Hayat tesadüflerle dolu (bazen), benim yaşadığım gibi.
Bazen “Kader, neler örmez ki insanın başına?” deriz.
Bazen “Mevlâ’m neyler, neylerse güzel eyler(1)!”
“Kaderin önüne geçilmez!”
“Kadere iman eden, kederden emin olur(2)” diye hadis olduğunu düşündüğüm deyişler…
Aklıma gelenler bunlar. Bir de; “Kader böyleymiş, ne söylesem boş(3)” ya da “Kader, kime şikâyet edeyim seni(4)” diye başlayan şarkılar etkiler insanı…
Kaçıncı yılıydı evliliğimizin? “Hatırlamıyorum!” desem, biliyorum ki yanlış olacak. Bir on sene olmuştu galiba, eksikliğimdi böyle şeyler. Not almama rağmen unuturdum. Annemin, kardeşlerimin, baldızımın ikazları ile gelirdim çok zaman kendime.
Ve günün mana ve ehemmiyetine uygun olduğuna inandığım çiçek, çikolata, pasta gibi ki, onlar da yadsımayayım o günleri ikaz edenlerin önerilerine göre gerçekleşirdi ve ben bir şeyler almış olarak dönerdim, boş dönmezdim evimize.
Karım, tek çocuğumun annesi, her seferinde sitemli davranır, mutlu olması gerekirken, gizlemeğe çalışırdı sanki sevincini, coşkusunu, ya da görüntülemek istemekten çekindiği neşesini. Ya da bana öyle gibi gelirdi.
Oysa bir “Teşekkür ederim!” demesinin beni mutlandıracağını tahmin etmesine rağmen, esirgerdi sözlerini benden. İtiraf etmeliyim ki eskiden böyle değildi, görünümünün son birkaç yıldır böyle oluştuğuna karşı bir şüphem vardı, anlayamadığım, ama anlatacağım, daha doğrusu anlatmağa çalışacağım ilerlerde, bu oluşumun sebebini.
Nasılsa benim vaktim bol. Önemli olan bu satırları okuyacak olanların da vaktinin bol olması. Bu bir veda değil, bu bir, bu biiir… “Özür Mektubu” gibi yorumlanmalı, diyorum, bence.
İlk yıllarımız böyle değildi. Örneğin kapıyı çalardım parmaklarımla, “Kim o?” derdi karım. Ben de cevaplardım; “Her şeyin!” diyerek. Gerçekten de birbirimizin çok şeyi değil, üstüne basa basa söylüyorum her şeyi idik.
Nasıl tanıştığımızı, nasıl sevişerek evlendiğimizi hatırlamadığımı söylemek de abes(5) ve ayıp olur, bu durumda değil mi? Ha! “Dün gibi hatırımda!” dersem, buna tavukların bile güleceğinden eminim. Bu, sadece ona değil, herkesçiklere karşı yanlışlık olurdu.
Öylesine yakındık ki birbirimize, öylesine istiyorduk ki birbirimizi, öylesine canlar canı idik ki, daha ilk evlenme yılımız dolmadan, yani evlenmemizin daha birinci yılını kutlamadan doğmuştu oğlumuz.
Ve şimdi oğlumuz ilköğretime başladığına göre; “Evliliğimiz bir on sene olmuştu galiba!” sözüm havada kalıyor, sözümde bir-iki senelik abartı çıkıyordu ortaya. Tesadüftür ki; belki de oldukça iyi yönlendirilmiş bir tesadüf, oğlumun gittiği okulda öğretmen olan karımın sınıfında idi oğlum.
Cümlem çapraşık mı oldu biraz? Düzelteyim o zaman;
Karım öğretmendi. Oğlum öğrenci. Ve ikisi de ana-oğul, öğrenci-öğretmen olarak aynı sınıfta idiler. Yani; gün yirmi dört saat, hep beraberdiler ana-oğul. Bana ayrılan zaman mı? Hele ki oğlum okula başladıktan sonra; “Yok gibi!” değil, yoktu!
Görevim icabı, hele nöbetlerim olduğunda eve bile gelmeyen ben, son yıllarda emektar olduğum için, gençlere örnek olması gereken ve bunu istekle ve içtenlikle yerine getirmeğe çalışan bir Polis, ya da Polis Memuru idim.
Öyle ileri yaşlarda, tombul tombul masa başı polisleri gibi değil, civan(6) gibi, atletik, 100 metreyi 12–13 saniyede değilse bile, 15 saniyenin üstüne çıkmadan koşardım, eğer kramp falan girmezse. O kadar hamlığım olacaktı tabiidir ki! Devamlı idman mı yapıyordum ki?
Silâh atışlarımda da isabet oranım 8/8 değilse bile, ona yakındı, desem yalan olur billâhi. Çünkü başarılı sayılmazdım, askerde iken daha başarılı idim. Şimdi 0/8 ya da 1/8 oranı benim için ehvendi(7), gençler varken daha fazlasını hem istemiyor, hem de düşünmüyordum.
Silâhlı bir çatışma asla aklımın ucundan bile geçmediği için bu konudaki başarımı(!) (herhalde burada ünlem işareti koymadan, başarısızlığımı demem daha kolay ve uygun olacaktı) hiç de önemsemiyordum.
Yaşım mı? Kırka henüz varmak üzereydim. Daha doğrusu ulaşmıştım da, kırktan sonrasını yürümek ve söylemek hiç de mizacıma(8) uygun gelmiyordu. Dünyam; evim-işim arasındaki düz çizgiyle belirlenmişti. Bilindiği üzere iki nokta arasındaki en kısa yol, düz bir çizgiyle belirlenendi.
Evimde oğlumun kokusu, daha okula başlar başlamaz çizgi ve yuvarlak talimleri, evimde içtiğim bir tas çorbanın tadı bile başkaydı. Velev ki(9) o bir tas çorba güler yüzle, sempatiyle, tatlı dille sunulsun idi.
Önceleri öyleydi. Şimdi bana öyle gibi gelmiyordu. “Aramızda sıra dağlar…(10)” yok gibiydi, ama belirli çizgilerle sınırlanmış bir mesafe olmadığı da söylenemezdi. İnkâr etmek bir yana.
Önceleri karım, oğlumuzun da elinden tutarak beraberce giderdiler okula. Şimdilerde; “Spor yapmak için erken gitmem gerek!” diyor, oğlumuzun hazırlıklarını o yapıyor, ben götürüyordum oğlumuzu okuluna, kapı komşumuzun oğlu ile birlikte.
Baba, yani ki ben, okula getirip sınıfına bıraktığımda oğlumun annesi, yani karım da diyebilirim mutlaka dersinin başında oluyordu, ben bu işlemde ne kadar başarılı oluyordum, bilmiyorum. Diğer öğrenciyi de sınıfına bırakıyordum tabii, komşuluğun gereği olarak.
Gece nöbetimin olduğu günler çok şey sıra dışı kalıyordu tabii. Bu sefer kapı komşu baba giriyordu devreye ister istemez. O da görevli ise, yandı gülüm keten helva, eşim spora gidemiyor, görevi yükleniyordu. Onun da nöbet vs. zorunluluğu olursa bu sefer komşu hanım yükleniyordu görevi.
Sonralardan bir gün karım rica etti. Yok, buna rica denmez, kısaca emir denirdi;
“Yaşın ilerledi. Şu gece nöbetlerinden seni muaf tutsalar(11) da oğlumuzla daha çok ilgilensen!”
Oldu. Âmirlerimin huzuruna çıkıp;
“Yahu Âmirlerim, karım istiyor, (ya da; ısrar ediyor) şu gece nöbetlerinden beni muaf tutsanız, iyi olacak (mış)!” mı deseydim?”
Allah’ınızı severseniz, böyle bir isteme kim gülmezdi ki? (Tavuklar istisna(12)!)
Yaşam biçimimizde çok değişiklikler olmuştu, oğlum okula başladıktan sonra. Yani son birkaç aydır. Karım çocuğumuzla ilgilenmiyor gibi geliyordu bana, canla-başla. Evimizle de ilgisi azalmış gibiydi sanki.
İşte erkeklerin, ya da babaların en çok yanıldıkları konu. “Et tırnaktan ayrılır mıydı? Ana gibi kim yâr olurdu ki?” Bu düşünceye sahip babaları herhalde ya kırk katırla, ya da kırk satırla mükâfatlandırmalıydı insanlar(!)
Haftada iki defa evimizin anahtarına sahip olarak gelen hizmetli, görevli, her ne ise o hanım, bizler görevde ve okulda iken evimizin temizliğini yapıyor, özeller de dâhil çamaşırlarımızı yıkıyor, kurutuyor, ütülüyor, vakti kalırsa yemek bile yapıyordu.
Karım sadece masaya oturuyor, kitaplar okuyor, tomarlarla getirdiği dosya kâğıtlarını kırmızı kalemle işaretliyor, notlandırıyordu. Evvelden bazı günler evde olurdu. Şimdilerde eve neredeyse beraberce giriyorduk, üçümüz de. Karım, neredeyse televizyon bile seyretmiyor, gazetelere ise belki de şöyle bir göz atıp yatıveriyordu.
Aynı yatağı paylaşıyorduk, ama nasıl? Sırt-sırta. Sadece hafta sonlarında;
“Çok işim var, canın çekiyorsa, görevimi yerine getireyim!” diyordu. Öpmüyor, sarılmıyordu. Bazı şeyler sadece görev olmuştu. Gençtim henüz, anlayanın anladığı kadar. Hadım olmak(13) mı, prostat(14) derdi mi? Yoktu Allah’a şükür.
Yani kısaca; çekirdek çitleyerek geçireceğim zamanlara daha seneler vardı, bence!
Bazen canım çekerdi karımı, gecenin bir vaktinde, sabah ezanlarına doğru. “Canım çekerdi!” deyince yanlış anlaşılmasın, mal olarak değil, beden olarak değil, yani görev yapmasını istemek değil kısaca, sevgisi hissetmek, sarılmak, koklamak, öpmek isterdim.
“Of! Puf! Püf! Üf!” der, dönmezdi yüzünü bana doğru. Oysa ben hep başlangıç günlerimizdeki karımı istiyor, özlüyordum.
Yine böyle günlerden biri idi. Karım spor yapmağa giderken, komşumuzun oğlu ve babası geldi kapımıza;
“Merhaba! Çocukları bu sabah ben teslim edeyim okula, siz rahatça gidin işinize. Bugün öğlene doğru görevli olarak uçacağım çünkü biraz daha beraber olmak isteğim var, oğlumla.” dedi.
Memnun olmuştum ve şeytan dürtmüştü beni, aklımın ucundan bile geçmeyen bir şüpheyle. Çünkü bir düşünürün dediği gibi; “Şüphe, zalimlere musallat olan bir huydu ve zalimler en çok sevdiklerinden şüphe ederlerdi. (15) Cep telefonumdan “Biraz gecikeceğimi” söyledim âmirlerime ve karımın gittiği yöne yöneldim, seri adımlarla. Yaşadığımı sadece “Kırk yaşın hezeyanları(16)” olarak yorumluyor, inşallah kendisini takip ettiğimi, şüphelendiğimi hissetmez, diye dua ediyordum içimden.
Bu yaşa kadar içimden bile geçirmemiştim, karımın… Söylemeye bile utanıyordum, söylemek istediklerimi, ama şeytan dürtmüştü ya hani bana bir kere, engel olamadığım, engel olamayacağım şekilde.
30–40 metre önümdeydi karım. Acele adımlarla yürüyordu, belirli bir yöne doğru. Sapmadan, gecikmeye çekinerek belki, cep telefonundan saatine bakarak (galiba).
Bir sokak arasında bir spor salonunun kapısına geldiğinde arkasına bakmak gereğini hissetti. Bir araç arkasına zorlukla sığıştım. Fark edilmemem mümkün değildi çünkü resmi elbiselerimle. Başkası ne düşünürse düşünsün, görevli olduğumu düşünebilirlerdi, ya da anlatabilirdim.
Ama karımın görmesi demek; “Güveninin sarsılması” demekti ki bence sadece görev anlayışıyla yürüyen bir yuva, onlara muhtaç, onları isteyen, dileyen bir evlât olmasına rağmen çatırdamaya başlamış demekti.
O da ne? Düşüncelerimi beynimde sıralamağa çalışırken, kapıdan çıkan kırmızı tişörtlü ve kırmızı eşofmanlı pehlivan yapılı biriyle sokak ortası demeden sarmaş-dolaş olmuştu karım.
Ve onu saran adam onu içeriye doğru yönlendirirken bir eliyle belinden tutmuş ve kapıyı kapatırken, öpme çabasında gibiydi.
Bunun ne demek olduğunu çözümlemeğe çalışıyordum beynimde. Neyim eksikti? Neyi bulamamıştı ki bende her gün, evet her gün sabahın erken vakitlerinde kendini paylaşıyordu elin adamıyla? Ya diğer vakitler?
Kendini benden esirgeyen, canımın bir parçası, canımdan bile esirgediğim karım, cismini de paylaşıyor muydu o pehlivanla? Bunu öğrenmenin bir yolu olmalıydı, deneyeceğim.
Bir gazete alıp pencereye yakın, yansımalardan faydalanacağım bir köşeye oturdum. Fazla beklemedim. Sanırım yarım saat sonrasıydı, okul zilinin çalmasına çeyrek kalan. Yine kapı önünde kucaklamalarla ayrıldı karım salondan. Şöyle bir etrafına bakındı meraklı gözlerle ve yöneldi yönüne…
Şimdi hapishanedeyim…
İlk görüşme günüydü. Her şeyin geciktiği günlerden birinin sabahında, günlerden çok, çok sonra karım geldi görüşmeye;
“Senden başkasına bakacağımı, elimi uzatacağımı nasıl düşünür de katil olma riskini göze alırsın ki? Benden şüpheleneceğin aklımın ucundan bile geçmeyen bir olgu idi. Biliyordum ki, ilk, tek ve son aşkındım senin. Tıpkı senin benim ilk, tek ve son aşkım olduğun gibi. Yeknesaklık(17), ilgisiz ya da monoton(18) yaşamımız üzüyordu beni. Yoksa aşkımızda gevşeklik mi oluşmuştu? Ben monotonlaşan ilişkimizi canlandırmak, hak ettiğime inandığım sevgiyi yeniden kazanmak, sadece kıskandırmak istedim seni, bizi, bize iade etsin diye, tıpkı başlangıç günlerimizdeki gibi.”
Soluklanmıştı;
“Komşumuzun oğlumuzu okuluna götürmesi başarı adımım olacaktı benim. Özellikle hoplayıp zıplayarak beni takip etmeni bekledim. Ayak seslerini, nefesini hissedemem mi sanmıştın? Mutluydum peşimden gelmenden, hele o aracın arkasına saklanma gayretin… Polistin ama ben de o polisin karısıydım, o polisin sevdiği, ama ilgisini eksik bıraktığı...”
Duraklarken nefes almayı meziyet(19) sayıyor gibiydi;
“Cep telefonumdan mesaj çektim, öğrencimin babasına, aşırı ilgi göstermesi için, sözleştiğimiz gibi. Bir tek aşırı kıskançlığınla silâhını doğrultacağını hiç tahmin etmemiştim. Spor salonundan çıkışta iki tarafıma bakıp da seni göremeyip hissedemeyince mücadeleden vazgeçtiğini düşünüp üzülmüştüm. Hemen arkamdan dellenip, delirip adamcağızın karşısına dikileceğini hiç düşünmemiştim. Böyle bir mizansen(20) yerine, karşılıklı konuşmayı mı deneseydik ki, diye düşünüyorum, şimdi.”
Hapishane görüşme alanında sözleri zapt etmem kolay olmuyordu, ama duyuyordum durgunca ve yanlışlığımı hisseder, sanki tek kusurlu olan benmişim gibi;
“Öğrencilerimden birinin babasını, yani silâhınla vurduğun adamı, zar-zor, yalvar-yakar ikna etmiştim(21), yeknesaklaşan ilişkimizi yönlendirmek için. Adam başına geleceği hissetmiş gibi, başlangıçta reddetmişti teklifimi. Sen ne yaptın? ‘Yapma! Dur!’ deme imkânı bile sağlamadan vurdun adamı. Allah’tan polisliğin kadar iyi değilmiş atıcılığın ki adamcağız sadece yaralanmakla kurtuldu. Ya ölseydi adamcağız benim, bizim yüzümüzden? O zaman ben de, oğlun da, gelecek çocuğumuz da ömür boyu sana hasret yaşayacaktık. Senin kurtuluşun kolay olmayacak.”
Bazı sözleri yerine oturtturmak için düşünüyordu ara sıra;
“Öldürmeğe tam teşebbüsten” yargılanıyorsun, biliyorsun. Bu bizim de kurtuluşumuz değil yani. Ama benim yanım, senin yanın. Nasıl ki sevdim, o kadar da beklerim, oğlumun babasının oğlumuzun annesini çok sevdiği için bir başkasını yaraladığını oğlumuza hissettirmeden. Şimdi her şeye rağmen sana kavuşacağımız günlerin yakın olacağına dair umudum var. Mutlaka avukatlar yasaları inceleyip boşlukları bulacaklardır. Öğrencimin babası insan olarak şikâyetçi olmadı. Hâkim ve savcıların desteğiyle cezan ne olursa olsun emsallerine göre az, benim, bizim tahammül edeceğimiz kadar az olacağına inanıyorum. ‘Şeriatın kestiği parmak acımaz!’ derler, yasaların takdiri ne olursa olsun, seni bekleyeceğimizi bil!”
Öylesine, makul, inandırıcı, gerçekçi ve sakin konuşuyordu ki karım. Dinlemekten hoşnut olmasam(22) ne olurdu, dinlemesem ne olurdu? Ok yaydan, söz ağızdan çıkmış, zaman geri dönülmeyecek yolundaydı;
“İyi bir haber mi, bilmem. Bu konuda yıllarca istememe rağmen hiç sempatik davranmamıştın bana karşı, ama ben serbest bırakmıştım kendimi sana. Ve iftiharla söylemeliyim ki; biraz önce de söylediğim gibi, ikinci bebeğimiz yolda. Seni, sağlığım yerinde olduğu sürece her hafta sonunda ziyarete geleceğim. Oğlumuzun seni bu parmaklıklar arkasında görmesini istemiyorum. Tıpkı genel Türk filmlerindeki gibi; ‘Yurt dışı göreve gitti’ diyeceğim senin için. Ve ağırlaştığım zamanlarda seni ziyarete gelemezsem, endişen olmasın. Bebeğimiz doğunca öpüp koklaman için mutlaka getireceğim sana.”
Yeniden durakladı, dinlenir gibi;
“Belki diğer mahkûmlara nazaran ayrıcalık tanırlar sana. Temiz çamaşır, ihtiyacın olan başka şeyler, çörek-börek getirebilir miyim, öğren ve de bana! Hepimiz, karnımdaki bile, seni çok özleyeceğiz!”
Ben suskun, karım konuşuyordu, unuttuğu bir şey kalmasın istercesine. Keşke mohini(23) gibi duygusuz olmak yerine biraz duygusallığı bilmiş olsaydım, sevmeyi, adam gibi sevmeyi bilse, bilebilseydim. Bazı şeyleri hatırlamanın, gereğini yapmaktan daha önemli olduğunu bilebilseydim ve pişmanlık, nedamet yer etmeseydi gönlümde…
Sabırsız bir insandım ben. Karım spor salonundan ayrılır-ayrılmaz apar-topar spor salonuna girmiş, karıma sarılanı hiçbir söz etmeden, kaçmasına engel olarak, bir el ateş ederek yaralamıştım, ama neresinden, hâlâ bilmiyorum, bilemiyorum.
Ben; “Nasıl?” derken, yaralı adam; “Neden?” diyordu.
İkinci el ateş etmeme sinirlerimin boşalması engel olmuştu. Karıma kıyamazdım, hem zaten o oğlumun anası idi ve onun, yani oğlumun anasına ihtiyacı vardı. Aslında insana da kıyamazdım, sebep ne olursa olsun. Konuşarak olayları çözümlemenin daha gerçek olduğuna inanırdım. Ama kıskançlık faktörü(24) insanın mantığını(25) da durduruyordu.
Ve bu birikim bir refleksle(26) son buluyordu, bir tokatla, bir el şaplatılmasıyla, ya da ben de olduğu gibi bir el silâh sesiyle. Ama o ana kadar insan bilinçsiz oluyordu, daha sonraki “Tüh! Tüh!” demek ise asla işe yaramıyordu. Kaçmayı asla düşünmedim, teşebbüs etmedim, şaşkınca cep telefonumdan hem 112’yi, hem de 155’i aradım, gereğinin yapılması için.
Görevli olmadığım halde devlete ait silâhla kişisel hıncımı çıkartmıştım birinden. Hem de şüphelenerek, bana yakışmayan bir şekilde. CMUK (Ceza Mahkemeleri Usûl Kanuna) göre yargılanacak ve TCK (Türk Ceza Kanuna) göre cezam verilecekti. Bu vakitten sonra; “Ben ne yaptım?” diye hayıflanmamın(26) hiç de gereği yoktu.
Devlet büyüktü. Hafifletici unsurlar dikkate alınmıştı, her ne demekse? Yaraladığım şahsın şikâyetçi olmamasının hiç önemi olmamıştı galiba. Beni üzen şeylerden birincisi ikinci çocuğumun doğumunda karımın başında olamayacak oluşum, ikincisi hiçbir günahı olmayan, sadece karımın yeni bir hayatın tanzimi için ikna ettiği öğrencinin babasını kıskançlıkla isteyerek vurmuş olmamdı.
Devlet azaltmıştı cezamın miktarını, ama daha fazla azaltacak kadar da cesur olamamıştı yasalara göre. Yasalar ne diyorsa o, o idi. Ben de, Hâkimler de, Savcılar da Türkiye Cumhuriyetinin yasalarına uymakla yükümlüydük. Ayrıcalık yasalarda yer almıyordu, hem almamalıydı da.
Bu nedenle meslekten ihraç edilmem de ilgilendirmiyordu beni. Ha! Bir yerlerde bodyguardlık(27) yapmak mı? Aklımın ucundan bile geçmiyordu. Dolmuş şoförlüğü yapar ailemi geçindirirdim. Hapiste yatacağım sürece ailemin nasıl geçineceği de zihnimde yer etmiyordu. Evvel Allah hiçbir şeyin yokluğunu arattırmazdı karım.
Düşündüğüm sadece bir-bir buçuk yıllık aradan sonra bir-buçuk yaş büyüyecek oğlumun yüzüne nasıl bakacağım ile şekilleniyordu. Bunu hissettirmemek için bir başka mahalleye taşınmalarını önerdim karıma. Bu, bir bakıma çözüm gibi geliyordu bana. Yeni mahalle, yeni insanlar, yeni arkadaşlar, yeni bakkal…
Çözüm olabilir miydi? Olabilirdi tabii, başlangıç olarak. İlerleyen zamanda ben anlatırdım, kendimi, yaşananları. Doğacak olan içinse, zaman daha uzundu onun için…
Ve günlerden bir gün, çok ilerlemeyen bir zamanda, çoğumuzun ilgilendiği ve fakat ben hapse yeni girdiğim için, devlete ait silâhla öldürmeğe teşebbüs ederek yaralama fiilini işlediğim için ilgilenemediğim “Af çıktı” haberi yığıldı koridorlara. Sevinmem gerekiyordu af içeriğinde olanlar mahkûmlar için.
Ve biten günlerin birinde gardiyanlar benim de ismimi okudular, ellerindeki kâğıtlardan.
Ne mutluydu bana ki, ikinci çocuğumun doğumunda eşimin başında olacak, onu sevdiğimi, onsuz olamayacağımı sonsuz kereler tekrar edecektim ona. Gerisi hiç önemli değildi benim için.
Atalarımız; “Bir musibet, bin nasihatten evlâdır!” demişler çünkü…
YAZANIN NOTLARI:
(1) Hakk, şerleri hayır eyler/ Zannetme ki gayr eyler/ Mevlâ’m görelim neyler/ Neylerse güzel eyler. Erzurumlu İbrahim HAKKI
(2) Kadere iman eden, kederden emin olur (Men âmene bil kaderi, emine min el kaderi) şeklinde belirlenen hadisi şerifin aslı; “Kadere iman kaygı ve üzüntüyü giderir” şeklindedir.
(3) Kader böyle imiş… şeklinde başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Beste ve Güftesi; Coşkun ERDEM’e ait olup eser Rast Makamındadır.
(4) Kader kime şikâyet edeyim… şeklinde başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Sedat ERGİNTUĞ’a, Bestesi; Avni ANIL’a ait olup eser Hicaz Makamındadır.
(5) Abes; Akla ve gerçeğe aykırı, gereksiz, lüzumsuz, yersiz, boş, saçma.
(6) Civan; Yakışıklı genç erkek ve güzel genç kadın.
(7) Ehven; Daha az kötü, yeğ, değersiz, zararsız, ucuz.
(8) Mizaç; Huy. Gerçek yeteneği, yatkınlığı belirleyen psikolojik özelliklerin tümü. İnsan bedeninin fizyolojik yapısı.
(9) Velev ki; İster, isterse, hatta bile, öyle olsa da, farz edelim ki anlamlarında Arapça bir kelime.
(10) Ecel ayırsa bile, mahşerde buluşuruz… “Ellerim böyle boş, boş mu kalacaktı” şeklinde başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güfte sahibi bilinmemektedir. Beste; Şekip Ayhan ÖZIŞIK’a ait olup Nihavent Makamındadır. (Aramızda sıra dağlar mı olacaktı, dizelerinden biridir.)
(11) Muaf Tutulmak; Bir ödevden, bir görevden bağışlanmak, ayrı tutulmak, ayrıcalık tanınmak.
(12) İstisna; Bir kimse, ya da bir şeyi benzerlerinden ayrı tutma. Genelde ayrı, kuraldışı olma, ayrıklık, aykırılık, ayrı tutulan kimse ya da şey.
(13) Hadım; Kısır, kısırlaşmış erkek. Buzağı, kedi, köpek gibi hayvanların erkekliğini giderme işlemi. Osmanlı’da Hadım Ağası kavramı İslamiyet’te yasaklanmış olmasına rağmen uygulanagelmiştir.
(14) Prostat; Bir salgı bezidir. Mesanenin altında rektumun önünde yer alır. Bu bezin büyüyerek idrar yollarını sıkıştırmasına Prostat Büyümesi, Prostat Hiperplazi denmektedir ki, kanser değildir. Bu bezin büyümesi bahçe hortumuna bir kıskacın takılması gibi bir durumda meydana gelen basınç gibi bir durum ortaya çıkartır.
(15) Şüphe, zalimlere musallat olan bir huydu ve zalimler en çok sevdiklerinden şüphe ederlerdi. Sözün aslı; Şüphe ve güvensizlik en ziyade zalimlerde bulunan bir hastalıktır. Zalimler en çok sevdiklerinden şüphe ederler. (AKHILLEUS) şeklindedir.
(16) Hezeyan; Abuk-sabuk konuşma, hareketler yapma, sayıklama, ya da saçmalama.
(17) Yeknesak; Tekdüze. Biteviye, monoton, rutin.
(18) Monoton: Almancadan alınmış, tekdüze, hep aynı tonda, yeknesak, çeşitliliği olmayan, donuk, sıkıcı.
(19) Meziyet; Bir kişiyi, ya da nesneyi, diğerlerinden üstün gösteren nitelik.
(20) Mizansen; Bir oyun düzeni. Bir şeyi, bir durumu, olduğundan değişik göstermek amacıyla hazırlanan düzen. (Tiyatrolar için değişik anlamı vardır)
(21) İkna Etmek; Bir kimseyi bir konuda inandırmak, bir şeyi yapmaya razı etmek. Kandırmak.
(22) Hoşnut Olmak; Memnun olmak, yakınmamak, şikâyetçi olmamak. Bir kimseden, ya da durumdan memnun bulunmak.
(23) Mohini; Daha önce Türkiye’de bir Hayvanat Bahçesinde yaşayan filin ismi olup, bu isimden ilham alınarak şişman kişiler için söylenen bir hitap şekli ve genellikle de filin çocuk dilinde söylenişi olsa gerek.
(24) Faktör; Etmen, etken. İstatistik çalışmalarda kategorik ve nitel özelliğe sahip değişken.
(25) Mantık; Doğru düşünme sanatı, bilimi, yolu ve yöntemi. Gerçeği aramaya yönelik işlemler ve bunlarla ilgili tasarım, çıkarım ve kanıt gösterme.
(26) Hayıflanmak; Acınmak, yerinmek, esef etmek, kaybedilen bir fırsat için üzülmek.
(27) Bodyguard (Badigard); Can güvenliğinin tehlikede olduğu bir kimseyi saldırılardan korumak üzere görevlendirilmiş kişi. Koruma görevlisi, fedai, muhafız, sakınan.