sevgi mi, nefret mi beslediğini hisseder, sevgi varsa sevgi, nefret varsa soğukluk demektir.
Kalp kalbe karşıdır derler, onun için sormadım… Güftesi; Turhan TAŞAN’a, Bestesi; Coşkun SABAH’a ait olan Türk Sanat Müziği eseri Hicaz Makamındadır.
Uyandım seninle birden… şeklinde başlayan “Kalp kalbe karşıdır, derler” Aslı GÜNGÖR
(16) Bağdat Yolu diye ünlenen, “Bir bakış baktın, kalbimi yaktın” şeklinde başlayan “Sen bir şahinsin, ben garip serçe” nakaratıyla gönüllere yerleşen Rast Makamındaki Türk Sanat Müziği eserinin Beste ve Güftesi; Cevat ÜLTANIR’a aittir.
(17) Garlı Sabun, Gar Sabunu; Defne ağacının zeytine benzeyen meyvesinden çıkarılan defne yağıyla, prina ve palm yağlarından oluşturulan, aşağı yukarı bir yıl dinlendirildikten sonra piyasaya sürülen temizlik yanında cilt ve saç sağlığı için, çok iyi etkileri olan yararlı olan sabun. Genelde Hatay ve Güneydoğu illerine özeldir.
(18) Uzanıp yatıvermiş sereserpe… şeklinde başlayan Orhan Veli KANIK’ın “SERESERPE” Şirinin bir yerlerinde “Koltuğu görünüyor, bir eliyle de göğsünü tutmuş…” dizeleri vardır.
(19) Dün akşam yine benim yollarıma bakmışsın… şeklinde başlayan Türk Sanat Müziğinin Güftesi; Halit ÇELİKOĞLU’na, Bestesi; Selâmi ŞAHİN’ ait olup eser Kürdi Makamındadır. Birinci kıta son mısraında; Sende kalmaya geldim!” İkinci kıta ikinci mısraında; “Senin olmaya geldim!” denmekte.
(20) Gitme, sana muhtacım… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güfte ve Bestesi; Selâmi ŞAHİN’e ait olup, eser Kürdi Makamındadır.
(21) Uzanıp da bir ağacın altına, yine yaşadım yalnızlığımı, ne çare anlatamadım kimseye, sevgiden ışıktan anladığımı. “NE YAPARSIN?” Yüksel ERKEKLİ
(22) Timsah Gözyaşları; Timsahlar avlarını yerlerken ağızlarını çokça açtıklarından gözlerinden bir sıvı salgılamaktalar. Gözyaşı gibi görünen bu sıvının üzüntü ile ilgisi yoktur (Hem niye olsun ki, hayvan karnını doyuruyor, zannımca neşelidir de). Buradan yola çıkarak bir şeye üzülmediği halde üzülmüş gibi yapan sahtekârlar için “Timsah gözyaşları döküyor!” denirmiş. Ağlayan bir kişinin aslında çektiğini ifadelendirmeye çalıştığı vicdan azabının samimi, gerçek olmadığının, sadece sempati kazanmak, duygu sömürüsünü gerçekleştirmek olduğudur. (Ansiklopedik bilgi). Rivayet de olabilir kesin olarak bilmiyorum ama benim hatırımda kaldığına göre de; timsahlar aç kaldıklarında yumurtalarını ya da yavrularını yer sonra da; “Açlık belâsına ben bu haltı niye yedim!” diye gerçekten ağlarlarmış. Yine ansiklopedik bir bilgi tüm hayvanların (insan dâhil) alt çeneleri oynadığı halde, timsahların üst çenesi oynarmış, (Alt çenelerinin hareketsizliği nedeniyle yeme işlemini sadece yutma olarak yorumlamak mümkün) bu da onu avını yerken yorduğu için gözü o malûm sıvıyı getirttirirmiş.