Bu, ablası olduğum kardeşimin, aşkı tadan, bilmeyene karşı savaşı kaybeden, yalnızlığını, yalnızlığı ile paylaşmaya çalışan ve…

 

Böylece bırakayım, isterseniz kardeşim gibi.

 

Bir bölümünü kardeşimin notlarına göre, o anlatıyormuş gibi, onun ağzından nakledeyim.

 

Sonra ilerleyen bir bölümde tekrar kalemi elime alıp tamamlamaya çalışayım yaşananları.

 

Biz kim miyiz? Önemsiz isimler…

 

Aslında her şey dün… “Dün” dediğim bir-bir buçuk, belki de iki yıl öncesi zaman kavramının yitikliğinde. Belki de demek istediğim; “Dün gibi hatırımda!”

 

Bilmiyorum ki, nereden başlasam? İntiharımdan mı, kalp krizimden mi, yoksa nedenlerinden mi? Son satırlara geldiğimde, nasıl olsa; “Vah! Vah!” denilecektir, en iyisi başlangıçta “Vah! Vah!” denilmesi.

 

İnanın ne ben alacaklı olurum, ne siz borçlu, ya da tersi; ne ben borçlu olurum, ne de siz alacaklı? Müsavi(1), yani eşit kalma yüzdemiz yüzde elliye-elli!

 

Çok öyküde, çok hatıratta olduğu gibi; ne “Bir bahar akşamı rastladım(2)“ona, ne “Bir sonbahar akşamı(2) ne de “O ağacın altında(2), ne de otobüste, trende, vapurda karşılaştık onunla.

 

Tam anlamıyla, doğma-büyüme hep beraberdik, hep el ele idik, hep aynı havayı solumuştuk. Aynı apartmanda oturan iki ailenin, aynı gün doğan, birimiz ikinci, birimiz ise ilk çocuklarıydık çünkü.

 

Aklımız erdiğinde, gerçek anlamda akıllarımız bile ermeden biz-bize idik, İlköğretim, Lise derken Üniversitede de. Tesadüflere belki inanılmayabilinir. “Abartma(3) o kadar!” diyecekleri duyar gibiyim.

 

O zaman şöyle diyeyim; ben Tarih okuyordum, o Coğrafya. Ben 1453 yılının İstanbul’un Fethi, 1789 yılının Fransız İhtilali olduğunu, o ise; Kızılırmak Nehrinin 1.355 Km uzunlukta olduğunu, Akdeniz Bölgesinin yazlarının sıcak ve kurak, kışlarının ılık ve yağışlı olduğunu öğreniyorduk.

 

Öğrenmemiz gerekmeyen tek şey aşkımızdı, sevgimizdi. Bence demem gerek. Çünkü seviyordum onu, hem gerçekten, hem vazgeçemeyecek kadar, hem tüm mevcudiyetimle; Gamzelerini, dudağını sağ tarafından ısırarak hayret edişini, söze her başlayışında; “Bak!” demesini, ellerini, gözlerini, burnunu, kulaklarını, kokusunu…

 

Bir gün;

 

“Hayret edeceksin, ama ben Coğrafya Doçenti Hocayı seviyorum, o da bana karşı kayıtsız değil! Zaten seninle benimkisi, yani bizimkisi bir arkadaşlık hikâyesi idi, uzun, çok uzun süren…”

 

Galiba bir şarkıdan esinlenerek; “Bizimkisi bir aşk hikâyesi(4) değil demek istemişti.

 

Bu kadardı söyledikleri işte, bu kadar. Ne “Elveda!”, ne “Allahaısmarladık!” bile demeden dönüvermişti sırtını. Şoke olmuştum(5), gardım(5) düşmüş, (5)-abondane(5) olmuştum, yıkılmaya çeyrek kala gibi.

 

İçmeden çarpılmıştı ayaklarım, yalpalamıştım, şaşı olmuştum. Hatta ilerlemişti duygularımdaki noksanlık; kör, sağır, topal, çolak olmuştum. Görmüyordum, duymuyordum ve en kötüsü hissetmiyordum.

 

Ne olmuştu bana? Biliyor, bilmezliğe geliyordum, tahammül sınırlarımı zorlamamak için. Sabır taşı(6) denilen bir taş varmış, yük binince üstüne çatlarmış. Düşünmüştüm; acaba sabır taşı olsaydım, hemen o an mı, yoksa şu anlarda mı çatlardım acaba?

 

Telefon ettim eve; “Gecikecem!” dedim. Maksadımın ne olduğunu bile bilmiyordum. Ama “Ders çalışmak” bahanesine(7) sığındım.

 

Annem;

 

“Onunlaysan mesele yok. Biz de bu akşam teyzenlere davetliydik. Yardım etmek için biraz erkence çıkıyoruz evden ablanla, baban daireden çıkınca doğrudan oraya gelecek!”

 

“Körün istediği bir gözdü, Allah vermişti iki göz!” Pılımı-pırtımı(8) toplayıp, bir büyükçe şişe içki, yetmezse diye birkaç şişe de bira almıştım kendime, eve dönerken.

 

Ev sakindi, apartman sakindi, bardaklar ve şişe sakindi, eski ve fakat bence eskimemiş fotoğraflarımıza bakarken. Sonra ipler kopar gibi oldu, şişenin yarısını geçince kuru kuruya.

 

Bir amca yürüdü yüzümün önüne, elinde üç çatallı bir değnek, ya da sopa, boynuzlu, kuyruklu ve haşıl haşıl gözleri(9), fırıldak gibi oynayan;

 

“Ben Şeytan!” dedi. “Şimdi tam zamanı. İçki tamam. Dolapta bir sürü ilâç, bir de gazı açıp uzandın mı, değme keyfine, ‘Dünya var imiş, ya da yok imiş(10)!’ ne umurunda. Hadi korkma! ‘Günah!’ diye de düşünme! Ben arkandayım!”

 

Şeytanı dinlemek geçti içimden. Dünyanın, ya da yaşamanın benim için hiçbir şey ifade etmediğini düşündüm. Günah; günahtı, işlemiştim zaten haramla. Katmerleşse(11) ne olacaktı ki sanki? Cehennemde yanacaktım günahlarımla.

 

Zaten hem bundan sonra yaşamım da cehennem olacaktı, dünyada. Öyleyse öte tarafta -bence- ha bir odunla, ha bir çuval odunla yanmışım, ne fark edecekti ki? Yanmaksa yanmak yanmaktı. Şeytanın teklifi de hoşuma gitmişti hani, hem de çok.

 

Ecza dolabındaki ilâçların tümünü boşalttım bir tabağa, hadi tümünü demeyeyim de gözüme rastlayan yeteri kadarını, diyeyim. Pencerelerin, hatta tuvaletin vasistas(12) mı ne denir o penceresi dâhil, tüm pencerelerin kapalı olduğunu kontrol ettikten sonra doğalgaz ocağının fırını ile birlikte tüm düğmelerini açtım. Bir bira açıp avuç avuç ilâçları bira ile yudumlarken şeytanın tebrik için(!) uzanan elini tutmağa çalıştığımı hatırlıyorum, en son olarak.

 

Sonra mı?

 

İşgüzar Kat Görevlisi, ya da kapıcı her neyse, merdivenleri paspaslarken bizim kapıdan gelen gaz kokusu üzerine önce bizim gaz vanasını kapatmış, sonra da yöneticiye haber vermiş. Kapıcı akıllıydı, ama yönetici daha da akıllıydı, ne de olsa okumuş, görmüş-geçirmiş-yaşamış adamdı vesselâm(13). Kapıya ulaşınca gaz kokusunu o da hissetmiş, zili çalmak yerine kapıyı yumruklamıştı.

 

Sonra bakmış, ses yok, 187 Doğalgazı, 155 Polisi ve Semt Karakolunu, sonra 112 Acil Servisi, en sonra çilingiri(14) aradıktan sonra, Yönetici Defterindeki Telefon Kayıtlarından ailenin babasına, yani babama ulaşmıştı.

 

Babam, “Evde kimsenin olmadığını, ama gene de bir taksiyle geleceğini” söylemiş.

 

O vakte kadar kapı çilingir tarafından açılmış, görevlilerin kontrol ve yardımlarıyla ben Acil Servise götürülüp yatırılmışım bile. Bu satırları da kaleme aldığıma göre, kapıcımızın uyanıklığı sayesinde kefeni yırtmıştım(15).

 

Ardı arkası kesilmeyen ahret sualleri(16), hem her taraftan. Tenkit(17), istihza(17), tembih(17), tavsiye, nasihat ve hatta tehditler eksik değildi. Hepsini kulak arkası etmiştim(18), ya da bir kulağımdan girip öteki kulağımdan çıkmış, gitmişti.

 

Sonra her şeye boş vermişliğimin, karşılığını yetiştiremediğim günler başlamıştı. Nasihat ve tehditler para etmemiş, ancak ana-abla yüreği ile harçlıklarım denkleştirilmişti, içkim ve sigaram için.

 

Gidişatım(19) hiç de iyi değildi, kendimin bile fark ettiğim. Ve kopacak “Bam Teli(20)” kopmuştu. Hem de nasıl? Babam; “Evlâtlıktan reddetmiş” ve hem de annemin, ablamın yanında “Defol!” anlamındaki o kaba kelimeyi “… ol git!” eklentisi ile söylemişti.

 

Sadece ders kitaplarımı almış, saç-sakal karışık, montumu(21) bile portmantoda(22) bırakıp çıkmıştım sokağa. Ve ben, kaba kaçacak, ama “Hıyarın teki olan ben”, bütün harçlıklarını sigara ve içkiye yatıran ben, beş kuruşsuz, cascavlak(23) kapı önünde kalmıştım. 

 

Üniversite arkadaşlarımın kaldığı bekâr evine gittim, yayan-yapıldak(24). Bir, belki üç-beş gün misafir etmelerini istedim, suya-sabuna dokunmadan, kovulmuşluğumu anlatmadan, yani.

 

Ne yapacaklardı ki? Silâh zoru ile ya da gönül rızası ile kabul etmişlerdi beni, güç günler için sakladıkları kenardaki portatif yataklarına. O yatakta kimler yatmıştı ki, kim bilir? Ama titizlenmenin âlemi yoktu. İki lokma da bir şeyler verselerdi! Kendileri için yoktu ki, benim için düşünselerdi, zaten günlük yaşayan garibanlar…

 

Fakülteye gitmiyor, bütün gün evi bekliyordum. Bakkal, arkadaşlarım adına ne istersem veriyordu, ama “Zevkin veresiyesi olmaz!” deyip ne sigara, ne de alkol türevlerinden herhangi birine “He!” demiyordu! Ya da demek istemiyordu.

 

Ne kadar gün geçti aradan? Bir?… İki?… Beş gün? … Alkolden arınmıştı vücudum. Arkadaşlarımdan çöplendiğim sigaralarla, kül tablasındaki izmaritlerle nikotin ihtiyacımı giderirken, ablam geldi günlerden bir gün (Beni nasıl öğrendiğine akıl-sır erdiremediğim);

 

“Öğrendik!” dedi, tek ve kısa kelimeyle ve devamını getirdi;

 

“Babam affetti, ‘Sözlerimi geri aldım, bilmiyordum, elimi öpsün!’ dedi”

 

“Sigarama, içkime karışılmazsa, harçlığım eksik edilmezse, peki! Benimki yaşam değil, bir-bir buçuk metre yağlı bir ip, bir trenin lokomotifi benim için kıble(25) ve mubah(26). Kaybedeceğim bir şey yok, yaşamsa; alacak hanemden harcanmıyor, borç haneme kaydediliyor, umurumda değil. Aç telefonunu, söyle anne-babama. Ya da benim kontörüm yok, konuş ve bana iki kelimeden birini söyle: ‘Gel!’ ya da ‘Gelme!’ diye ve pişman olmayın asla!”

 

Ablam boynunu büktü, telefon etmek yerine, büyüklerine anlatmasının daha yararlı olacağı inancıyla…

 

Eve döndüm sonuçta. Babam bir arkadaş tavrıyla koydu elini omzuma, yalnızken;

 

“Kendini harap etme! Ne söylesem boş olduğunu biliyorum. Ama dengeli olmaya çalış, seni AMATEM’lerde(27) görmek istemiyoruz!”

 

“Peki!” dedim, başka bir şey söylemek geçmiyordu içimden.

 

Dengeyi kurmuştum; hem içkide, hem de sigarada. Annemin rehabilitasyonunu(28) ve ablamın motivasyonunu(29) inkâr etmem mümkün değil. Babam da katkıda bulunuyordu tabii, çok zaman değil, her zaman. Allahtan ki nüfusun yetersizliği nedeniyle o ve onlar oturduğumuz apartmandan taşınmışlardı ki, apartmanda sorunum olmuyordu.

 

Gene de ve ancak Üniversitemden, derslerimden gerekli verimi aldığım söylenemezdi. Doçent Hoca ile karşılaşınca tüylerim diken diken oluyordu, hele her şeyden habersizmiş gibi gülümsemesi, buna kaba anlamda “sırıtışı(30)” da diyebilirdim, kahrediyordu beni ve günlük hakkımı adetlerle kısıtlandırmama rağmen bir sigara daha yakıyordum.

 

Onunla mı? Karşılaşmıyorduk. Çünkü kantine inmiyordum, hem hiç. Dershanemden çıkmıyordum, onun için de hem de hiç, diyebilirim. Poğaça-süt-gazozla idare ediyordum okulun başından, sonuna kadar. İlk gelen bendim okula, sınıfa, notlara bakıp, internete takılıp son çekilen de bendim, benimsediğim ilkeler(31) doğrultusunda.

 

Ve “Vakt-i Kerahet(32)” dediğim içki zamanı, iple çektiğim bir alışkanlık olmuştu. Babamın önerileri ve kendi inisiyatifimle(33) kararında oluyordum. Beynimin uyuşması, ya da diğer bir tabirle; “Unutma moduna girmem” benim için yeterliydi, ama sigarayı içmiyor, yiyordum sanki.

 

Bir gün, zaman tükenmiş, masada kitaplarıma bakıyordum, ailemin izniyle, kış günü olmasına rağmen hafif aralanmış pencere kenarında, sigaramı içerek. Anlamak mı okuduklarımı? Hak getire! Bu sene başarısız olacağıma neredeyse kesin gibi emindim. Durup-dururken terlemeğe başladığımı hissettim. Sırtımdan-koluma, oradan sol göğsüme ulaşan bir ağrı yaşadım.

 

İntihar girişimimden beri beni göz hapsinde tutan ablam da fark etmişti bendeki değişikliği;

 

“Kardeşim, iyi misin? Morardın, kızardın birdenbire, bir sıkıntın mı var?”

 

“Yooo! Sadece birdenbire terlemeğe başladım, yorgunluktan, stresten(34) olsa gerek. Bir de kolum, göğsüm ağrımaya başladı şiddetli…”

 

“Baba! Hemen taksiye telefon et, acele gelsin. Çabucak bir Acil Servise gidelim. Kardeşimin anlattıkları pek hoş gelmedi bana!”

 

Annem;

 

“Oğlum! Oğlum!” diyerek ağlamaya, dövünmeye başlamıştı. “Bu yaşlarda, bu yaşlarda!” tekrar ettiği kelimelerdi.

 

İki basamak merdiveni inemedim, güçsüzdüm. Babam kucağına alıp indirdi, bebeği gibi. Taksinin arka kanepesinde uzandım babamın dizlerine.

 

Ablam, bir taksi daha çağırdı, gelen taksiye sığışamayacağımız endişesi ile biz hastane yoluna yöneldiğimizde.

 

Acil Servis Kapısına geldiğimizde sedyeye aldılar beni, babamı dinleyen beni gözlemleyen o çakır gözlü doktor ve diğerleri, bir ağızdan;

 

“Kalp Krizi! Açılın!” diyerek beni bir odaya koydular. Son hatırladığım odaya girişim ve o çakır gözlü doktorun stetoskop(35) ile kalbimi dinleyişi idi.

 

Kendime geldiğimde, vücudumun üst tarafı çıplak, pantolonum çıkartılmış, ayaklarım dâhil her yerimde kordonlar, borular, burnumda üfüren bir boru sistemi, sağ elimin üstünde kocaman bir iğne-aparat kütlesi vardı. Mutadı veçhile(36) kapı kenarına gizlenen annem ve ablam ağlıyor, dua ediyor, babam ise kendine hâkim olma gayreti yaşıyordu.

 

Ben, kalp krizi geçirmiş ve ablamın uyanıklığı sayesinde bir kere daha kefeni yırtmıştım! Ben, ben bene olsaydım, kefeni yırtmaz, kefen içinde olurdum, sanırım.

 

Her neyse ki, anjiyo(37) sonucu ve yapılan tetkikler sonucu, stent(38) takılmasıyla durumu kurtarmış, “Ölünceye kadar yaşayacak oluşumun(!)” müjdesi verilmişti de, bu badireyi(39) de alnımın akıyla, ya da şansımın yardımıyla atlatmıştım.

 

Çekirge ikinci kez zıplamıştı yaşamımda. Umarım üçüncüsüne benim yardımcı olmam gerekmezdi.

 

İnsan sevdi mi, tüm mevcudiyetini vakfetmemeliydi(40) sevdiğine. Ne bileyim, bir şeyleri kendine ayırmalıydı herhalde. Ne gibi mi? Örneğin kalbinin hiç olmazsa dörtte bir bölümünü, gönlünün üçte bir bölümünü, beyninin ikide bir bölümünü meselâ. Olamaz mıydı? Olurdu tabii. Hem neden olmasın idi ki? Amma aşkın gözü kör(41) olmasa. İşte ben de bu gözle gereği ve gerçeği görememiştim ve hayat bitmişti benim için, başlamışlığını varsaydığım takdirde.

 

Nerede kalmıştık? Bir buçuk yıl, belki iki yıl önce, dün gibi demiştim, değil mi? Ben yaşadıklarımı yaşarken, beni sevdiğini sandığım sevdiğim, sevdiği ile öğrenci olmasına bakmaksızın, koskoca doçenti elinden kaçıracakmış gibi evlenmişti onunla.

 

Ve keza okuyor olmasına bakmadan da çocuğunu doğurmuştu. Çocuk, sevgi olmasa da garanti demekti, mecburiyet demekti belki, onun adına konuşmak hakkım olmamasına rağmen, düşündüğüm.

 

Ben ise durulmuştum, özellikle kalp krizimden sonra, ilâçlarım, ablamın sonsuz desteği, anne-babamın özverili(42) davranışlarıyla. İçkim yoktu, sigaram yoktu, ama “Mo!” bir yaşamım vardı. “Şu yasak! Bu memnu(43)! Şu olmaz! Bu asla olmaz!”

 

Ve kalbimdeki ıssızlık devam ediyordu, kendi kendine, hem yalnız. Ben yaşamıyordum, gerçekten, yaşayan sadece bedenimdi, o da dediğim gibi “Mo!” düzeninde!

 

Ablam;

 

“Hadi!” dedi. “Kafalarımızı dağıtalım. Gazetede bir ilân gördüm. Yurtdışı da var, yurtiçi de. Gezelim mi şöyle bir beraber? Ben sana destek olurum. Bakarsın benim de kısmetim açılır, evde kalmaktan kurtulurum. Olur mu? Belki olur. Bakarsın senin için de bir sultan çıkabilir cinin şişesinden, Alâattin’in Lâmbasından, ya da bir amforadan(44). Olmaz mı? Neden olmasın ki? Hayat bazen rastlantılardan ibaret değil mi? Aynı gün doğup, yıllarca ‘Birbirimiziniz!’ dediniz. Sonuç: Ellerin böğründe. Belki ellerini, kendisini kucaklaması için biri sahiplenebilir. Ne dersin?”

 

“Hiç umudum yok, ama seni mi kırayım ki?”

 

“Nereyi dilersin?”

 

“Sen nereyi dilersen! Ama biliyorsun ki ben bedeni de, kalbi de ufacık da olsa yaralı biriyim. Beni taşıyabilecek misin?”

 

“Neden taşımayayım ki kardeşim? Evimizin tek geleceğisin sen!”

 

“Ve de belki gelmeyeceği, gelemeyeceği!”

 

“O nasıl söz öyle?”

 

Kardeşimin aldığı notlara göre derlediklerim böyle, kalanı da şöyle, ben devam ediyorum;

 

“Kıbrıs’a gidelim!” dedik. Babamın arabasıyla önce Mersin’e gidecek, oradan da feribotla geçecektik karşıya. Kıbrıs’taki sol trafik nedeniyle arabayla geçmek, ya da arabayı bir yerlerde park etmek, ya da garaja bırakmak düşüncemiz vardı. Kararsızdık kısaca. Kararsızlığımızı yol boyu irdelemeğe(45) çalışırız diyordum, ama kardeşimin aldığı ilâçlar nedeniyle yol boyu bazen dalgınlaşması, tereddüde itiyordu beni.

 

Feribotun kalkış zamanını öğrenerek çıkmıştık yola, alelusul(46), ağır-aksak(46), kurallara uygun.

 

Bir yokuşu çıkarken, heyula(47) gibi bir karaltı ile karşılaştık. Hafif çisentide egemenliğini yitirmemiş bir TIR’ın kendisi yan yatmış, yolun kenarında öylece kalakalmıştı. Ama dorsesi(48) ipini koparmış deli bir dana(49) gibi üstümüze doğru geliyordu. Kardeşim, bir taraftan fren yapıp arabasını geriye almaktansa;

 

“Abla, atla hemen!” dedi.

 

“Neden? Ya sen?”

 

“Atla!” diye bağırırken son “a” harfini uzattı.

 

Kapıyı açıp atlamağa yöneldiğimde bana gülümseyen gözlerini gördüm bir an, sadece kısa bir an. Sonra bir varmış, bir yokmuş!

 

TIR’ın dorsesi kaymış, kaymış ve arabamızın üzerine kapaklanmıştı, kardeşimin de atlayıp kendisini kurtaracağına olasılık yoktu. Sesi bile çıkmamıştı kardeşimin. Arkamızdan gelen araba da bizim arabaya çarparak durmakla kurtarmıştı yolcularını.

 

Benim biraz yaram-berem-çiziğim olmuş, sadece sağ kolum kırılmıştı. Ve fakat kırılmıştım. Üzüntüm sonsuz boyutta idi. Ama önemli olan, kardeşimi kaybetmiştim. Yıkılmıştım.

 

Çekirge, üçüncü defa zıplamış, dünyada sevebilen, sevgiyi, aşkı bilen bir insanın eksilmesine göz yummuştu…

 

 

 

YAZANIN NOTLARI:

 

(*) Hiç isim kaydetmedim öyküde, farkında mısınız? İsimleri siz koyun isterseniz, cisminize göre.

 

(1) Müsavi; Eşit, denk.

 

(2) Bir bahar akşamı rastladım size, sevinçli bir telâş içindeydiniz… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Fuat Edip BAKSI’ya, Bestesi; Selâhattin PINAR’a ait olup Hicaz Makamındadır. (Bilindiği gibi bu şarkıda, Selahattin PINAR-Afife JALE aşkı terennüm edilmiştir)

 

Seninle bir sonbahar mevsimiydi tanıştık! Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi ve Bestesi; Yusuf NALKESEN’e ait olup eser Hicaz Makamındadır.

 

O ağacın altını anmaz olur muyum hiç? Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi ve Bestesi; Yusuf NALKESEN’e ait olup eser Karcığar Makamındadır.

 

(3) Abartmak; Bir şeyi olduğundan büyük, ya da çok göstererek anlatmak, mübalağa etmek.

 

(4) Bizimkisi bir aşk hikâyesi, Siyah beyaz film gibi biraz… Kayahan AÇAR

 

(5) Şok Olmak (Şoke Olmak); Şaşırmak, şaşakalmak, hoşa gitmeyecek bir şeyle karşılaşmak, şaşkına dönmek.

 

Gardı Düşmek; Savunma durumunu yitirmek. Müdafaasız kalmak.

 

5Groke (Groggy) Olmak; Boksta rakibi sersemletme, bitkin hale sokma.

 

Abondane Olmak; Boksta boksörün rakibinin üstünlüğü karşısında dövüşemeyecek duruma düşmesi durumu ve kendi isteği ya da antrenörünün müdahalesi ile müsabakayı bırakması (Havlu atılması)

 

(6) Sabır Taşı; Çok sabırlı kimse.

 

(7) Bahane; Gerçek amacı gizlemek için ileri sürülen sözde neden. Noksan, kusur.

 

(8) Pılı-Pırtı; Eski eşya.

 

(9) Haşıl Haşıl Gözler; Türkçemizde ayrı anlamı olan “Haşıl” ile ilgisi olmayan yöresel bir terkip. Sorarcasına, imalı,  merak eden ve sitem barındıran bakışlara ait gözler.

 

(10) İç bâde, güzel sev, varsa akl-ı şuûrun, dünya var imiş, ya ki yoğ olmuş, ne umurun…  şeklinde başlayan eserin Güftesi; Ziya Paşaya ait olup eserin; Hacı Arif Bey veya Şekip Ayhan ÖZIŞIK tarafından Hicaz Makamında bestelendiği söylenmiştir.

 

(11) Katmerleşmek; Kat kat olmak, katmerli duruma gelmek, katmerlenmek, Sorunların üst üste gelmesi.

 

(12) Vasistas; Aslı pencere ya da kapının üst yanında bulunan ve havanın değiştirilmesine yarayan açılır kapapanır bölüm. Espri yüklü, Almanca “Was ist das? (Bu nedir?)” şeklinde söylenen bu söz tuvalet rezervuarlarındaki çekme zincirinin ucundaki kaldıraç gibi düzene verilen addır.

 

(13) Vesselâm; İşte o kadar, son söz budur.

 

(14) Çilingir; Anahtar, kilit ve bunlar gibi demirciliğin ince işlerini yapan demirci ustası. İzin Belgeli olarak kapı, kasa vb. gibi açma işlerini yapan (görevli) kişi.

 

(15) Kefeni Yırtmak; Ağır bir hastalıktan, dertten kurtulmak, iyileşmek.

 

(16) Ahret (Ahiret, Kabir) Sualleri; “Rabbin kim? Dinin ne? Kimin ümmetindensin, Kitabın ne? Kıblen neresi?” diye başlayan ve “Rabbim Allah!” cevabı verilmesi gerektiğine inanılan suallerdir. Ancak argo olarak; “Gereksizce, bıktırıcı, usandırıcı, yanıltıcı sualler”  anlamındadır.

 

(17) Tenkit; Eleştiri. Bir insanı, bir konuyu,  bir yapıtı doğru ve yanlışlarını bulup gösterme amacıyla inceleme işi. Böyle bir inceleme sonucu yanlış görünenleri belirtme.

 

İstihza; Gizli, ince ve kinayeli bir şekilde alay. Saraka.

 

Tembih; Uyarma. Uyarım. Bir şeyin belli bir biçimde ve yolda yapılmasını söyleme, bunu üsteleyerek söyleme.

 

(18) Kulak Arkasına Atmak (Kulak Arkası Etmek); Önem vermemek, dinlememek.

 

(19) Gidişat; Gidiş. İşlerin, olayların gelişme biçimi, durumu, yönü.

 

(20) Bam Teli; Bazı sazlarda kalın ses veren tel veya kiriş. Genelde Bam Teline Basmak şeklinde söz dizisi kullanılır.

 

Bam Teline Basmak; Bir kimseyi duyarlılık gösterdiği bir konuda kızdırmak, kızdıracak söz söylemek, incitmek, öfkelendirmek, öfkelendirecek bir şeyler yapmak.

 

(21) Mont; Türkiye’de önceleri montgomeri denilen, belin biraz üstünde kalan, uzun ya da kısa kollu, yakalı ya da yakasız olabilen, genellikle fermuarla kapatılan bir tür ceket.

 

(22) Portmanto; Evlerde palto, manto, şapka gibi şeyler asılan, bir bölümü aynalı, askı aracı.

 

(23) Cascavlak; Çırılçıplak, örtüsüz. Saçsız, tüysüz.

 

(24) Yayan Yapıldak; Yayan ve yalınayak, yalınayak yürüyerek.

 

(25) Kıble (İstikbal-i Kıble);  Namazın şartlarından biri olup, namazı kıbleye yönelerek kılmak demektir ki, Müslümanlar için bu Mekke’deki Kâbe’ye yönelmektir.

 

(26) Mübah; Yapılmasında, ya da terkinde dini yönden de herhangi bir sakınca bulunmayan, serbest, uygun.

 

(27) AMATEM; Alkol ve Madde Bağımlılığı Tedavi Merkezi.

 

(28) Rehabilitasyon; Bir kimsenin iş yapmaya engel olan sakatlığını ya da hastalığını gidermek, onu iş yapabilecek, çalışabilecek duruma getirmek için uygulanan sağlık, bakım ve eğitim işi.

 

(29) Motivasyon; Güdülenme. Güdüleme. Bir insanı belirli bir harekete geçirmek için uygulanan güç. Bireyin işinin yönünü, gücünü ve öncelik sırasını belirleyen iç ve dış kaynaklı güçlerin etkisi ile eyleme geçmesi. İş veya öğrenmeye geçme isteği.

 

(30) Sırıtış (Sırıtma); Dişlerini göstererek aptallık, şaşkınlık, kurnazlık, özellikle alay belirtir bir şekilde gülmek.

 

(31) İlke; Prensip. Umde. Temel düşünce, temel inanç, unsur, öge, temel bilgi, davranış kuralı. Her türlü davranışın dışında sayılan kural.

 

(32) Vakt-i Kerahet; “Namaz kılınması kerih olan, kerahetli, mekruh yani mahzurlu olan vakitler” anlamında olmakla birlikte, argoda “demlenmek, içki içmek” anlamında kullanılmaktadır.

 

(33) İnisiyatif; Bir kimsenin alınması gereken kararı öncelikle ve kendiliğinden alabilmek konusundaki yeterliliği, üstünlüğü, niteliği. Karar verme yetisi. Bir şeyi yapmaya öncelikle davranma, önceliği ele alma, öncecilik.

 

(34) Stres; Kişide bir kısım sorunların yol açtığı ruhsal gerilim, zorlanma, dayanıklığı azaltan ruhsal gerilimler. Ameliyat şoku, travma, soğuk, heyecan gibi etkenlerin iç organlarda ve metabolizmada oluşturduğu bozuklukların tümü. Canlıların yaşamları için uygun olmayan koşullar.

 

(35) Stetoskop; Sesleri çıkartan alet. Doktorlar vücuttaki kalp atışları, akciğerlerin çıkardığı sesleri, bağırsak ve midedeki gürültüleri, ya da alete dökülen sesleri, kan basıncını (tansiyon) ölçme amacıyla kullandıkları alet. Genelde bu işleme “Oksültasyon” denmektedir ki, fiziksel kusuru seslerden anlamadır.  Konuyla ilgili tecrübenin de önemli olduğunu söylemem gerek.

 

(36) Mutat Veçhile (Mutadı Veçhile); Alışılmış yol, tarz ve şekilde.

 

(37) Anjiyo (Anjio); Anjiyo kardiyografi sözünün kısaltılmışı. Kalp damar sertliği hastalığının belirtileri ortaya çıktığı zaman veya kalp krizi gibi damar tıkanıklığı durumlarında kasık damarlarından çok ince özel tellerle girilip kalp damarlarına gösterici bir ilâç verilerek damarların, tıkanıklıkların ve sorunların teşhisinin görüntülenmesi olarak uygulanan tıbbi tetkik yöntemi.

 

(38) Stent; Tıkanmak üzere olan damarın içine konan araç. Kafes.

 

(39) Badire; Ansızın ortaya çıkan tehlikeli durum, zor durum.

 

(40) Vakfetmek; Bir şeyin bütününü belli bir amaca vermek, adamak. Kendinin olan bir geliri, taşınmazı vakıf durumuna getirmek.

 

(41) Aşkın Gözü Kördür; Birisine delicesine âşık olan, kendisini bu aşka kaptıran kişinin, sevgilisinin kusurlarını, yanlışlarını görmez, anlamaz, üstünde durmaz, gerçeklerden bihaber, kendi âleminde yaşar şeklinde bir söz dizisi.

 

(42) Özveri; Fedakârlık. Esirgemezlik. Bir ülkü, bir amaç uğruna, ya da gerçekleştirilmesi istenen herhangi bir şey için kendi yararlarından vazgeçme.

 

(43) Memnu; Yasaklanmış olan, yasak.

 

(44) Amfora; Geniş gövdeli, dar boyunlu, çoğunlukla sivri dipli, iki kulplu, genel çizgiler dışında, pek çok biçimsel çeşidi bulunan, şarap, zeytinyağı gibi sıvıları koymak, tahılı korumak, taşımak için kullanılmış olan antik testi.

 

(45) İrdelemek; Bir sorunun, bir konunun, bir şeyin ele alınabilen bütün durumlarını, yönlerini araştırıp derinliğine varıp onu iyice öğrenip tanımak için zihin ve emek harcamak. İncelenmesi ve eleştirilmesi gereken konunun tüm yönlerini ayrı ayrı, birer birer tetkik etmek, incelemek. Araştırmak.

 

(46) Alelusul; Âdet yerini bulsun diye, yol-yordam gereğince, kurallara uygun bir biçimde.

 

Ağır Aksak; Düzgün olmayarak, pek yavaş olarak. Alaturka musikide bir usul.

 

(47) Heyula; Korku verici, ürkütücü hayal.

 

(48) Dorsey (Dorse), Treyler; Genelde motorlu bir taşıt tarafından çekilen ve taşıyacağı yükün özelliklerine göre tasarlanıp imal edilen, en az bir dingilli ve çekildiği taşıta çeki oku, döner tabla ve kanca gibi bağlantı aygıtlarıyla bağlanılarak görevlendirilen karayolu taşıt aracıdır. Çekici araç ile dorsenin plâkaları farklı olabilir.

 

(49) Deli Danalar Gibi; Ne yapacağını, edeceğini bilmeden şaşkınca davranmak.