Böyle bir babayı kim sahiplenebilir ki, ya da böyle bir baba olabilir mi? İçki, sigara ve en önemlileri kumar ve ihmal. Evini sadece otel olarak, otel gibi kullanan, ilgisiz...

Sabahları, akşamdan kalmış olarak çapakla dolu gözleriyle yüzünü bile yıkamadan işine yönelirdi. Odacılar, kapıcılar da dâhil borçsuz olduğu hiç kimse yoktu. Hatta uçan kuşa bile borçluydu, kulağımıza ulaşan duyumlara göre!

Ve hayret ederdim babamın bu kadar borçlu olmasına rağmen insanların yüzüne nasıl baktığına? Öyle bir babaydı işte o.

Bu kadarla kalsa gene de iyiydi. Özellikle tatil sabahlarında, muhtemelen uykudan uyandırarak, ya da mahmurken iğrenç suratlı, tipi belirsiz iki-üç kişi gelirdi kapıya. Diğer iş günlerinde de telefonla, ya da iş yerine çekinmeksizin gelen insanlar olsa gerekti o gelenler. “Körler, sağırlar, birbirini ağırlar!” örneği.

Fısır fısır ya da fısıl fısıl konuşurlardı, daha çok tehdit cümleleri algılardım seslerde, soluklarda, hareketlerde ve babamın küfredercesine sesi çalınırdı kulaklarıma;

“Kaçmıyoruz ya! Buradayız işte, yerimiz-yurdumuz belli. Akşama, ya da yarına söz!” gibi.

Elde yoktu, avuçta yoktu, o sözü nasıl verir, nasıl gerçekleştirirdi bilemezdim. Bildiğim; annemin babası yöresel olarak Efendibaba dediğim dedemin “Ya verdiğin sözü tut, ya da tutabileceğin sözü ver!” nasihatinin kulağıma çivilenmiş gibi olmasıydı.

Efendibabam? Tabii ya! Efendibabam, ya da Efendiannem mutlaka, hem karşılığını alamayacaklarını bile bile verirlerdi ona ihtiyacı olanı, hani meselâ borç olarak!

Ama gerçeği söylemem gerek ki; babam, Efendibabama ve Efendianneme karşı sözünde sadıktı. Bazen duyardık, bazen kendisi anlatırdı borcunu ödediğini. Ama nasıl? Eğer bin almışsa on, bilemedin en fazla yüz olarak!

Duygu sömürüsüyle(1), “Kızınız, emanetinizdir!” gibi sözlerle dedemi ve ninemi yumuşatır ve yaşamına kaldığı yerden aynen devam ederdi, ağzı leş gibi kokarak, ancak gece yarılarına doğru eve dönerek.

Bazı yerlerde, özellikle taşıtların camlarında; “Babam sağ olsun!” yazılarını görür imrenirdim. Annem ve ben yani biz, annemin de bana katıldığı gibi; “Efendibabam, Efendiannem sağ olsun!” derdik, sadece sözle değil, dualarla hem...

Evimizin eksiklerini Efendibabam giderir, elektrik, su, telefon makbuz ya da faturalarını görmezdik asla posta kutularında.

Ya da şöyle söyleyeyim; Efendibabam tehdit ederdi bizi. Yoo, öyle; “Harçlığınızı keserim, küserim!” gibi değil, kısaca ve sadece; “Hakkımı helâl etmem!” diyerek.

Çok zaman elleri fileler, poşetler dolu olarak ziyaretimize geldiğinde babamın hiç ilgilenmediği anahtarı, kilidi olmayan posta kutusuyla da o ilgilenirdi!

İnatla ve üzüntüyle söylemem gerekli ki, bu delikanlı yaşlarıma gelmeme, liseyi bitirmek üzere olmama rağmen babam bir günden bir güne cebime; “Şu senin harçlığın olsun!” diyerek beş kuruş bile koymamıştı.

Efendibabam, Efendiannem sağ olsunlar, en fazla bir gün gecikmeyle duygusal çöküntü yaşamamam(2) için masamın üstünde, elbiselerimin herhangi bir cebinde, kitap ya da defterlerimin arasında mutlaka bulurdum desteklerini, görünür, ya da işaretlenmiş gibi, gururumu incitmeksizin.

Annemin bırakın “Ölümlük-Dirimlik(1)” gibi bir kenarda birikintisinin olmasını, kapıya gelen dilenciye verecek kadar bile parası yoktu, olmazdı. Bu konuda cıbıldı(3), babamın kendine has yaşamı nedeniyle. Mutlaka söylemem gerekli ki annem babama karşın beş vakit namazında, niyazında idi.

Ve yine babam nedeniyle komşularımızın yüzüne bakamadığı için evden bile çıkmazdı dışarıya. Çok zaman telefonla dertleşirdi komşularla.

Bizi maddi ve manevi her bakımdan takviye, ya da desteklemek için çok zaman Efendibabam, ara sıra ötesinde sıklıkla denilecek bir şekilde de Efendiannem gelirdi evimize.

Evet, “Destek!” kelimesi tam yerine oturan bir sözdü.

Çünkü annem, iki ablasından sonra sonuncusu ve kocası nedeniyle diğer teyzelerime göre en muhtaç olanı idi. İki teyzemin Allah'a şükür ne kocaları yüzünden ne de maddi bakımdan geçimleri konusunda sıkıntılarının olduğu söylenemezdi.

Zaten aklıma gelen şu ki; anne-babalar; “Tekne kazıntısı(1)” dedikleri, kız-oğlan fark etmeksizin yuvayı en son terk eden olduğu için evin en küçüğüne daha düşkün olurlardı, her ne kadar; “Et, tırnaktan ayrılmaz!” denmiş olsa da.

Efendibabam gerçekten eşi ender bulunacak bir insandı. Bu konuda bize en büyük katkısı kem gözlerden uzak(1) olarak, babam tarafından bir otel gibi kullanılan evi satın almasıydı, aklımın ermeğe başladığı anlarda öğrendiğim.

Efendibabamın bence yaptığı yanlış, babamın (anlamakta gerçekten zorluk çektiğim ve babamın da çektiğine inandığım) anneme sevgisinin yüceliği nedeniyle evin tapusunu anne ve babamın adına müşterek olarak yaptırmış olmasıydı, damadına jest olarak.

İnsanlar belirli bir zamana kadar huylarını göstermiyorlar olsa gerekti! Babamın belki de ben doğuncaya kadar, belki de daha öncesinde yaşam şeklini gösterdiğini ve Efendibabamın da yanlışını gördüğünü ve fakat geri dönemeyişinin hüznünü yaşadığını sanıyorum.

Hele ki ilerilerde...

O ilk günlerde, şen-şakrak, huzur ve sükûn dolu yaşam içindeyken babamın, belki de ilerilerde sorun yaratacağı aklına gelmemiş olsa gerekti Efendibabamın.

Annemin neden beş kuruşsuz, harçlıksız olduğunu söylemem gerekirse; bir seferinde kumar masasından “Beş dakikalığına” ayrılıp para istemek için eve gelen babam, yitirdiği sevginin edep bozucu taşkınlığıyla annemi hırpalamış.

Yanlış sevgisiyle nasıl böyle bir adamla, yani babamla evlendiğini bilip anlayamayan annemin, hayret dolu gözyaşlarına aldırmaksızın biriktirdiği tüm paraları, üstelik bozukluklar dâhil olarak Belâgade Sandığından(1) alarak cebine istifleyip gitmiş.

Bu; yarım bıraktığı, onları da kaybedeceği masaya yetişme heyecanıyla olsa gerek, kapıyı çarpıp gitmiş.

Babamı ilk tanıdığımda, daha doğrusu tanıdığımı sandığımda içimden gelmiş, geniş boyutlu dizeler sıralamışım onun için, hepsini tekrarlamama gerek yok. Ama bugün dizelerimdeki gibi olmadığının delili şu dörtlükte öylesine belli idi ki;

“Hepimizi sever, daima hiç kayırmadan,
İyilik doludur, kötülüğe vermez aman,
Kalbinde mevcuttur her zaman Allah 'a iman,
Dönmez yolundan biraz, geçmiş olsa da zaman.
(4)

Bir dörtlük içine ne kadar çok yalanı sığdırmışım, hayret ediyorum.

Babamın Belâgade Sandığını boşaltması ne ilk, ne de sondu, sonuçta annem para biriktirmeyi zül saymış(2), ya Efendibabamdan almamış, ya da aldıysa hepsini benim avucuma saymıştı.

Benim dokunulmazlığım vardı, ilk, son ve tek evlât olarak, babam dâhil herkesin indinde. Ancak babamın ipleri koparan davranışı, ya da vukuatı bu (ilk) değildi.

Yine böyle kumar borcunun boyunu, boyutunu aştığında, eve ait kendi hakkını satmak için tapuları istediğinde, olaya önce sükûnetle vermek istemediğini direnciyle belli eden annemi, içki kokan nefesini zapt etmeksizin hırpalamıştı, bir bakıma dövme ötesinde, dövmekten beter hale sokarcasına gibi.

Bu, bardağı taşıran son damla olmasına rağmen; “Ne de olsa çocuğumun babası” diyerek onu evden kovmamıştı annem. Sadece portatif somyayı alarak benim odama taşınmış, kendi odalarını tümüyle; “Böyle bir baba olabilir mi?” diye düşündüğüm babama bırakmıştı, ev içinde ne kadar özeli varsa o odaya yığarak. Gardırop ve etajerlerin üstlerine içlerinde neler olduğunu belirten ufak yapışkanlı kâğıtlarla.

Kısaca “İncelen ip, kopmuştu…”

İşte o sıralarda şu dizeler geçmişti dudaklarımın ucundan, tam anlamıyla belki de eksikli olarak;

“Bir büyük mesafe aramızda benim uyduğum, sizin koyduğunuz,
Bir sessizlik yaratılmış, benim sağır olup, sizinse duyduğunuz,
Yaşanması mümkün sevgi tükenmişliğinin çemberinde hiçlik var
Benim ölmek isteyip, sizin coşkunca yaşam için uyduğunuz.

Bir şeyler var anlayamadığım tarifsiz, sezemediğim galiba,
Yıllar aramızdaki saygıyı mı, sevgiyi mi tüketti acaba?;
Ben sizin için bugüne dek iyi olmayan ne yaptım ki baba?
Durup dinlenmeden sitemle hep ama, hep vurdunuz...5
9)

Yaşam, babamın tüm nemrutluğuna karşın devam ediyordu, bir bakıma etmeliydi de. Öyle ki kadına şiddetin ayyuka çıktığı, kocaları tarafından tıpkı annem gibi aşağılanan, dövülen ve hatta yaralanan, öldürülen kadınların olağan bir olay gibi görüldüğü, çocuk yaşta gelinlerin ağalık düzeninde normal sayıldığı ülkemde, bana göre annemle beraber Efendibabamın ve Efendiannemin de çok konuda ihtiyatlı, tedbirli olmaları gerekiyordu.

Bu nedenle Efendibabamlar her türlü riski karşılamak için yaşadıkları evi birkaç parça eşya dışında aynen bırakarak bizim üstümüzdeki boşalmış olan daireye yerleşmişlerdi kiracı olarak…

“Dımdızlak, tam takır, kuru bakır(1)” evimize nadiren iniyorduk artık, özellikle ben devamlı müşterisiydim Efendibabamın evinin. Benim ayrı bir odam, anneminse misafir odasındaki kanepede özel bir yeri vardı!

Yaşam devam ederken insan büyüyor, üniversite heyecanını benim gibi yaşarken yaşadıklarını ve yaşamak istediklerini gözden geçirmek zorunda kalıyordu insan (yani ben). Ya da maddi ve manevi, hiçlik mertebesinde(3) olsa da, aynı olasılıklarla destekleneceğine inanıyordu.

Dediğim gibi, yaşadığı o olaylardan sonra harçlık yüzü görmeyen, solup sararan annem yanında benim harçlık hazinem hem derin, hem geniş, hem de zengindi. Ancak her anımda, özellikle Efendibabamın evine taşınmamızdan sonra annemin hiç harçlık derdi kalmamıştı. Olsa da ben hazır kuvvet olarak ne güne duruyordum ki?

Babamın oldukça meşhur(!) ve kendisini çok derinden meşgul eden bir çevresi vardı. Arkadaşlarımın babamın yaşamı hakkında bildiği çok şeyler olması dolaysıyla tek-tük sırtını dönen, ya da dönme duygusunu hissettirenler dışında, beni dışlamayan çok arkadaşım vardı, karma olan lisede.

Malûm; “Bir âlimden bir zalim doğduğu” gibi, bir ayyaş, bir kumarbaz, delifişek, yaşamla ilgisi kısıtlı bir zalimden de neden bir âlim doğmasındı ki? Bir bakıma övünmek gibi olacak, ama herhalde genlerimde annemin, dolaysıyla Efendibabamın, Efendiannemin hükmü baskın olsa gerekti.

Ve bu bana, hani meselâ evlendiğimde doğacak çocuklarım konusunda tereddütler yaşatıyordu. Hani gizlenen, saklı kalan genler deşifre olursa(2) anlamında...

Zira uzak bir diyarda olan ablamlardan birini ziyarete giden dedem, hiç de iyi intibalarla dönmemişti yolculuğundan. Tıpkı babam gibi bir yapıya sahip eniştelerden birinin bacak kadar, benden küçük çocuğu daha o yaşlarda sigara içip, oynadığı oyunlarda boyuna-bosuna, yaşına bakmaksızın dövüşüyormuş.

Dur bakalım, ne demişti Efendibabam? Tamam, hatırladım; “Hırlaşıyormuş(2)!” O halde benim de geleceğim için endişelerimin olması doğal değil miydi?

Benim yaşlarımdaki gençlerin uçarı, sevda konusunda haylaz, ayran gönüllü olması(2) kaçınılması mümkün olmayan bir gerçekti. Benim de asil ve yedekler olmak üzere üç kız arkadaşım vardı, birini diğerinden ayırt etmediğim, ya da edemediğim!

Gerçeği saptırmaksızın söylemem gerekirse onlardan biri bana hükmeden Aylin, diğeri hükmettiğim Aygül diğeri ise çocukluğumdan beri bana kul köle olmak istediğini hissettiğim, ağzından tek kelime bile çıkmayan, sadece gözlerime bakmakla yetinen Ayşen'di. Bazen bana öyle gelirdi ki Ayşen dilsizdir.

Bir gün, benden biraz küçük olan bu kızı çenesinden okşamak geçmişti içimden. Elimi yakalamış, avucumu öpmüş, sonra avucumu yanağına değdirerek sevdirmişti kendini. Yoksa ben de duygularını hissedip sevmiş miydim onu?

İçimden gelerek;

“Ne kadar güzel bir kızmışsın sen böyle, bugüne kadar fark etmediğim, hissetmediğim?”

“Sen de çok yakışıklısın, ezelden görüp, bildiğim, hissedip sevdiğim!” demiş ve utanarak evinin kapısında kaybolmuştu.

Şaşkındım ve ömür boyu devam etti bu şaşkınlığım, benim değil, onun ömür boyu. Bir beraberliğimizde evin önündeki sekide otururken, o benim bitirmek üzere olduğum lisenin birinci sınıfına el ele beraberce gidip gelirken, nasıl olduğunu hatırlayamadığım bir şekilde; “Sevenler kavuşamazmış!” demişti, ismimi söylemeksizin.

Ve arkasından şu dizeleri fısıldamak isteğini yaşamıştı;

“Yalvarmam güç Tanrı 'ya; ‘Bağışla!’ demek için sonsuz âlemde,
Seni sevmek günahım, yanacağım bunun için cehennemde,
Seni yaşamak kaderim, bunu hisset, anla, yaşa, bil sen de!
‘Sevenler kavuşamazmış!’' Kitap yazar, bilmesen de, bilsen de
. (6)

Oysa o söz ya da dizeler yerine ismimi söyleyip; “Seni seviyorum!” dese, hiçbir şeyi umursamaksızın diz çöküp ayaklarına kapanıp; “Ben de! Ben de!” demek isterdim.

Hâlbuki ben dediğim gibi “Ayran gönüllüydüm!” Biri koluma girip bıcır-bıcır konuşan Aygül, diğeri koluma girsin, diye ummadığım bir şekilde hüzünle, yeisle bekleyen ve özellikle belirtmem gerekir ki, oldukça varlıklı bir ailenin kızı Aylin'di.

Bilip anlamadığım şey, neden insanların daha doğrusu genç kızların boy-pos, renk, kısaca güzellikte çeşitli tiplerde oluşu ve erkek denilen mahlûkatın aczi ve gerçekçe itiraf etmem gerek ki, vurdumduymaz uçarılığıydı(1?

Günlerden bir gün, hatta mezuniyetime çeyrek kala zamanlardan bir sabah Ayşen gözükmedi ortalıklarda. Ben çok bilen, bilgin biriydim, ablamlardan aklımda kaldığı kadarıyla!

Ablamlar ramazanlarda fark edilmesi mümkün olmayan, ama benim fark ettiğim kadarıyla birkaç gün oruç tutmazlar, tuvaletten çabuk çıkamazlar, saatlerce olmasa da dakikalarca yıkanırlardı banyoda. Eee! Ayşen de genç bir kızdı, ne de olsa! Salak kafam, ancak bu kadarına ermişti o gün.

O günü takip eden günlerde de ortalıklarda gözükmedi Ayşen. “Ne, niçin, neden, niye?” gibi sorularım ortalıklarda kalmış, annem de; “Ayşen hasta, çok hasta!” demişti, yalnızca, dudaklarını endişe ve umutsuzluğun egemen olduğu bir şekilde büzerek.

Kapı bir komşumuzdu Ayşen ve ailesi. Cumartesi tatil miydi, yoksa ben mi tatil yapmıştım, kendiliğimden? Hatırlamıyorum, hatırlamam da gerekli değildi. O kırmızı bir gül tomurcuğu gibi açmak gayretinde olan genç kız, yaprakları çetelenmiş sarı bir gül gibi yatıyordu yatağında, hem dermansız, hem gözlerinin feri gitmişçesine, bitmek üzere.

“Ben geldim!” dedim. Elini uzattı, belki de tüm gücünü kullanarak, ama benim bilip hissedemediğim. Gözlerini açıp arama moduna girdi başını çevirerek ve;

“Seni sevdim, seni çok sevdim, hem ölecek kadar Ayhan!” dedi, eli gevşedi, gözleri açık, başı yana doğru kaykıldı. Sessiz feryatlar şimdi ayyuka çıkmıştı, kilometrelerce uzaklardan duyulur gibi.

Gözlerimden dudaklarıma doğru ilerleyen sıcaklığı hissediyor, ama umursamıyor, içimden anlamakta geciktiğim için kendime lânetler okuyordum...

Gönül defterimi, eğer vardıysa, temelli kapattım. Ne ellerin uzaması, ne de uzanan ellerimi bekleyen umurumda değildi. Beni ısıtan, ama sıcaklığını hissedemediğim bir güneşi yitirmiştim ben. Değil aşk-meşk, yaşam bile gereksizdi benim için.

Lise bitti mi? Bittiyse nasıl bitti? Peki, ya üniversite? Farkında olamadığım, yaşayan bir ölüydüm ben. Ama yaşayan bir ölü bile olmama izin vermeyen bir varlık vardı evimizde: Babam.

Beni sevenin, belki de benim de gerçekten sevdiğim, ancak bunun farkında olmadığım Ayşen'in acısını içime sindirememişken, hatta nasıldır bilmem, ama boş bir hayalet gibi sokaklara çıkmaksızın, onun düşünce ve hayalleriyle evde dolaşma, arada bir gidip yatağıma uzun oturma modundayken Efendibabamın evinin kapısı çalındı. Öncesinde de dediğim gibi evi bir otel gibi kullanan babamla üleşmiyorduk evimizi.

Efendibabam ve Efendiannem, o gün üç aylık maaşlarını almak için bankaya gitmişlerdi. Efendibabam bir devlet memuru, bir komiser olarak emekliydi. Bu yaşlara gelmiş olmasına rağmen, masa yerine arka sokaklarda, dağlarda, bayırlarda görev yapmayı içine sindirdiğinden efendi, babayiğit, en küçüklere bile ki, onlar dostlarıydı, arkadaşlarıydı, saygılı ve sevgiliydi.

O halde neden maaşını almaya giderken, bir ev kadını olarak kendisinden hiçbir şeyi esirgemeyen, tüm çevremizce “Tatlım, Kıymetlim” kendi başlarınayken; “Gönlümün sultanı, Yaşamımın sebebi, Bir tanem, Kanım, Canım!” ve benzeri sözleri kulaklarımıza çalınan, yarım asırdan fazla bir ömrü beraber yaşadıkları karısını yanında götürmesindi ki?

Ayrıca, bugünler, yani maaşlarını aldıkları günler onların bir kebapçıda nefislerini köreltmek(16) için özel günleriydi. Aynı kebapçıya, aynı sevecen ve güler yüzle girdiklerinde garsonların tümü, masalarını ve siparişlerini bilir ve ona göre davranırlardı.

Yanlış anlamaya mahal bırakmamak için demek isterim ki, bu; üç ayda bir aybaşlarında değil, her aybaşında ve kızlar, torunlar misafir geldiklerinde, doğum, evlenme gibi özel günlerin gelişlerinde de tekrarladıkları bir işti bir bakıma. Belki de şöyle söylemek daha doğru gibi gözükebilir; “O kebapçının tüm özellikleriyle kadrolu(!) müşterisiydiler” bazı-bazen çocuklardan, torunlardan eklentilerle...

Efendibabamın tek kusuru; aldıkları ya da edindikleri her kuruşu üç evlât, daha doğrusu torunlar arasında eşit üleştirmeleri nedeniyle birikintileri olamadığından hacca gidememiş olmalarıydı.

Hiçbir varlığı olmayan annem dâhil, teyzelerim mi, yoksa varlıkları belirgin olsa da kendileri himmete muhtaç damatları mı hacca gönderecek, ya da destek olacaklardı onlara? Buna sadece gülmek yakışırdı, ancak acım, yürekten olduğuna içtenlikle inandığım acım; öylesine yüksek boyutta ve kimsesizdi ki, gülümseyemiyordum bile.

İçimden geçen, belki de dua diyeceğim şey, ben daha da büyüyünce, eğer ölmez sağ kalırlarsa onları kazancımla benim hacca göndermem olacaktı Allah indinde uygun olursa tabii...

Çalınan kapıyı annem mutfakta olduğundan, belki de zilin sesini duymadığından ben açmak zorunda kaldım. Babam ve çok zaman has evimizin kapısına gelip dayanan karanlık yüzler üç kişi olarak kapıdaydılar ve iğrenç, içkiyle geceden kalma hal ve dudaklarıyla ancak hissedebildiğim duygusuz bir heyecanla açabildi ağzını babam; “Oğlum!” diye sarılmayı bile akıl edemeksizin.

“Annen evde mi?” diye sordu kısaca.

“Neden?” diye sorduğumda o apaş, karanlık suratlılardan biri konuşmak gereğini hissetti galiba;

“Bir konu vardı da...” dedi. Sözünün sonu gelecek miydi, bilmiyorum, ama benim sözüm;

“Siz benim muhatabım değilsiniz. Ben babamla konuşuyorum!” dedim.

Celâllendi(17), hiddetlendi, hatta yumruk, ya da tokat atmak istercesine elini kaldırdı kara yüzlü adam.

Babam, babam olduğunu mu hatırladı, yoksa ulaşmak istediği amaç için beni mi yumuşatmak istedi bilemiyorum, ama annemle konuşmak konusunda ısrarcı idi. Onları bizim olmayan Efendibabamın evine davet etmek içimden hiç geçmedi, belki de tedbirli olmam gerektiğini düşündüğüm için;

“Bir dakika bekleyin!” dedim, “Lütfen” eklentisiz kapıyı kapatırken, sözlerim emir komutunda olsa gerekti (galiba).

Dedemin beylik silâhının olduğu odaya yöneldim, içimden beni itekleyen bir duyguyla. Boş olan şarjörü dolu olanıyla değiştirip mermiyi namluya sürdükten sonra, görünmeyecek şekilde belime, sırtıma doğru yerleştirdim.

Herhangi bir yanlış gelişmede babam dâhil hiç kimseyi umursamamaktı düşüncem. Annem kapısı, koku etrafa sinmesin diye kapalı mutfaktaki meşguliyeti ve duymak için sesini yükselttiği televizyon nedeniyle ne zil sesini, ne de konuştuklarımızı duymamıştı (galiba).

İçeriye doğru bağırdım, sesimi duyması amacıyla birazcık da gürce ve tabiidir ki kapıdaki birikintilere hakaret etmek amacıyla;

“Anne, babam kapıda, o suratsız adamlarla gelmiş, pek hayırlı olacağım sanmıyorum, seninle görüşmek istiyor!” dedim, sırtımı belirsiz bir şekilde dönerek. Bunda maksadım; Efendibabamın tabancasını göstermemekti, bu nedenle kendime azami şekilde dikkat etmeye çalışmıştım.

Annemin ocağı kıstığını, ya da temelli kapattığını hissettim, elini bir havlu ile silerek kapımıza yöneldiğinde. Babamdan önce gene o mendebur(3) suratlı müsvedde başladı söze;

“Evinizin size ait olan hissesini satın almak istiyoruz. Beyiniz kapıyı açtı, evi gösterdi, beğendik, yarı bedelini de kendisine ödedik. Tapular sizdeymiş, sizinle de anlaşabilirsek…”

Dayanamadım;

“El koymak istiyorsunuz yani? Peki, siz babamın avukatı mısınız? Bunları babamın söylemesi gerekmiyor mu? Hem babam kimin malını kime satıyor ki? Evi Efendibabam aldı ve kusuru jest olsun diye tapuya babamın adını da eklemesi... Yoksa eve beş kuruşluk katkısı bile yok, satamaz, sattırmam da, hatta…”

“Canım pahasına” da diye eklemem düşüncesinde iken, babamın suskunluğunda o karanlık yüz; “Senin dilin biraz uzun galiba, hele bir keseyim de gör gününü!” diyerek elini cebine doğru yöneltirken ben atik davranıp Efendibabamın silâhını yerinden çıkartıp kendisine doğrulttum aniden;

“Hele bir hareketini tamamla, mıhlarım seni olduğun yere, komiser torunuyum ve ıska geçmeyeceğimi garanti ederim. Şimdi defolun!”

Tırsıp yelkenleri suya indirmiş gibiydiler, ama eksikli şehir kabadayıları gibi sırtlarını dönerek giderlerken;

“Yanlış yapıyorsun delikanlı, daha gençsin, canına susamışsın tekrar görüşeceğiz!” derken babamın yerinde çakılı gibi durmasını ve elimden silâhı almak istemesini ve almasını anlayamamıştım.

Karanlık yüz geriye dönmek üzere hareketlendiğinde babam tabancayı arka arkaya ateşlemişti, bilircesine, zapt edemediği hıncını kusmak istercesine. Karanlık yüzün tabancasındaki mermi tavana saplanmış, diğerlerininki elinde, ya da cebinde kalmıştı.

Ölü müydüler, yoksa sadece yaralı mıydılar, bilemezdim. Ne inildiyorlar, ne de sesleri çıkıyordu. Babam elindeki tabancayla başlarına yöneldi;

Beni mahvettiniz, peki! Yaşamımda değer vermem gerekirken unuttuğum ailemden ne istediniz ki, hem de silâhlarınızla… Mademki derdiniz mermi, buyurun!”

Yerdeki üç cesede, ya da yaralıya, sanırım başlarına doğru birer kere daha ateşledi silâhını.

Bundan sonra yaşadıklarını düşünmek manasızdı bizim için, hayret ve endişe ile açılmış gözlerimizle yaşadıklarımıza inanamazken...

Bize döndü babam;

“Ne baba, ne koca, ne de adam olabildim, bana yakışmayan dünyada! Affedin demek isterdim, ama yaşattıklarımla bunu demeye hakkım yok. Belki Tanrı affeder, kim bilir?” dedikten sonra tabancayı alnına dayadı ve ateşledi, bizim herhangi bir tepki göstermemizi beklemeksizin.

Belki hesaplayarak, belki bilmeksizin son mermi diye düşündüğü mermi ile kendi hesabını da kapatmıştı babam.

Bu; belki de babam olmasına rağmen kendi yaşamında yaptığı en iyi ve en doğru hareket olsa gerekti, alkışlanması gereken…

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Öykü; şiirlerimle desteklense de yaşamımla ilgisizdir, babamı övmem ve yermem hariç!

(1) Belagate Sandığı; Daha çok Belâgade, Belegade Sandığı şekillerinde Osmanlının ilk kurulduğu ya da hüküm sürdüğü yörelerde (Bilecik ve ilçesi Söğüt, Bursa ve ilçesi İnegöl dolaylarında) kullanılan bir sözdür. Yedek akçaların, kıymetli evrakın ve anıların saklandığı yer anlamında kullanılmakta, ayrıca “Ölümlük-Dirimlik” ya da “Kefen Parası” denilen tasarrufların saklandığı kavanoz, kutu ya da sandık olarak söylenen yerel bir deyiş.

Duygu Sömürüsü; Karşısındaki kişinin kendisine acımasını ve istediğini yapmasını sağlamak amacıyla sergilenen durum, ya da davranışlar.  Birinin zayıf duygularından yararlanmak ya da ondan çıkar sağlamak. Merhamet dilenciliği.

Kem Gözlerden Uzak; Canlı ya da cansız bir varlığın, başına kaza-belâ gelmesinden, nazarlardan uzak durmak suretiyle sakınmak.

Ölümlük-Dirimlik; Ölmeden önce ihtiyat olarak, ya da ölüm döşeğinde ağır hasta yatarken kefen parası gibi, kimseye muhtaç olmamak için elde tutulan para, ziynet, mal ya da herhangi bir şey.

Tam Takır-Kuru Bakır; İçinde hiçbir şey olmayan, yok, bomboş, anlamında kullanılan bir deyim.

Tekne Kazıntısı (Tekne Kalıntısı);  Esas anlamından ayrı olarak, anne ve babanın ilerlemiş yaşlarında, yaşları oldukça ilerlemiş çocukları varken aileye katılan ve diğer çocuklarla aralarında en az 8-10 yaştan fazla fark olan, bu nedenle çok şımartılan, el üstünde tutulan, tüm arzuları yerine getirilen kız, oğlan fark etmeyen çocuk.

Vurdumduymaz Uçarılık; Adam sendecilik. Önemsememe, değer vermeme şeklinde ele avuca sığmaz şekilde eğlence gibi davranışları olma.

(2) Ayran Gönüllü Olmak;  Bir bakıma Sarkak Gönüllü olmak deyimiyle aynı içerikte gözükse de her şeye heves edip sıkılmak, maymun iştahlı kişi olmak. 

Celâllenmek; Öfkelenmek, çok kızmak.

Deşifre Olmak (Etmek); Kimliği anlaşılmak, kimliğinin açığa çıkması.

Duygusal Çöküntü Yaşamak; Depresyon. Uyarılara karşı duyarlığın azalması, girişim gücünün ve kendine güvenin kaybolarak umutsuzluğun, karamsarlığın güçlenmesi şeklinde beliren ruhsal bozukluk.

Hırlaşmak; Birbiriyle ağız dalaşına girişmek, tartışmak, dövüşmek. Karşılıklı olarak hırlamak. Birbirine hırlamak.

Nefsi Köreltmek (Nefis Körletmek, Nefsini Köreltmek); Nefsin isteklerinden herhangi birini üstünkörü gidermek. Bir şeyin zayıflamasına, şiddetinin yoğunluğunun azalmasına sebep olmak. Doyum isteğini şu ya da bu şekilde karşılamak. Nefsi değer, önem ve yeteneğini yitirmiş duruma getirmek.

Zül (Zul) Kabul Etmek (Saymak); Ayıplanacak, utanç verici, küçültücü davranış,  düşkünlük, alçalma küçülme olarak kabullenmek.

(3) Cıbıl; Gerçekçi bir deyişle, yöresel şive olarak; Cıbır. Orhan Veli KANIK’ın “Cep delik, cepken delik…” tarifine uygun geçim darlığı, yokluk çeken, züğürt, yoksul, zayıf, cılız, işsiz, güçsüz, terbiyesiz, şımarık. Eskiden kullanılan başka anlamları da vardır.

Mendebur; İşe yaramaz, iğrenç, sünepe, pis, aksi, ters, sümsük.

Mertebe; Aşama, derece, rütbe, basamak, evre, safha.

 (4) KARATEKİN, Erol. 1961 Yılı. “BABAM” tek dize.

 (5) KARATEKİN, Erol. 1999 Yılı. “BABAMA”

(6) KARATEKİN, Erol. 1998 Yılı. “SEVENLER KAVUŞAMAZMIŞ”