Bir site düşünün ki, ufacık bir alanda heyula(1) gibi yükselmiş dört blok, 250, belki de daha fazla daire...

Aile ferdi olarak her dairede yaklaşık dört kişi olsa, yaşlı adamın köyünün, belki de ülkedeki çok köyün nüfusundan fazla olsa gerekti sitenin nüfusu. Tek farkla; köylerde herkes birbirini tanır, sitede karşı komşusunu bile bırak ismen, cismen, nüfus olarak, sima olarak, şeklen bile tanıyan çok azdı.

Hatta yaşlı adamın iddiasına göre; kendisinin Yönetici olduğunu bilen birileri bile yoktu, ya da herhangi bir sorunla karşılaşıp da arayıp, sorup, öğrenmişlerse o kadardı, çok azdı kendisini tanıyan, yöneticisi olduğu blokta bile.

Sitenin birinci seferdeki Genel Kurul Toplantıları çok zaman çoğunluk olmadığı için ikinci toplantıda çoğunluk aranmaksızın yapıldığı, “Kaldır ellerini, indir ellerini” şeklinde gerçekleştiği için kimse kimseden haberdar olmazdı, belki de seçilenler dışında.

Pardon tek konuda ilânlarla haberdar olurdu herkes. Sanki kendilerini ilgilendiren, hariçten gazel okumalarına(2) neden olan tek konu o imiş gibi; Aidat…

“Bu kadar da olur muymuş yani? Nerelere gidiyormuş bu paralar?” tarzındaki itirazlar gelsin…

Be, kardeşim! Vakit ayır, gel fikrini, dileğini, isteğini, meramını anlat(2)! Olmaaaz! İşi-gücü çoktur! Çoluk-çocuk? Vs.

Ama kış geldiğinde gerekli yalıtımlar kural ve prosedürlere(1) uygun olarak yapıldığı halde, güney cephedekiler “Canım, kaloriferleri az yakın, tasarruf olsun!” der, kuzey cephedekilerin itirazı, “Donuyoruz, yöneticimiz uyuyor mu?” şeklinde olurdu.

Sitede diğer bloklar da dikkate alındığı takdirde misafir arabalarının, iki arabalı olanların araçlarını park etmeleri sorundur. Kapılarını açmasını, park etmesini bilmeyenlerin yanlarında park etmiş arabalara zarar vermeleri zarar veren her kim oluşa olsun tarafından göz ardı edilir(2).

Kural bellidir; iki araba sahiplerinin işaret belgesi olan ancak tek arabalarını park edebileceği bir alan vardır, misafir arabalarının ise, güvenlik görevlisinin nezareti ile yolcularını bırakıp site dışına çıkması gereklidir. Hani bir bakıma “Dingo’nun ahırı(3) değildir” site park alanı.

Bir de blok önlerine, 3-5 dakikalığına(!) diyerek park edilen arabalar vardır, ambulans, itfaiye geldiğinde sahibinin bulunmasında, işaret belgesi olmadığı için oldukça sıkıntı çekilen.

Sadece servis olayları değil, gelen öğrenciler, kısaca vatandaşlar o sadece kendini düşünen, başkalarının hakkını umursamayan kişi/ler nedeniyle hoplayıp, zıplayarak, çimenlere basarak ulaşırlar blok kapısına.

Güvenlik Görevlileri ve sayıları mı? O da kimin işine geliyorsa, kimler, kimlerin, nasıl yapmalarını diliyorsa buyursun yapsın! Sığınma bölümlerine, kendi depolarına sığamayan eşyalarını mı istiflemek istiyorlar, hayhay! Ama olmaz hariçten gazel okumak, o kadar kolaydır ki?

Başka sorunlar yok mudur? Yaşlı adam, yani Yönetici hangisini saysa gerekti ki? Çöplerini atmağa üşenip asansör kapılarına, merdivenlere, üç adım daha gidip çöp kutusuna atmak yerine üşenip sigara kutularına bırakanlar…

Çamur, kir, pasak şeklindeki ayakkabılarla merdiven, koridor ve depolarda dolanmalar, asansörü uygun kullanmamalar, alt kattaki komşusunu düşünmeksizin üst katlardan bir şeyler silkeleyenler, meyve posalarını, sigara izmaritlerini pencerelerinden, balkonlarından saygısızca atanlar...

Gürültü yapanlar, yaptıklarını kendilerince makul sayanlar(2), çocuklarının gürültülerine engel olmayanlar, tatil günlerine dikkat etmeyip sabahın kör vaktinde, akşamın, hatta gecenin geç vakitlerinde gürültülü bir şekilde tamir yapanlar ve misafirlerini kapı önü sohbetleriyle başkalarına değer vermeksizin gürültüyle uğurlamalar ve asansörleri bekletmeler...

Hele ki bazılarının asansörlerde içki, işkembe, sarımsak kokuları, dişlerini fırçalamamaları nedeniyle, uzun zaman ayaklarını ya da çoraplarını yıkamamaları gibi ayakkabılarının kokusunun her yerlere sinişi…

Bu; sadece dişler ve ağızlar, hatta sağlıkları için bir söyleşi idi.

Ayaklar konusunda ise…

Asansörlere binildiğinde eve ulaşıncaya kadar tek ayakkabılarını çıkartıp, dizlerini kıvırıp 3-5 saniye dinlenmek gibi bir arzuyla medet umanlar(2) vardı ki, fan çalışıyor olsa bile o koku nedeniyle o asansör içinde bulunmak gafletinde(1) bulunanların ömürlerinden birkaç saat değilse de birkaç dakikası mutlaka heba oluyordu(2) (sanırım).

Yaşlı adamın bu konuda tereddüdü yoktu, kendi bloğundaki kimlerin ayaklarının, ağızlarının koktuğunu çok iyi biliyor ve onlarla birlikte asansöre binmiyordu, işi olduğu, daha da doğrusu işi olmadığı için!

Aslında asansör kullanmasını bilmeyenler bile vardı, çıkacağı, gideceği tarafa değil de diğer tarafın düğmesine, hatta iki tarafın düğmesine birden basıp ineni, ya da çıkanı sorgulayıp engellemesi gibi...

Tekrarla, tekrar söylemek gerek ki hangi birini saysaydı ki teker teker yaşlı adam?

Yöneticilik; site bloklarında, hele hele ki sitede zordu, hem çok zordu. Ama yaşlı adamın felsefesi(1); “Bindik bir alamete, gidiyor olsak da kıyamete!” şeklindeydi.

Mademki komşularının müzaheretlerine(1) mazhar olmuştu(2), adam yokluğunda sitede ilk oturanlardan biri olan o futbol hakeminin teklifi ve iteklemesi ve kendini aday göstermesine kin tutmadan bu görevi elinden geldiğince bir yıllık süreyle yürütecekti…

Para-pul, ya da aidattan muafiyet(1), ya da ıskonto yapılması umurunda değildi. Hazreti Yusuf Sabrı(4) vardı, yaşlı adamda. Hem Allah’ımızın bir sıfatı da “Es-Sabur” değil miydi?

Öncelikle bloklar, sonrasında tüm site yaklaşık bin kadar kişilik nüfusuyla bir aile idi. İnsanlar birbirlerini bilmeseler de tanımalı, haydi sevmek, saymak değilse de tüm insanlar selâmlaşmak zorundaydılar, yaşlı adamın kanaatine göre. Sitenin giriş kapılarında, blokların kapısında, asansörlerde, merdivenlerde, kapı açıp-kapamalarında karşı karşıya kaldıklarında.

Bunu diğer blokların Yöneticilerinin ve Güvenlik Görevlilerinin yapmalarında mahzur olmasa gerekti.

Başlangıcı yaşlı adam yapmalı, ya da diğer bir deyişle ilk adımı o atmalıydı.

Yaşlı adam, medeni, emekli, kültürlü, yazan-çizen, az buçuk bilgisayar birikimi, hatta medeni cesareti(3) olan biriydi. Belki de ailesi ondaki sabrı doğduğu anda hissetmiş gibi ona Yusuf adını takmışlardı.

Tüm katları dolaştı en üstten, en alta kadar. Daire sayısı kendi bloğunda 64 idi. Kimi tanıdık, şurada-burada-camide-mescitte-marketlerde-bakkallarda karşılaştığı kişiler idi. Kimi açmadı kapısını, kimi de evde yoktu herhalde, kimi de uzak durdu kendisinden, yaşlı olmasına aldırmaksızın, kaale almaksızın(2).

Yapılan her davranışa karşın saygılı olmasının gerektiği kanaatindeydi;

“Gerekirse bana ulaşın, eğer herhangi bir sorununuz olursa!” deyip dâhili ve cep telefon numaralarını yazdığı bir pusulayı kendilerine vererek. Esasında buna gerek yoktu, girişteki panoda adı, oturduğu daire ve telefon numaraları yazılıydı çünkü.

Ancak insanların, okumama gibi bir rahatsızlıkları olduğunu biliyordu; kutsal kitabın ilk emri “Oku” olmasına rağmen. Bu arada ulaşamadıklarını da not etmeyi unutmamıştı Yusuf Efendi.

Tek arzusu, tek dileği; güler yüz, tatlı dil ve selâmlaşmaktı, ister “Günaydın, Tünaydın, İyi geceler!” ister “Selamünaleyküm, Hayırlı günler, geceler!” olarak, ayrıştıranlara, kutuplaştıranlara, bölmek isteyenlere, bölenlere önem vermeksizin.

Yaşlı adamın tek söylemi ve aslında dileği; “Sağlıklı günler!” dilemek ve güler yüz göstermekti çevresine. Çünkü evet, beş vakit namazı, niyazı yoktu mescitte, ya da camide, vakit buldukça yaptığı bir görev saydığı ibadetti, oralarda geçirdiği zaman.

Oysaki gülümsemesinin, insanlara yardım etmesinin, iyi hareketler yapmasının da güzel bir ibadet ve hayırlı sevaplar olduğu iddiasında idi. Bunu hissediyor, inanıyordu, bilmese bile.

Herkesi kucaklıyor, dostça ve sevgiyle kucaklamak istiyor, çekinenlere, öncelikle yaşlı hanım kardeşlere, çok genç, öğrenci, yeni evli ve kocaları kıskanç olanlara, kendine yakın olmak istemeyen hacı-hoca takımına saygı duyması gerektiğini de biliyordu yaşlı adam.

Kısaca; “Emsalleri dışındakilere…” diyelim de konu kısaca anlaşılmış olsun. Buna sadece bebekler, çocuklar, kendisini bilen ve kendinden sakınmayan üniversitede bile olsa öğrencileri katmaması gerekliydi. Çünkü onlar yarınlarıydı hem tüm büyüklerinin, kendisinin ve diğerlerinin…

Atatürk'ümüz ne demişti, Yusuf Efendinin aklında kaldığı kadarıyla;

“Ey yükselen yeni nesil, gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk; onu yükseltecek ve sürdürecek sizsiniz…”

Çocukları seviyor, hem çok seviyordu Yusuf Efendi. Çünkü aynı sitede beraberce oturduğu kızının da iki çocuğu, yani torunları vardı, biri kız, diğeri büyük olan yani oğlan olarak.

Gerçeği konuşmaktan zarar gelmez, onlar kadar olmasa da, arkadaşlarını, kız-oğlan fark etmeksizin diğer çocukları da torunları gibi seviyordu

Torunlarının anne ve babaları bazen, konuyu saptırmayalım, bazen değil çok zaman işe erken gittiklerinden torunlarını okul servislerine çok zaman Yusuf Efendi götürüp bindiriyordu.

Neden mi? Sitedeki bloklardaki çok kişiyle tanışıktı ya kendisi. Zaten amacı kendi bloğu dışındaki diğer üç blokla da bağlantı kurmaktı, her ne kadar daire satışları, alışları, kiracı değişimleri oluyorduysa da.

Önemli olan atasözümüzdeki “Gelenin, gideni aratmaması!” idi ki, bu her zaman mümkün değildi. Nedenini ne birileri sorsun ne de bir başka birileri söylemek derdinde kalsın, en iyisi kısaca “Deveye hendek anlatmak!” bu sorunun geniş çapta izahı olabilir.

Günlerden bir gün torunlarını servislerine bindirmesinin ertesinde yaşlı adam, arkasından gelecek servisi beklemekte olan somurtkan yüzlü, “Acuze” tarifi içine sığacak bir kadının, elinden sıkı sıkı tuttuğu aynı somurtkanlığı yüzünde taşıyan bir kız çocuğunu fark etmişti.

Dikkatliydi yaşlı adam, diğer velileri ve öğrencileri tanıyordu çünkü.

Bu acuze ve aynı eğilimdeki çocukla ilk defa karşılaşıyordu. Belki diğer bloklardan birine yeni taşınmış olsalar gerekti, herhangi bir nedenle karşılaşamamış olduğu.

Çocuklara düşkündü, hem aşırı derecede düşkündü. Bu nedenle o çocuğun çenesinden tutarak; “Somurtmak, çevrene sinirli bakmak, bu güzel yüzüne hiç yakışmıyor, bilesin!” diyerek sevmek ve gülümsemeye yöneltmek arzusunu taşıdı yaşlı adam.

Çocuk hareketsiz gibiydi gülümseme çabası ötesinde, sevgi istiyor, görememenin burukluğunu yaşıyor gibiydi, yaşlı adamın düşüncesine göre.

Ancak yaşlı kadın, canhıraş(1) bir şekilde haykırdı, diğer servis bekleyen anne-baba, nine-dedelerin hayret dolu bakışlarına aldırmaksızın.

“Anarşit(1)! Artiz(1)! Sapık! Niye yanlışlıklarına yönlendirmeye çalışıyorsun ki torunumu?” dedi.

Kantarın topuzu kaçmış(2), endazesi bozulmuş(2), belki de diğer bir deyişle vitesten atmıştı(2).

Yaşlı adamın anladığı kadarıyla; kökenini bilmese de yaşlı kadının; “anarşist, artist, sapık!” demek istediğini anlamıştı.

Yaşlı adam ki, yıllar öncesinde eşini yitirmiş, sığıntı gibi yaşıyordu kızının yanında, bu bloktaki ev kendi adına tescilli olmasına(2) rağmen. Karısını oldukça genç yaşında yitirmişti. Tek çocukları olan kızıyla beraber yaşamaya başlamıştı.

Çocuklar çabuk büyüyorlardı. Kızı da büyümüş, gönlüne de sultan bulup evlenmiş, damadının da himmeti ile aynı daireyi, daha doğrusu tek odasını üleşmeye başlamışlardı. Mihnet ve minnet; emekli maaşını da kendilerine vermesine rağmen dayanılacak boyutta değildi, ama kader?

İnsan istediği zaman değil, sadece Tanrının dilediği zaman ölebiliyordu, doğrusu da bu olmalıydı zaten.

Ununu elemiş, eleğini duvara asmış, torun topalak sahibi olmuştu yani yaşlı adam, hani seneleri üst üste koysa, eşini yitirdiği zamanı hesaplamak çok zordu.

Ahı gitmiş, vahı kalmış(3), teneşirin birkaç adım ötesinde olan ve aralarında en aşağı on misli fark olan, üç-beş dakika önce okullarına gönderdiği torunlarından bile küçük bir çocuğa karşı nasıl sapık olabilirdi ki yaşlı adam?

Diğerleri değil, ama bu kelime kanına oldukça dokunmuştu. Kaldı ki acuzenin davranışı sadece kendisine doğru olsaydı, davranışını belki hoş görebilirdi, ama bir tıfıl için ayıplanması yaşlı adamı üzmüştü.

Hani o küçük kızı ilerilerde, hani meselâ torunlarından biri için göz ucuyla süzmüş gibi düşünmüş olsa, gam yemeyecekti yaşlı adam. Ama gönlünden bile geçmemişti ki böyle bir düşüncenin zerresi bile.

Elbet, kuzguna, yavrusu Anka gözükürdü(5), ama her zaman güler yüzlü, hoş görülü, müspet fikirli olduklarına inandığı torunlarının böyle bir yüzle karşılaşmak isteyeceklerini düşünemez, inanamazdı, hem kesinkes.

Zaten büyük torununun bildiği kadarıyla, hatta emin olduğu kadarıyla iletişim kurduğuna inandığı bir arkadaşı vardı. Dileği; “Ölmez sağ olursam, hani meselâ onun baş-göz olmasını görmek isterdim.” şeklindeydi.

Deli-dolu yaşamayı yeğleyen, hayatı paylaşmaktan ziyade kendi başına yaşamayı arzuladığını hissettiği küçük torununun ise, o acuzenin torununa ilgi göstereceğini sanmıyordu.

Anlayamadığı, karşısındakinin anlatmak istediği olsa gerekti. Nemrut bir yüzü vardı çocuğun, anlatmakta zorlansa da, herhalde, nenesinden, anne ya da babasından irsi olarak yönelmiş olsa gerekti. Oysa kararmak, dünyaya karanlık bakmak hak olsa mı gerekti?

“Sarf ettiğiniz kelimeler için yaşınızdan, hiç olmazsa ‘torunum’ dediğiniz bu çocuktan utanın. Ayrıca sorun bakalım, çevrenize, ben kimim? Utancınız varsa, daha doğrusu kalmışsa eğer gerekenin ne olduğunu bilin? Ben teneşire birkaç adımı kalmış biri olarak asla sapık değilim!”

Çocuklarını servislere bindirmek üzere olan komşular;

“Biz sizi biliyoruz, size kötü sözleri söyleyeni henüz tanıyamadığımız gibi, kendisine uymayacağınızı da biliyoruz!” diyerek nedenini anlayamadığım bir şekilde alkışladılar. İnsanların mahcup olmak(2) için bile ar, hayâ(1) ve utanması olsa gerekti, yaşlı adama tavrını anlamsızca belli eden acuzede o, var mıydı? Bilinemez.

Torununu diğerleriyle birlikte servisine bindiren acuze, arkasına bakmadan uzaklaşma gayretindeydi.

İçi, içini yiyordu yaşlı adamın. Etrafındakilere kendini anlatmak, açıklamak yerine susmayı tercih etti, kalbine yüklenen aşırı basınca karşın. Nihayeti tükenmemekte, sona ulaşmamakta direnen bir ömrün son demlerini yaşadığının farkında ve bilincindeydi yaşlı adam.

Ancak sonu böyle iğreti(1) bir şüphe, ya da sitemle tükenmemeliydi, o torun sahibi yaşlı kadının dediği gibi. Bunun da çaresi aynı ortamda, aynı şekilde cevap vermekle mümkün olabilirdi, eğer karşısındakinde o yürek, o anlayış var idiyse, cevabını alırdı;

“Ben ne sapığım, ne de düşüncelerinizde şekillendirmeye çalıştığınız gibi biriyim!”

İnsanlar neyi, nasıl ve niçin düşünürlerse düşünsünler, yaşam devam ediyordu o kısa an içinde bile olsa. Çünkü yaşlı kadın daha üç adım bile uzaklaşmamışken bir minibüsten inen, gözleri “Kan çanağı(3)” gibi tarifi içinde üç, belki de dört kişi isim belirtmeksizin o acuzeye yönelmişlerdi.

“Sen O’'sun!”

Kimdi o ve neden o idi, sebep belirtilmeksizin, o gençler silâhlarını doğrudan doğruya ona doğrulturlarken;

“Durun! Ne yapıyorsunuz? Dağ başı mı burası? Eşkıya mısınız siz?” diyen yaşlı adamdı, yaşlı kadının önüne siper olup korumak istercesine. Güvenlik Görevlisi kulübesinden çıkma gayretindeydi. Belki de bir şeylere çare olma umuduyla.

Yaşamda bazı şeyler vardı ki, önüne geçilemezdi. Cümlelerinin devamına nokta koymak istercesine ateşlemişti biri silâhını. Yayından çıkan bir ok, ağızdan çıkan bir söz ve en önemlisi geçen zaman gibi geri dönüşü de yoktu silâhından ayrılan merminin.

Yaşlı adamın, yaşlı kadının önüne geçmesiyle olan, bu idi. Hem kesinlikle telâfisi olmayan(2), olmayacak, olamayacak...

Çekiniklik onlarca başka silâhların ateşlenmesine imkân vermemiş, silahlı gençler, yaptıklarının pişmanlığını yaşıyor olsalar gerekti. Kim olduklarının belirsizliği yanında, o tek el ateşlenen mermi dışında başka mermi harcanmamış ve geldikleri gibi kaçmışlardı arkalarına bakmadan, belki de bir sonraki sefere alacaklarını almak düşüncesiyle…

Polis gelmişti, yaşlı kadın hiçbir şey bilmediğini söylemişti, oysa bildiği çok şey olsa gerekti. Bildiklerini bir sır gibi saklamayı yeğlemişti, önünde uzanmış, yatan yaşlı adamın cansız bedenine karşın.

Yinelenen sorgu, sual, anlatım, tutanaklar, yetişen evlâtların hiç de içten gözükmeyen teessür dolu gözyaşları yanında, yaşlı adamın kendisine hemen ulaşan torunlarının çığlıklar halinde anlatılması mümkün olmayan haykırışları ve çağlarcasına gözyaşları vardı.

Yaşlı kadın da oradaydı, acuze yani. Güvenlik Görevlilerine dönüp iki-üç kelime sarf etmek gereğini hissetmiş olsa idi, duygusuzca;

“Gerçekten iyi adammış rahmetli!”

Demek ki; “İyi adam olmak” vasfını hak etmek gerekliliğinde tanımasa da o kişi için ölmek gerekiyormuş!

Hazin!..

YAZANIN NOTLARI:

(*) Acuze; Yaşlı, çirkin ve huysuz kadın. “Aceze (Çoğul olarak Arapça; “Acizler, düşkünler, güçsüzler, gücü yetmezler, beceriksizler” kelimesi ile karıştırılmamalıdır. Tekil hali “Aciz” ya da “Acz” kelimesidir).

(1) Anarşit; Anarşist. Anarşist; Her türlü düzene başkaldıran, hiçbir düzeni tanımayan, istemeyen.

Artiz; Artist. Sanatçı. Sanatkâr. Güzel sanatlardan birini uğraş edinen kimse. Eğlence yerlerinde gösteri yapan kimse.

Canhıraş; Tüyler ürpertecek denli korkunç, yürek parçalayıcı, acı acı çığlık, bağırma. Yürek paralayan, kulak tırmalayan, acı veren, tüyler ürpertici.

Felsefe; Düşünce Bilimi. Var olanların varlığı, kaynağı, anlamı ve nedeni üzerine düşünme ve bilginin bilimsel olarak araştırılması. Bir bilgi alanının ya da bilimin temelini oluşturan ilkeler bütünü.

Gaflet; Gafil olma hali. Gafillik. Aymazlık. Dalgınlık. Dikkatsizlik. Boş bulunma. İhtiyatsızlık. Nefsin arzularına uyarak zamanı önemsiz şeylerle geçirmek.

Hayâ; İnsanların yaratılışlarından sahip oldukları, edep, mahcubiyet, utanç, utanmak, ar ve namus, edep, insanın çirkin şeylerden sakınması ve bunlardan uzak durması. Allah korkusu ile günahtan kaçınma. (Ayrıca uzatma işaretleri olmaksızın; er bezi).

Heyulâ; Korku verici, ürkütücü hayal

İğreti (Eğreti); Belirli bir süre geçtikten sonra kaldırılacak olan,  geçici, muvakkat takma.  Yerini bulamamış,  uyumsuz, yakışmamış, üstünkörü, ciddiye alınmamış.  İyi yerleşmemiş, yerleştirilmemiş olan.

Muafiyet; Kendisine uygulanmama, bir yükümlülükten bağışık tutma. Bağışıklık.

Müzaheret; Yardımcı olma. Arka çıkma. Arkalama.

Prosedür; Bir amaca ulaşmak için tutulan yol, bir işte uyulması gereken yol, yöntem, işlemlerin tümü.

(2) Endazesi Bozulmak; Orantısız durum oluşmak.

Göz Ardı Etmek (Edilmek); Gereken önemi vermemek, gereken önem verilmemek.

Hariçten Gazel Okumak; Bir konuyu iyice bilmeden üzerinde görüş ve düşünce belirtmek. Bir konuşmaya yersiz ve zamansız katılmak.

 Heba Olmak (Etmek), Heder Olmak (Etmek); Boşa, boşuna gitmek. Yok olmak. Ziyan olmak.

Kaale Almamak; Önem vermemek, hesaba katmamak, sözünü etmeye değer bulmamak.

Kantarın Topuzu Kaçmak; Aşırıya kaçmak, sinirlilik, uyumsuzluk, ayarsızlık, asabiyet.

Mahcup Olmak; Bir toplulukta güvenini yitirmek, rahat konuşamamak, rahat davranamamak, utangaç, sıkılgan, kendine güvenini yitirmiş olmak.

Makul Saymak (Karşılamak, Bulmak); Akla uygun, akıllıca, mantıklı, belirli, aşırı olmayan, uygun, elverişli, akla uygun iş görmek, akılla kanıtlamak. Sözleri akla yakın bulmak.

Mazhar Olmak; İyi bir şeye ermek. Ulaşmak. Kavuşmak.

Medet Ummak; Yardım beklemek. (Medet: Zor bir dönem geçiren birinin, birinden çare dilemesi, yardım istemesi).

Meram Anlatmak; Amaç, istek, dertlerini söylemek, anlatmak.

Şirazesinden Çıkmak (Çıkarmak, Bozuşmak, Kaymak); Düzenini kaybetmek, çığırından çıkmak, akli dengesini yitirmek (Şiraze; Ciltçilikte kitap yapraklarını düzgün bir şekilde tutmaya yarayan ince örülmüş bir şerit. (Pehlivan kispetinin bir parçası).

Telâfisi Olmamak; Ziyan olan, yok yere elden çıkan bir şeyin yerini onun değerinde bir şeyle doldurmanın imkânsızlığı, zararın karşılanamaması. Yanlış ya da eksik olan bir şeyi düzeltmenin, yerine getirmenin imkânsızlığı.

Tescilli Olmak; Bir şeyi resmi olarak kaydedilmiş, resmileştirilmiş, kütüğe geçirilmiş olması.

Vitesten Atmak; Çok kızmak gibi bir anlam gözükse de, konusunu, sözünü bilmeyen, diline hâkim olamayan, ahkâm kesen, abuk sabuk konuşan anlamlarını içerir.

(3) Ahı Gitmiş, Vahı Kalmış; Güzelliği geçmiş, çirkinliği başlamış, iyice zayıflamış, iş göremez duruma gelmiş, yaşlanmış, eskimiş, kullanılışlıyı kalmamış.

Dingo’nun Ahırı; Atlı tramvaylar zamanında oluşmuş bir deyim. Yorulan atlar Dingo adlı bir vatandaşın ahırında dinlendirildiği ve giren çıkan atların sayısı bilinmediği için bu deyim oluşmuştur.

Kan Çanağı Gibi Gözler; Gözlerin uykusuzluk, ağlama, kızgınlık ya da göze bir şeyin kaçması sebebiyle çok kızarmış olması.

Medeni Cesaret; Girişken olmak, haksızlıkların karşısında dik durmak (Yirminci yüzyılda uygarca direnişin adıdır “Medeni Cesaret.”  Bu konuda çok zengin değil toplumumuz. Bir kaplumbağa gibi yaşamayı,  bir “sürüngen” gibi beslenmeyi, bir “yılan” gibi yükseklere tırmanmayı hüner saymışız yıllarca. Sorumluluk pınarlarından, bilinç çeşmelerinden gürül gürül… Uğur MUMCU)

(4)  Konu sabır olunca bir iki önemli sözü sıralamak istedim;

Sabırla Koruk Helva (Üzüm) Olur; Sabırla dut yaprağı atlas olur; Sabretmesini bilen kimse, olmayacak gibi görünen işlerde bile başarıya ulaşır.

Sabreden derviş, murada ermiş.

Sabırdan sonra söylenen söz ağır olur. Söyletmeyin.

Sabırları çok olan insanlara dikkat edin! Onlar, sabırları bittiğinde limanları yakarlar, gemileri değil.

Sabırlı bir insanın öfkesinden sakının…

Sabır da yorulur.

Sabır, boyun eğmek değil, mücadele etmektir. Hazreti ÖMER

Sabırlı adam bir iğne ile kuyu kazar. İtalyan ATASÖZÜ

Sabırsız kişi iki kez bekler. Mark GINNIS

Sabır çok önemlidir. Bir bey sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz. Ham armut yenmez; yense bile kursağında kalır. Bilgisiz kılıç da tıpkı ham armut gibidir. Milletin, kendi irfanın içinde yaşasın. Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de, diri tutan da bu irfandır.  Şeyh EDEBÂLİ

Sabır acıdır fakat meyvesi tatlıdır.  ARISTOTELES

Ne derece sabırlı olduğunuzu çocuklardan öğrenebilirsiniz…  Franklin P. JONES

(5) Kuzguna Yavrusu Anka (Şahin) Gözükmek (Görünmek); Herkesin kendi yarattığı şey, çirkin de olsa gözüne güzel görünürmüş anlamında olup buna benzer diğer sözleri şöyle tasnif edebiliriz;-“Kuzguna yavrusu şahin görünür! Komşunun tavuğu, komşuya kaz gibi görünür! Küçük suda büyük balık olmaz! Sabır acıdır, meyvesi tatlıdır! Sinek yavrusuna; ‘Kurban olurum o karabacaklara, beyaz duvarlarda yürüyorlar!’ dermiş. Kirpi yavrusunu; ‘Pamuğum!’ diye severmiş.”