Her gün arabasıyla işine giden, iş-güç sahibi, askerliğini yapıp dönmüş, varlıklı, eh biraz da Tanrının şekline özen gösterdiği, şemailine(1) önem verdiği ben, o gün niçin metro treniyle gitmeğe karar vermiştim, hatırlayamıyor, yahut da bilmiyorum.
Olsa olsa, hani meselâ arabam tamirde, bakımda falan olabilirdi. Ama bu benim şirketimin arabalarından, şoförlerimden birini çağırıp gitmeme, en basitinden bir taksi tutup işyerime ulaşmama engel değildi ki!
Ayrıca Halk Otobüsleri, dolmuşlar da vardı. Bir öndeki otobüs doluysa, herhalde arkamdan kovalayanım yoktu ya, bir sonrakini bekler, biner, oturur ve paşa paşa(2) iş yerimin yakınına kadar ulaşabilirdim. Aynı şey dolmuş için de geçerliydi, ama neden metro?
Buna kaderin beni iteklemesi diyebilir miydim? Hiç de değil. Uçarı(1), ya da daldan dala konmayı(2) isteyen, düşleyen bir hercai(1), el işte, göz oynaşta(2) biri değildim ki!
Evet, gönlüm ve kalbim boştu, ama hiç de bazı şeyleri özenen niyetli biri değildim.
Sebep? Benden önce aklımdakini deneyen, mutlu olmadıklarına kesinkes inandığım, çoluk-çocuğa karışmış ağabeyim ve ablam önümde oldukları için. Herhalde bir değil, iki musibet(1), bin nasihatten evlâydı, değil mi?
Ya da şöyle bir benzetme, kaba kaçacak gibi gözükse de, bana ait olmayan, dilime de yakışmayacak bir şekilde; “Bir içimlik (ya da bir litre) süt için, bir inek beslemeye” gerek var mıydı? Bu felsefe, doğrudan doğruya doğru sayılamazdı, irsiyet, neslin devamı, mal-mülkün elde kalması gibi konuları göz önüne alırsam.
Aslında bu konular da önemli değildi, benim için. Ağabeyimin maşallah canavar olarak nitelendirilecek iki delikanlısı vardı. Sadece canavar değil, az-biraz dedelerinin vardan yoktan şımarttığı bebelerdi onlar, eh amcalarının da katkısı yok değildi!
Dedeleri, yani babam ölünce bu görevi amca takviyesi ile babaanneleri devralmıştı ki, babaanneleri dedelerine göre daha gevşekti ve bu beni de etkiliyordu, neden yalan söyleyeyim ki? Bebelerin “Bir” dedikleri, asla “İki” olmuyordu.
Bu sadece babaanne olarak mı? Hayır, anneanne ve dayı olarak da aynen gerçekleşiyordu, ablamın birbirinden farkı olmayan iki canavarı için de. Bir tanesinden biri kız yeğenim olsaydı ya. Sanırım babam, neslinin devamı konusunda endişelenmemek için dualar etmiş olsa gerekti!
İki oradan, iki buradan tam dört pehlivan varken bana gerek var mıydı, çoluk çocuğa karışmam, gönül dünyamı karartmam için? Hem sevgi ve aşk neydi ki? Önemli olan para kazanmak, gezmek-tozmak-dolaşmak, yemek-içmek ve hayatı yaşamaktı, ya da ben öyle düşünüyordum, felsefi1) olarak!
Anlayamadığım, ya da anlatmakta zorluk çektiğim konu için; “Metroya binmiştim!” derken hayat felsefemle(1) ilgili ne kadar fuzuli(1) şeyler, hatta cevherler(1) sundum ki? Farkında olunduğu üzere yumurtladım, demiyorum, o başka bir konu!
Metroya bindiğimde, demek ki oldukça erken, kimsenin işleri için yollara düşmediği bir zamanda binmiş olmalıydım ki, yaşlı kanepeleri dâhil kanepelerin çoğu boştu, ancak bu boşluklara rağmen ayakta duran o simsiyah, kısa boylu genç kız çekti dikkatimi.
Simsiyah dedim, çünkü teni dışında tarif etmem gerekirse gerçekten tümüyle simsiyahtı. Teni? Evet, teni; “Siyah değilse de esmere yakındı!” diyeyim, abartmak gibi olmasın, oysa beyazdı, ya da beyaza çoktan daha çok yakın.
Tepesinde topuz yapılıp, tokayla sabitleştirilmiş simsiyah saçları, alnına yakın olarak o saçlar üstüne iliştirilmiş kapkara çerçeveli siyah camlı gözlükleri, kulaklarının deliklerini sarkıtacak şekilde ağır, belki Oltu taşından mamul, tespih taneleri gibi küpeler, (tahminen) yeşil gözlerine hiç yakışmayan simsiyah rimel, far, rastık ya da her ne deniyorsa onlardan olsa gerekti.
“Yahu güzel kız! Madem siyaha o kadar meraklısın, gözlerini de siyah bir lensle bezeseydin ya!”
Hani merak bu ya! Gözlerini şaşkınlaşmaksızın bakmışım da sanki görmüşüm gibi! Diyemezdim tabi. Sadece gözlerini görmek ister gibi (affedilmesi kaydıyla özür dileyerek söylüyorum; “Öküzün trene baktığı gibi” olsam gerek!) gözlerine baktım.
Tereddütsüz inceler gibi bakışlarımdan etkilenmiş, çekinmiş, ya da rahatsız olmuş olsa gerekti, hafifçe de olsa yana döner gibi yaptı. Anladım, ama umurumda değildi her nedense. Çünkü bana antipatik ve itici gelmişti.
Ama dürüst olmalıyım. Eğer tavır ve edası için dürüstçe bir oranlama yapmam gerekirse, bana göre sempatikliği ve çekiciliği % 51 olsa gerekti, kalan % 49 ise dediğim gibi umurumda değildi, hem düşüncelerimi içimden de olsa zapt etmeğe çalışmam gereksiz olmalıydı.
Nerede kalmıştım? Tamam, tarife devam etmeye çalışayım. Neden çalışayım? Çünkü o, gerçeği inkâr etmeğe çalışsam bile, gerçeklere sığmayacak biri idi. Ne bakımdan olduğunu, kendime bile itirafta çekindiğim.
Pembe ötesinde fondöten kıvamında siyaha yakın makyaj, inci gibi gözüken dişlerine inat, ince bir çizgi gibi dudaklarında simsiyah bir ruj, tırnaklarında siyah oje...
Bu kadar mı? Hayır! Siyaha bir yas gibi âşık olsa gerekti bu benim yaşlarımda, haydi olsun olsun da benden on yaş genç olsun! Bu; aramızda kalsın, kısa boylu güzel mi güzel genç kız için. Buradaki güzellik oranını da % 100 olarak betimlememde (bence) hiçbir sakınca yok!
Genç kızın bu yaz sıcağına yakışan, tatile çıkmadığı belli, dekolte(1) anlamlı ve kısa kollu elbisesi de baştan aşağıya simsiyahtı, diz kapağı üstünde kalmış kısa etekliği, çorapları, pabuçları, çantası da...
Unuttuklarım...
Evet, elinde duvar saati, duvar saati olmasa da masa saati olacak boyutta o koskoca kol saati ve ona yakışan kordonu, elbisesinin sağ cebinde gözüken, oldukçanın ötesinde pahalı olduğunu sandığım siyah renkli cep telefonu, ondan kulaklarına kadar uzanan kablolar...
Onlar da siyahtı. Herhalde yaz gündüzünün bu er vaktinde siyahla, geceyle ilgili bir şarkı ya da türkü dinlemiyor olsa gerekti!
Çantasını tuttuğu elinde küçük bir dizüstü bilgisayarı ya da yeni IPad mı ne denilen o alet olsa gerekti, bulunduğu şu an için ihtiyaç duymadığı ya da gerekli görmediği.
Parmaklarında ojesi dışında, mücevherler konusunda bilgim olmadığı için cinsini bilmediğim, ya da bilmemin imkânsız olduğu kocaman siyah taşları olan yüzükler vardı, ancak alyans benzeri bir şey fark etmedim.
Boynunda kalp şeklinde kocaman bir kolye, onun hemen altında aynı şekilde, ancak daha ufak boyutta bir broş vardı, siyah değildi, ama sanırım altın olsa gerekti, parlaklığından anladığıma(!) göre...
Düpedüz, baştan aşağıya sabit göz ve tavırlarla onu izliyordum, insanın (yani bu ben oluyorum) hiç olmazsa siyah gözlükleri olurdu, değil mi karşısındakine hissettirmek istemeksizin gözlemleyebilmesi için hani sanki sahiplenecekmiş gibi, markette bir şeyleri seçiyormuş gibi!
Oysa hipermetrop gözlüklerim vardı, küçük dereceli, çok gerektiğine inandığımda kullandığım.
Benim beynimden geçenleri o genç kız algılamış(2) olsa gerekti, saçlarının üzerindeki gözlükleri indirip yeşil gözlerini camların arkasına hapsederek, gözlerini sakladı, engelledi o gözlere bakışımı.
Peki, hüsnükuruntu(3) olsa da, o da beni, benim onu gözlemlediğim, izlediğim gibi inceliyor olabilir miydi? Sanmam, ama umut etmemi de kim engelleyebilirdi ki? İnsanların umutları olmasa yaşam kolay olabilir miydi?
Neler oluyordu bana? Ben ki ağabeyimin, ablamın yaşadıklarını görüp benzeri bir yaşama “I-ıh!” demişken, zapt etmekte zorluk çektiğim bu davranışımın nedeni ne olabilirdi?
Bu genç kız, hiç aklımdan geçmese de, asla tipim olamazdı. Onun bakışları, hal ve hareketleriyle, giyim-kuşamıyla ilgilenmem yanlıştı, ama gözleri için; yaşamımda asla unutamayacağım, unutmayı aklımdan bile geçiremeyeceğim gözlerdi, demek mecburiyetindeyim, hem de içtenlikle.
Hani meselâ, olsa olsa benim tipim, hayalimde ya da rüyamda şekillendirmeyi, hatta evlenebileceğimi düşündüğüm genç kız modeli; aynı gözlere sahip, sarışın, uzun boylu, aksesuarları(1) ve takıntıları olmayan biri olabilirdi.
Eh, biraz muhafazakâr(1), mutaassıp(1), dindar da olabilirdi. Tümüyle modern olmasına gerek yoktu.
Böyle biri var mıydı acaba yeryüzünde? Hani, her şeye rağmen yuva kurmayı düşünmek için düşünmeye başlasam? Gene de aklımdan o sevabın çeşidi geçmiyor değildi; güzele bakmak değil, güzele güzel bakmak sevap olsa gerekti.
Gene de tüm kapıları kırıp, tüm köprüleri yıkıp kaldırmak uygun değildi, bu nedenle içimden "Her şey için belki!” demek geçiyordu. . .
O; metro trenine, ne zaman ve nereden binmişti hatırlayamıyordum, zaten hatırlamamam da doğaldı, benden önce binmiş olmasa, ben ona böylesine ulaşabilir miydim? Saçmalığın daniskası işte, insan beşer, bazen böyle şaşardı.
Üstelik o genç kız, neden bu saatte ve bir sürü boş yer varken ayakta duruyordu? Pek dar gözükmüyordu etekliği, buruşmaması özelliği ve düşüncesi olabilir miydi? Ya da bir başka neden, aklıma gelemeyen, pek de beynimin zorlanması gereken konu olmasa gerekti.
Bir ara o sağ cebindeki telefon çaldı herhalde, benim duymadığım, ancak onun hissettiği kadar sessiz konumunda olsa gerekti. Kulağındaki dinleme butonlarından (artık her ne deniyorsa, adını bilemediğim) birini çıkardı.
O telefonunu açıncaya kadar bir musiki yankılanıp ulaştı kulağıma; “Cano! Cano!” diyerek. Olasıydı ki; “Ağrı Dağın eteğinde uçan güvercin olsam!(4)” yerel türküsü olsa gerekti dinlediği.
Doğu kökenli olduğunun ifadesi olabilir miydi bu, yoksa Türk Halk Müziğine meyilli, zevk aldığı için mi dinliyordu, bu sosyete tavrına rağmen? Bilmem, ya da anlamam herhalde gerekli değildi.
Ama aklımda hedefsiz olarak kalma gayretinde idi bu türkü. Ben de izin verdim...
İneceğim durağı aşıp son durakta beraber inmek mecburiyetinde kalmıştık! Yan yana, arka arkaya iken hissettiğim kadarıyla ne parfüm, ne de herhangi bir koku vardı kendinde. Bence sadece ve doğal olarak simsiyah(!) bedeninin kokusu vardı, ciğerlerimin tüm hücrelerini etkileyen.
Bu nedenle peşine düşmek zahmetine katlanma gerekliliğini(!) yaşamıştım. Sebebi sorulmamalı, ne hatırlıyorum, ne de bilmem mümkün.
Metro treninden indiğimizde gönlümü peşi sıra sürüklediğinin farkında değilmişçesine ulaştığı ilk kanepede ayak ayak üstüne atmış ve sonrasında yakınında olduğumu, onunla ilgilendiğimi umursamazcasına bir sigara yakmıştı.
Hissediyordum, ya da biliyordum ki, maksadı sigara içtiğini belirtmek değil, imkân yaratmaktı bana. Tekrar ediyorum; bu sadece benim iç düşüncemdi.
Dudaklarını büzerek ilk dumanı üflemiş ve % 1000 eminim ki, o kara gözlüklerinin arkasından bana bakmıştı. O şarkı, o gözleri görmemiş olsam da, hissettiğim için nasıl geçmezdi aklımdan, nasıl dökülmezdi ki dudaklarımdan;
“Bir bakış baktın, kalbimi yaktın... (5)”
Bir ara saçlarını, belki de gözlüklerini düzeltme amacıyla ellerinden boş olanıyla saçının topuzundaki tokayı düzeltti. Bunu çok iyi hatırlıyordum, metroda gerek askıdan tutunmaya çalışırken, gerekse telefonu çaldığında, tıpkı bu andaki gibi genelde “gıdık yeri” dediğimiz koltuğunun altı, bacak bacak üstüne attığında Rahmetli Orhan VELİ'yi(6) hatırlatmıştı bana, dizeleri değiştirme hakkım yok, ama olmazdı ki, böyle de saçların tokası düzeltilmez, öyle de bacak bacak üstüne atarak oturulmazdı ki!
O, o ve de o! İteklemiyordu dışarılara beni, adını, sanını bile bilemediğim, bilmem kim? Herhalde her türlü aksi düşüncelerime karşın beni kendisine doğru cazibesiyle bir yer çekimi modunda kendine çekendi o.
Ben ki, her şeyin olmasa da çok şeyin sahibi, ne, ya da kim olduğunu bilmediğim birinin dizlerinin önüne çömelecek biri miydim, bir metro serüveninin(1) ertesinde?
Geç, bir kalem! Ne o tarakta bezim(2), ne ilgilenip sevmeye, hele, hele ki ne de evlenmeye niyetim vardı. Zaten sanatkâr da ne demişti; “Bir rüzgârdır, gelir geçer…(7)” beni ilgilendiren kısmı bu kadardı, devamına gerek yoktu...
Gene de düşünmekten alamıyordum kendimi, neredeyse sırt sırta, yan yana ilerisinde oturmamıza rağmen, ama karşı karşıya değil, belki de o benim karşımdaydı, ben onun değil. Kimdi bu simsiyah genç kız, neyin nesi, kimin fesiydi?
Sarı Çizmeli Mehmet Ağa olamazdı, çünkü bayandı. O halde “Kara Çizmeli Sultan Ağa” olsa gerekti!
Ve çevremde uçuşan güvercinlerin kanat seslerinde bende kalma gayretinde olan “Uçan güvercin olsam...” türküsü geçti aklımdan bu kez kendimden. Hem türkü, hem güvercinlerin kanat sesleri etkileri altına almışlardı beni.
Ben, ne olursam olayım, ancak bir kuş olsam, serçe, muhabbet, kanarya gibi ve omzuna konsam, ona, onun istediği, isteyeceği benim arzuladıklarımı söylesem diye geçirdim, içimden, dolma, dolabilme arzusuyla…
Ve sonrasında her gittiği yere ister omzunda, ister uçarak eşlik etseydim. Fazla umut var bir hayal miydi, beynimden geçirmeğe uğraştığım?
Sigarasını bitiren genç kız, arkasında bıraktığının farkında değilmişçesine yerinden kalkmış, eteğinde belirgin olmayan tozları silkeledikten sonra, işaretlediği yöne doğru adımlarını atmağa başlamış.
“Mış!” diyorum, çünkü ben onu düşünürken, beni düşünmediğine inandığım o, hayal gibi kaybolmuştu.
Beni bu kadar etkileyen ve kendisine hapseden biriyle bir kez daha nasıl karşılaşabilirdim ki?...
İşimden erken ayrılmak ihtiyacını hissettim o gün. Merak edenim yoktu ki; “Niye erkenden gidiyorsun?” diye sorsun, sorgulasın. Uyumak istiyordum, uyuyamıyor, düşünmeyi bırakmak istiyordum, düşünceler beni bırakmıyordu. Hele ki rüyalar, hayaller...
Evet, yemekten, içmekten kesilmemiştim, ama kesilmeme de ancak çeyrek kadar bir zaman vardı, çevremdekilerin sormaya cesaret edemediklerine inandığım gözlerinden, hareket ve tavırlarından anladığım kadarıyla.
Tüm üzerinde durmadığım, ya da durmak istemediğim şüphelere karşın arabamı iş yerimdeki park yerine, ya da evin kapısı önüne bırakmış, bilet, ya da kart alarak her gün değişik vakitlerde metro treniyle gider-gelir olmuştum evden-işe, işten-eve, kimseye hesap vermek zorunda olmadığımı çevremdekilere hissettirerek.
Sormak gafletinde bulunanlara da “Arabam bozuldu, şu an tamirde yeni bir araba almak için araştırma yapıyorum!” diyordum.
Oysa arabamdan memnundum ve değiştirmek gibi de bir niyetim yoktu.
Soran-soruşturan merak eden ağabeyim ve özellikle ablam ise, onlar için daha usturuplu(1) yalanlar dizmem gerekiyordu, sadece “Arabam bozuk” demek yanında.
Örneğin “Tasarruf icabı!” ya da “Böyle daha hoş, zevkli!” gibi...
Eee! Ablam, ne de olsa annesinin kızıydı; “Acaba?” dolu bakışları hiç eksik değildi üzerimden.
Ateş olmayan yerde duman tütmezdi. Ama kedinin ulaşamadığı ciğere “mundar(1)” demesi gibi bir eylem de yakışmazdı bana. Atalarımız ne demişti; “İnsan murat ederse tekeden süt bile sağar!”
O halde tekeyi bulup süt sağmak benim zorunluluğum, boynumun borcu idi. Yeter ki tekeyi bulayım, ondan sonrası…
Eğer bende gönlü yoksa bakışlarım onun etki alanında yer almamışsa ondan sonrası nah kolaydı!”
Hani derler ya; “Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur!” onun gereği gibi, her gün, her değişik anda, sabah-akşam metro treni yolcusu olmama, çıkış merdivenlerinde beklememe rağmen.
Üstelik şairin dediği gibi; “Ne hasta bekler sabahı…(8)” gibi beklememe, aramama rağmen, bir türlü ulaşamıyordum ona. O halde insanın da dağlar gibi kavuşmaması olağan olsa gerekti, bence safsata(1).
Peki, aramakla bulunmaz, meğerki rastgele, olarak düşünsem ve aramak yerine, ağlasam ve bana rastlamasını mı bekleseydim, acaba? Hayatta bu kadar abuk-sabuk(3) bir düşünce olabilir miydi? En iyisi, ya da en uygunu unutmak olsa gerekti, hani tam tabiriyle; “Bağrıma taş basarak!”
Mademki düşünmüyordum bir şeyleri, o halde düşünmemeye devam etmek daha mantıklı olacak demekti.
Ama ya insan murat ederse, ya da Tanrı insanı muradına yönlendirme isteğinde olursa yahut Tanrı kaderlerini birleştirme arzusunda ise…
O zaman kişinin hiç ummadığı bir zamanda ve yerde gerçekleştirmesi gerekeni gerçekleştiriyordu Tanrı, en basitinden yönlendiriyordu, hem de nedenini belli etmeksizin...
Bir iş için devlet dairelerinden birine başvurmam gerekiyordu. Aksine bir kısım belge ya da bilgiler eksik, hem de ilgili yere ulaştıracak elemanlardan çoğu başka görevlerde olduklarından gözükmüyorlardı ortalıklarda.
İş başıma düşmüştü. “He!” denilip eksiklerin tamamlanması için süre verilmesi kazanç, “Hayır!” denmesi zarar değilse bile yerinde saymak olacaktı.
Giyindim, çantamı hazır ettim ve evrakı vereceğim ilgili makama yöneldim. İyi karşıladı unvanı her neyse Genel Müdür, ya da Daire Başkanı beni;
“Mutlu olduk, ilgilenmenizden ve başvurunuzdan dolayı!” dedi o kişi ve devam etti;
“Ancak bir yanlışlık, ya da eksiklik olmasın, bir de Müdürümüz incelesin ki, sonradan başımız ağrımasın, çünkü ilk ve tek başvuran sizsiniz!”
İlgili evrakla Müdürün odasına yönelip “Girin!” sözünden sonra içeri girip gördüğümle şaşırmamam, hayret etmemem mümkün değildi. Çünkü karşımdaki o idi ve ilk ona göz süzdüğümdekinin aksine tüm siyahlıkları, tüm simsiyahları terk etmiş, tamamen beyazlıklar içindeydi, hem de bembeyaz, sadece saçları ve beni peşinden sürükleyip aciz durumda bırakan gözleri hariç…
“Hoş geldiniz, buyurun!” derken hiç karşılaşmamışız, canımı yaktığının farkında değilmiş gibisine resmi bir görünüm içindeydi.
Dosyadaki evrakı teker teker sayfaları çevirerek, ilgi ile inceledi, varlığımdan, nefes alıp verişimden habersizmiş gibisine. Zaten iş konusunda eksik belgeler nedeniyle şu anda ümitsizdim, ama kendi düşündüğüm konuda ümitli olmamı kim engelleyebilirdi ki?
Dosyaya sayfaları çevirerek şöyle üstünkörü(1) baktıktan sonra o yeşil gözleriyle anlamlı bir inatlaşmayı çağırırcasına ve sorarcasına yüzüme baktı;
“Sizce tamam mı?”
“Şu anda tam olarak mantıklı düşünemiyorum, peki ya sizce?”
“Şöyle alelacele gördüğüm kadarıyla dosya içinde Teminat Mektubunuz yok, opsiyon(1), teslimat yeri neresi belirtilmemiş, yükleme-boşaltma giderleri kime ait ve toplam olarak ne kadar bir bedel öngörüyorsunuz vs. vs. Kapalı zarfta ne teklifiniz var, bilmem imkânsız tabii. Hemen şimdi daha başka ne sayıp söyleyeyim ki?”
“Saymayın, söylemeyin, sadece mahcup olmamam(2) için bana bir-iki gün süre verin. Tabiidir ki, başka başvurular olursa, öncelik onların. Fiyat ucuzmuş, pahalıymış zaten dikkate alınacaktır…
Dosya sizde kalsın. Söyledikleriniz aklımda, ben büromdaki dosyaya bakıp eksiklerimi tamamlayıp hemen geri getirmeye çalışayım. Ola ki o güzel gözlerinize başka eksiklikler de çarparsa dosyadaki telefon numarasından bana ulaşıp bildirirseniz memnun olur, onları da tamamlar öyle getiririm dosyayı, efendim!”
“Gözlerim için iltifatınıza(1) teşekkür ederim!”
"Estağfurullah Müdire Hanım, sadece gerçeği kaçırdım ağzımdan. Tabiidir ki, telefon etmek mecburiyetinde değilsiniz. Ancak bu ülke bizim, ülkem lehine yapmam gereken her türlü fedakârlığa talibim ve hazırım. Eğer siz de ilginizi esirgemezseniz…”
Cümlemi nasıl tamamlamam gerektiğini kestirememiştim. Ya o sözümü kesti, ya da duraklamam onun beni cevaplaması gerekliliğini hissettirdi.
“Tamam! Eksikleri tamamlayın, başka eksiklikler gözüme rastlarsa onları da size iletmeğe çalışırım. Ancak başka eksikliklerin de tamamlanması konusunda gayretli olun, siyahlar asla yer etmesin zihninizde lütfen!”
Ne demekti bu? Anlamak isteyip de anlayamadığım bir serzenişti galiba bu, fark edildiğimin fark edildiğinin ihbarı gibi. O bir devlet memuru, ben onun görevli olduğu alan için başvuruda bulunan, onun onayına mecbur olan, kazancı peşinde biri.
Birileri benim duygusal yakınlığımı ya da onun bana ilgisini hissedip, rüşvet, adam kayırma, iltimas, menfaat sağlama gibi çamurları(2) üzerine atarsa üzülür, üzüntü ötesinde kahırlanır, asla ve kat'a(1) affetmezdim kendimi.
Varsın kazancım olmasın, umurumda değildi, yeter ki o yeşil gözlerde asla hüzün olmasındı.
Bunun tek çözümü vardı, belki devletim bu alışverişin üstesinden gelemeyecek, ya da daha pahalıya mal edecekti. O halde tavrımı belli etmeliydim, odasına girdim, usulünce;
“Asla size söz gelsin istemem, bunu benim hüsnükuruntum olarak da düşünebilirsiniz. Siz en iyisi benim teklifimi eksiklikleri nedeniyle, bana süre ve tamamlama hakkı vermeden reddedin Müdire Hanım…
Ancak o gözlerinize bir kere daha bakmam, adınızı öğrenip hayal ve rüyalarıma şekil verebilmem ve haddimi bilmeyi(2) ertelememem için bir çay içimine söz verin bana. Kim ‘Öküz altında buzağı ararsa arasın!’ ama benim yüzümden yeter ki masumiyetinizden(1)), memuriyetinizden ödün vermek(2) zorunda kalmayın!”
Dosyayı almaya yeltendim(2), neden öyle davrandığımı bilmeksizin.
Vermedi.
“Reddetmem ve sizin çay borcunuzu ödemeniz için dosya bende kalsın! Devletim bir kere de benim, kendim için doğru yapmaya çalıştığıma inansın. Size telefon edeceğim, ama gözlerime bakmanız için değil, dinlemek, her ne kadar kapımda adım yazılıysa da, her ne kadar dosyanızdan adınızı bilebileceksem de adımı söyleyip adınızı öğrenmekle sevinç yaşayacağım, metroda rastladığınız gibi yaslı siyahlarla değil, beyazlarla geleceğim size, tıpkı şimdi şu anda karşınızda olduğum gibi…”
Maksadımı, niyetimi duygularımı açıkça belli etmemin zamanı gelmişti, belki de geçmek üzereydi de farkında değildim. Tüm riskleri göze alarak, tek bir sualle gerçekten ilgisinin olup olmadığını pekiştirmek için sormak gereğini hissettim:
“Tek bir sual sormama izin vermeniz mümkün mü?”
“Tabii! Buyurun!”
“Hâlâ sigara içiyor musunuz?”
“Hayır, o gün, o sigaradan sonra bıraktım sigara içmeyi. Özellikle ailem buna memnun olduğu için teşekkür etmeliyim size!”
“Neden?”
“Ne, neden?”
“Sigarayı bırakmanıza ben mi neden oldum anlamında…”
“Uzaklardan da olsa sarf etmeyi istemediğim sıfatlarla bakışınız, haydi buna teessürle ya da sitemle bakışlarınız diyeyim, onların etkilemesinden kendimi soyutlayamadım, desem?”
“Peki, neden uzaklaştınız benden, fark etmeme imkân sağlamaksızın?”
“Baktım, elinizi uzatmaya meyliniz, cesaretiniz, niyetiniz yok, en iyisi beni bulma arayışında olacağınız umudunu yaşadım. Çünkü bir şeyler olacaksa olacağına varır düşüncesini yaşıyordum.”
“Doğru! Metro istasyonlarında, trenlerde, merdivenlerde görevli gibi oldum!”
“Nedenini sormayacağım. Ama o günkü yol, yani beni baştan aşağıya süzdüğünüz o yol, benim her zaman kullandığım bir yol değildi. Doğum yapan bir arkadaşımı ziyaret için izlemek zorunda kaldığım yoldu.”
“Bilemezdim. Peki! Merakımı hoş görün lütfen! Trende o kadar boş yer varken neden oturmuyor muydunuz? Hiç olmazsa beni cesaretlendirmek için yanıma değilse bile karşıma oturabilirdiniz!”
“Neden? Bir bakışınızla beni etkilediğinizin farkında olmayan sizdiniz. Hem sizi bekliyordum ben!”
“Nasıl yani yaşamımda ilk kez bindim trene... "
“İster hurafe(1), ister batıl itikat deyin, rüyamda tamamen zıttım olan, aksakallı, pirüpak(1) bir dede; ‘Kısmetin ayağına gelecek!’ dedi. Ben de kısmetime, kendimi belli etmek için ayakta karşılamamın doğru olduğunu düşündüm…
Keşke o gün göz ucuyla değil de, bilemiyorum nasıl bir şekilde cesaretlendirmeye çalışsaydım sizi?”
Ben düşüncemi kısıtlayamıyordum, evet, o aksakallı dede bana görünmemişti, ama beni o gün yaşamımda ilk defa o trene yönlendiren bir güç vardı, inkâr edemeyeceğim.
“Keşke! Ama şimdi mademki karşı karşıyayız, o halde birbirimize ‘Sen!’ desek mi, ne dersin?”
“Sen!”
“Sağ ol! Teşekkür ederim!”
İşimi reddedişinin, ama benim olma vaadini gizlediği sözü sonunda uzanan elinde tüm sıcaklığını hissettim;
“Allahaısmarladık!”
“Öyle vedalaşır gibi değil de; ‘Görüşmek üzere!’ desen?”
“Görüşmek üzere güzel gözlü kız!”
“Teşekkür ederim. Sağlıkla kal! Görüşmek üzere!”
Mutluydum.
Kişi her zaman para kazanmak için adım atmamalı, aşkı da hak etmeliydi.
Aşka inanıyordum, hem de bugün, şu an, tüm kalbimle…
YAZANIN NOTLARI:
(1) Aksesuar; Asıl olana, ana durumdakine eşlik eden, onunla birlikte bulunan ve kullanılan, onu herhangi bir yönden bütünleyen, ama ayrıntı sayılabilecek şey. Bir sahne içinde, konunun gerektirdiği ölçüde yer alan ya da oyuncunun dekor gereği kullandığı her türlü taşınabilir eşya.
Cevher; Gevher de denilir; İyi yetenek, bir şeyin esası, özü, mayası, değerli süs taşı, mücevher.
Dekolte; Kadın kıyafetlerinde kısmen açıkta bırakan giyim. Boyun, omuz, göğüs ve sırtın bir bölümünü açıkta bırakan kadın giysisi. Açık, örtüsüz, çıplak.
Felsefe; Düşünce Bilimi. Bilgeliği İnceleme. Var olanların varlığı, kaynağı, anlamı ve nedeni üzerine düşünme ve bilginin bilimsel olarak araştırılması. Bir bilgi alanının ya da bilimin temelini oluşturan ilkeler bütünü.
Felsefi; Felsefeye ait olan. Felsefeyle ilgili kavramlar.
Fuzuli; Gereksiz, yersiz, boş, boşuna, haksız, boşboğaz, gereksiz işlerle uğraşan.
Hercai; Gelgeç gönüllü. Yaşamı sadece kendi istediği gibi gören. Hiçbir şeyde kararlı olmayan, bir dalda durmayan, bir işi sonuna kadar götürmeyen, aşkta bağlılığı bulunmayan (vefasız). Karda açan kardelen karşısındaki çiçek.
Hurafe; Batıl İtikat (Batıl İnanç). Boş inanç. Korku, umarsızlık, çağrışım gibi nedenlerle beliren, geleceği bilmek isteğiyle rastlanılan benzerlikleri iyilik, ya da kötülüğün ön belirtileri olarak değerlendirilen, bilimin ve dinin kabullenmediği doğaüstü güçleri tasarımlayan, kuşaktan kuşağa geçen yanlış inanışlar.
İltifat; Eğilim, ilgi gösterme, beğenme, ilgi. Birine güleryüz gösterme, hatırını sorma, tatlı davranma, onunla hal hatır sorarak ilgilenme, ilgi gösterme, rağbet etme, gönül okşayıcı söz söyleme. Yüzünü çevirerek bakma.
Kata (Kat’a); Asla, hiçbir zaman. Hiçbir şekilde.
Masumiyet; Masumluk, kabahati olmamak, suçsuzluk, saflık, temizlik, iyi yüreklilik.
Muhafazakâr; Tutucu, koruyucu. Mevcut toplumsal düzeni düşünceleri ve kurumları değiştirmeden olduğu gibi korumak isteyen kimse.
Mundar; Murdar. Şeriata uygun olarak kesilmemiş hayvan. Kirli, pis.
Musibet; Ansızın gelen felâket, sıkıntı veren şey, uğursuz.
Mutaassıp; Bağnaz. Bir düşünceye ve anlayışa aşırı ölçüde körü körüne bağlanan ve ondan başka doğru bulunmadığına, bir düşünce ve inanışı kabul olmaması gerektiğine inanan kimse.
Opsiyon; Bir alışverişin karara bağlanması için genellikle satıcının alıcıya tanıdığı süre. Bekleme Hakkı. Seçme Yetkisi. Belli bir tarih için vapur, uçak, otel vb. önceden ödeme yapılmadan şarta bağlı yer ayırtma. Bankacılık işlemlerinde süre tanıma.
Pirüpak; Çok temiz, lekesiz, tertemiz.
Safsata; Kıyas-ı Batıl. Bir düşünceyi ortaya koyarken, anlatmaya, anlamaya çalışırken yapılan yanlışlar, sahtelikler, gerçek olmayan yanlış şeyler.
Serüven; Bir kimsenin başından geçen, ya da içine atılmış olduğu, içinde beklenmedik, heyecanlı olguların bulunduğu olay. Sonunu nereye varacağı kestirilemeyen iş, durum.
Şemail; Bir kimsenin dış görünüşünün özellikleri. Huy, özyapı, karakter.
Uçarı; Sefih. Ele avuca sığmaz, kendini çeşitli eğlencelere vermiş kimse.
Usturuplu; “Derli-toplu, akla mantığa uygun, ortama yakışır bir biçimde, ustalıklı ve uygun” anlamlarında kullanılan bir terim.
Üstünkörü; Gelişigüzel. İnceliklerine inmeden, özen göstermeden, şöyle bir, baştan savma.
(2) Algılamak; Bir nesnenin varlığını ya da bir olayı duyum yoluyla yalın bir biçimde zihnine yerleştirmek, sezip anlamak, bilincine varmak.
Çamur Atmak; Birini kötü bir işe karışmış gibi göstermek, kara çalmak, iftira etmek (Çamur; Sataşkan, çevresine tedirginlik veren, sululuk yapan. Su ile karışarak bulaşır, içine batılır duruma gelmiş toprak).
Daldan Dala (Konmak) Atlamak; Sık sık düşünce, fikir ya da konu değiştirmek.
Haddini Bilmek; Neler yapabileceğini, gücünün ve yeteneğinin nelere yetebileceğini bilerek onun ötesine geçmemek, ölçüsünü bilmek.
Mahcup Olmamak; Bir toplulukta güveni yitirmemek, rahat konuşmak, rahat davranmak, utangaç, sıkılgan, kendine güvenini yitirmiş gibi durumları yaşamamak.
O Taraklarda Bezi Olmamak; Bir halk deyimi olup o işle, o konuyla, o uğraşla her ne ise ilişkisi ve ilgisi olmamak. İlgilenmemek, ilişiği bulunmamak.
Ödün Vermek; Taviz vermek. Uzlaşma sağlayabilmek için haklarının, isteklerinin ya da düşüncelerinin bir bölümünden karşı tarafın yararına vaz geçmek, karşılıklı bir takım özverilerde bulunmak.
Paşa Paşa Ulaşmak; Uslu uslu, güzel güzel, hiç itirazsız ulaşmak, ulaşmaya çalışmak.
Yeltenmek; Altından kalkamayacağı, başaramayacağı, yapamayacağı bir işe kalkışmak. Özenmek, heves etmek, meyletmek.
(3) Abuk-Sabuk; Akla-mantığa uymayan, düşünülmeden söylenen saçma, anlamsız söz(ler).
El İşte, Göz Oynaşta; Aslı, “Eli işte, gözü oynaşta” şeklindedir. Ahilik sufilik anlamlarını bir kenara bırakırsak; “İşini kemaliyle yapmayan, üşengeç, aklı fikri aşkta meşkte, iş yaparken sağa-sola bakınan, aklı fikri başka yerde olan” İş yapar gibi görünüyor, ama aklı başka yerde.
Hüsnü Kuruntu (Hüsn-ü Kuruntu); Zararsız kuruntu, güzel kuruntu anlamlarını içermekte. İhtimali bulunmadığı halde güzel bir şeyin olacağını sanma, hayal etme, kendini buna inandırma. Herhangi bir durumu kendince, bencilce iyiye yorumlamak denilebilir. (Süslü Kuruntu; Avam dilindi söyleniş biçimi.)
(4) Ağrı Dağı eteğinde uçan güvercin olsam; Ağrı yöresi türküsü.
(5) Bir bakış baktın, canımı (kalbimi) yaktın… şeklinde dile getirilen Türk Sanat Müziği eserinin aslı “Bir bakış baktın, kalbimi yaktın / Aşkın kemendi…” diye ünlenmiş eserin Güfte ve Bestesi; Cevat ULTANIR’a ait olup, eser; Rast Makamındadır. (Bu beste de; “Sen bir şahinsin, ben garip serçe” olarak da bir bölüm bulunmaktadır.)
(6) Orhan Veli KANIK, şirinin son bölümünde; “Olmaz ki! / Böyle de yatılmaz ki!” demiştir. Anlatmak istediğim bu idi (Sere Serpe; Rahatça, sıkışık olmayarak, açılıp saçılarak, çekinmeden, serbestçe).
(7) Bir rüzgârdır, gelir geçer sanmıştım, meğer başımda esen kasırgaymış… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Bestesi; Sadettin KAYNAK’a ait olup eser Mahur Makamındadır. Eserin Güfte yazarının bazı kaynaklara göre Ercüment ER olduğu belirtilmekte ise de, kesin olarak bilinmemektedir. “Gönül oyunudur, bunun izi kalmaz demiştim” belirli bir bölümüdür.
(8) Ne hasta bekler sabahı, / Ne taze ölüyü mezar. / Ne de şeytan bir günahı, / Seni beklediğim kadar. / Geçti istemem gelmeni, / Yokluğunda buldum seni, / Bırak vehmimde gölgeni, / Gelme, artık neye yarar?” “BEKLENEN” Necip Fazıl KISAKÜREK