Bir hayalle uğraşmak, kafan sepet gibi oluncaya dek tek bir hayalle yaşamak ve sonra bu hayale ulaşmayı düşlemek zor olsa gerek! Yoksa zor olan düşleyip de hayal veya hayaller üretmek mi olsa gerekti? Bilemem.
Amma; “Rüyalar olmasa hayaller kurulmaz, gerçek olmazdı” diyen Mevlâna'ya da hak vermemek geçemezdi içimden: Herhalde bilmek, hatta bilmeye çalışmak bile zamanımın israfı olurdu. Ancak gerçekleri de yadsımamak gerekliydi.
Hayallerimizin güzelliği, yaşam kalitemizin de teoremi idi. Hem; hayallerimizin bittiği gün öleceğimiz konusunda da iddiam vardı
Hayalimdekine, bisikletle dolaşırken rastlamıştım, daha doğrusu patronun verdiği bir görevden dönerken, demem gerek. O; o idi, yanılmamın imkânsız olduğu. Belki de imkânsız bir aşkın peşinden sürüklendiğimin farkında değilmişimcesine. Elinde kitapları, uygun ve ritmik(1) adımlarla yürüyordu, belirli ve fakat bilmediğim bir yöne doğru.
Onu görünce mal bulmuş mağribi(1) gibi “Koçum” dediğim bisikletimin arka tekerleği tesadüfen kayıverdi asfaltta! Çekindi o sessizlikteki, ya da dalgınlığındaki kopup kendine ulaşan sesten.
Belki de yüreği hopladı, elini göğsüne doğru götürüşünden ve dudağını ısırışından anlayabildiğim kadarıyla. “Ödü patlamıştı!(2)” demek abartı olurdu herhalde. “Keşke yüreğini hoplatan bisikletimin tekerleğinin asfalttaki sürtünen sesi değil de, ben olsaydım!” diye düşündüm.
Biraz önce iki aksi yönde olan bizler, bisikletimin slalom yapması(2) veyahut da hani meselâ spin atması(2) nedeniyle şu anda peş peşe, arka arkaya gidiyor gibiydik.
Sesi ilk duyuşundaki korkusunu daha sonra yitirmişçesine dönmüş, aç tavuk kendini darı ambarında görürmüş ya hani, benim düşüncem de o hesap, bana gülümsemişti sanki.
Daha sonrasında ise fark ettiğim tedirginliği vardı gözlerinde. Oysa benim sol mememin altında bir şey heyecanla atmaya başlamış, sonrasında peşi sıra sürüklenişimde bu atışın ritmi artmaya başlamıştı, ama ne ve neden?
Yaşamımda ilk kez yaşadığım bir histi bu, hem belki de hiç mi hiç hakkım olmayan. Tanrının özene-bezene yarattığından şüphem olmayan, tariflere sığmayacak gibi ve kadar güzel ve olağana göre oldukçanın üstünde çok iyi giyimli olan bu kızın kim olduğunu bilmem imkânsızdı.
Ama mutlaka öğrenci ve yürüyerek gidiyor olsa da varlıklı biri, ya da varlıklı birinin kızı olsa gerekti. Neden varlıklı? Çünkü benim gibi bir gecekonduda oturup ailesinin geçimine katkıda bulunmak için, bu zengin muhitteki ustaya yardımcı olan, tek sermayesi elden düşme, ya da ikinci el bisikleti olan bir hizmetli gibi görünmüyordu da ondan.
Güzelliğini tarifte sıkıntı çekmem doğal. Her ne kadar ‘Gönül kimi severse, güzel odur!’ denmişse de, daha yüreğimi yerinden sarsan bu güzelin gönlüme egemen olup olmadığı konusunda bile fikrim yoktu.
Güzelliğinin tartışılmaz olduğunu bir kez daha tekrarlamalıyım. Hatta inancıma uygun olarak diyebilirim ki; Tanrı meleklerinden birini, hiçbir katkıda bulunmaksızın ete-kemiğe büründürüp(4) yeryüzüne göndermişti, uzaktan, yakınlaşmadan onu görmüş, beynimin en ücra(3) köşelerine kadar onu yerleştirmiş olsam da…
Boy-bos(1), endam, koyu sarı saçlarına yakıştığına inandığım, görmemin çok zor olduğu mavi, ya da yeşil renkli gözleriyle, kaş-göz, gerisi söz şeklindeki yüzü, dudakları, burnu, fark edememiş olsam da gamzeleri...
Kısaca onu herhangi bir şekilde olağan bir tarife sığdırmam mümkün değildi.
Yolumuz üzerinde yol üstünde, kalantor(3) görünümlü yaşlı bir adam oldukça yeni ve pahalı model bir arabayı kullanırken genç kızın yanında durmuş ve o adam arabadan inmeksizin arabasına almıştı onu, hem de ön koltuğa.
Böylece yitirmiştim onu. Aklımda kalan altımdaki bisikletimle, gittikleri yöne doğru sabit bir şekilde odaklanmış(2) olmamdı, her ne işime yarayacaktıysa?
Ben onu ilk defa görmüştüm, dediğim gibi dükkândan oldukça uzaktaki bir muhitteki ustamın yönlendirdiği eve ait tamir işinden dönerken. Belki o, bana göre dünyanın bir diğer ucuna gitmiş olabilirdi, hayallerimde tekrar yer almamak için, bilemezdim.
Hem o klâsik polis filmlerindeki gibi onun bindiği arabanın plâka numarasını almak da geçmemişti aklımdan. Hoş almış olsaydım da, polisler de yardımcı olsalar baz istasyonlarından(1), trafik kayıtlarından, aracı, sahibini bilip tanısam da ne olacaktı ki?
Araç ve sahibi değil, o dünya güzeli genç kız önemliydi benim için, “Bana seni gerek(5)” diyen şair gibi.
Onun beni merak etmesine gerek yoktu. Saniyeler içinde bana gönlünün kaydığını düşünmek safdillik(3) olsa gerekti. Hem ben kimdim, neydim ki? Tarife ya da anlatmama gerek yok, bir nebze(1) de olsa öncemde bahsettiğim.
Ailemin zarureti nedeniyle çalışıyordum. Benden önce doğan ve sonrasında evden uzaklaşan, daha doğrusu kesinlikle doğru bir şekilde evden kaçan ağabeylerime göre; “Koyun kenara, dursun, lâzım olur!” gibisinden bir ağabeydim ben, iki kız kardeşim için.
Gerçekten bir kenarda muhafaza edilmemin yararı olmuştu, ağabeylerimin her ikisinin de firarından sonra! Babam bir iş yerinde işçi, annem ev kadını, birer yaş arası olan iki kız kardeşimin okuma arzu ve çabalarını desteklemem gerekliliği nedeniyle ben okul dışı bir tamirci parçasıydım.
Benim için birçok yasak gibi, hayallerimin ulaşamayacağı gönlümün açlığı da yasaktı bana. Belki de yasaklanmıştı da ben haberim yokmuş gibi bu yasağa uyuyordum! Bu yasak hiç de umurumda değildi, onu görünceye, onunla karşılaşıncaya kadar.
Peki, şimdi? Bana öyle geliyordu ki koruktu(6) o. O halde haddimi bilmem(7) gerekti. Doruklara ulaşmak için, kanat gerekti, sürünerek, yürüyerek ulaşmak öylesine zordu ki…
Belki teknoloji dediğimiz imkânlar doruklar için yararlı olurdu ki, o da bende yoktu. Daha uçuk(3) bir şekilde şu sözler geçiyordu aklımdan. Yüksek yerlerde yılana da, kartala da rastlanıyordu.(8) Biri uçarak, biri sürünerek yükselmişti ama ya helikopterle oralara ulaşanlara ne demeliydi?
Bunu sadece tekniğin verdiği bir olanak olarak düşünmek garabetin(3) ta kendisiydi. Uzatılan bir el veya helikopteri satın alan, kullanan veya yönlendiren bir girişimin desteği yadsınabilir miydi ki?
Bu düşüncelerime rağmen; sırtına çıkınını alarak hacca gitmeyi dileyen karınca(9) da mı olamazdım? Olmamam için sebep vardı, tabii ki! Kız kardeşlerim…
Ağabeylerim gibi, ya da ben olmamalıydılar. Zekâlarının ve genelde benim imkânlarımın el verdiği kadar okumalı, bizler gibi odun değil, adam olmalıydılar(2).
Nedenine gelince okumasını bilmeyen, istemeyen, belki de eksikliğimiz nedeniyle nerelere gittiklerinden haberimiz olmayan ağabeylerimden yıllardır ses-soluk çıkmamıştı, çıkmıyordu(2) da, ondan.
Özellikle annem, bazı-bazen de babam nerelerde olduklarını bilmedikleri oğulları için hissettirmeksizin iç çekerlerken, bizlere de;
“Hayırlı evlâtlarımız bizim!” deyip saçlarımızı okşuyor, kucaklıyorlardı bizleri ayırım yapmaksızın, aynı duygu ve tezahüratlarla. Bazı zamanlarda derslerinden bunalan kız kardeşlerim Aliye, ya da Âlime, hangisi sıkıntıda olursa; “Unutmadıysan, şu konuda yardımcı ol!” derlerdi, ben de onlara bildiğim, hatırladığım gücüm, aklımda kalanlar, unutmadıklarım gibi konularda yardımcı olmaktan mutluluk duyardım.
Öğrenciyken dikkate alınacak bir başarım vardı, diye düşünüyorum. Öğretmenlerim takdir ederlerdi(2), ancak ailemin artan yükü nedeniyle destek olmamın gerekliliği ve bu nedenle okulu bırakmamdan dolayı öncelikle onlar üzülmüşlerdi.
Bazı şeylerin irsi olduğunu(2) düşünüyorum. Her anne; yılın değil, yılların annesi olduğundan, bu sıfatı taşıyan hiç okumamış olan, ancak okumak konusunda dileklerini yadsımamam gereken annemi bir kenara koyarsam babamın ve ağabeylerimin okumak konusunda yaya kaldıklarını içtenlikle itiraf etmem gerek.
Ancak kız kardeşlerim ve ben akıllıydık, zekiydik de. Zaten kişiye yaptıkları, güzel, hoş, âlâ görünmez miydi ki(10)?
Tabii bu arada benim ismim de merak edilecektir. Allah'ın birlik, teklik, eşsizlik isminden yararlanarak, belki de benim kendilerini terk etmememin garantisi gibi özellikle annem ve sonrasında babam “Ahad” ismini koymuşlardı bana.
Düşünüyordum da, acaba o arabanın peşinden bisikletle koşuştursaydım, yakalamaya çalışsaydım soluk soluğa, daha mı doğru olurdu ki? Bence kaz ya da kazık gibi yol ortasında durup melül melül arkasından bakmaktan(2) daha iyi olurdu, ama ne umutla, hatta ne yüzle?
Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmazdı(11). O halde kişinin de haddini bilmesi zor olmasa gerekti.
Amma...
Evet, amma... Yüzme bilmeyen birisini yüzmeyi öğrensin diye arkadaşları, gerekli tedbirleri de alarak denize atarlardı. Ben böyle öğrenmiştim yüzmeyi ve sonra tecrübeli bir yüzücü olarak kız kardeşlerime ve yeğenlerime de öğretmiştim yüzmeyi ayrı ayrı günlerde, aynı usulde, birbirinden kopya çekmesinler diye!
Nutuk atmayı, müşterilerle, karşısındakilerle usulünce, edeplice ve adabında(3) konuşmayı, tartışmayı, haklı çıkmayı öğrenmeyi ustamın önerisiyle mezarlığa gidip mezar taşlarıyla paylaşmıştım, bağıra-çağıra, her ne kadar okumaya gelen mezar sahiplerinden utansam da.
Sorunumu, oralardan uzaklaşmakla, diplere, kenarlara, köşelere gizlenmekle ve sessizliğimle tekrarlarla çözümlemiştim. Müşterilerle karşılaştığımda herhangi bir münakaşa ya da anlaşamama sırasında eğer haklı olduğuma % 100 eminsem, korkmuyor, endişelenmekten bile endişelenmiyordum, % 99,99 oranında bile hariç.
Belki bunlara katkısı, ya da desteği olur mu bilmem, ama lisan bilgisi olmayan birini de lisan bilgisi olmaksızın o lisanın kullanıldığı ülkeye gönderip lisan öğrenmesini sağlamak da düşünülebilirdi ki, bu; lisan konusunda olmasa da benim için de geçerliydi.
Sevgiyi ve aşkı bilmeyen, yokluk ve yoksulluklarla savaşmayı bilen ben, sevgi ve aşk konusunda da başarılı olabilirdim bu şekilde, miskinliğimi ve bedbinliğimi üzerimden atabilirsem. Bir bakıma sevmeye, âşık olmaya mecburdum, desem!
O, ne kadar varlıklı, yüce ve güzel olursa olsun, eğer duygularını frenlemeye çalışmazsa neden kalplerin karşı karşıya(12) olduğunu düşünmek imkânsız ve zor olsundu ki?
Üstelik insan murat ederse, tekeden süt sağardı, çölde vaha bulurdu, sorgusuz sualsiz dünyanın en ücra ucuna bile gidebilirdi. Hem bilinen bir gerçek vardı ki, insanların asla elleri boş dönmek gibi riskleri olmazdı, ama dediğim gibi; eğer gerçekten istiyorlarsa...
O halde her nerede olursa olsun, her kim olursa olsun, her boş vaktimde, her servis için göreve çıktığımda, göze görünemeyecek kadar çirkin olsam da, köşe-bucak arayacak ve bulacaktım onu, neye paha olursa olsun, hem ucunda ölümüm olsa bile.
Eğer o bana “Hayır!” derse, “Haddini bil!” diye solursa, “Sen kimsin ki?” deyip göğsümden geriye doğru iteklerse bu; muhtemelen yaşamaya devam edecek bedenime karşın suskunca ölümümü beklemek olacaktı.
Buna kesinkes inanıyordum, onu bulamamak değil, reddedilmek korkumdu. Bir de mecburiyetlerim, bedenimin ölmemesi için. Daha doğrusu tek mecburiyetim, yaşamak için arzumun olmasını gerektiren; kız kardeşlerimi okutmak ve onlara bakmak idi...
Vakit buldukça dolaştım sokak-sokak, mahalle-mahalle, cadde-cadde. Onu ararken bu şehri bitirince şehir-şehir de dolaşmaya başlayacaktım. Mademki şair Güllüşah'ını(13) bulmuştu dolaşa-dolaşa, benim o sanatkârdan ne eksiğim vardı ki?
O halde benim de adını bile bilmediğim gönlümü çalanı, aklımı başımdan alanı, bir çırpıda da olsa sevgiyi öğreteni arayıp bulmam olası değil miydi?
Bir gün bir görev dönüşü, inanamadım gözlerime. O; o idi karşımdaki, hem vallahi, hem billâhi, aynı ritimle, aynı kitapları kucaklamışçasına karşıdan gözüken. Yüreğimin çarpıntısı kilometrelerce ötelerden sanki duyulacakmış gibi, bisikletimin pedalları ayaklarıma hükmetmekten vazgeçmişti.
Pedallar ve bisikletim derdimle coşmuş, kendi başlarına hareket ediyorlardı. Eğer taşıtlar için olduğu gibi bisikletler için de hız limiti vardıysa, ben o limiti de, içkili birinin kim bilir bilmem kaç derece promil(3) derecesinin iki-üç mislini de aşmış gibiydim, bu heyecanı yaşarken.
Karşısında durdum, daha doğrusu bisikletim durmam için yardımcı oldu bana. O, kir-pasak içinde olmamı yadırgadığından, belki de nutkum tutulduğundan olsa gerek, bana bakıyordu gülümseyerek.
Sanki “Gerçekten seviyorsan eğer, mesafeler anlamını yitirir, ne bakabilirsin gözlerime, ne de dokunabilirsin bana, ama hep hissedersin beni!(14)” der gibiydi. Belki de benim anlamlandırmak istediğim duygularım gibi ben de ona bakıyordum, matadoru karşısında afyonla uyutulmuş gibi, ölümüne çeyrek kalmış şaşkın bir boğa gibi…
“Hadi, ne söyleyecekseniz söyleyin, annem bekliyor beni…”
“Şey…”
“Beğendiniz beni, arkadaş mı olmak istiyorsunuz?
Çıkardığım şaşkınca seslerin anlamını ben bilmiyordum, ama o anlıyordu.
“Hem de böyle bisiklete binerek…”
Bisikletimden, belki de ekmek teknemden(1) kurtulmak istercesine, silkeler gibi attım onu kaldırımların üstüne, umurumda değildi aç kalma korkum…
“Bisikletim yok şimdi, temelli kayboldu, hatta yok oldu senin için!”
“Ama adım Anjelik!”
“Ben de farz et ki Kralım. Ne varmış bunda? Benim adım da Ahad!”
“Kökenim yabancı yani. Hem önce Hristiyan, babamı kaybedince şimdi ise yarım kadar Müslüman. Neyimdir, ben de bilmiyorum.”
“Ben de Türküm ve belki de senin kadar Müslümanım(15)!”
“Ama evim şurası!”
“Olsun, gel uzaklaşalım!”
“Olmaz, anneme haber vermeliyim! Şu köşede çocuk parkı var, sen bekle, ben anneme haber vereceğim, geleceğim!”
Kökeninin kendisine yamadığı lisan nedeniyle, Türkçeyi bilmesine, anlaşılır olmasına rağmen kesik kesik gibiydi Türkçe konuşması.
Akşamın karanlığı inerken, cep telefonumdan ustama birkaç kere yalan söyledikten sonra anlamıştım, seneye büyüyüp boy atacak bir şekilde ekildiğimi! Billboardlarda benim kendime yakıştıramadığım sıfatlarla herhalde aval aval bakınan(2) resimlerim vardı! Yoksa bana mı öyle gelmişti, geciken saatlerde?
Bir bakıma marketlerdeki engelli reyonlara sırılsıklam salak, ihtiyacı olarak bakan gabi(3) insanlar gibi el âleme rezil mi olmuştum, farkında olmaksızın? Ya da bir futbol, basketbol maçında mıydım, gollerle, ya da basketlerle geridesin ve düşünüyordum ki, mağluptum ve üstelik karşımda rakip de yoktu!
Hem neden şu ya da bu şekilde ikinci, üçüncü kez belki mecburiyetten dolayı karşımdan geçen insanlar bana bakarak gülümseyerek geçiyorlardı ki? Anlatmak istedikleri o filozofun yorumladığı cevher mi olsa gerekti? “Gülümseyin; öyle samimi ve sağlıklı olun ki, her sıktığınız ele, ruhunuzu da katın!(16)” dercesine.
Uzatıp elimi sıkan yoktu, ama galiba değil gerçekten gülümsenen kişi bendim, gülümseyen, belki içlerinden bönlüğüme kahkaha atmak isteyenler…
Karşımdan geçen onlardı.
Bisikletime bindim kös kös(1). Geri dönmekten başka ne çarem olabilirdi ki? Ustamdan fırça yemem de cabası olacaktı…
Günlerim geçti aradan, umutsuz, yorgun, alık(3) gibi sayamadığım. Çok naz mı âşık usandırırdı, tek naz bile olsa mı? Hem naz mıydı, bilemediğim? Eğer ilgisi olmasaydı, hem azıcık, birazcık bile, neden “Hayır!” demesindi ki? Ben de pılımı-pırtımı(1) toplar, hayallerimle yaşamaya gayretli olurdum o zaman.
Anlayamıyordum, anlamam da mümkün değildi gerçekten. Ben olsam olsam bir handım kabaca, o da olsa olsa bir yolcu. Han yolcusuna ilgisi dışında nasıl sevgi gösterir, hatta daha ilerisinde âşık olabilirdi ki?
Balık kavağa tırmanırsa, tekeden süt sağılırsa, ya da katırlar doğurursa...
Ama ancak Fatih Sultan Mehmet gibi bir dehanın(3) gemilerini karadan yüzdürmesi gibi bir başarı ile mümkün olabilirdi ona ulaşamam.
Oysa kendi bilgi ve becerilerime göre ve gerçek olarak sosyal durumum nedeniyle ne mümkündü ki dâhi(3) olmam?
Sevgi, sevda, aşk...
Her ne denirse densin, insan eğer karşısındaki ile ilgilenmişse, ona gönül vermişse, yanıtlanmamış olsa da ilgisi, sevgisi, ne Kral ve Anjelik, ne de Ahad ile Anjelik olmak önemli değildi.
Günlerin geçmesini sayamaz olmuştum, bulabildiğim her imkânda ona rastlamak, onunla karşılaşmak umudumu yitirmemiş olsam da. Ben her kulvarda, her caddede, her mahallede, sokakta, yollarda dolaştım, fazla mesai gibi, umutlarımı tüketmemecesine.
Hem de bisikletimle, bıkmaksızın, usanmaksızın, bağımlı bir sarhoş, madde bağımlısı bir tinerci, her ne denirse densin onun gibi üstelik “Evim şurada!” diye işaretlediği yönü bile unutmuşçasına.
Evet, reddedilişimin bana söylenmemiş olmasının teessürü vardı içimde, üstesinden gelemediğim. Ama tüm yitirdiğim, yitirdiğimi düşündüğüm duygularıma karşın, onu bir kere daha, uzaktan da olsa görmeyi nasip etseydi Tanrım, öylesine mutlu olurdum ki?
Varsın bakmasın yüzüme, ellerini tutmayayım, dokunmayayım saçlarına, gözükmeyeyim gözlerine ama son bir defa daha dünya gözüyle göreyim istiyordum onu.
Olmadı, olamadı belki de...
Umut; fakirin ekmeği, derlerdi, ekmeksizdim, yaptığım her iş, görevli gittiğim her ev sonunda aynı sokaklardan, aynı yollardan geçiyordum; kazan-kepçe örneği.
O yoktu, ya da yokluğa gizlenmişti yahut da aklıma en son gelmesi gereken şey; yok olmuş olmasıydı.
O halde benim de yok olmam gerekmez miydi? Eğer yaşamak için bir arzun, sebebin kalmamışsa, umutların tükenir gibiyse neden yaşamak için direncin, iddian olsa gerekti ki?
“İnsan hayal etmeli(17) demiş şair, ama hayallerinin esiri olmamalı(18) demiş filozof. Elinde miydi insanın hayallerinin esiri olmamak ve filozofun ya da şairin dediğine uymamak?
Ömrüm tükenecek olsa da, umudumu yitirinceye kadar -ki umudumu yitireceğimi hiç sanmıyordum- arayacaktım Anjelik'i, kral olmadığımı bile bile…
Bir gün bir seslenişle ürperdi yüreğim. Onun sesi gibi geldi bu bana. Anında yalvardım Tanrıya;
“Rabb'ım, ne olursun, bu ses ona ait olsun!”
Tanrı, kendisine açılan avuçları boş çevirmez, duaları kabul ederdi, anında hem de.
Çekincesi olsa gerekti bir şeylerden Anjelik’in. İlk karşılaşıp yaşadığımız günü “Evim şurada!” sözünün gerçekleştiği sokakta olduğumuzu, o anda hatırladığımı inkâr etmemem gerek, hatırladım, oysa zeki sanırdım kendimi. O, yanımdan geçerken;
“S’il vous plait, suivez moi!” dedi fısıldarcasına.
Bakışlarımdan anlamadığımı fark etmiş, hissetmiş gibiydi, sessizliğimde arkasına döndüğünde;
“Please, follow me!” derken yüzüme baktığında, gene anlamadığımı varsayıp;
“Lütfen beni takip et!” dedi. Oysa lise İngilizcemi unutmamıştım. Kız kardeşlerime ve yeğenlerime kısmen de olsa destek olduğum konulardan biri idi bu.
Daha önce ağaç olup, umutlarımı kısmen de olsa yitirdiğim parkın köşesine geldiğimde, elim, ayağım, ekmek teknem bisikletimi kaldırım kenarına bırakmak isterken, Anjelik elimden tutup;
“Bırak, yanımızda kalsın, cansız da olsa, canlı gibi bizim şahidimiz olsun!”
Anlamak istiyordum demek istediklerini, ama derler ya hani; “Basiretim bağlanmış gibiydi! (2)” O; bana göre daha cesur, belki okumuşluğunun garantisi olarak medeni cesareti(19) daha fazla gibiydi. Ne anlama geleceğini kestiremeyeceğim bir şekilde birkaç cümle döküldü dudaklarımdan;
“Bisikletim de, ben de çok iyi biliyoruz buraları, kim bilir belki yüz defa geçmişizdir buralardan... "
“Neden?”
“Bilmen gerek!”
“Bak, ben övünmeyi sevmem Ahad! Ben de bisikletinin spin atıp peşime takıldığın yerlerden iki yüzden fazla kereler geçtiğimi söylüyor muyum?”
“Hayret ettim, o günden bugüne iki yüz gün geçti ha?”
“İki yüz gün mü, bilemem, ama bir insan murat etmişse eğer, aynı yerden bir günde iki kere, üç kere de geçmiş olamaz mı?”
“Neden?”
“Senin cevabın gibi olsun, benim cevabım da; ‘Bilmen gerek! Onu sen bil!’ Olur mu?”
“Billboardlardan, reklâm panolarından çekiniyorum, üstelik hakkım da değil, sen bir güneş, dünyamı aydınlatan, ben bir karınca, karşında diz çökmüş, ama elini tutmak, hiç olmazsa sıcaklığını hissetmek istesem bana; ‘Hayır!’ der misin?”
“Beni merak eden, üzerime titreyen annem dışında elimi tutan olmadı. Umuyorum ki elimi tutman, sıcaklığını bana hissettirmen, sadece sana değil, bana da iyi gelecek sanırım.”
“O halde sonucum, sonum ne olursa olsun, sev beni!”
“Sonumuz ne olursa olsun, ta ilk günden, ta ilk andan, ta başlangıçtan beri seviyorum seni, hem vazgeçmeyecek gibi ve kadar...”
Hiçbir görüntüye aldırmaksızın öptü beni. Bu yaradılışının simgesi olsa gerekti. Dışarısı, dış dünya umurunda bile değil gibiydi. Gerçek şu ki; aklımın başımdan uçup gitmesine ramak kala(2) ben de cevap vermiştim ona, sadece dünya değil, evren umurumda olmaksızın.
Her ikimizin de cep telefonlarımız aynı anda çaldı. Dünyanın en masum yalanlarından birini daha sarf etmek zorundaydım, uslu, sessiz, sakin geçen aylardan sonra bir kere daha;
“İşim bitmek üzere ustacığım, hemen gelmek üzereyim, başka işler de çıktı da!” dedim yarım yamalak(1). Oysa Anjelik'in annesinin kulağıma kadar ulaşan sesleri kırıcı, tehditkâr ve hatta kızgınca gibiydi.
"Geliyorum anne! Bir arkadaşımı da yanımda getiriyorum, İzninle!” dedikten sonra bence annesinin cevabını beklemeyip beni sürüklercesine evlerinin kapısına yöneltti.
Doğrusu “Genç kadının, yani annesinin beni, bizi karşılaması muhteşemdi...” diyemeyeceğim. Bana öyle bir aşağılayıcı bakışı vardı ki, Anjelik'e; “Bu bisikletli çulsuzu nereden buldun!” der, gibiydi, içeriye girmeme bile müsaade etmeyen tavırlarla.
Oysa bilmez miydi ki; Gönül kimi severse güzel de, yakışıklı da o idi.
Ve gönlün kelebeğiydi bu, nereye, neden, niçin, nasıl konacağı belli olamazdı. Üstelik olmamıştı da, tıpkı güzel prensesin âşık olup Keloğlan'ın gönlüne hükmetmesi gibi, herhalde aklımda yanlış kalmamış bir masal olsa gerekti bu.
Tedirgindi Anjelik, annesinin tavrına akıl erdirememiş gibiydi. Hani deseydi ki; “Gençsin, güzelsin, akıllısın, daha üniversiteyi bitireceksin, erken değil mi?” gibi bir şeyler ben de, Anjelik de saygı duyar, başlarımızı eğerdik, masumane(3) bir şekilde öpüşmeden ileri bir şey gerçekleşmezdi aramızda. Hem varlıklı bir aileydi onlar.
Sözleri dolaysıyla hiç aklımdan geçmese bile bakardım Anjelik'in hissettikleri beğeniden, hoşlanmaktan, haz etmekten(2) başka bir şey değildir, kullanılmış ıslak bir kâğıt mendil gibi buruşturup atıverirdi beni bir kenara yahut da gereği gerçekleştirilmiş bir posa(3) gibi.
Onun yaşamının gereği olacak seveceği insana, saf, temiz, kirlenmemiş bir cisim olarak ulaşmasını kim engelleyebilirdi ki? Evet ve mutlaka benim sevgim, hatta aşkım ikimiz için de yeterdi bana, hem ömür boyu, ben öylesine vermiştim kendimi Anjelik'e ve kendimi geri almam asla mümkün değildi.
Tüm bu düşüncelerimin ışığında onun annesinin beni kapıdan bile içeri almak istememesini anlamam, anlayışla karşılamam gerekliydi ve ben başımı eğerek ben başıma o gerekliliği yerine getirmeyi arzuladım.
Annesi sinirli bir şekilde içeriye salona veya herhangi bir yere yönelirken Anjelik;
“Ne olur, sabahtan parkta bekle beni!” dedi, başka bir tepki göstermeksizin ve beklemeksizin. Bunu ben de istiyordum. Çünkü onu ailemle tanıştırıp ailemin de, özellikle annemin de tepkisini öğrenmem gerekli diye düşünüyordum.
Sabah çocuklar okula gidince, ben de anneme; “Bir kız arkadaşımın olduğunu, eğer izni olursa onu usulünce kendisiyle tanıştırmak istediğimi” söyleyip patrondan izin alarak onun beklememi istediği parka gittim…
Söylemesi gereken, ya da söylemesinde zorunluluk çektiği cümleleri arka arkaya sıralamak gayretinde oldu Anjelik. Ben de; “Onun dışında yaşamımda hiçbir şeyin önemli olmadığım, eğer isterse el ele olmamızı, dilerse tüm güçlüklerin, engellerin, badirelerin(3) üstesinden geleceğimizi, kendisini öncelikle annemle ve sonrasında da kız kardeşlerimle tanıştırmak isteğimi” dile getirmeye çalıştım.
“Olur, bugün okula gitmem o halde. Bakalım annenin tavrı ne olacak benim hakkımda?”
Yürüdük...
Annemin ilk tepkisi; bizim mazbut(3) yaşamımıza karşın, Anjelik'in rahat, göğüs yakasının ve göbeğinin açık, etek boyunun kısa olması nedeniyle menfi (gibi) olmuştu. Hele ki ismini de duyunca boş bulundu herhalde;
“Ana! Gâvur(3) mu yoksa bu kız?” dedi.
“Yok anne, hem Türk, hem Müslüman, üstelik de Türkçeyi senin, benim kadar iyi konuşuyor!”
“Hem de ikinci bir ismim var Muzaffer olarak. Zafer Bayramında doğduğum için. Bu nedenle efendibabam yani annemin babası koymuş bu ismimi. Üniversitedeki arkadaşlarım bazen Muzo, bazen de Müzo diye seslenirler bana. Anjelik ismi size itici geliyorsa bu üç ismimden hangisini isterseniz onu söyleyin!”
“Peki, kızım. İlk tepkim için de kusura kalma, başlangıçtan senin hakkında iki kelime etmedi ki bu hayırsız oğlan. Hadi ayakta dikilme, içeri buyur!”
Kulağına fısıldadım annem yol gösterircesine önümüze geçtiğinde;
“İyi olacağını söylememiş miydim? Ama belki biliyorsundur mutlaka, içeri girince annemin elini şöyle güzelce öp ki yakınlaşmanız kavileşsin(2). Sonra da kız kardeşlerimle tanıştırırım seni. Haydi, başarılar şimdiden!”
“Daha önce sana hiç ‘Delisin!’ ya da ‘Kötüsün!’ diyen oldu mu?”
“İlk defa sen söyledin, ama kötü değilim ben, sadece deli gibi seven bir adamım!”
“Teşekkür ederim! Ben şimdi düne göre çok, çok daha iyiyim. Annemin tavrı nedeniyle de affına sığındığımı söylemem gerek. Gücenmedin değil mi?”
“Ne demek o sözler? Hadi gecikmeyelim, annem gücenebilir, belki!”
Gecikmedik de…
İnsan hayata, olaylara, düşüncelere, hayallere ne kadar olumlu bakarsa baksın, ne kadar iyimser, ya da hoşgörülü olursa olsun, yaşamda bazı şeyler “kader” olarak şekilleniyorsa, gerçekler de gerçek olarak şekilleniyordu ve bunu önlemek, ya da olacakların, olmuşların önüne geçmek mümkün olmuyor, olamıyordu.
Muzo'nun telefonu çaldı, belki de sohbetimizin en koyu olduğu anımızda diyebilirim. Açtı ve uzunca bir süre sessizliğe gömüldü o.
Hissettiğim, ya da yorumlamam gereken, muhtemelen annesinden yediği sözlü bir bombardıman karşısındaydı, daha sabahın bu ilerlememiş vaktinde, bizi nasıl, nereden hissettiyse, daha iki lâfı bile uç uca eklemediğimiz kanısını yaşarken.
Daha birbirimize, birbirimizi, yaşadıklarımızı, yaşama dair özençlerimizi anlatamamıştık, hem öğrenememiştik de.
Anneler hissederdi, kendi annemden biliyorum. O halde Anjelik'in annesinin de hissettiklerini normal karşılamak gerekliydi. (Değil mi?) Anjelik tüm konuşmaları dinlemesinin sonunda, artık bu konuşmalar azar mı, tehdit mi, sitem miydi, bilemezdim; birkaç cümle döküldü dudaklarından, bana yorgun düşüncelerle bakışında, belki de annesinin söylediklerini bilmemizi istercesine;
“Peki, ama hemen değil anne, akşamüzerine doğru. Her şeyi anlatmak ve açıklamalarım sonunda yaşamak istediklerimi yaşamak arzumu dillendirmek isteğimle. Şimdi söylemeyi ve bilmeni istediğim şey; eğer ben, bana değer verenlerin sıcaklıklarını onlara saygı ve sevgimle devam ettirebilirsem; evi de, okulumu da, mirasını da, yetim maaşımı da, seni de sana bırakır, yaşamayı dilediğim bu hayata rıza gösteririm, gerekirse iş bulup çalışarak. Annemsin, hakkın var, ancak bu, her şeye egemen olduğun anlamına gelmez!”
Tekrar durakladı bir süre, belki de karşıdan kendine ulaşan sesleri sindirmek arzusuyla ve devam etti;
“Sen yaşadın anne, neden benim de yaşamama kısıtlama getirme gayretindesin ki?” dedikten sonra, annesini dinlemeye devam etmemek arzusuyla telefonunu sitemle kapattı ve sessizliğe büründü.
Teselli ararcasına annemin omzuna dayadı başını, sanırım sessizce ağlıyor ve iç çekiyordu. Hissettiğim kadarıyla anlatacak çok şeyi vardı, ama hemen değil...
O sırada da benim telefonum çaldı. Bitkin, yorgun ve bezgin bir sesle patronumdu konuşan;
“Sana öncesinde haber vermemiştim. Kırk yılda bir izin aldın, onda da istimlâk(3) kararıyla dükkânı yıkmaya geldiler. Eşyaları bir depoya koyacağım, sanırım yeni bir yer açmak zorundayım. O nedenle yeni bir yer buluncaya kadar sana ücret ödemem mümkün değil, ‘Başının çaresine bak!’ demek için aradım seni. Bundan böyle belki de uzun bir süre benden sana hayır yok, oğlum! Hakkını helâl et!”
Böyle bir durumda insanın düşünceleri ne, nasıl ve neler olabilirdi? Beynim beyin olma vasfını yitirmiş, statik(3) bir durumda idi. Bedbinlik, küskünlük bana yakışmazdı. Bakmak zorunda olduğum ailem için çalışmam, sevdiğim genç kız için gayretli ve güçlü olmam ve düşüncelerimin sağlıklı olması gerekliydi.
Birbirimize bakıyorduk, belki de anlamsız, kararsız, umarsız gözlerle, annem, ben ve o. O; birçok şeyi biliyormuşçasına, öğrenmişçesine gibi ayağa kalktı eteklerini düzelterek ve annemin belki de sitem dolu bakışlarından etkilenerek yakasının düğmelerini, gömleğinin alt kısmını çözerek karnını, göbeğini kapattı.
“Ben bir çay demleyeyim, eğer bana destek olursanız, bu arada düşünürüz de!” dedi anneme.
Annem fark ettiğim, daha doğrusu hissettiğim kadarıyla sevdiğim insanı alkışlama modundaydı. Fazla üstelemedi.
Sessizliğimizle, yoğun düşüncelerimizle geçen zamanın farkında değildik, ta ki kızlar okuldan dönüp, hayret dolu bakışlarını üzerlerimizde gezdirmeye başladıkları ana kadar. Annem onları kendi odalarına topladı, galiba gereken bilgileri ve gelişmeleri aktarmak için!
Anjelik, bu fırsattan faydalanma arzusuyla sokuldu bana;
“Hiçbir şey için üzülme, ben ölünceye kadar seninim, sen bana yetersin ömrüm boyunca, ben de sonsuz sevgimle yetmeğe çalışırım sana. Yeter ki o gözlerine elem doluşmasın gayretinle. Sen nasıl olsa iş bulursun. Belki ben de iş bulurum, destek olmak için…
Ama tüm varlığımla senin olmam için bana bir-iki gün izin ver, eğer sen de, sizler de benim seni, sizleri istediğim kadar istersen, isterseniz her şey arkamızda kalır, hep önümüze, önümüzdeki aydınlığa bakarız, inan!”
“Ben sana, seni ilk gördüğüm andan beri inanıyorum!”
Vakit nakitti. Öncelikle annesi gibi yâr olmayacağını tembihlediğim Anjelik'i evine bırakacak, sonra var gücümle çevremi, iş yapıp hoşgörüyle karşılandığım, tamirimden memnun olduklarını sandığım yer ve aileleri dolaşacaktım, gerekirse acındırarak değil, ama derdimi, kendimi anlatmayı düşünerek...
Annemin manidar(3) bakışlarını göz ardı edip(2) el ele tutuşarak evden çıktığımızda;
“Elinden ne gibi işler gelir? Bir-iki aile dostumuz var, ben de onlara sorayım, senin için yardımcı olup olmayacaklarını?”
Hani Türkçemizde klâsik bir söz vardı; “Ne iş olsa yaparım abi!” şeklinde. Ben de Anjelik'in elini sıkarak aynı sözü söyledim;
“Ne iş olsa yaparım abla!”
“Hoş adamsın, hatta deli! En olmadık, en mutsuz anında bile espri yapıp mutlu olabiliyor, karşındakini de mutlu edebiliyorsun!”
“Mutlu olmak bir sanat! Sen yanımda, elin elimde, nefesini hissederken dünyada benden yüce bir sanatkâr olduğu düşüncelerimin kenarından bile geçmiyor.”
Anjelik bu sefer etrafındaki kalabalığı adam yerine koyarak sadece elimi sıktı kuvvetlice ve fısıldadı;
“Seni seviyor, çok seviyorum hem, beni sensizliğin sessizliğine terk etme, her ne olursa olsun. Sensiz yaşamaktansa neyi tercih edeceğimi anlatmam mümkün değil, asla!”
Söz verdim.
Sonrasında, o istemediği halde derin bir sessizlik sürdü yaşamımızda, günler boyu abartısız.
Annesi yasaklar koymuş, kapılara kilitler vurmuş, cep telefonunu elinden aldığı gibi ev telefonunu da kaldırarak Anjelik'e sadece sokağın, şehrin değil, ülkenin ve tüm dünyanın kapılarını kapatmıştı.
Benim için iş-güç önemli değildi. Bisikletim de artık ayaklarımın altındaki hükmünü yitirmişti. Kızılderili “Oturan Boğa(1)” veya kukumav kuşu(1) veyahut da kuluçkaya yatmış gurk bir tavuk gibi, her gün penceresinin önüne geliyor, perdelerini, pencerelerini açmasını, beni görmesini istiyordum, neler yaşadığını, imkânsızlıklarını bilmeksizin.
Uzunca bir süre fark edilmedim. Sonrasında bir gün penceresinde aydınlığını gördüm ve telefon işareti yaptım, elimle, parmaklarımla. Kafasını salladı; “Yok!” ya da “İmkânsız” anlamında. Bu kere “Yaz!” diye işaretledim, arzumu.
Pencere pervazından uzanan haşin bir el ki, annesine ait olduğunu sandığım, onu pencere önünden de uzaklaştırdı. Bir şeyler vardı, ama anlamadığım bir şeyler, nasıl öğrenebileceğimi bilemediğim.
Küskünce döndüm eve. Yememek dikkatini çekmişti annemin; canım istemiyordu, çünkü. Hem uykum da gelmiyordu, sağa dönüyor, sola dönüyor, annemin bakışlarına uygun olarak uyuyor numarası çekiyordum. Hissetmez miydi? Hissederdi mutlaka, ama hissettiğini hissettirmek istemezdi.
Gecenin oldukça ilerlemiş, belki de sabaha yakın bir vaktinde cep telefonum çaldı, o idi. Heyecanla doğruldum yerimden, çünkü numara ona aitti;
“Anjelik?” dedim sorarcasına.
“Bağışla! Ben Muzaffer'in annesi Kevser! Deli kız gaz tüpünü açıp intihara kalkışmış, acele gel!” dedikten sonra ricasını kesinleştirmek için; “Oğlum!” sözünü ekledi.
Annesinin başlangıçtaki 7/24 terörü ve özellikle son hareketi çok üzmüş olsa gerekti Muzaffer’i. Belki de bunun için plânmış olabilirdi eylemini.
“Kesinlikle lâmba düğmeleri ile oynamayın, elektrikleri açmayın. Tüm kapı ve pencereleri tamamen açın, Muzaffer'i havadar bir yere taşıyın, siz de o ortamda durmayın. Onun solunumla ilgili bir sorunu yoktur inşallah…
Öyle gibi görünüyorsa ağzından nefes alıp vermeğe çalışın. Hemen acil ilk yardıma telefon edip ambulans isteyin, ses ve sözlerle ayakta tutmaya, zihninin açılmasına yardımcı olun…
Eklemem gereken tek söz; “Ben hemen geliyorum!” demekti.
Durakta taksi vardı, hemen birine adresi tarif ettim, bisikletle kısa zamanda ulaşmam kesinlikle mümkün değildi. Tabiidir ki annemle beraber olduğumu söylemedim, değil mi?
Eve geldiğimizde anne-kız kapının önündeydiler ve özellikle Anjelik derin bir şekilde soluklanmağa çalışırken ambulans geldi, annesinin dudaklarından şu sözler döküldü;
“Nasıl anlamadım, dünyada yaşanan ve yaşanacak en güzel şeyin aşk olduğunu, ondan üstün hiçbir şey olmadığını…
Neden o eziyeti çektirdim ki sizlere?”
“Ha şunu bileydin!” demek geçti içimden, diyemezdim ama. Önce hastaneye yetiştirmeliydim sevdiğimi.
Ambulansta hemşirenin yanındaydım, doktorla birlikte. Muzaffer'in ambulansın sarsıntıları nedeniyle öğürmesi(2), ağzından köpüklerin çıkması endişelendirmişti beni.
Umut yoksa yaşamak bence beyhudedir(3), fuzulidir(3). Solgun ve bitkin görünüyordu Anjelik. Ben asla onun kadar cesur ve kesin kararlı olamazdım, onun intihar eylemi gibi. Üstelik bu düşünceye onun kadar sadık olmayacağım da fazlasıyla iyimserlik gibi görünüyordu bana.
“Doktor?” dedim sorarcasına.
“Sanırım sadece gaz zehirlenmesi değil, farklı bir şeyler de yemiş, ya da içmiş olabilir, örneğin ecza dolabındaki ilâçların tümü, ya da bir kısmı gibi. Ama endişelenmeyin, kendinde ve olayın üzerinden fazla bir zaman geçmemiş!”
Duraklar gibi olan Doktor en güçlendiren cümleyi en sona saklamıştı;
“Mustafa Kemal Atatürk'ün dediği gibi; ‘Emanet edileceği Türk doktorları’ onun için tüm gereklilikleri hakkıyla gerçekleştirecekler ve hanımefendiyi yaşama döndüreceklerdir.”
Rahatlamış gibiydim. Eğer Muzaffer'in cep telefonu hâlâ annesindeyse müjdeli haberi ona da, anneme de ulaştırmam ve onlarla paylaşmam gerekliydi.
Yanılmamıştım.
“Gözümüz aydın demek için belki erken, ama doktorun şimdiden ‘geçmiş olsun!’ dileklerini iletmemin yararlı olacağını düşündüm!” dedim.
Sonra...
Sonrasında yaşama dönmüştü Muzaffer...
Yaşamaması gereken bir olaydan sonra hüzün, elem ve pişmanlık asla işe yarayan bir düşünce değildi, hele ki ölmek kadar yaşamanın ve sevmenin de hak olduğu düşünülürse.
Doğuranın da, doyuranın da her şeye egemen olduğu felsefesi; yaygınlığı yanında haksızlığı da barındırıyordu.
Anjelik ulaşamayacağını düşündükleri için, belki ulaşmak istediği Tanrısına yardım etme çabası yaşamıştı. Ancak Tanrı onu bana bağışlamış, geri döndürmüştü onu…
YAZANIN NOTLARI:
(*) Anjelik ve Kral (Angéliqué et le Roy); Karı-koca Anne ve Serge GOLON’a ait bir roman olup Michele MERCIER’in başrolünü oynadığı yönetmenliğini BORDIERE’nin yaptığı dizi film.
(*) Ahad; (Türkçemizde; Ehad, Ehat) Kur’an’ın İhlas Suresinde; “Birlik ve teklik” anlamlarını, “Samed (Türkçemizde; Samet) ” sıfatı ise onun varoluş bakımından kimseye muhtaç olmayıp her şeyin varlığının kendisine borçlu olduğunun ifadesi.
Muzaffer; Üstünlük sağlamış, düşmanını yenmiş, utku kazanmış (Zafer Bayramı gününde doğan erkek ve kız çocuklarına verilen isim).
Kevser; Cennette bulunan bir havuz olduğuna, sütten ak, kaymaktan yumuşak, baldan tatlı, kardan soğuk olduğuna ve içenin bir daha susamadığına inanılan su. Kur’an’da en kısa sure adı. İsim olarak genelde kız çocuklarına verilmekle birlikte erkek çocuklara da konulan isim.
(1) Baz İstasyonu; Cep telefonu iletişimini sağlayabilmek için elektromanyetik sinyaller yayan ve bu sinyalleri alan bir radyo vericisi. Kısaca sinyal alıcı ve verici.
Bir Nebze; Çok az şey, az, pek az, bir parça.
Boy Bos; Endam. Vücut, beden
Ekmek Teknesi; Kazanç sağlanan alet, cihaz, eşya, yer, iş.
Kös Kös; Aldırış etmeksizin, hiçbir şeyi umursamaksızın, önem vermeksizin.
Kukumav Kuşu; Baykuşgillerden kahverengi tüylerinin üzerinde beyaz benekleri olan, kafasını 1800 çevirebilen bir baykuş türü. Türkiye’de her mevsim rastlanan bir kuş türü olup, küçük memelilerle, böcek ve sürüngenlerle beslenen genellikle düşünceli gibi durağan hali olan kuş (Öyküde durağanlığı vurgulanmıştır).
Mal Bulmuş Mağribi; Mağrubi şeklinde de kullanılan, “Kendinden umulmayacak işleri yapan kişi” anlamında kullanılan bir deyim. Büyük bir zenginliğe kavuşmuşçasına, büyük bir sevinç, neşe ve coşku ile.
Oturan Boğa; ABD ordularına karşı savaşan Siyuların Lakato grubundan Hunkpapa kolunun son Kıızılderili Kabile Reisi.
Pılı-Pırtı; Eski eşya. Bir yerlerden gelirken atılan, ya da bir yerlere giderken alınan ufak tefek şeyler.
Ritimli (Ritmik) Adımlar; Düzenli aralıklarla tekrarlanan adımlar.
Yarım Yamalak; Yalapşap. Yalap şalap. Baştan savma, üstünkörü.
(2) Adam Olmak; Büyümek, yetişmek, topluma yararlı olmak, iyi olmak, adam gibi davranmak, bir duruşa sahip olmak. Bir gruba dâhil olmak değil, bir duruşa sahip olmaktır.
Aval Aval Bakınmak; Aptalca, aptal aptal etrafa bakınmak.
Basireti Bağlanmak; Gerçeği göremez bir duruma düşmek, iyi ve yerinde düşünememek, doğru yolu görememek, alınabilecek uygun bir önlem varsa almamak, alamamak.
Göz Ardı Etmek (Edilmek); Gereken önemi vermemek, verilmemek.
Haz Etmek (Haz Almak, Haz Duymak, Hazzetmek); Hoşa giden duygulanma, hoşlanmak, keyif, tat ve zevk almak. Bir şeyden duyusal, hoşnutluk ve manevi sevinç duyma.
İrsi Olmak; Kalıtım, soyaçekim etkisi. Çevre etkileriyle köklü olarak değiştirilmeyen biyolojik özelliklerin bir kuşaktan diğer kuşağa geçmesi, soya çekim, veraset olma durumu. Bireylerin genetik yapılanması, kalıtım ve kalıtsal olarak özellik ve niteliklerin ebeveynlerden fiziksel ve zihinsel karakterlerin yavrulara aktarılması özelliklerin geçişi.
Kavileşmek; Pekişmek, sağlamlaşmak, güçlenmek. Dayanıklı ve güçlü duruma gelmek.
Melil Melil (Melül Melül), Melûl Melûl) Arkasından Bakmak; Boynu bükük, usanmış, bıkmış, bıkkın, hüzünlü, mahzun, üzgün, zavallı, yoksul bir şekilde giden birinin arkasından hüzünle, başlayan bir özlemle bakmak.
Odaklanmak; Belli bir noktada, yerde veya olguda toplanmak, odaklaşmak. Odaklama işine konu olmak. Fokuslanmak.
Ödü Patlamak; Ani bir olay nedeniyle çok korkmak.
Öğürmek; Kusarken ya da kusacak gibi olurken öğürtü sesi çıkarmak.
Ramak Kalmak; Bir şeyin olmasına az kalmak. Hemen hemen, az daha olacak, kıl payı kurtulmak.
Ses, Soluk Çıkmamak (Sesi, Soluğu Çıkamamak); Bir şey söylemeyerek susmak, ses çıkarmamak.
Slalom Yapmak; Engeller arasında zikzak çizmek.
Spin Atmak; Herhangi bir zorunluluk olmaksızın, karayollarında dönüş kuralları dışında bilerek ve isteyerek aracın el freninin çekilmesi suretiyle veya başka yöntemlerle aracın ani olarak yönünün değiştirilmesi veya kendi etrafında döndürülmesi (2918 sayılı kanunun 67. Maddesi birinci fıkrası ve (d) bendine göre yasaktır.) Öyküde bisikletin kayışı karikatürize edilmek istenmiştir).
Takdir Etmek; Beğenmek, beğendiğini belli etmek, değer vermek. Tanrı’nın uygun görmesi. Bir şeyin değerini, önemini, gerekliliğini anlamak. Değerini biçebilmek.
(3) Âdâp (Adap); Edep kelimesinin çoğulu, Edepler. İyiliğe, güzelliğe yönelttiği için insanın övgüye değer güzellikler. Dinin gerekli gördüğü ve aklın güzel bulduğu bütün söz ve davranışlar ile uyulması gereken görgü kurallarını, göz önünde bulundurulması, izlenilmesi, bilinmesi gereken yol, yordam, yöntem gibi unsurlar… (Adaplı; Buna sahip).
Alık; Akılsız, aptal, bön, budala, salak, sersem, şaşkın.
Badire; Ansızın (beklenmeyen bir zamanda) ortaya çıkan tehlikeli, bunaltıcı zor durum. Darboğaz, sıkıntı.
Beyhude; Yararsız, anlamsız, boşuna.
Dâhi; Olağanüstü yeteneği ve yaratıcı gücü olan.
Deha; Yüksek zekâ. İnsan zekâsının erişebileceği en son kerte. Yaratıcı zekâ, yaratıcı kişilik, herhangi bir alanda, özellikle de bilim, sanat ve yazında yaratıcı güç.
Fuzuli; Gereksiz, yersiz, boş, boşuna, haksız, boşboğaz, gereksiz işlerle uğraşan.
Gabi; Anlayışsız ya da anlayışı kıt, zekâ yoksunu, kalın (odun) kafalı, ahmak, budala, anlayışsız, bön, gerzek, geri zekâlı.
Garabet; Yadırganacak yönü olma, gariplik, tuhaflık.
Gâvur; İslâm’a göre peygamberi olmayan, Müslüman olmayan kimseler. Dinsiz, merhametsiz, acımasız, inatçı. (Yöresel olarak) Yabancı, el.
İstimlâk; Kamulaştırma; Devletleştirme. Özelleştirme. Millileştirme. Kamu yararının gerektirdiği durumlarda gerçek ve tüzel kişilerin mülkiyetlerindeki her türlü varlığın piyasa değeri ödenerek kamu mülkiyetine geçirilmesi.
Kalantor; Yaşlıca, gösterişe düşkün ve varlıklı erkek.
Manidar; Anlamlı, anlamı olan, manalı.
Masumane; Masum bir biçimde, masum, temiz, saf. Masumca, günahsız, suçsuz olarak.
Mazbut; Derli toplu, düzgün, düzenli, beğenilen, sağlam. Doğa olaylarından etkilenmeyecek bir biçimde yapılmış, korunmuş. Ele geçirilmiş, zapt edilmiş, bir deftere kaydedilmiş, korunmuş, muhafaza edilmiş, unutulmamış, hatırda kalmış.
Posa; Her türlü besin maddesinin suyu alınmış artığı. Şekerpancarının ezilip soğuk suda birkaç kez sıkılmasından sonra geriye kalan ve suda erimeyen artığı. Çökelti, tortu.
Promil; Alınan alkolün 100 mg kandaki oranını miligram olarak gösteren ölçü birimi.
Safdillik; Saflık, temiz kalplilik, alçak gönüllülük, kolay inanırlık, aldatılabilirlik, kerizlik.
Statik; Belirli bir süre hep aynı kalan. Durağan. Değişme, gelişme, ilerleme göstermeyen, değişmeyen.
Uçuk; Deli, dolu. Uçmuş, soluk. Açık, uçmuş, soluk renk. Hafif, belirsiz. Ateşli hastalıklar, ruhsal bunalımlar veya korku sonucu genellikle dudakta beliren kabarcık.
Ücra; Çok uzakta, en uçta bulunan.
(4) Ete, kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm… Yunus EMRE
(5) Aşkın aldı benden beni… şeklinde başlayan Yunus EMRE dizelerinin nakarat bölümü; “Bana seni gerek seni” şeklindedir.
(6) Uzanılamayan Üzüme Koruk Demek; Genelde; “Tilki uzanamadığı üzüme…” şeklinde bir deyiş. Tilki her ne kadar etobursa da demek istediğim imkânsızın, imkânsızlığı anlamında. Kişinin başaramadığı bir şey için mazeret bulması anlamındadır.
Benzeri deyimler; Kedi erişemediği (ulaşamadığı, uzanamadığı) ciğere “Mundar! (‘Pis, kirli’ anlamlarında)” dermiş! Bir nebze; Aç tavuk kendini darı ambarında görürmüş! Uyuz keçi oluktan su içermiş! Yılan kendi eğriliğini bilmez, deveye boynun eğri dermiş! Keçinin sevmediği ot burnunun dibinde, yılanın sevmediği ot yuvasının başında bitermiş!) deyime yakışan sözler olabilir. Hepsi mazeret uydurma anlamlarında olup tilki ve kedinin farklı anlamlarda yarıştığı bellidir.
(7) Haddini Bilmek; Neler yapabileceğini, gücünün ve yeteneğinin nelere yetebileceğini bilerek onun ötesine geçmemek, ölçüsünü bilmek. Mevlânâ Celâleddîn-î RÛMÎ’ya sormuşlar; “O kadar yazarsın, o kadar okursun, ne bilirsin?” diye şu cevabı vermiş; “Haddimi bilirim!”
(8) Yüksek yerlerde sizin gibi kartallar da olabiliyor, benim gibi sürüngen yılanlar da… Sözün aslı; “Yükselmenin en alçakçası, zayıfların sırtına basarak yükselmektir! (Yüksek yerlerde kartala da, yılana da rastlarsın, biri uçarak, biri sürünerek ulaşmıştır oraya… Cenap ŞAHABETTİN)”
Ve buna karşı çok berilerden beri benim yorumum: Biri, ya da birileri yükselmişse mutlaka zayıfların sırtına mı başmışlar, demektir. Meselâ torpil dediğimiz şey bu sözün içeriğinde düşünülebilir mi? Yükselmenin en alçakçası sırtını bir kuvvetliye dayamak, ya da torpil yapmak desek, daha mı doğru olur ki?)
(9) Hacca Giden Karınca; Çıkınını omzuna asıp yola koyulan karıncaya sormuşlar; “Hayrola, nereye böyle?” “Hacca gidiyorum!” “Ömrün yetmez ki?” Karıncanın cevabı anlamlıdır; “Bu yolda ölürüm ya!”
Karıncanın dediği gibi; “Ben de biliyorum tek başıma yangını söndüremeyeceğimi… Ama hiç değilse hangi tarafta olduğumu belli ederim.”
(10) Kişiye her işi âlâ görünür, kuzguna yavrusu Anka görünür. ŞİNASİ Diğer sözler;
Kuzguna Yavrusu Anka (Şahin) Gözükmek (Görünmek); Herkesin kendi yarattığı şey, çirkin de olsa gözüne güzel görünürmüş anlamında olup buna benzer diğer sözleri şöyle tasnif edebiliriz;-“Kuzguna yavrusu şahin görünür! Komşunun tavuğu, komşuya kaz gibi görünür! Küçük suda büyük balık olmaz! Sabır acıdır, meyvesi tatlıdır! Sinek yavrusuna; ‘Kurban olurum o karabacaklara, beyaz duvarlarda yürüyorlar!’ dermiş. Kirpi yavrusunu; ‘Pamuğum!’ diye severmiş.”
(11) Çeşmi insaf gibi kâmile (ârife) mizan olmaz / Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz. Talib-i KADİM. “Olgun insana insaf gözü gibi ölçü bulunmaz, kişinin kendi eksiğini bilmesi gibi irfan olmaz” anlamını taşır. Bu; haddini bilmek, başkalarının kusur ve yanlışlıklarını görmemek anlamlarında kullanılmakta olan bir sözdür.
Buna benzer Ziya Paşanın (Abdülhamid Ziyâeddin) şöyle bir sözü vardır; Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz / Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde. (Bir kişi hakkında yargıya varmak, nasıl bir kişi olduğunu öğrenmek istiyorsanız onun hakkında söylenen sözler yerine, yaptığı işe bakınız. Çünkü yaptığı o iş, onun ne kadar sorumlu, bilgili ve yetenekli olduğunu açıklar).
(12) Kalp Kalbe Karşıdır; İnsan kalbi, diğer birinin kendine karşı sevgi mi, nefret mi beslediğini hisseder, sevgi varsa sevgi, nefret varsa soğukluk demektir.
Kalp kalbe karşıdır derler, onun için sormadım… Güftesi; Turhan TAŞAN’a, Bestesi; Coşkun SABAH’a ait olan Türk Sanat Müziği eseri Hicaz Makamındadır.
Uyandım seninle birden… şeklinde başlayan “Kalp kalbe karşıdır, derler” Aslı GÜNGÖR
(13) Dolaştım Güllüşah hep senin için… şeklinde başlayan Rasim YILMAZ’ın derlediği Âşık İhsani DUVAR’ın meşhur ettiği Artvin yöresine ait Türkü. Birçok ilimizin adının geçtiği türkünün nakaratı; “Dolaştım Güllüşah hep senin için” şeklindedir. Bunun benzeri bir türkü de; “Acep gezsem ala gözlüm var m’ola?” şeklindedir, Karacaoğlan’a aittir (sanırım).
Gerekli değilmiş görünebilirse de yazmayı artı görüyorum, Kur’an, Maide Suresi 51. Ayet; “Yahudi ve Hristiyanlarla (Yani; kitabı olanlarla) dost olmayın” denmekte. Ancak; Maide Suresinin 57. Ayetinde ise; “Daha önce kendilerine kitap verilmiş olanlar eğer dininizle alay eden kâfirler ise, onları dost edinmeyin!” denmekte.
(14) Gerçekten seviyorsan eğer uzaklık gözünü korkutmamalı. Çünkü asla unutma; yanındayken bile uzaktır bazıları. Adam FAWER
(15) Bir elde kadeh, bir elde Kuran / Bir helâldir işimiz, bir haram. / Şu yarım yamalak dünyada, / Ne tam kâfiriz, ne de Müslüman. Ömer HAYYAM (Rubaisi) Yazmak gereği hissettim.
(16) Gülümseyin; öyle samimi ve sağlıklı olun ki, her sıktığınız ele, ruhunuzu da katın! Dale CARNEGIE
(17) İnsan âlemde hayal ettiği müddetçe yaşar… “DENİZİN TÜRKÜSÜ” Yahya Kemal BEYATLI (Şiirin en anlamlı en son dizesi).
(18) Hayallerinin Esiri Olmamak; Rudyard KIPLING “EĞER (IF)” isimli şiirinde, (If you keep your head when all about you… şeklinde başlayan) “Çevrende herkes şaşırırsa, bunu da senden bilse, sen aklı başında kalabilirsen eğer… Eğer hayal edebilir ve hayallerinin esiri olmazsan” denilmekte.
Rahmetli Bülent ECEVİT bu şiiri “ADAM OLMAK” olarak tercüme etmiş ve bu dizeyi; “Düşlere kapılmadan, düş kurabilir(sen)” şeklinde belirtmiştir. Bu konuda Mallarme, Baudalaire, Rimbaud, Varlaine, Valery ve Poe’nun sayılamayacak çok güzel sözleri vardır.
(19) Medeni Cesaret; Girişken olmak, haksızlıkların karşısında dik durmak
Yirminci yüzyılda uygarca direnişin adıdır “Medeni Cesaret” Bu konuda çok zengin değil toplumumuz. Bir kaplumbağa gibi yaşamayı, bir “sürüngen” gibi beslenmeyi, bir “yılan” gibi yükseklere tırmanmayı hüner saymışız yıllarca. Sorumluluk pınarlarından, bilinç çeşmelerinden gürül gürül… Uğur MUMCU