Bilen var mıydı, derdinin ne olduğunu? Belki...

Diğer çocuklardan, bebelerden farklıydı doğduğunda. Cam gibi gözleri vardı, masmavi gibi de, masmaviden açık, griye yakın.

Ve bakışları manalı, ama tehdit eder gibisine kaşları çatık, elleri çok zaman sıkılı, yumruk atmak, açıkken karşısındakini tokatlamak ister gibi.

Tavşan dudakları, daha doğumunda şekillenmeye başlayan iki tavşan dişiyle ilerleyen zamanda sütü tükenen annesinin memesinin ucunu koparayazmıştı.

Annesi; “Nankör!” ya da "Mendebur(1)!” yahut da “Allah kahretsin!” gibi sözleri, ilerlemiş yaşında Tanrının kendisine verdiği nimet olarak gördüğü çocuğu için diyemezdi.

Tüm kasaba, sonradan ilçe olan yöre halkı şaşırmıştı onun doğumuna, annesi hamile iken pek ortalıklarda görünmemiş olduğundan olsa gerek, ya gevşek bırakmıştı karnını, kemerle sıkma gayretini yaşamadan evinde, ya da inandıramamanın güçlüğünü hissetmişti.

“Yastık koymuştur canım!”

“Kısır(1) bir kadın nasıl doğurur ki?”

“Evlâtlık alacaklar her hal! Hazırlığını yapıyorlar önceden... "

Ne zamanki vakti gelince ebe yetişmiş, oğlunu doğurmuş, bu sefer ebenin güvenilirliği nedeniyle önce birbirine fısıldayıp sonra ziyaretine gider olmuşlardı Fatma Gadinin(1).

“Fatma Gadinin bir oğlu olmuş!”

“Hayret bi şi!”

“Hemi de camgöz!”

“Hemi de deli gibi öyle bir bakışları var ki, ‘Öldürem!’ der gibi. Ödün kopar valla!” Daha bebekken hakkında verilen hüküm, öngörülen düşünce, uygun kanaat bu idi.

İlerleyen zamanda büyüdü, büyüdü Camgöz, emsalleri gibi, ama emsallerinden farklı olarak. Hiç de öyle hiddetli, şiddetli, “Öldüreyim! Can yakayım!” gibi değildi bakışları da, davranışları da…

Evden dışarı hiç çıkmıyor, konuşmuyor, konuşamıyor, ya da konuşmamayı tercih ediyordu. Belki de bilmiyor, tüm söylenilenleri yalnız iki kelimeyle “Hı!” ya da “I-ııı!” olarak cevaplıyor, bütün gün sabahtan-akşama kadar kulağını radyoya dayıyor, dikkatli bir şekilde dinliyordu; haber, reklâm, müzik her ne olursa.

Annesinin, babasının sesleri dışında radyodan duyduğu sesler tüm dünyası idi.

Çorba dışındaki her şeyi elleriyle yiyordu, çorbayı da tahta kaşıkla içiyordu, çekincesi var mıydı madenden, kaşık, çatal, bıçaktan bilinmez.

Annesi, babası ona “Can” ismini koymuşlardı, ebe ne koymuştu göbek adı olarak bilinmez, ama isim analığını  ziyarete gelenlerden kim yapmışsa yapmıştı, ismi Camgöz'dü onun.

Düşünülenin aksine, ya akıl edemediklerinden, ya da ikaz edilmediklerinden dolayı, Kafa Kâğıdı yoktu Camgöz'ün. Üstelik bir kısım zorunlulukları da ne ailesi akıl etmiş, ne de çevreden “Yahu!” diyerek tetikleyen olmuştu yapılması, öğretilmesi, bilmesi gerekenleri. Bilenler yaşadıkları tarihler itibariyle “10-15 yaşlarında olsa gerek!” diyorlardı Camgöz için.

Eee be, kardeşim! “10-15 yıl” diyorsun da, belki emsallerine özencinden, her gün sabahın kör vaktinde okul önüne gidip oralarda bir süre bekledikten sonra kendini dağlara vuran çocuğun, ya da delikanlının hal ve tavırlarından anlayıp da onun için neden ailesini ikaz etmezsin ki?

Bu alışkanlığını evinden gün yüzüne çıktıktan sonra, bakışlarından hissedip de neden akıl edip de ailesine, ya da ilgilenip akıl verecek birilerine iletmezsin ki özelliğini bilmediğim kardeşim?

Değil mi ya?

Garip Camgöz ilçe ile yakın köy arasındaki Yolçatı'daki Cinler Cevizinin en üst dallarına kadar çıkıyor, içinden geldiğince bir şeyler söylüyor, ya da söylediğini, çığırdığını sanıyordu.

Oysa en iyi ihtimalle; “Anne, baba, aş, su!” kelimeleri dışında ağzından başka bir söz çıktığını duymamıştı ne anne ve babası, ne de konu-komşu hiç kimse, yıllar yılı.

Derken, ahir ömründe(2) oğlunun dünyaya böylesine gelmesine üzülen babası terki hayat etmiş, yani ölmüş bu vesileyle de devletin aklına düşmüştü Camgöz.

Annesi yönlendirildiği talimatlarla önce devlete, ya da devletin adamlarına, Nüfus İdaresine başvurmuştu, öğretilenleri dikkate alarak.

Çokbilmiş Nüfus Müdürü söylenilenlere itibar etmemiş, söylenilenlerin ortalamasını alarak,

“Olsa olsa 12 yaşında olur bu delikanlı!” dedikten sonra, kendi isminin önemini benimseteceğini düşünerek;

“Adı da Mehmet olsun, devlet gereğini yapsın, okula başlasın hemen!” demişti. Camgöz'ün, yani aslen can olan Mehmet'in gözleri ışıldamıştı okul denince.

İlköğretim, Rehabilitasyon(1) Merkezi değildi ki, okuyup-yazma dışında, davranışları, konuşmayı, söz söylemeyi de öğretsin. Ama Öğretmen Hanım, ilçenin tüm gençlerinin yüreklerini yakıp tutuşturan, ama hiçbirinin, hiç kimsenin yüzüne bakmayıp, ilgilenmeyip onları cesaretlendirmeyen genç ve güzel insan;

“Ben biraz uğraşayım, oldu, oldu, olacak gibiyse devam ederim. Olmazsa gereğini o zaman yapsın devletim!” demişti. Devlet ne yapacaktı ki? Buna annesi nasıl dayanacaktı? Ona devlet tarafından el konulması, kimsenin umurunda ve düşüncesinde değildi, Öğretmen Hanım dışında, belki de sadece adı Melike Öğretmen olan dışında.

Öğretmenin okulda ayırım yapması, Mehmet'e özel ilgi gösterme hakkı yoktu. Ama ders saatleri dışında onunla olağan ötesinde ilgilenmesine, dilini düzeltmesine, davranışlarını olgunlaştırmasına, bir şeyleri öğretmesine kim karışırdı ki? Sadece Camgöz Can Mehmet...

Neden mi? Yıllarca neden sabahın kör vaktinde okulun önünde bekleyip, sonra kendini dağlara vuruyor, ceviz ağacının dallarına tünüyor ve radyodan edindiklerini söylemeye çalışıyordu ki Mehmet? Bunu bir Allah, bir de içinden geçenleri söylemesini bilmeyen kendisi biliyordu Can Mehmet'in.

Hisseden? Yoktu!

Mehmet okula başladığında; “Anne, baba, aş, su” kelimelerinden sonra öğrendiği ve yazmaya çalıştığı ilk kelimeler; “Defter, kitap, kalem, silgi” ve diğer çocukların dediği gibi çok zorlansa da, içindeki birikim nedeniyle “Öğretmenim!” demek olmuştu.

Bu son sözü kendisinin ağzından aldığında, hissediyordu ki öğretmeninin gözleri de ışıldamıştı, belki kendisinin içinden hissettiği gibi.

Öğretmeni ne söylerse söylesin Mehmet sadece “Hı!” diyordu, başka bir söz çıkmıyordu ağzından, ya da başka bir sözü çıkaramıyordu. O halde öğretmeninin birinci sırada öğretmesi gereken kelime “Hı!” yerine “Evet!” ve “I-ıh!” karşılığı olarak “Hayır!” idi.

Mehmet anında öğrendi bu kelimeleri, çok zaman “Evet!” diyerek.

Zaman yerinde saymıyordu, üstelik Nüfus Müdürünün garabet(1) dolgulu davranışı nedeniyle yaşının gereği olmayan bir şekilde cüsseli görünüyordu Mehmet. Bu nedenle aynı sınıfta olmalarına rağmen çocuklar ona önceleri “Memet Abi!” diyorlardı, sonraları unvanı öğretmeninin öğretisiyle değişmiş; “Mehmet Ağabey” olmuştu.

O da sevecen bir tavır sergilemek istediği halde, ancak sevmesini bilmediği için yanlışlıklar yapıyordu.

Bu yanlışlıklardan en önemlileri bir kediyi sevmek isterken boğarak öldürmesi, yakaladığı kuşlardan birini kirli diyerek yıkamak isterken gene boğması idi...

Öğretmeninin işi zordu, belki ve hatta çok zor! Ama ona öğretilenler, ailesinden aldığı örf, terbiye, nezaket yanında yılmamak, hep ileriyi adımlamak prensibini yaşadığından Mehmet'i topluma kazandırmak için ne ya da neler yapması gerektiğini çok iyi biliyordu, üstelik okulda öğrendikleri bilgiler dışında da…

Mehmet de bilmesi gerekenler için bulduğu tüm boş vakitlerde, ödevlerini yapıp bitirdikten sonra, radyoyu daha bir istekle dinliyor, ceviz ağacının tepe dallarında daha çok konuşuyordu kendisi, kendisiyle, başlangıcı “Öğretmenim” olan kelimelerle.

Öğretmenin hiçbir bakımdan, hiç kimseden çekincesi yoktu. Belirlediği vakitlerde ki o vakitleri Mehmet'in özlemle beklediğinden kesinkes emindi Melike Öğretmen, Mehmet de o zamanlar saati, dakikayı henüz öğrenemediğinden ceviz ağacında tünemeyip evinde oluyordu, daha sabahtan, sabah ezanı bile okunmadan evvel, hazırlanmış olarak.

Okul akşam tatiline girip de Müdür okuldan ayrılıncaya kadar sınıfta bekleyerek, hafta sonlarında belirlediği vakitlerde çekinmeksizin Fatma Gadinin evinde Mehmet'in eğitimine devam ediyordu, öğretmen.

Bunun için kendisini en çok yönlendiren ve hatta cesaretlendiren şey, kendisini etkilediğini itiraf etmese bile, Mehmet'in cam gözlerinde hissettiği ışık ve öğrenme arzusu idi.

Hangi öğretmen eseriyle, eserleriyle övünmez, övünmek istemezdi ki? Hele ki eseri olmaktan mutlu olan, mutlu olmayı isteyen bir öğrencisi varsa...

Mehmet düşüncesine göre, üçüncü sınıftaydı, daha ilerisi olabilir miydi? Mümkün değildi, bazı şeyleri unutacak kadar, hem de ilgi gösterdiği bir öğrencisini sınıfını unutacak kadar yanlışı olamazdı öğretmenin.

Mehmet bir akşamüzeri okuldan döndüğünde annesinin cansız bedeni ile karşılaşmıştı. Yol-iz, ne-nasıl-niçin, bilmiyordu. Doğumuna inanmayan kapı komşularından birinin evine gidip kapıya çıkan adamın elinden tutup annesinin başına getirip kendisi sekinin bir kenarına büzülürcesine oturdu.

Henüz ağlamasını öğrenmemişti, boş cam gözlerle annesinin cansız bedenine bakıyordu. Babasına da böyle bir şeyler olmuştu, ama o zaman annesi başındaydı ve o günden sonra babası hiç mi hiç görünmemişti, annesi de öyle mi olacaktı ki acaba?

Düşünebiliyordu Mehmet. Bu yetiyi öğretmeni sayesinde kazandığı için seviniyordu, ancak düşünmekte de zorlandığı bir gerçekti. Bundan sonra “Anne-baba hayır!” ve “Aş-su da hayır!” demekti. Daha “Yok!” kelimesi bile yerleşmemişti beynine.

Oysa biliyordu, öğrenmişti de ama yaşadığı şu an, hatırlamasını engellemiş, belki de bunun için “Hayır!” demek kolayına gelmişti.

Olayı duyan ve çocuklarından özür dileyerek Müdüre durumu anlatan Melike Öğretmen, derse kendi yerine onun girmesini, çocukların derslerinin boş geçmemesini rica etmiş sonrasında rahmetli olan Fatma Gadinin evine yönelmişti.

Ne yapacağını bilmiyordu Mehmet. Öğretmeni evine geldiğinde, annesi, babası sağken onların ellerini öpmeyi öğrenmişti, onlar da onu kucaklamış, bağırlarına basıp, başını göğüslerine yaslayıp saçlarını okşamışlar, sonra da sırtına vurmuşlardı avuç içleriyle.

Yaşamda bundan güzel bir şey yoktu kendince. O halde öğretmeninin de elini öpmeliydi.

Eğildi, öptü öğretmeninin elini, öğretmen şaşkın, hareketsiz, sessiz, Camgöz beklenti içindeydi, bilinçsizce. Baktı öğretmeninde hareket yok, Camgöz yardım etmeyi düşündü ona.

Elini tuttu, saçlarım tarattı öğretmeninin suskunluğunda, sonra başını göğsüne dayadı öğretmeninin, onun elini saçlarından çekip aynı elle sırtına vurdu, birkaç kere, sonra kalkıp sedirin bir kenara sinip büzüldü, uysalca, sessizce.

Nelerin, niçin, ne zaman, nasıl yapıldığını bilmiyordu. Akrabaları var mıydı, varsa kimlerdi, bilmiyor, hatırlamıyordu, belki de özrü nedeniyle kendinden uzak kalmayı yeğlemiş olabilirlerdi. Çünkü öğretmen Melike, melike değil melâike(1) idi.

Öğretmeni ve çevresinde koşuşturan birkaç komşu dışında tanıdık hiçbir yüz yoktu çevresinde, ne evden camiye, ne camiden mezara giderken, ne de dönerken, öğretmeni dışında.

Ve elinden tutan, sırtına pat-pat vurarak teselli eden de.

Bazı şeyler harçlıksız yapılmazdı. Çünkü annesi-babası kendisine harçlık verir, o da bakkaldan ekmek, süt falan alırken yanında canının çektiği bir şeyleri de alır, o harçlığı bakkala verir, canının çektiği şeyi de evde gösterip ondan sonra icabına bakardı!

Tuhaftı ki, elindeki harçlık her zaman bakkal amcasına yeterdi. Bilmezdi ki; az ise babasının tamamladığını, çok ise bakkalın babasına iade ettiğini. Camgöz için annesi de, babası da çok şey biliyorlardı, verdikleri harçlık hep tam tamına geliyordu!

Okula başladığında melâike öğretmeni parayı da, kiloyu da, metreyi de öğretmişti ona. Tarihleri, saatleri ise, çoktan hatmetmişti(3) Camgöz, “Üf ki üf!” Demek ki öğretmeni annesinden, babasından da daha çok şeyi biliyordu!

Devlet Baba her ayın birinde harçlık, ya da para veriyordu ona. Bir yerlere gidip alıyor, birazını orada bırakıyordu, çünkü o bir yerlerdeki ablalar; “İyi olur!” demişlerdi. Öğretmeni onu kırmayacak bir şekilde söylemek zaruretini hissetmişti;

“Bu parayı sana devlet verdi!” demişti, asla “Özürlü Desteği” ya da benzeri gibi bir söz çıkmamıştı ağzından. Hem zaten nedenini de bilmiyordu ki.

Sonra öğretmeni rehberlik etmiş, bakkala veresiye borcunu; harçlıksız, ya da parasız aldıkları şeylerin bedelini nasıl ödeyeceğini, elektrik-su makbuzlarının bedellerini nereye yatıracağını, hediye ettiği bir duvar takviminde işaretleyerek göstermiş, ilk seferde destek olmuştu kendisine, her zamanki gibi.

Bu genç öğretmen gerçekten çok şeyi biliyordu, hatta iddia edebilirdi ki Melike öğretmen her şeyi biliyordu, bilmediği şey yok gibiydi. Kendisini bile bilmişti hemen, kendisi olmadığı, kendisi kendisini bilmediği halde.

Mezarlıkta annesi toprağa indirilirken, hoca dedikleri kişi bağıra-çığıra anlamadığı bir şeyleri söylerken, öğretmeni onu göğsüne yaslamış, parmaklarını saçları arasından geçirdikten sonra vurur gibi, tokatlar gibi değil, okşarcasına sırtını sıvazlamıştı.

Öğretmeninin kokusu annesinin de, babasının da kokusundan farklıydı. Anlamını bilmiyordu, ama babası onu her hafta sonu yıkadıktan sonra annesi onu kurularken; “Misler gibi kokuyorsun, oğlum!” derdi, babasını yitirdikten sonra kendi yıkanmaya başlamış, ancak annesinin söylemi hiç değişmemişti; “Misler gibi kokuyorsun oğlum!”

O da öğretmenine aynı sözü söyledi, hem de bir çırpıda;

“Misler gibi kokuyorsun, öğretmenim!”

Öğretmenin özel olarak kullandığı hiçbir koku yoktu, Camgöz'ün hissettiği sadece teninin kokusu idi ki, bunu da ancak içtenlikle seven biri hissedebilirdi, ama nasıl? Camgöz'e böyle bir duyguyu öğretmemişti, kendiliğinden de öğrenmesi, yaşaması mümkün değildi.

Aldığı eğitim nedeniyle biliyordu ki; çocuk olarak kalan büyükler minnetlerini ancak sevgi ile açıklayabiliyorlardı, hiçbir şekilde art düşünceleri olmaksızın. Zaten art düşünce(2) nedir, onu da bilemezlerdi ki, eğer öğretilmemişse.

Sözlerinde samimiydi Camgöz. Sadece içtenliğini, belki de iltifatının, sevgisinin dozunu, yerini ve zamanını iyi ayarlayamamış olabilirdi. Çünkü öğretmen ve Camgöz biz bize ders öğretirken beraberken dedikleri zamanlarda bile Camgöz öğretmeninin ne yüzüne bakıyor, belki de bakabiliyor, ne ellerini tutup saçlarını tarattırıyor, ne de bir ses çıkartıyor, sadece dinliyor, yazıyor, yazmaya, okuyor, okumaya gayret ediyordu.

Çevre komşular ev temizliği, yemek, çamaşır gibi konularda kendisinin evde olmadığı zamanlar yardımcı oluyorlardı Camgöz Mehmet'e. Hatta o verilen isim unutulmuş, sadece Mehmet olmuştu, komşularının indinde.

Eğer Mehmet evdeyse “Silâh zoruyla” gibi onu dışarıya davet ediyorlardı, ya da kovalıyorlardı anlaşılacağı üzere!

Dışarı çıkan Mehmet dert ortağı Yolçatı'daki Cinler Cevizinin son kertelerine(1) kadar tırmanıyor, içinden ne geçiyorsa, öğrendiği kelimelerle uluorta bağırarak, çağırarak söylüyordu, cinlerden çekinmeksizin.

Başlangıçlarda da korkmazdı cinlerden, şimdi ise içindeki zapt edemediği, frenleyemediği duygular nedeniyle hiç mi hiç korkmadığı gibi lâfı gediğine sokma(3) gayretiyle; “Cinler benden korksun!” diyordu.

Bunda devamlı olarak öğretmenini görmek arzusunun, tatil günlerinin olmamasını dilemesinin, daima ders ve ders günleri olmasını istemesinin önemini kendi kendine çözemiyordu.

Bunun yanında komşular evin gerekli işleri için evine geldiklerinde, öğretmeninin de onlara yardıma gelmesini görmüşse, kendisine ders notları, ödevler bıraktığını hissetmişse, belki de utandığından, bilmediği duygular yüzünden, açlığı, susuzluğu göz ardı ederek(3) saatlerce inmiyordu ağacın tepesinden.

Ağaç bir bakıma dertlerini dinleyen, sığınağı olan, bilmediklerini kendisine anlatmasını istediği bir korunaktı kendisi için, belki...

Zaman için söylenen çok sözler vardı; ama en önemlisi şu olsa gerekti; “İnsan her adımını mezardan uzaklaşmak için atar. Yine her adımda mezara bir adım daha yaklaşır. Her nefesi hayatı uzatmak için alır, yine her nefeste hayatından bir nefeslik zamanı azaltır. (4)

O zaman gelmişti Mehmet için. Hiç istemediği halde, öğretmeninin müsamahası(1) olmaksızın, yalnızca kendi gayretiyle, çok şeyi değilse bile bir kısım şeylerin çoğunu öğrenerek ilköğretimini bitirmişti.

Ve sanki beklenen bu imiş gibi; “Askere Celp(1)” diye bir kâğıt gelmişti evine. Askerliği biliyordu Mehmet, ama askerliğin ne ve nasıl olduğunu bilmiyordu.

Okulu bitirmesine rağmen, her gün okulun açılış vaktine kadar kenarlarda, köşelerde bekleyip, Cinler Cevizinin tepe dallarına tünemeyi düşlerken bu kâğıt da neyin nesiydi ki?

Kâğıdı öğretmenine gösterip bilgi almak yahut da öğretmenini içinden geldiği gibi görürken elindeki kâğıdı göstermek için öğretmeninin kapısına yöneldi, içindeki zapt edemediği duyguların olduğunu bilmeksizin, yaşadığı halde anlamadığının farkında olmaksızın.

Öğretmen;

“Bir yanlışlık olsa gerek! Dur bakalım şehre beraber gidelim!” dedi.

Ertesi günün sabahı için sözleşip minibüse bindiklerinde, o kadar malum kokunun içinde bile “Mis kokusunu” hissediyordu Mehmet, öğretmeninin. Artık para demesini bildiği öncesinde harçlık dediği minibüs ücretini kendisi ödemişti Mehmet. Çünkü öğretmeni ders olmasa bile, centilmenliği, kibarlığı, saygıyı, hatta kendisinin öğrenmekte zorluk çektiği sevgiyi bile öğretmeye çalışmıştı ona.

Ama bir insanın naturasında(1) yoksa bu konuda beyin, işlevinin ne olduğunu bilemiyorsa, kısaca “Natura kafa, natura mermer(2) ise insan, tabiidir ki öğrenmekte değil, ama anlamakta zorluk çekecekti...

Askerlik Şube Başkanı onları hoş karşılamadığı gibi azarlamıştı bile, Mehmet'i dışarı gönderdikten sonra;

“Hoca Hanım, gelin siz Askerlik Şube Başkanlığı yapın, ben de sizin okulunuzda öğretmenlik yapayım!” demişti, Mehmet'in durumu hakkında bilgi verip; “Bir yanlışlık olmasın Komutanım?” demesinin karşılığı olarak.

Evet, askerlik kutsal bir görevdi, ama bu öğretmenliği aşağılar bir tavırda olmamalıydı. Çünkü bu; Atatürk'ün ilkelerine de aykırıydı ve bunu Askerlik Şube Başkanı olmuş, kendisini de bir öğretmenin yetiştirdiğini, bu makamlara kendisini öğretmenlerin getirdiğini unutmuş birinin hatırlamaması yadırganacak bir şeydi.

Askerlik Şube Başkanı olmuş bir subay ya da astsubayın insan olmasının bile şekillenmesi öğretmen sayesindeydi. Üstelik bu davranış; kahraman Atatürk'e karşı da saygısızlıktı. Ne demişti Mustafa Kemal Atatürk bu konularda?

“Ey yükselen yeni nesil! İstikbal sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk, onu devam ettirecek sizlersiniz!”

Ve öğretmenler için 1923-1930 yılları arasına serpiştirdiği güçlü sözlerinden bir-ikisi;

“Cumhuriyet sizden, fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller ister.”

“Milletleri kurtaranlar yalnız ve ancak öğretmenlerdir.”

“Dünyanın her tarafında öğretmenler, insan topluluğunun en fedakâr ve saygıdeğer unsurlarıdırlar.”

Ve daha nice değerli olan diğerleri...

Öğretmen ve öğrencisi boyunlarını büktüler. Yasalar karşısında olması gereken de oydu. Hüzünlüydü öğretmen. Hüznünü hissettirmemek istedi, dolmuşun arka koltuğuna öğretmen-öğrenci olmaktan ziyade, abla-kardeş gibi oturup minibüsün dolmasını beklerken içindeki duyguları zapt edemeyen Mehmet, teselli diler yahut da teselli etmek ister gibi öğretmeninin göğsüne dayadı başını.

Öğretmen önce onun saçlarını taradı parmaklarıyla, kuralları biliyordu. Sonra kalkan dolmuşun ahenksiz ritminde(1), yanlarında oturanları umursamazcasına Mehmet'in annesinin yaptığı gibi bir-iki kez değil, ta inecekleri durağa kadar sırtını ritimle, ancak incitmeyi istemeksizin gene okşarcasına tokatladı.

Bu tokatlayışta yaşama karşı bir sitem, davranışlara karşı kin ve genç askere şimdiden hissedilen bir özlem var gibiydi.

Sessizce evlerine yöneldiler ayrı ayrı.

Bilinen tarihte Mehmet'in evinde komşularla birlikte bavulunu hazırlayıp kara tren, ya da kara otobüsle uğurlamaya hazırlandı Melâike Öğretmen, Mehmet'i.

O anın gecikmesi, geciktirilmesi asla mümkün değildi, belki “Camgöz’üm efkârlanma!” diye öğretmeni söyleyebilirdi, şaşkınca, kendine bile anlatmakta, izah etmekte acz içinde olduğu, söyleyemediği duygular nedeniyle.

Buna karşılık Mehmet de, hiç hakkı olmadığı halde; “İbibikler öter ötmez, tüfekleri çatar çatmaz, sütler kaymak tutar tutmaz(5) yanındayım” diyebilirdi. “Körle yatanın, şaşı olarak kalkacağını” öğretmeninden öğrenmiş olarak! Herhalde “İtle yatan, bitle kalkar!” sözü yakışmazdı düşüncelerinin hiçbir yerine.

“Ben götüreyim seni, uğurlarım da?” dedi Melâike Öğretmen Mehmet'e.

Beyninde şimşekler çaktı Mehmet'in. Bu öğretmeninin; kendi aczinin mi, yoksa ilgisinin mi eseriydi, anlayamadığı, ya da anlamakta zorluk çektiği? Yoksa yavaş yavaş da olsa büyümediğini sandığının, büyüdüğünü görüşünün egemenliğini mi hissediyordu Melike?

“Hayır öğretmenim! Elimden tuttun, emek verdin, küçücüktüm, ileri yaşıma rağmen, büyüttün, öğrettin, eğittin. Ayaklarımın üstünde duruşum senin eserin. Bırakayım, benimle karşılaştığın güne lânet etmeden kendini yaşa!..

Bakarsın dönerim, yaslarım başımı göğsüne, mis kokunu hissederken öğretmekte geciktiklerini, bilmediklerimi öğretirsin bana. Kim bilir belki adam bile olurum, sayende öğretmenim.”

Söz; “Dert söyletir, keder dinletir!” şeklinde beden bulmuşsa da aslı; “Aşk söyletir, dert dinletir!” şeklindeydi. Mehmet'in yan yana dizdiği bu sözler, hiç beklemediği, söylediğine inanamayacağı sözlerdi Melike için.

Sevgi varsa akıl beklemek imkânsızdı. Akıl yokken, ya da olmadığına inanıldığında da sevgi nasıl gösterilirdi ki başka türlü? Evet, bildiğini sandığı bir şeyler vardı, ya da öyle sanıyordu, ama bir insanın ayrılık dolu olacak yaşamını da bu şekilde doldurmak isteğini havsalası almıyordu(3).

Dinlemedi öğrencisini. Tren Garına gitti onunla birlikte, kara trenin onu alıp götürmesine tahammül etme arzusunu yaşayarak. Onun en çok sevdiği şeyi yapmayı diledi öğretmeni. Bir kanepeye oturdu, yanına oturttu öğrencisini.

Elini tuttu, başını göğsüne yasladı, saçlarını tarayamadı, elleri dolaşamadı saçlarında. Çünkü Mehmet “Asker Tıraşı(2)” olmuştu. Sırtını tokatladı sadece.

Mehmet'in yapması gereken de öğretmeninin elini öpmesiydi, elini çekti Melike, onu yanaklarından öperken, içinden bir şarkının dizeleri geçti, karşısındakinin ne istediğini anlayamayacağından emin olduğu;

“Seni ne çok sevdiğimi, söylesem de bilemezsin(6)

Evet, belki gecikmiş bir zamanı vardı Mehmet'in, ama kendisi de, Mehmet de sevgiden ve ışıktan anlıyorlardı(7). Her şeyden önemlisi bunu öğretmen biliyor, Mehmet de anlıyor, ya da anlamağa çalışıyordu kıt aklıyla.

Mehmet anlı, şanlı, kahraman piyade olmuştu, herkesin söylediği gibi, ya da yaşamının gereği olarak. Kısa bir süre sonunda da patates, soğan soyma, pirinç, baklagiller ayıklama sorumlusu olmuştu mutfakta!

Görev, görevdi, görevin her türlüsü kutsaldı. Niçin bu görev için uygun görüldüğü de umurunda değildi. Ömür biter, yol bitmez, ama hakkaniyetle(1) yaparsan, belirlenen zaman içinde, belirlenen görev her ne şekilde olursa olsun biterdi, ama şöyle, ama böyle.

Devamlı gülümsüyordu Mehmet, kendine her ne şekilde bakılırsa bakılsın. Aslında aklını başına devşirmiş(3) miydi, yoksa bu kendi kuruntusu(1) muydu? Öğretmeni mi öğretmişti, yoksa zekâsında şüpheler yok olmak üzere olduğunda kendiliğinden mi bulmuş, yaratmıştı; gülmek her zaman mutlu olmanın belirtisi olamazdı, bazen acılar, özlemler, el uzatıp da dokunamadığın gerçekler gizlenir miydi, gülmeyle, gülümsemeyle? Dünyasında başkası yoktu Mehmet'in, bir tek...

Evet, bir tek...

Susuyor, suskunlaşıyor, dalgınlaşıyordu.

Günlerden bir gün ya tuvalette, ya da banyoda asker arkadaşlarından biri Mehmet'in kusurunu ya da eksikliğini görmüş ve komutanına iletmişti gördüğünü. Gerçekten bu kusur yaşadıkları zaman içinde annesinin, babasının aklına gelmemişti, herkesin erkek çocukları yaşadığı, bunu bildikleri halde.

Komutan odasına çağırmıştı onu, tabip yedek subayla birlikte. Önce tabip yedek subay gelmişti, Komutanın odasına; "Emret Komutanım!” diyerek. O da sormuştu;

“Bilir misin bu işi? Hiç denedin mi?”

“Yok Komutanım, böyle bir şansım hiç olmadı!”

“O zaman bu bir emir, ya öğren yap, ya da hastaneye git, bir bileni bul, getir! Yalnız baltasını almayı unutmasın gelen. Yanlış anlama, bal tasından değil, baltadan bahsediyorum. Bu yaşlarda herhalde balta gerekir diye. Bir masraf gerekiyorsa sevabıma benden, hatta bir küçük ‘Maşallah!’ altını da… ''

Kapı çalınmış, “Gel!” komutuyla iki ayağını vurup selâm vererek Mehmet girmişti odaya. Uzatmaya gerek yoktu. Komutan;

“Soyun!” demişti, “Ama sadece altını!” diye de eklemişti.

Mehmet, özellikle tabip asteğmenden çekinmişti. Ne olacağını bilmeksizin; “Emir; demiri keser!” örneği palaskasını gevşetip pantolonunu diz kapaklarına kadar indirdi. Komutan tehdit eder gibi bağırdı;

“Ötekini de asker!”

Utandı Mehmet, bir eliyle gözlerini kapatırken, diğer eliyle annesinin yaptığı patiska donunu aşağıya doğru indirme gayretini yaşadı, kızararak, nefes almaya bile utanarak.

Kuşların ötüşü, verilen haber doğruydu, sünnet denilen şey, Mehmet'in yaşamında gerçekleşmemişti. Komutan tabip asteğmene dönerken Mehmet'e de “Giyin!” komutunu verdi.

“Mehmet benim tarafımdan iki-üç gün izinli. Bilenlerden bir çavuşu görevlendir başına. Yıkansın, temizlensin, temizlenmesinin gerektiği şekilde ve yarın Cumartesi, sabah 9, bu iş halledilecek, ben de geleceğim!” dedi.

Sıkı mıydı emri dinlememek?

Her gecenin bir sabahı vardı ve sabah, sabah olmak mecburiyetindeydi. Ancak insan öyle bir an geliyordu ki kendini o anda olmak istediği yerde bulamıyordu.

Ve en kötüsü buna bir ad, bir sebep de bulamıyordu tıpkı Mehmet gibi.

Bir bakıma Mehmet hiç böylesine çaresiz kalmadığını düşünüyordu. Öğretmeni yanında olsa, elinden tutması gerekli değildi, kapının dışında bile olsa, varlığını hissetse, çaresizliğini de, ne olacak-bitecek onu bile anlar, anlayabilirdi, koğuş arkadaşlarının söyleyip anlattıklarına boş vererek.

“Oldu da bitti maşallah, güvey olur inşallah!” dualarının başına değilse de sonuna Komutana ek olarak tabip asteğmen, görevin üstesinden gelen doktor ve o günkü nöbetçi amir katılmış, Komutan yakasına bir küçük altın iğnelerken;

“Şimdi gerçek erkek oldun, gerçek adam Mehmet!” demişti.

"Sahi mi Komutanım?” dediğinde gözlerinin önünde sadece bir şekil vardı, düşündüğü, istediği, bir bakıma da arzuladığı. Bir mektup yazmak ve kendini paylaşmak istedi, artık “Öğretmenim” demekten çekindiği sevdiğine.

İstirahatliydi revirde. Kalem, kâğıt istedi, yazıcılardan alıp sayfalarca kâğıt, kalem ve bir de zarf verdi hastabakıcı kendisine. Bildiği, öğrendiği, öğrenmesi gereken kelimelerle bir iki satır karalama gayretini yaşadı başlangıç olarak;

“Öğretmenim” diye başladı, çok resmi, gayrı samimi(2), banaldi, hoşlanmadı üstünü karaladı, kâğıdı buruşturup attı, sonrasında çeşitli kelimelerle bezemeğe çalıştığı tüm içindekileri, uygun ve doğruyu bulmaya çalışırken; "Sevdiğim, bir tanem, aşkım, tapınağım, gönlümün sultanı, sevgilim, gözbebeğim…” gibi kelimelerin hepsini karalayıp, yırtıp attı, karyolasının altına doğru.

Sonra başlangıcı; “Öğretmenim demeye dilim varmıyor Melike, Melâikem” şeklinde yazmak olarak kararını verdi.

Peki sonrası? Duygularını gerçek olarak anlatacak satırları karalamak düşüncesindeydi içtenlikle, ama nasıl?

“Komutanım ‘Erkek oldun!’, dedi senin erkeğin ben olayım mı?” Bu, tamamen cinsellik içeren bir cümleydi. Yazamazdı, yazmamalıydı.

“Senden ayrıldığımdan beri, hasretin içimde! Senden ayrı olmak en büyük zorluğum, ölüm gibi dert. Özlemin yağmur damlaları, kar taneleri gibi üzerimde birikiyor. Başımı göğsüne yaslayışım gönlümden, gözlerimin önünden gitmiyor. Uyuyamıyorum, uykularım bölük-pörçük(2) sensizliğimde, ama tüm rüyalarımda, hayallerimde, düşüncelerimde sen varsın. Kalbim yalnız senin için atıyor, hayatı, yaşama arzumu...

Tümü klâsik, tümü banal, tümü duygularını tam olarak anlatamayan sözler, ya da cümlelerdi, süslü bir edebiyat manzumesi gibi. Hepsini buruşturup attı. Düşündüğünü öyle bir şekilde anlatmalıydı ki, eğer onun da içinde kıpırdayan, kendisi gibi anlatamadığı duyguları varsa ve zapt etme gayretini yaşamıyorsa o da kendini cevaplardı.

Evet, belki “Melâikem” diye içinden geçirdiği Melike kendisinden büyük olabilirdi, olsa olsa bir iki yaş, bilemedin beş-on yaş...

Abartmaktan da, yalandan da kim ölmüştü ki? Hem aşk ferman dinlemezdi ki! Bunu da öğretmeni mi öğretmişti, yoksa okumuş muydu, ya da asker arkadaşları mı söylemişti? Hatırlayamıyordu.

Hatta aşkı bildiği bile geçmiyordu zihninden. Hoşlanmak, hep görmek istemek, başını göğsüne dayamak, sırtının tokatlanması aşk olsa gerekti!

İyi ki komutan elinden, şey yani önünden tutulmasını sağlamıştı! İnsanın aklının başına gelmesi için o işlem gerekli miydi sahiden? Bilmiyordu, bilmesi de hem gerekli, hem de önemli değildi.

Düşündü, hem iyice düşündü. Her şeyi Allah yaratırdı ve Allah izin vermezse hiçbir şey gerçekleşemezdi. Öyleyse hiç bilmediği, ama sığınmakta zorunluluk hissettiği Allah'a sığınarak tüm söylemek istediklerini birkaç kâğıt daha harcadıktan sonra beyninde hazır olan başlangıçla yazma gayretini yaşadı;

“Öğretmenim demeye dilim varmıyor Melike, Melâikem,

“Her şeyimsin, gelemiyorum, ‘Özledim, gel!’ desem.”

Satırlarını bu kadarla bitirmemişti. Sonuna “Seni seven” deyip, ne isim, ne de tarih yazdı, imza nedir, zaten bilmiyordu, sadece ismini yazıyordu, o kadar...

Bir yerlerden aklında kalmıştı; “Gelirse benimdir, gelmezse zaten hiç benim olmamıştır(8)!” gibi bir sözdü bu galiba. O halde imza, isim yazılmamış olsa bile hisseden, bilmesi gerekeni bilen, üstelik çok şeyi bilen öğretmeni demek istediğini de anlar, anlayabilirdi, iki satırının gizliliğinde.

Mektubu; “Er Mektubudur. Görülmüştür!” damgası yesin istemiyordu. O iki satır, sadece kendinindi ve sadece o bilsin istiyordu, postadan eline geçtiğinde.

Bunu da başaracak olan her zaman “Çocuklarım” diyen sivilde öğretmen olan Tacettin Asteğmendi.

Mektubu alan Melike Öğretmen çılgına dönmüş gibiydi, kul-köle olmayı dilediği, kendinin kul-köle olduğunu anlatıyor gibiydi satırlarında. Nasıl koşmazdı, nasıl elleri saçlarında dolaşmasa bile onun başını göğsüne dayayıp, sırtına vurarak kucaklamazdı ki? Hem kendi dünyası dışında yaşıyordu Melike, bedeni büyük, yaşı da büyük ama kendi küçük adam için!

Müdüründen izin alıp, öğrencilerini emanet ederek, gecikmek istemeksizin ilk otobüsle Mehmet'e doğru hareket etti.

Yol bitmiyordu Melike için, bekliyordu Mehmet umutla, gelmesini beklediği özlediğini...

Saatler tam 11.26(9) idi. Yemekhanede kazan patladı, başında sadece Mehmet'in bulunduğu sırada. Aynı zamanda Melike'nin otobüsü şarampole yuvarlanmıştı kendisinin oturduğu taraftan.

Ve otobüste yitirilen tek insan Melike idi, tıpkı Mehmet gibi.

Ömür dediğin neydi ki; dün, bugün, yarın? Dün geçmiş, bugün bugünde tükenmişti, yarın hiç olmayacaktı(10) onlar için. Belki ahrette Tanrının onlar için uygun gördüğü şeyler olsa gerekti.

Onları zaten Tanrı dışında kimse bilmedi. Hissetmişçesine, Melike'den uzak olduğunda Camgöz Can Mehmet'in zihninden geçirerek sıralamak istediği dizeler dışında (meselâ); “Sevenler Kavuşamazmış!(11)” şeklinde.

“Yalvarmam güç Tanrı’ya; ‘Bağışla!’ demek için sonsuz âlemde,
Seni sevmek günahım, yanacağım bunun için cehennemde,
Seni yaşamak kaderim, bunu hisset, anla, yaşa, bil sen de!
‘Sevenler kavuşamazmış!’ Kitap yazar, bilmesen de, bilsen de...

Doğarken hem ağlar, hem de güler hayata bilinçsizce insan,
Bir aşk yaşamda ağlatır da, güldürür de, eder de perişan,
Ölürken sadıkça bu yaşamı sayfa sayfa karıştırırsan
Görürsün sen, ‘Sevenler kavuşamazmış!’ Ağlasan da, gülsen de...

‘Ah!’ desen, ‘Vah!’ desen, küsüversen senin için yazılan bahta,
Olmasa hiç bir yudum su, bir dilim ekmek, bir nefes sıhhat de,
‘Sevenler kavuşamazmış!’ Ölümden çok isteseler de hatta
Bir çöküş, bir göçüş dönüş için, razı olmasan da, olsan da...

‘Sevenler kavuşamazmış’ Keder, elem ve mutsuzluk bahane,
Ölmek için yaşanmaz, elde mi gelmişim dünyaya bir kere?
Sevdim, sevmek için yaşıyorum, çünkü ölünmez ki sevince
Tanrı’ya dönmeye sebep ecel, dünyaya vakitsiz gelsen de...”

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Camgöz; (Öyküde de açıklanmaya çalışıldığı gibi, yöresel olarak); Gözlerin cam gibi masmaviden biraz daha açık, griye yakın olmasının tarifi. Türkçemizde “Afacan Çocuk” anlamında kullanıldığı gibi, gözü takma olan, ayrıca açgözlü olanlar için de kullanılan bir söz. Ayrıca, asmaların köklerine dadanan bir kurt türü ve papaz gibi anlamları da bulunmaktadır.

(1) Celp; Askerlik ödevini yapmaya çağırma. Çağrı belgesi. Getirtme, kendi üzerine çekme.

Gadi; Yaşlı kadınlar için sözüne güvenilir, mert anlamında yöresel bir deyiş. (Bazı yörelerde “Dudu” gibi “Yenge” anlamında da kullanılmaktadır)

Garabet; Yadırganacak yönü olma, gariplik, tuhaflık.

Hakkaniyet; Hak ve adalete uygunluk, haklılık, doğruluk.

Kerte; Sonra, sonrasında. Sert ve kesici bir şeyle yapılan işaret, iz, çentik.

Kısır; Verimsiz. Yaratıcı özelliği olmayan. Boş, yararsız. Ürün vermeyen toprak. Meyve vermeyen bitki. Döl vermeyen üreme yeteneği olmayan canlı varlık.

Kuruntu; Kesinliği olmayan, gerçekleşme olasılığı düşük, şüphe, vehim. Olmayacak bir şeyin olacağı sanısına kapılma. Yersiz ve yanlış bir zannetme, düşünce.

Mendebur; İşe yaramaz, iğrenç, sünepe, pis, aksi, ters, sümsük.

Müsamaha; Hoşgörü. Tolerans. Kolaylık göstermek, iyi karşılamak, ayıplamamak, hatayı görmezden gelmek, göz yummak. Kırıcı ve aşağılayıcı olmamak, affedici olmak, kendi görüşlerimize aykırı olan görüşleri sabırla karşılamak.

Natura; İnsanın yaradılış özelliği.

Rehabilitasyon; Bir kimsenin iş yapmaya engel olan sakatlığını ya da hastalığını gidermek, onu iş yapabilecek, çalışabilecek duruma getirmek için uygulanan sağlık, bakım ve eğitim işi. Kaybedilmiş hareket kabiliyetinin kazandırılmasına yönelik tedavi denebilir.

Ritim; Olayların düzenli aralıklarla tekrarlanması özelliği. Şiir, düz yazı ve ezgilerde uyumla birlikte müziği oluşturan bir öğe olarak vurgu. Uzunluğunda seslerin, durakların düzenli bir şekilde yinelenmesinden doğan düzen, uyum.

(2) Ahir Ömür; Türkçemizde böyle bir deyim, ya da söz dizisi yok. Aslı; Ahir-i ömür olup son ömür, ömrün son demleri anlamındadır.

Art Düşünce; Art niyet. Bir düşüncenin arkasında gizli tutulan asıl düşünce.

Asker Tıraşı; Askere gidecek gençlerin saçlarının baştan aşağıya üç numara denilen şekilde kesilmesi.

Bölük Pörçük; Bütünlüğü olmayan, sağlanamamış, parça parça. Bütünlüğü sağlanamamış durumda. Bütünlüğü olmayan.

Gayri Resmi Samimi; İnsani ilişkilerde resmiyeti anlatan, içtenliği saf dışı bırakan bir sözcük.

Natro Kafa-Natro Mermer (Nato Kafa-Nato Mermer, Natura Kafa-Natura Mermer); Söz dinlemez, söz anlamaz, taş gibi kafalı.

(3) Aklını Başına Devşirmek; Aklındakileri bir araya getirmek, derlemek, toplamak.

Göz Ardı Etmek (Edilmek); Gereken önemi vermemek, verilmemek.

Hatim Etmek (Hatmetmek), Hatim İndirmek, Hatim; Mühürlemek, sona erdirmek, bitirmek. Asıl anlamı; Kur’an’ı Kerim’i “Başından sonuna kadar okuyup, bitirmek” anlamlarına gelmektedir. Türkçemizde bazen ezberlemek (hatta hafızlamanın, ineklemenin benzeri gibi ders çalışmak) anlamında da kullanılmaktadır.

Havsalası Almamak; Zihnin bir şeyi anlama ve kavrama durumunu kabullenememek.

Taşı (Lâfı) Gediğine Koymak; Gerekli bir sözü tam zamanında ve yerinde söyleyerek karşısındaki kimseyi susturmak, zekice davranmak.

(4) İnsan her adımını mezardan uzaklaşmak için atar. Yine her adımda mezara bir adım daha yaklaşır. Her nefesi hayatı uzatmak için alır, yine her nefeste hayatından bir nefeslik zamanı azaltır. Namık KEMAL

(5) Karagözlüm efkârlanma gül gayri, ibibikler öter ötmez ordayım! Sütler kaymak tutar tutmaz ordayım. Tüfekleri çatar çatmaz ordayım… Bekir Sıtkı ERDOĞAN’ın “KIŞLADA BAHAR” isimli şiirinden bölümler olup eser,  Münir Nurettin SELÇUK, Gültekin ÇEKİ, Erol SAYAN, Yusuf NALKESEN tarafından Nihavent, Rast ve Kürdilihicazkâr Makamların Türk Sanat Müziği eseri olarak bestelenmiştir. İtiraf etmem gerekir ki; bu bir (ç)alıntıdır.

(6) Seni ne çok sevdiğimi söylesem de bilemezsin… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Necla GÜRER’e, Bestesi; Erol SAYAN’a ait olup eser Bayati Makamındadır.

(7) Uzanıp da bir ağacın altına, yine yaşadım yalnızlığımı, ne çare anlatamadım kimseye, sevgiden ışıktan anladığımı.  “NE YAPARSIN?” Yüksel ERKEKLİ

(8) Derya SEVDE’den (ç)alıntılar;

Eğer birini seviyorsan, onu serbest bırak… Dönerse senindir, beklediğin üzere. Dönmezse zaten hiç senin olmamıştır! (KARAMSAR TİP İÇİN)

Eğer birini seviyorsan; onu serbest bırak… Üzülme dönecektir!  (İYİMSER TİP)

Eğer birini seviyorsan; onu serbest bırak… Bir müddet bekle, dönmezse unut gitsin! (ALDIRMAZ TİP)

Eğer birini seviyorsan, serbest bırak… Dönerse bu işte bir bit yeniği var demektir! (ŞÜPHECİ TİP)

Eğer birini seviyorsan; onu serbest bırak… Dönerse, bir daha serbest bırak! Geri dönerse gene bırak!  (MUZİP TİP)

 Eğer birini seviyorsan; onu serbest bırak… Seviyorsa dönme ihtimali çok yüksektir… Sevmiyorsa ilişkiniz muhtemel bile değildir!  (İSTATİSTİKÇİ TİP)

Eğer birini seviyorsan; onu serbest bırak… Dönerse kendine güveniyor demektir. Dönmezse süper egosu baskın demektir. Gitmiyorsa ‘manyak’ demektir. (PSİKOLOJİK TİP)

Eğer birini seviyorsan; onu kesinlikle serbest bırakma… (AŞIRI SAHİPLENİCİ TİP)

Eğer birini seviyorsan; kendini serbest bırak… “Niye?” diye sorarsa; “Seni hiç alâkadar etmez!” de! (BENCİL TİP)

Tüm sözlerin hepsinin tek özeti; “Bırak gitsin, dönerse senindir, dönmezse hiç senin olmamıştır!”

(9) 11.26; Önemi olmayan bir saat işareti. Memleketim Bilecik ve yakın il Eskişehir plâka numaralarından oluşsun istediğim.

(10) Dale CARNEGIE; “Üzüntüyü Bırak, Yaşamaya Bak” adlı eserinde; “Dünya üç gündür; dün, bugün, yarın. Dün geçti. Yarının geleceği belli değil. Öyleyse bugünün kıymetini bil! Gün Geçmez bölmelerde yaşa!” diyerek, dünü ve yarını düşünmememizi, bugünün önemli olduğunu” belirtmektedir. Bu konuda Abraham COWLEY’in sözü de şöyledir, “Geçmiş ve gelecek yoktur; yalnızca sonsuz bir ‘şimdi’ vardır!” Sir William OSLER ise Dale CARNEIGE’in dediklerine benzer şekilde; “Mâzi ile istikbal üzerine demir kapıları kapayın. Gün geçmez bölmelerde yaşayın!” demiş. Bu konuda son olarak bir de Ömer HAYYAM’ın rubaisinden bahsetmem gerek; yazılmazsa olmaz düşüncesindeyim, “Ömrümüzden bir gün daha geldi geçti, / Derede akan su, ovada esen yel gibi / İki gün var ki dünyada, bence ha var, ha yok / Daha gelmemiş gün bir, geçmiş gün iki.”

(11) KARATEKİN, Etol. 1998 Yılı. “SEVENLER KAVUŞAMAZMIŞ” şeklinde karalamaya çalıştığım dizeler.