Farkında olmadı genç delikanlı, omuzuna astığı çantadan sarımsı siyaha yakın şekilsiz bir şey düşürdü. Arkasından yürüyen genç adamın dikkatini çekmişti bu.

Eğilip eline aldı, anlamadı, bilemedi ne olduğunu ve delikanlının peşinden koşup omuzuna dokundu.

İrkildi(1) genç delikanlı. Belirli bir korku ile geriye döndü, önce etrafına, sonra da genç adama baktı, belirgin bir korkuyla. Genç adam, onun bu hareketlerini kendince tuhaf bulmakla birlikte, ayıplamaksızın konuşma gereğini hissetti;

“Biraz dalgınsın be arkadaşım! Bu elimdeki her neyse düşürdün, farkında değilsin. Belki gerekli, önemli bir şeydir, çantana bir bak istersen, delik-melik bir şey olmasın!”

Delikanlı, heyecanla ve belki de mutlulukla kapar gibi oldu o şekilsiz şeyi genç adamın elinden. Çantayı tartar gibi yaparken ağlamaklı bir sesle haykırdı neredeyse;

“Mahvoldum, bittim ben ağabey! Patronum haşlamaz(2), sormaz, etmez, ama ben nasıl bakarım şimdiden sonra onun yüzüne…”

“Hayrola genç adam? Nedir bu ağlamanın, sızlamanın sebebi?”

Aklı başına gelmiş gibi fısıldarcasına cevaplama gayretini yaşadı, genç delikanlı başı eğik;

“Bu bana verdiğiniz hurda bir altın parçası. Değeri en az 40-50 lira civarında. Ne kadarını döküp yitirdim bilmiyorum. Ustam zarara uğrayacak, beni asmaz, kesmez, ama ben ezilirim ve benim bunu telâfi etmem(3) çok zor!”

“Telâş etme! Beyaz çakıl taşları ile yolunu belli eden Hansel ve Gretel masalını(4) bilirsin. Eğer geldiğin yolu biliyorsan, bu biçimsiz taşlar kimsenin dikkatini çekmez, biz de düşürdüğün gibi tane tane toplarız. Eksiğin kalırsa, gözümüzden bir şey kaçarsa o da bahtına(5).

Sana yardım edeceğim. ‘Dünyada ölümden başka her şeyin çaresi var!’ derler, sen de buna inanmak gayretini yaşa, lütfen!”

Adı Ergün olan 25-26 yaşlarındaki genç adam, önce cep telefonu ile bir yerleri arayıp konuştu, sonra 18-20 yaşlarında gözüken adı Burak olan delikanlının önce omzunu tuttu, sonra sarstı ve yolu göstermesini istedi.

Genç adam öne geçip rastladıklarını çiçek toplar(6) gibi toplamaya başladı, eğilip kalkmasının dikkat çekeceği düşüncesini yaşıyor olmasına rağmen, ara sıra da olsa “Dikkat!” diyerek arkasında özellikle bıraktığı parçaları toplaması için Burak’ı ikazı ediyordu.

Ergün, ne de olsa konunun uzmanı değildi, ondan sekenleri, gözünden kaçırdıklarını da Burak toplama gayretinde oluyordu ayrıca. Burak bir parçası delinmiş gibi olan torbanın ağzını yukarı doğru tutarak ve topladıklarını ceketinin cebine istifleyerek takip ediyordu Ergün’ü.

Bir ara kanalizasyon ızgarası ile kaldırım arasına gizlenmiş, ya da sıkışmış araba takozu gibi bir şeyle karşılaştılar. Takoz görünümünde olsa da son zamanların en mükemmel cep telefonlarından biriydi Ergün’ün eline geçen. İhtimal vermemesine rağmen Burak’a sormalıydı, sordu da;

“Cep telefonunu da düşürmedin inşallah, değil mi?”

“Cep telefonu kullanmak benim gibi bir beslemenin(7) ne haddine ağabey? Ama patronum Murat Amca ileriki tarihlerde beni bu nimetten mahrum etmez gibime geliyor.”

Sesini çıkarmadı Ergün, düşüncelere dalarak. Bir süre daha devam ettiler, son parçayı otobüs durağında buldular.

“Otobüsten burada indim ağabey. Öncesi varsa yapacağım bir şey yok. Sanırım inerken olmuş da olabilir, aptallığım(8), salaklığım(8). Ceremesini(8) çekeceğim, n’apalım!”

“Dur bakalım! Hemen üzülme! Hem o ayıp sözler de ağzına yakışmadı aslanım! Bakarız bir çaresine, şimdi aynı yolu geri dönelim. Bakarsın gözümüzden kaçanlara rastlarız, kim bilir? Sonrası Allah Kerim!..

Hayatta her şey olacağına varır. Üzüntü kanserdir(9) ve ötesinde elimizden bir şey gelmez, eğer kanserle haşır-neşir olursak(10)!”

Sessizdi delikanlı, hem suskun ve düşünceli.

Dönüş yolunda da, Ergün ve Burak’ın gözlerinden kaçan, diğer yayaların dikkatini çekmeyen bir-iki parça daha buldu Burak.

Dükkâna ulaştıklarında meraklı bakışlar içindeydi Kuyumcu Patron Murat;

“Nerede kaldın oğlum? Sadece gecikmen üzdü beni, endişelendim. Senden başka para-pul, altın-maltın hiçbir şeyin önemi yok benim için, biliyorsun!”

Burak kekelercesine “Şey!” dediğinde Ergün, Burak’ı desteklemek, olayı özetlemek gereğini hissetti;

“Evet! Burak ufak bir yanlışlık, terslik, hata her ne denirse onu yaşadı. Bu tür yanlışlıklardan sizi anında haberdar edebilmesi için ikinci el de olsa ona bir cep telefonu almanız gerekliliğini ben söylemeyeyim artık…”

“Söz! Hemen bugün kendi cep telefonumun makinesini ona verip kendisine yeni bir hat alacağım. Kendime de daha sonra bir cep telefonu alırım artık. Ancak olay nedir, hâlâ anlayabilmiş değilim!”

“Ufak bir kaza, aranızda konuşur, ölçer-biçer halledersiniz artık. Ancak emanetiniz bir-iki gram eksik çıkarsa, ben delikanlıya kefilim, kusuruna bakmayın gençtir, haber iletin, gerekirse gelir hemen öderim…”

“Burak’a ben de kefilim. Hiçbir şey ondan değerli olamaz. O; benim elim, ayağım, can yoldaşım, evlâdım hatta. Keşke…”

Yutkundu, durakladı Murat. İmdadına yetişme gayretini yaşadı Ergün;

“Keşke bir kızım olaydı diyecektin, değil mi? Keşke sizin gibi büyük ve değerli bir ağabeyin ikinci bir kızı daha olaydı da ona da izninizle ben talip olaydım!”

Dertli gibiydi kuyumcu. Çünkü gülümsemesi acı çeker gibiydi ve bu her şeyi anlatıyordu. Konuyu deşmenin(11), üstelemenin(11) fazla âlemi(11) yoktu.

“Burak! Şu benim telefon numaram. Kaydet! Bir isteğin, bir derdin, Murat Ağabeyinin çözemediği, beraberce çözemediğiniz bir sorunun ya da isteğiniz olursa bana ulaş! Biraz okumuşluğum var, biraz da sırtım kalındır(12), yardımcı olabileceğimi sanırım.”

Gereksiz bir duraklamaydı, hareketi, devam etmek için boğazını temizledi;

“Bana da sizin kartlarınızdan 8-10 tane verin ki, ihtiyacı olan arkadaşlarıma tavsiye ve teklif edebileyim sizi. Hem bakarsınız, bana göre pek olacak gibi görünmüyor, ama kim bilir, hani meselâ gönlümün sultanına rastlamam gerçekleşirse ben de nişan yüzüğünü sizden alırım.”

“Nişan yüzükleriniz emriniz olur, bizden, özellikle Burak’tan hediye olarak. Yevmiyesinden azar azar keserim. Eşe-dosta haber vermeseniz de olur, ama tercihiniz, memnun oluruz, evlât-baba olarak! Kazancımız yetiyor bize...

Kefenin cebi yok(13), biz öteye götüremeyiz nasıl olsa, bundan sonrası hepsi Burak’ın. Şimdiden vasiyetlerimizde kayıtlı…”

Durakladı bir süre, o da eksiklerini tamamlamak ister gibi;

“Bu; yaşadığı ve sizin şahit olduğunuz olay bana ders oldu. Burak’ın maaşını kesmek bir tarafa artıracağım, hatta karımın da fikrini alarak Burak’ı bundan sonra evlât olarak evimin bir odasına alacağım, doğal olarak o da kabul ederse.”

Bir sır sakladığı düşüncesiyle sesini alçalttı bu kez;

“Onu yaşadığı yaşamdan kurtaracağımı sanıyorum, bir bakıma kim olduklarını bile bilmediğim insanlardan. Burak, her ne sebeple olursa olsun, doğup büyüdüğü yerlerden kopup gelen, üç yıl kadar önce tesadüfen bana sığınan bir delikanlı. İyi ki beni tercih etmiş, ilerisi; ‘Allah Kerim; Allah’ın dediği olur!’ nitekim(14)…”

Kartları alıp kuyumcudan ayrıldı Ergün. İşyerine gitti. Patronundan özür dileyerek Kuyumcu Murat’ın kartlarından birini verdi patrona. Biliyordu ki patronun iki yetişkin kızı ve bir oğlu vardı. Elleri kulaklarında(15) olmasa bile, bugün-yarın; “Tak! Tak! İyi günler!.. Allah’ın izni…” diye başlayan cümleleri yaşayacaktı karı-koca ve çocukları ayırımsız…

Ve Ergün bulduğu telefonu kurcalamaya başladı. Telefona henüz şifre konulmamış, PIN kodu(16) da yoktu, üstelik şarjı da yeterliydi, hayret etti. “Acaba?” diye düşündü. “Düşüren kişi, bulana kolaylık olsun, zahmete girmesin!” diye bu ayrıcalığı sınamak(17) istemiş olabilir miydi?

Telefonun kime ait olduğunu bulması bir bakıma zor, ancak diğer bir bakıma gayet kolay olacaktı. Rehber yerine, son arananlar bölümünde “Babam” yazılı tuşa dokundu.

“Efendim kızım? Emret!”

“Affedersiniz efendim! Ben bu telefonu yolda buldum. Sahibine ulaştırmak için aramıştım sizi, son arananlar listesinden. Telefon sahibi kızınız olmalı, ona haber verirseniz, beni kendi ona ulaşacağım herhangi bir telefon numarasından arasın, istediği yere gelip kendisine teslim edeyim veyahut söyleyeceği yere bırakayım!”

“Doğru, ben babasıyım, ona haber verip size ulaşmasına çalışacağım. Peşinen teşekkür ederiz delikanlı!”

Delikanlı? Sesi o kadar genç olduğunu belirtiyor olsa gerekti, karşısındakinin aklına gelmeyecek biri olduğunu bilmeksizin…

Aksayan tek kusur, bir baba kızının telefonu da olsa karşısındaki elemanı “Delikanlı” diyecek kadar nasıl tanımazdı ki sesinden?

Ve bir eleman patronunun sesine bu kadar mı kayıtsız olurdu? Telefonlar insanların sesini bu kadar mı tanınmaz yapardı ki?

Dâhili telefonu çaldı. Sekreter Hanım; “Patronun kendisini hemen beklediğini” iletti, neşeli bir şekilde. Bu; patronun niyetinin ne olduğunu belirten bir mesaj, ya da ifade şekliydi.

Patron, odasında sinirli bir şekilde ve fakat yapmacık bir gülümsemeyle bekliyordu kendisini.

“Tatil günü olmasına rağmen dün akşamüzeri haber almıştım, ama gereklilikleri sana sormadan hazırlamak için, sana haber vermekte geciktim biraz. Nasıl olsa bekârsın, bekleyenin de yok!..

Yurtdışında bir sorun yaşanmış, evrak ve uçak biletlerin hazır, dönüş tarihi açık biletini sen orada halledersin artık. Giyin-kuşan-hazırlan ve bu geceki tarifeli uçağa yetiş! Vize gereksiz. Halledip geleceğine dair de inancım sonsuz!”

Kapıyı kapatırken sekreterin gülümseyişini ve elindeki yabancı paralarla kendisini beklediğini gördü. Biri kız, biri oğlan iki bebesi vardı sekreterin. Ne zaman bir yurtdışı görevi çıksa;

“Gönlünden geçeni, gözüne rastlayanı çocukları için alıp getirmesini” rica ediyordu her seferinde. “Ne istediğimi biliyorsun gene, değil mi? sorgulayan sesiydi.

“Peki, hiç mi bir şey dilemez, istemezsin ki kendin için?”

“Dünyada çocuklarım dışında her şey önemsiz, diye tekrarlamam mı gerek?”

Başka bir zaman olsa Ergün, böyle bir görevin üstüne balıklama atlar(18), yapması gerekenleri yapar, alması gerekenleri de unutmaksızın alır dönerdi. Evlerine bizzat kendisi götürürdü Sekreter Hanımın babasız çocuklarının mutluluklarını görüp yaşamak için.

Ama nedense bu kez o kadar heyecanlanmamıştı, içinden gelmemişti, belirsiz bir nedenle. İçinde kendisini geriye itekleyen bir ses, bir his vardı, kendine bile anlatamadığı, anlatmakta da, nedenini bilmediği için zorluk çektiği.

Evine yöneldi, gönlünden geçen her şeyi unutma arzusu ile. Kışı geciktirmek amacındaki sonbahar, çöpçülerin fazla mesai yapmalarını gerektirecek şekilde ağaçların son, güçsüzleşmiş, ancak dalından ayrılma direncini gösteren yaprakları ayırmak için ifil ifil(19) ötesi bir rüzgârla başarı kazanmaya çalışırken, cebindeki bulduğu telefonun melodisiyle kendine geldi.

“Alo?” dedi sorarcasına.

Karşısındaki ses, anlatamayacağı bir tandans(20) ve serinlikteydi sanki, öncesinde yaşamının hiçbir döneminde şahit olmadığı, kendini esarete hazırlatır gibi.

“Merhaba! Ben Aygün! Telefonu kaybeden salak yani!”

“Estağfurullah efendim! Hepimizin başına gelebilir! Ben Ergün!”

“Her neyse bugün çok dersim var! Yarın istediğiniz yere gelebilirim!”

“Özür dilerim efendim! Yarın şehirde olamayacağım. Çünkü bu gece görevli olarak uçakla bir yerlere gitmek zorundayım. Bu nedenle telefonunuzu arkadaşım olan Kuyumcu Murat Ağabeyime bırakacağım şimdi…

Ne zaman vaktiniz müsait olursa hüviyetinizi gösterip alabilirsiniz efendim! Adresi söyleyeyim, not alabilecek misiniz?”

“Siz kaç yaşındasınız?”

“26!”

“Bense ‘Efendim!’ denilmeyecek, 22 yaşında bir üniversite son sınıf öğrencisiyim. Bilmem ne demek istediğimi anlatabildim mi efendim?”

“Başarılar dilerim…”

“Efendim, demeden; ‘Dönüşümde görüşmek üzere!’ deyin, bu daha kolay, bırakın durduğu yerde dursun telefonum!”

“Peki, efendim! Yani güzel bayan!”

“Belki çirkinimdir! Görmediniz ki beni daha!”

“Bir hanımefendinin seslenişinde, yüz güzelliğine ihtiyacı yok, yüzü çirkin olsa da sesinden gönlünün güzelliğini anlayacak yaştayım, diye düşündüm güzel kız!”

“Belki evli-barklıyım?”

“Bu size anlatmak istediğime engel değil ki! O şanslı insanı sizin gibi biri tarafından onurlandırıldığı için tebrik etmem gerek. Ama izin verin lütfen! Zamanım çok kısıtlı, sizin de telefonunuza mutlaka ihtiyacınız olacaktır...

Bu nedenle telefonunuzu Murat Ağabeye bırakayım ve evime yöneleyim. Uçağa yetişmemin gerekliliğine siz de hak verirsiniz herhalde efendim!”

“Anlaşılmıştır efendim! Dönüşünüzde beni aramak lütfunda bulunursanız size şimdiden teşekkür etmek isterim efendim! İyi yolculuklar dilerim efendim! Anlatabildim mi acaba efendim?”

“Böyle sitem etmenize(21) gerek yoktu, anladım güzel kız! Bir daha ‘Efendim!’ dememek için, ya dilimi ısıracağım, ya da ağzımda eşek arısı ile dolaşacağım. Düşünceleriniz ve iyi dilekleriniz için teşekkür ederim Aygün Hanım!”

“Üniversite öğrencisiyim, dedim. Evli üniversite öğrencilerinden değilim. Kısaca; evli-barklı değilim ve ‘Hanım!’ kelimesini bir kenara koyarak bana kısaca ‘Aygün!’ demeniz yeterli…”

“Peki Aygün! Allahaısmarladık!”

“Peki Ergün! Güle güle! İyi yolculuklar! Umarım, döndüğünüzde görüşmemiz mümkün olur, sevinirim!”

 Dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur demişler. Pek umudum yok, ama inşallah görüşürüz!”

“Umut Kaf Dağının ardında değildir ki? Kötümser olmanıza da gerek yok! ‘Peki!’ de deseniz, ‘Belki’ de deseniz sizi tanımak isterim. ‘Hayır!’ demeniz de aklımdan geçmiyor Ergün!”

“Teşekkürler, ama kendini nimetten sayan biri için de umutlarınızı uçurmayın, derim. Şimdi kapatabilir miyim?”

“Söz verirseniz!”

“Böylesine bir istekte bulunan bir hanımefendiyi kırmak, asla aklımın ucundan bile geçmez, ama bağışlayın, söz veremem. Çünkü atalarım öğretti ki, ‘Ya tutacağın sözü ver, ya da verdiğin sözü tut!’..

Yaşamımın beklentisiz ve küskün olduğu bu dünyada size yer ayıramam. Karşımdakilerin benim yüzümden mahzun(22) olmalarını dilemem, bu nedenle tekrarlamam gerek ki, söz veremem!”

“Bu kadar uzun konuşmak yerine ‘Belki’ deseydin, umutlanırdım Ergün. Mademki demedin, ben seni arayıp bulacağım mutlaka, yaşlanıp kocasam bile…”

“Unutmak kolay, telefonunuzu bulmaktan başka bir ilintiniz(23) yok ki benimle. Hatta farkındasın, görmedik bile birbirimizi. Yarınlardan birinde karşına çıkıp ‘Ben O’yum!’ desem inanmanız güç! Çünkü bir genç kızın hayallerini bile işgal edemeyecek kadar küçük, minik(24), minnacık(24) biriyim yaşamda…

Ve çok uzun oldu, özür dileyerek kapatıyorum, Allahaısmarladık!”

Kapattı telefonu Ergün. Tekrar aranılmamak düşüncesiyle ve şimdilik kaydıyla telefonunu kapatmayı düşündü. Sonra bulduğu telefonun PIN Kodunu ve şifresini bilmediği geçti aklından, vazgeçti kapatmaktan, kuyumcuya yönelirken.

Kuyumcuya ulaşıncaya kadar birkaç kez daha çaldı telefon. “Arayan belki yine sahibidir!” diyerek açmak gereğini hissetti Ergün, ama Aygün’e söylediği gibi merakla değil;

“Buyurun! Aygün Hanımın telefonu…”

Karşıdan kendine yönelen ahret suallerini(26) aynı sükûnetle, sabırla cevapladı Ergün;

“Telefonunu kaybetmişti, ben buldum, babasına ve kendisine haber verdim, kendisi gelip alacak! Hikâyeyi size kendisi anlatır efendim!” diyerek her seferinde hiç âdeti(26) olmadığı halde esefle(27) kapattı.

Telefonu kuyumcuya bıraktığında rahatlamış gibiydi…

Kader bazen kişiyi etkilemek, elinden geleni ardına koymamak(28) isterse bir çaresi olduğunu düşünüyor, arıyor ve tuhaftır, buluyordu da o çareyi.

Hazırlıklarını bitirmiş, özellikle evrakı almaya özen gösterip çantasına dikkatle yerleştirmiş ve bavulumsu çantasıyla bir-iki gün diye plânladığı yolculuk için taksi durağına yönelmişti.

Taksi durağına birkaç adım, ya da çeyrek kala kendi telefonu çaldı. Arayan patrondu; “İyi yolculuklar!” dilemek için.

Teşekkür faslını(29) bitirdiğinde, nereden çıktıkları belli olmayan üç tinerci(30) apaş(30) sarmıştı etrafını; “Abi, n’olur, bir ekmek parası!” nidalarıyla.

Âdeti değildi, ama yola çıkıyordu; “Selâmet Parası(31)” olsun dileğiyle cüzdanından çıkarttığı parayı uzattığında biri parayı, diğeri cep telefonunu ellerinden kapmış ve göz açıp kapatıncaya(32) kadar denecek bir süre içinde kaybolmuşlardı, daha doğrusu bu duruma “Yok olmuşlardı!” demek daha kolay ve yerinde bir deyim olabilirdi. Çünkü minareyi çalmak isteyenin, kılıfını baştan hazırlaması kadar doğal ne olabilirdi ki?

“Ağır olmasa da çantası nedeniyle zaten koşup yakalaması mümkün değildi o şehir eşkıyalarını(33). Taksi durağından olayı oluruyla patronuna iletme gayretinde oldu Ergün.

“Üzme kendini! Gittiğin yerde daha iyisini bulur, alırsın hediyem olarak. IMEI Numarası(34) aklında ise ver, ya da emniyetten sinyal takibiyle biz hallederiz. Ancak gerekirse irtibat kurmamız(35) için ne yapabileceğimizi sen düşün!”

Kendisini dinlediğini sandığı şoförlerden yaşlıca, babacan(36) tipli biri çekti öncelikle dikkatini, aklında oluşan teklifi iletmek için;

“Amca beni havaalanına senin getirmen mümkün mü, sıra kimde olursa olsun?”

Şöyle bir etrafına baktı “Amca” dediği şoför. Başlarını eğenler ona muvafakat(37) vermiş gibiydiler.

Beraberce yola çıkıp bir kaç yüz metre ilerleyip taksi durağı gözden kaybolduktan sonra;

“Hele bir kenara çeker misin amca?” dedi Ergün.

Şoför merak ve itinayla sağ kenara yanaştı, dörtlü ikaz ışıklarını yakarak gözlerini merakla kendisine dikti.

“Ben tanıyor musun amca? Ben Ergün!”

“Simanı hatırlıyorum bir yerlerden. Hatta galiba bir ara havaalanına seni bir kere daha ben götürmüşüm gibi gene böyle he mi?”

“Evimi hatırlıyor musun?”

“O kafa bende nerde beyim?”

“O zaman geri dön, evimi göstereyim sana!”

“Neden gerek gördünüz ki beyim, anlayamadım! Hem uçağınızı kaçıracaksınız!”

“Sanırım vaktim müsait, yetişebileceğimi sanıyorum!”

Geri döndüler, evi görünce Ergün’den önce şoför konuştu;

“Tamam, hatırladım!”

“Şimdi havaalanına doğru yola çıkalım ve beni iyi dinle amca. ‘Hayır!’ dersen asla ısrarcı olmayacağım…

Durağa gelirken üç tinerci yolumu kesip cep telefonumu çaldılar benden…

Benim işlerimin yarısı cep telefonuyla iletişim kurmamla. Şu anda yeni bir telefon ve hat almam mümkün değil. Eğer bana güvenir, güvenebilirsen birkaç gün içinde yapacağım yolculuktan geri dönünceye kadar senin cep telefonunu bana ver. Gelirken sana yepyeni bir cep telefonu alır, getiririm…

Söz! Hattını gene sana iade eder, bugün itibariyle döndüğüm tarihe kadarki tüm konuşmalarımın da bedelini öderim!”

“Ama benim yurt dışımda kimsem yok ki, cep telefonum yurt dışlarına açık değil ki genç adam!” dedikten sonra, düşünürcesine, belki de düşüncelerini sıraya koymak, belki de nefes almak için kısa bir süre için, şoför durakladıktan sonra devam etme mecburiyetini hissetti Ergün;

“Aslında senin telefonunla fazla giderim olmaz. Çünkü telefonunun numarasını yurt dışına uçmadan evvel patronuma veririm, onlar beni ararlar, gerektiğinde, eğer sinyalim ulaşırsa. Eğer telefonunu bana vermeyi düşünürsen, garantinin olması, hem de telefonunun numarasını kaydetmesi için beraber arayalım patronumu…

Şu anda size verebileceğim başka bir garanti yok. İstediğiniz kadar para verebilirim. Ama bu içtenliğimin garantisi olamaz! Gene de siz bilir, siz karar verirsiniz tabii!”

Cevap beklercesine sustu. Sonra aklına yeni gelmiş gibi devam etme gereğini hissetti;

“Bildiğiniz gibi, yurt dışı aramalarda iki tarafa da konuşma bedeli yansıtılıyor, yükleniyor. Bu nedenle ben geri dönünceye tanımadığım hiçbir numarayı açmam, konuşmam. Eşin-dostun, çoluk-çocuğun ben şehre dönünceye kadar benim de senin de kusuruna bakmazlar herhalde, anlatırsın durumumu ve hırsızları. Havaalanına kadar düşün istersen bir…”

“Adım Serdar! Düşünmeye gerek yok oğlum! İnandım, telefon senin. Şarj aleti de torpido gözünde oradan al!”

“Sağ olun Serdar Amca! Bu iyiliğini asla ve kat’a(38) unutmayacağım. Hemen telefon numaranı, adresini, adını, soyadını patronuma bildireyim. İlk imkânlarında seni ziyaret etmelerinin gerekliliğini anlatayım. Yanımda döviz ve birkaç kuruş Türk parasından başka bir şey yok! Onunla da taksi paralarımı ödeyeceğim zaten!”

“Gerek yok oğlum, torpidodaki durak kartlarından birini al, benim adım yazılı. Güle güle git! Güle güle gel! Ehli namus(39) olduğuna inanıyorum. Dönüşünde de helâlleşiriz(40) ölmez sağ olursam inşallah!”

Şoför Serdar’ın yaşamı, ya da sağlığı ile ilgili bir sorunu olsa gerekti, böylesine vedalaştığına göre, bunu Ergün’ün bilmesi, hatta tahmin etmesi bile güçtü.

Ayrılırken Ergün, Serdar’ın elini sıkıp hararetle öptü. Şoförün onu indirirken tek sözü oldu;

“Hakkını helâl et, oğlum!”

“Ne demek amca? Bana bu kadar iyiliği tek sözümle kabullenip yerine getirdin. Asıl sen helâl et bana hakkını…”

Yaşlı adama sonu belki de malûm olmuştu(41). Bazı insanların öleceklerini hissedip ölümlerini beleyen filler(42) gibi akıbetlerine yöneldiklerini biliyordu Ergün. Arzusu; umudu, dileği yaşlı adamın kendini bir fil gibi hissetmemiş olmasıydı…

Ergün’ün bir-iki gün içinde halledeceğini düşündüğü işler çetrefilli çıkmış(43), “En fazla bir hafta içinde hallederim!” diye düşünürken olağan dışı uzamıştı işi.

Genellikle, ya da özellikle her nasıl söylenirse söylensin, yurt dışındaki Türklerle yapılması gereken bir kısım işler için işaret ve başparmağının ileri-geri hareket etmesi gerekmişti.

Veyahut da şöyle demek mi uygun düşer acaba; karşıdakilerin avuçlarını iç içe ovuşturur gibi getirmelerinin gereğini yapmak mecburiyeti gibi?

Eh bu da bir serüven(44), bir maç, uzatmaların oynanmasını da gerektirmişti. Hani azmin elinden bir şey kurtulmaz, diyecekti, ama diyemiyordu zorunlu hediyeleri(!) vermesi, ödemesi için!

Patron, olayın açıklığını bilmeden, belki bilmek istemediğinden, belki de muhtemelen hissetmediğinden; “Aferin!” demiş, dilerse, isterse birkaç gün daha oralarda tatil yapıp dinlenebileceğinin işaretini ve sözünü iletmişti kendisine.

Kabul etmesi gerekli miydi? Galiba gönlünden geçirdikleri nedeniyle bu zor gibiydi.

Patron ayrıca cep telefonunun sinyal takibini yapamadıklarını, IMEI Numarasından da telefonunu bulamadıklarını anlatmıştı. Eşkıya değiller miydi çalanlar, hem de o yaşlara gelinceye kadar oldukça tecrübeli profesyonel(45)?

Mutlaka SIM Kartını parçalayarak bir yerlere atıp, makinesini de ucuz-pahalı demeden, kendileriyle ilgili bu konuda yasa dışı iş yapan bir yerlere satmış olsalar gerekti.

Ergün, Şoför Serdar Amcası ve kendi için aynı tip, aynı renk, aynı model iki cep telefonu almıştı. Serdar’a telefonunu ve hediye etmeyi düşündüğü telefonu verecekti, evvel emirde(46). Sonra da kendi telefon numarasını iptal ettirip, yeni bir numara alacaktı kendine.

Döndüğünde şehir bembeyazdı. Kar, bir şehre, yaşadığı, tekrar kavuşmaktan haz ve huzur aldığı bir şehre bu kadar mı yakışırdı? Yoksa gönlüne serpiştirdiklerinin heyecanı mı bu sözü söylettiriyordu kendine? Doğal olarak güvercinlerin, kumruların, serçelerin kısaca tüm kuşların titreyişlerini göz ardı(47) ettiğinde. Yurtdışında gördükleri, yaşadıkları aklından çıkmış gibiydi…

Gerekli ifadeleri verip hediyeleri ilgililere teslim ettikten sonra, kendinin kendine sorduğu bir kısım sorulara cevap verememenin tereddüdü ile öğleden sonra, belki de kısa kış günlerinin ikindisine doğru izin alıp durağa gitti Ergün.

Serdar Amcası yoktu. Kendisinden ayrıldığı günlerden bir günün ertelerinde teslim etmişti emanetini Tanrısına, direksiyon başında, müşteri beklerken.

Telefonunu ve ona yeni aldığı telefonu arkasında bıraktıklarına vermesi ve borçlarını ödemesi gerekti.

Ve içinden gelerek mezarına gitmek, bir damla da olsa mezarına su döküp bir Fatiha okumak geçiyordu içinden, gönlünden. Yurtdışındayken yaşadıklarını göz önüne getirip(48) hatırladıklarından sonra, yaşamda karşılıksız iyilik gördüğü ilk ve belki de tek insandı Serdar Amca dediği insan. Hakkını ödeyemezdi, hem asla!

Taksi Durağından ev adresini öğrendi, evine gitti Ergün. Kapıyı; “Kim o?” tereddüdü ile başı örtülü bir hanım yarı yarıya, hatta yarımdan da kısa araladı.

“Teyze, ben Serdar Amcanın çok iyiliğini gören bir müşterisi idim. Cep telefonu bende kalmıştı, üstelik de ona çok borcum var! Öderim, ama vaktiniz müsaitse mezarına gidip bir Fatiha okuyup dönmek, sonrasında borcumu ödemek, telefonunu ve ona yeni olarak aldığım telefonu size hediye etmek isterim!”

Ergün’ün yurtdışından döner dönmez kendine ait olsun olmasın Serdar’ın cep telefonuna ait bütün giderleri ödediğini söylemek gereksizdi.

“Kız da, oğlan da okuldalar, ama…”

“İki satır not yazarız, anahtarları yoksa anahtarı da komşuya bırakırız. ‘Teyze!’ diyordum bu muhterem varlığınız nedeniyle beni de evlâdınız sayın, bundan sonra size ‘Anne!’ diyebilir miyim?..

Annem-babam yok! Serdar Amca da benim için baba idi zaten. Benden bu himmeti(49) esirgeme anne. Arabam hemen şurada!”

İsmi Sertap olan yaşlı kadın; “Peki oğlum!” derken mantosunu sırtına geçirme, ayaklarına pabuçlarını giyme moduna çoktan girmişti…

Gittiler, döndüler, çocuklar da dönmüşlerdi okuldan. Kızı Serpil üniversite son sınıfta, oğlu Sercan ise liseyi bitirmek üzereydi, anne-kız-oğul anlattıklarına göre.

Çay içmeye kalamadı. Ama onların kendisini kıramayacakları bir teklifte bulundu Ergün, Serdar’ın eski ve hediye etmeyi istediği yeni telefonu vererek.

Ayrıca “Serdar Amcaya borcum!” deyip gönlünden geçirdiği bir miktar parayı verip, bilmediği halde karınca kararınca(50) aldığı hediyeleri teslim etti. Eksikliydi, çünkü Serdar’ın aile yapısından haberdar değildi.

Çocuklarının cinsiyetlerini de adetlerini de bilmiyordu, ancak “Tanrı hakkı üçtür!” diyerek iki kız çocuğu ve bir oğlan çocuğu için gerçekleştirmişti hediyeleri, yaşlarını aşağı yukarı beyninde tasarlayarak.

Olmayan küçük abla ile oğlanın hediyeleri uygundu, ama büyük ablaya uygun değil gibiydi, gene de kız çocuğuna iki hediye vermek küstürmemişti kimseyi.

“Şu benim telefon numaram. Ne zaman müsait olursanız, ana-kız-oğul, ağabey-kardeşler olarak beni arayabilirsiniz, her ne için, her ne konuda olursa olsun, müsait olmasam bile en kısa zaman içinde size geri dönerim.

Yapacağım, yapabileceğim şeyler için de emeğimi harcamaktan çekinmem. Ayrıca bir akşam yemeğini de sizlerle paylaşmak istiyorum. Yeri ben, zamanı sizler söyleyeceksiniz. Ben arabamla gelip sizleri alıp, belirleyeceğim yere götüreceğim, tamam mı?”

“Tamam!” dediler ailece. “İkimiz de son sınıflarda olduğumuz için derslerimiz oldukça ağır ve sıkışık. O nedenle bu Cumartesi olabilir mi?”

“Bu Cumartesi ibibikler(51) hangi saatte öterler bilemiyorum, ama ibibiklerin ötmesine fırsat bırakmaksızın, sizleri derslerinize geciktirmeksizin, en geç akşamın altısında kapınızda olacağım."

İçinden yanlış olarak nitelendirilecek bir şey geçmiyordu; annem, kardeşlerim, ailem dedikleri için.

İçinden bir fesatlık(52) geçse, herhalde o telefonunu bulduğu 22 yaşındaki genç kız için geçerdi. Adının Aygün olduğu hatırında olan, ama telefon numarasını edinmeyi akıl edemediği bir kızdı o.

Gabi cehaleti(53) olarak yorumlansa da bundan memnun gibi hissediyordu kendisini. Poposuna tokat atılarak dünyaya çıplak olarak gelmiş, kimseyi üzmeksizin, bir baltaya sap olmaksızın gidiverecekti dünyadan. Tasavvuru(54) buydu…

“Yorum” derken düşüncelerinin kendisini yönlendirdiğinin farkında değildi Ergün. Onun kendisini neden aramadığını, ya da arayamadığını düşünemiyor, aklına bile getiremiyordu. Kendisi telefonunu çaldırmıştı, nereden bilsindi ki o genç kız telefon numarasını ya da adresini. Sarı Çizmeli Mehmet Ağa idi ki kendisi, arayan bulabilsin.

Ayrıca “Hafıza-i beşer, nisyan ile malûl!(55) değil miydi? O halde unutmuş olamaz mıydı kendini? Hem unutması o kadar doğaldı ki! Çünkü ne kendisi onu görmüştü, ne de o kendisini. “Unutmuştur!” diye düşünmek en kolay, en çıkarcı(56), en yalan, en mantıklı(56) savunmaydı.

Ergün’ün aklının ermediği; kadın aklının erkeklerden daha verimli olduğu, üstelik Tanrının kadınlara erkeklerden esirgediği bir altıncı hissi(57) verdiğinden habersiz oluşu idi! Çünkü yanılıyordu Ergün.

Aygün’ün çabası asla inkâr edilemezdi. Telefonunu aldıktan sonra belki 20-30 kez telefon etmiş ve belki 10 kez de kuyumcuya gitmişti, kendisinden haber alabilmek için. Sadece teşekkür için mi, yoksa sesinden etkilenip tanışmak istediği için mi?

Sevgi? Olamazdı…

Görmeden, bilmeden, tanımadan, etmeden…

Telefonu bulduğu için, kendisine ismi ile hitap etmesinin etkisi olabilir miydi? Hah! Hah! Ha!

“Hah! Hah! Ha!” mı? Bu kendisini aldatmaya yönelik bir davranıştı Aygün’ün. Yunus Emre; “İster Mecusi, ister putperest ol gene gel!” demişti, kendi deyişi ise; “İster kör, topal, sağır, çolak ol, ister kendini saklayacak kadar şekilsiz, biçimsiz, çirkin ol! Yeter ki görün bana, ya unutayım seni, ya da oturayım dizlerinin dibine; görmeden, bilmeden; ‘Sevdiğim!’ diyerek.”

Üstelik bu deyişlerden haberdar olmayan Ergün’ün bilmesi gerektiği halde bilemediği bir başka gerçek daha vardı.

Aramaktan, aranmak için beklemekten gına gelen(58) Aygün, bir gün yine uğramıştı kuyumcuya ayaküstü. Telefonlarına neden cevap verilmediğini, neden; “Böyle bir numara kullanılmamaktadır!” diye cevap alamadığını sorgulamak istedi. Kuyumcu yoktu dükkânda. Çırağı Burak;

“Bir de ben arayayım!” demişti, ustası tarafından kendine alınan cep telefonuna uzanarak.

Genç kız Burak’ın aramaya çalıştığı numarayı görünce;

“Bendeki numara da aynı, cevap vermeyen ‘Böyle bir numara yoktur!’ diye bas bas bağıran(59)!” deyince de Burak;

“Üzgünüm abla, yapabileceğim bir şey yok, velev ki(60) uğrarsa, ya da herhangi bir şekilde kendisinden haber alırsak sizin aradığınızı kendisine ileteceğim, ya da eğer telefon numarasına ulaşırsak size hemen bildiririz, söz!”

İkisinin de hırsızların Ergün’ün telefonunu çaldıklarını, SIM kartını yok ettikleri, bu nedenle yeni bir telefon numarası edindiğini bilmeleri mümkün değildi…

Bir arkadaşının çocuğu sünnet olacaktı Ergün’ün. Para toplamışlardı aralarında. Arkadaşlarından biri altın almaya gidecekti. Öneride bulundu Ergün, Kuyumcu Murat’ın kendinde kalan kartlardan birini vererek;

“Murat Kuyumcuya git, selâmı söyle, o göstermesi gereken kolaylığı, yapması gerekenin hepsini yapar. Eksiğimiz varsa akşama geçerken uğrayıp benim tamamlayacağımı söyle, azaltmasın çoğaltsın, lütfen!”

Ergün’ün selâm ve dilekleriyle kendine ulaşan arkadaşının işini halledip, “Şu kadar borcu var!” diye söyleyen Murat yılların birikimini, deneyimini yaşamış bir insan olarak;

“Söyleyin ona; bana yeni telefon numarasını bildirsin, her neden değiştirdiyse, bilmiyorum. Bir hanım kız onu, şu numaradan defalarca aradı. Onu bir arasın!” derken bir kâğıda o genç kızın numarasını aynı kartın arkasına yazarak arkadaşına verdikten sonra gelen yeni müşterisi ile ilgilenme gayretini yaşadı.

Arkadaşı, Kuyumcu Murat’ın sözlerini aynen iletti Ergün’e.

Ergün, içinde bir heyecan fırtınası kopmasına rağmen, bulduğu ve kuyumcu vasıtasıyla sahibine iade edilen telefonun çok pahalı ve değerli olması nedeniyle tedirginliği yaşamaya başladı yeniden. Böyle bir telefona sahip olan kişi mutlaka varlıklı, ötesinde çok zengin olmalıydı.

Uzunca bir süre kararsızlık içinde kaldı, telefon etmedi. Sonrasında merak edip duygularına engel olamayarak telefon numarasını tuşladı;

“Buyur bacım?” dedi, sorarcasına.

“Bacım?”

“Bir Anadolu deyişi; ‘Kız kardeşim!’ demek yani. Ama mademki beğenmediniz, buyurun hanımefendi!”

“Sen O’sun, değil mi?”

“Anlayamadım efendim, hangi O?”

“Beni unutmak isteyen, kölem olacağından çekinip görünmeyen O!”

“Vallahi hanımefendi hayal dünyanız çok geniş, kurgunuz mükemmel, hüsnü kuruntunuz(61) engin boyutlarda, ne diyeyim ki?”

“Peki, adım Aygün. ‘Hatırlamadım, hatırlamıyorum!’ demeyin, inanmam!”

“Peki, Aygün Hanım. Hatırlayamadım, ama varsayalım(62) ki tanıdım sizi, benden istediğiniz nedir efendim?”

“Tanışmak!”

“Boş verin siz, benim gibi yoksul, zibidi(63), ne idiği belirsiz(63), sümüklü bir suratsızla tanışacaksınız da ne olacak?”

“Israrcıyım!”

“Yapmayın! Etmeyin! İyi geceler ve Allahaısmarladık!”

Telefonunu karşısındakine umut vermemek için, belki de istemeyerek kapattı Ergün. Telefonu defalarca çaldı, açmadı.

Yol virajlara gelmeden, hatta yakınlaşmadan bile bitirilmeli, “Yolun sonu burası!” denmeliydi, hüsran(64) ve hicranı(64) yaşamamak için.

Unutmak ve unutturmak, Tanrının en büyük müjdesi, en uslu bağışı idi insanlara…

Hele ki; davul bile dengi dengine çalma, gayretinde ise. Telefon etti kuyumcuya;

“Bir başkasına hakkımda bilgi verirsen yakarım çıranı(65), külâhları değişiriz(65). Hakkım varsa helâl etmem!”

Oysa Aygün çoktan kaydetmişti telefon numarasını, kendi telefonuna.

Bıkkın olduğunu hissettiğinden, emin olduğundan telefonu açmayınca bu kez mesaj geldi, kendini naza çekmeksizin(66) anında cevaplaması gereken ve cevapladığı;

“Kapatmasanız ve tekrar aradığımda açsaydınız ne olurdu sanki? Korkmayın, çekinmeyin, yamyam değilim, yemem, vampir(67) ya da yarasa değilim, kan emmem!”

“Affedersin, ama böylesi daha iyi olur gibime gelir!”

“Cismi görmeden, bilmeden, tanımadan kalp kırmak kolay, onarmak ise zor, hem çok zor! Anlatabildim mi?”

“Son kez yazıyorum. Gençsin, muhtemelen de güzel bir kızsın. Önerim; önündeki beyaz sayfalara ve açık ufka bakman ve temennim beyaz atlı prensini bulman…”

Ergün’ün temennisi, ya da duası kendisinin de gönlünün sultanını bulması üzerine miydi, bilinmez.

Bilinen; sesine âşık olduğuydu. Onu görünce de elinin, ayağının tutmayacağına inanmasıydı, hatta emindi.

İçinden “Aşk, pusuda mı?” deseydi acaba? Yine kesinkes bildiğine inandığı bir gerçek vardı ki; Kurbağa Prens masalındaki gibi, öpülünce asla prense dönüşecek bir insan olmadığıydı.

Ne karşıdan başka bir cevap geldi, ne de devam etmeyi yeğledi Ergün. Belki de şimdilik…

Cumartesi günü geldi, akşam oldu(68), Ergün’ün hüzünlendiği belki de şarkı ile hiç ilintisi olmayan. Rahmetli Serdar’ın evine gitti, hanımını, yani annesini, kızını ve oğlunu, yani kardeşlerini almak için.

Ergün güzel olduğuna inandığı bir yer biliyordu, yemeklerinin iyi, misafirlerinin mutlu olacağına inandığı.

Ve yerlerini bir gün öncesinden tembih(69), ya da rezerve etmiş(69), sabahtan da ayrıca teyit almıştı(69).

Yemekler öyle ahım-şahım(70) değildi, ezogelin çorba, güney usulü kebap, şalgam suyu ve künefe(71) üstüne kurulu idi. Neşeli sohbetlerle devam eden masaya biraz sonra bir genç kız konuk oldu.

“Merhaba Serpil! Seni burada görmek ne kadar güzel!” Sesinde ne karşısındakini aşağılama, ne böylesine bir yerde görmenin şaşkınlığı, ne de istihza(72) gibi bir şımarıklık(72) vardı. Bilâkis ona rastlamış olmanın mutluğunu yaşıyor gibiydi.

“Ağabeyim davet etti bizi!” dedi Serpil. O da karşısındakinin sorusunda, kendini gizlemesi gerektiğini anlatmak istemişti; bir yetim çocuğu olarak böyle bir yerlere gelmesinin mümkün olmadığı inancını yaşadığını anlatmak istercesine.

“Merhaba, iyi akşamlar! Ben Serpil’in inşallah beraberce mezun olacağımıza inandığım arkadaşı Aygün. Kısıtlı ve de kısıtlanmamış imkânlar nedeniyle ancak okulda görüşebildiğim.” derken elini öncelikle Ergün’e uzattı;

“Sizi bir yerlerden gözüm ısırıyor(73), ama bilemedim nerden?”

Aygün’ün, Ergün’ün babasının elemanlarından biri olduğunu başlangıç olarak bilmesi mümkün değildi, zaten büroya gidişi ya üç ya da beş seferdi ve bu seferlerde de karşılaşması mümkün değildi, belki uzaktan, gözlerinin ısırmasına yetecek kadar!

Davranışında belki de muhtemelen bugüne kadar Serpil’in ağabeyini görememesinin, ya da Serpil’in ağabeyini saklaması amacının olduğunu zannetmesi idi.

Ergün genç kıza bakakaldı, belki o da genç kızı gözleri ısıracak kadar görmüş olabilirdi, aklına bile getirmesinin mümkün olmadığı. Bakakaldı genç kızın yüzüne. Aygün öyle bir bakmıştı ki kendine, kalbi yanmış(74) gibiydi.

Ve onun gözlerinde okyanuslar birikmişti sanki. O gözler üzerinde Himalayalar, altında sahra çöllerinin kurumuşluğuna vaha olan dudaklar, üstelik bülbül gibi bir şakıyış(75) vardı.

O bakışlar(74), insana dünyaya gelişine şükrettiren bakışlardı, o ses Allah’a ulaşan bir duaydı sanki. Fiziksel varlığını tarif etmek abesti(76), sadece gözler, kaşlar, dudaklar ve sesi dışında.

Ve Ergün çarpıklığı, Quasimodo’ya(77) dönüşümünün telâşı içinde imkânsızlığı yaşıyordu. Bir taraftan sesine âşık olduğunu hissettiren aynı varlık, diğer taraftan yine aynı şekilde seslenen, gözlerini ayıramadığı Aygün adlı bu genç kız.

“Üniversite öğrencisiyim, 22 yaşındayım, adım Aygün!” demişti telefon eden genç kız. Bu da Serpil’le aynı sınıfta olduğuna göre aşağı-yukarı o idi.

Edepli olması gerekti Ergün’ün ailesi yanında. Hem düşünüyordu ki, insanları çift yaratan Tanrı neden isimleri de, cisimleri de, sesleri de çoğaltmamış olsundu ki? Tesadüfün bu kadarını beklemek de yanlış gibi geliyordu kendine.

Gene de tedbirli olması gerekliliği ile sanki ağzındaki lokmayı yutamamış gibi öksürüklerinin arkasına gizlenerek, “Affedersiniz, ben Ergün!” demek zorunluluğu hissetti. Sesini değiştirmeye muvaffak olmuş muydu, ne gezer?

Öncesinde de aç parantez olarak söylenmişti, Tanrının erkeklerden esirgediği, yalnız kadınlara has altıncı bir his vardı. Ve bu Aygün de müsamahalı(78) bir şekilde emsallerine göre daha fazlaydı.

Ergün’ün saklanma gayretli yapay öksürüğü arkasına gizlenmek isteyişi gözünden kaçmamıştı. Üstelik tedirgin davranışlarını da göz ardı etmesi mümkün değildi. Emindi, telefonunu bulan ve kendini saklayan idi o, üstelik dediği gibi değil, yakışıklı…

“İyi akşamlar, afiyet olsun! Ben de ağabeyim ve kardeşimle gelmiştim” diyerek uzaklaşır gibiyken şansını denemek istedi Aygün.

Çekinmeksizin cep telefonunu çıkardı cebinden, kayıtlı numarayı tek seferde tuşladı.

Ergün genç kızın her şeyinden etkilenmiş, abandone olmuş(79) durumundaydı. Çalan telefonun sesinin farkında değil gibiydi, ya da ilgisizdi.

“Keşke sessiz moduna alsaydım, Keşke kapatmış olsaydım!” kaygısını yaşıyordu, ufacıcık bir zaman da olsa karşısından uzaklaşanı hayal etmek, düşünmek için.

Aygün telefonla Ergün’ün arkasında öyle duruyor, Ergün’ün telefonu ise devamlı olarak çalıyordu. Serpil;

“Telefonuna baksana ağabey, belki önemli olabilir!”

“Sanmıyorum!” derken cebindeki telefonun kapat düğmesine basıp devam etti;

“Kim bilir hangi şaşkın arıyordu. Haydi, biz kendimize bakıp devam edelim!” derken farkına vardı arkasındaki Aygün’ün.

“O şaşkın benim, saklanma gayretlerini bir anda belli eden Ergün!” dedi ve devam etti;

“Şimdi çaldırdığım, senin yeni telefon numaran benden saklamaya, gizlemeye çalıştığın. Affedersiniz abla, kardeşlerim, yanınıza oturmama izin verin ve eğri otursak da doğru konuşalım, ya da sadece ben konuşayım.

Haydi bana ağabeyini anlat Serpil! Ha! Sen bilmiyorsan, ben nasıl olsa öğrenirim, senden ya da karşımdakinden, hem de nasıl?”

“Ekleyecek, eklenecek bir şey var mı?”

“Göreve giderken telefonum çalındı, o nedenle…”

“Saklanman gerekti, benden kaçmak istedin, ‘Tanışalım!’ dedim, kaybolan telefonumu bulup getirdiğin için. Ben seni, bilmeden, görmeden, tanımadan sevdim. Şimdi niye dudakların konuşmaksızın titriyor! Kaçmaktan, uzak durmaktan, yoksa bana âşık olduğun halde görünmemekten dolayı mı?”

Nefes alma gayreti yaşar gibiydi, devam ederken;

“Ölümsüzlük ancak sevgi ile mümkün. Bunun için de karşında bir beden olmasına gerek yok Ergün. Seni sevdim, görmeden, tanımadan, bilmeden, senin de aynı duygularla beni sevdiğinden de eminim, çekincenin zengin olduğumu bilmenden kaynaklandığı da hatırımda…

Bilmen gereken şu; seven ve sevilen insanlar asla ölmezler, gün gelir kavuşurlar ve sonsuza kadar yaşarlar ve ben seni bekliyorum, ‘Gel!’ dememi bekleme, gel!...”

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Burak; Peygamberimiz Hazreti Muhammet’in Miraç Gecesinde üstüne bindiği söylenen efsanevi at.  

Serdar; Önder. Askerin başı, komutan, kumandan, başbuğ, başkomutan.

Sertap; İnatçı, asi.

(1) İrkilmek; Ürküp korkarak geri çekilir gibi olmak, ya da korkup şaşırarak duraksamak. Birikmek, toplanmak, yığılmak.

(2) Haşlamak; Şiddetli şekilde azarlamak, sertçe paylamak, azarlamak, dalamak, zarar vermek, sızı, acı vermek. Canını yakmak.  (Bir şeyi kaynar suya daldırmak.)

(3) Telâfi Etmek; Ziyan olan, yok yere elden çıkan bir şeyin yerini onun değerinde bir şeyle doldurmak, zararı karşılamak. Yanlış ya da eksik olan bir şeyi düzeltmek, yerine geçirmek.

(4) Hansel ve Gretel; Grimm Kardeşlerin Biri kız, diğer oğlan iki kardeşe ait masal kitabı.

(5) Baht; İyi olma, mutluluk, talihlilik.

(6) Çiçek Toplamak; Yöresel olarak bir espri olduğu için söylemek gereğini hissettim. Herhangi bir yere vasıtasıyla giderken, şoförle iletişim uygunsa yörem insanları tuvalet ihtiyaçlarını belli etmek için ; “Kaptan! Uygun bir yerde dur da çiçek toplayalım!” der. Tabiidir ki öyküyle hiçbir ilintisi yok, ancak gene de öyküye sıkıştırmak gereğini arzuladım.

(7) Besleme; Evlâtlık olarak alınarak ev işlerinde çalıştırılan kız, ya da oğlan çocuğu. Yanaşma. Birinin yanında çalışan hizmetli, tutma.  Herhangi bir kuruluşu, onun maddi yardımları dolaysıyla körü körüne destekleyen. Beslenme olayı.

(8) Aptallık;  Zekâsı pek gelişmemiş, zekâ yoksunu, alık, ahmak, salak avanak durumu. Aynı zamanda küçümseme veya azarlama sözü olarak da kullanılmakta olan bir deyim.

(9) Üzüntü kanserdir; Kanserden ölen Dale CARNEGIE, “Üzüntüyü Bırak, Yaşamaya Bak!” adlı eserinde; “Üzüntü, kanserdir!” demiştir. (Bir bakıma CARNEGIE, yazdıklarına rağmen “Çok mu üzülmüştü, çok mu stresi vardı?” diye sormak gerektiğini düşünüyorum. )

Üzüntü ve stres kanser sebebi değildir; Yukarıdaki ve kaleme alamadığım yaklaşımlara karşın Prof. Dr. Michael HUN; “Üzüntü ve stresin kanser yapmadığını” iddia etmiştir.

Üzüntü ve Stres; Yapılan bir incelemeye göre; Üzüntü ve yoğun stres bağışıklık sistemini zayıflatabilmektedir. Her insanın vücudunda hemen hemen her gün eğer yok edilmezse ileride kansere dönüşebilecek hücreler oluşmaktadır. Ancak bu hücreler bağışıklık sistemi tarafından hemen tanınıp yok edilmektedirler. Bağışıklık sisteminin zayıflaması bu mekanizmanın kanser öncüsü hücreleri kaçırmasına neden olmaktadır. Onlar da kansere neden olmaktadırlar. Bu bir görüş, diğer bir görüşe göre üzüntü ve stres kansere neden olmamaktadır. O zaman; “Üzüntü, kanserdir!” diyen ilim adamlarını da inkâr etmemiz gerekirdi, diye düşünüyorum.

(10) Haşır Neşir Olmak; Bir arada olmak, kaynaşmak.

(11) Deşmek; Bir sorunu hatırlayarak yeniden kurcalamak, ele almak. İçini açmak, oymak, delmek, karıştırmak.

Üstelemek; Üst üste istemek, yapmak. Hastalığın yeniden ortaya çıkması.

Âlemi Olmamak; Söz etmenin konuşmanın gereği olmamak.

(12) Sırtı (Pek) Kalın; Cüzdanı kabarık, varlığı yerinde.

(13) Kefenin Cebi Yok; Neyi var, neyi yoksa bunun hiç birini öbür dünyaya götürmesinin mümkün olmadığını, hepsinin arkasında kalanlara kalacağını, kimi insanın paraya kıyamayıp, cimrilik yaptığını ifade için kullanılan bir deyim.

(14) Nitekim; Nasıl ki, gerçekten, sonunda, sonuç olarak.

(15) Elleri Kulaklarında Olmak; Gerçekleşmesi pek yakın. Gerçekleşmek üzere olan. Çok yakın zamanda olacak.

(16) PIN Kodu (No); Personel Identification Number. Kişisel Kimlik Numarası. Kablosuz cihazlarda SIM kartı ile birlikte kullanılan numara.

(17) Sınamak; Değerini anlamak, gerekli niteliği taşıyıp taşımadığını bulmak için birini, bir nesneye veya bir düşünceyi yoklayıp denemek, tecrübe etmek. Bilgisini, yeteneğini, yeterliliğini, niteliğini yoklamak imtihan etmek.

(18) Balıklama Atlamak; Bir işe, bir duruma, bir harekete sonucunun ne olacağını düşünmeden girişmek. Suya dalmada, atlamada balık gibi gergin, düz ve baş aşağı bir biçimde atlamak.

(19) İfil İfil (Efil Efil) Hissedilmek; Tıpkı bir meltemin, rüzgârın hafif hafif, yavaş yavaş, yumuşak yumuşak, tatlı tatlı bir şekilde hissedilmesi.

(20) Tandans; Eğilim. Bir şeyi sevmeye, istemeye veya yapmaya içten yönelme, meyil, temayül.

(21) Sitem Etmek; Bir kimseye yaptığı bir hareketin veya söylediği sözün üzüntü, alınganlık, kırgınlık vb. duygular uyandırdığını öfkelenmeden belirtmek.

(22) Mahzun; Üzgün, üzüntülü. Hüzünlü.

(23) İlinti; Bir şeyin bir başka şeyle bağlantısı, iki şey arasındaki herhangi bir yönden ilgisi, ilişkisi. Dert, işkil, kuruntu, üzüntü, kaygı, iç sıkıntısı.

(24) Mini Minnacık; Çok küçük, mini mini. Çok Minik, çok minicik, çok ufacık.

(25) Ahret (Ahiret, Kabir) Sualleri;  Ölen insanı kabirde Münkir-Nekir denilen Sorgu Melekleri sualleriyle sorguya çekerler, bu sorular; “Rabbin kim? Dinin ne? Kimin ümmetindensin, Kitabın ne? Kıblen neresi?” diye başlayan ve “Rabbim Allah!” cevabı verilmesi gerektiğine inanılan suallerdir.

(26) Âdet; Töre. Bir topluluk içinde öteden beri uyulan ve uygulanan kural. Alışkı; Bir kimsenin yapmaya alıştığı, bir kural gibi uyduğu şey.

(27) Eseflenmek; Acınmak, acımak,  üzülmek, kendini karşısındakinin yerine koymak.

(28) Elinden Geleni Ardına Koymamak; Yapabileceği bütün kötülükleri yapmak.

(29) Teşekkür Faslı; Teşekkürle ilgili sözler.

(30) Tinerci; Uyuşturucu olarak tiner koklama alışkanlığı olan.

(31) Selâmet Parası; Her türlü korku, tasa, tehlikeden uzak, güvenlik içinde olmak için geride kalanlara, kurtuluş, tehlikeden sakınma, fenalıklardan kurtulma, esenlik vb. için verilen para.

(32) Göz Açıp Kapatıncaya Kadar Kaybolmak; Çok çabuk, çok kısa bir zaman içinde.

(33) Şehir Eşkıyası; Kent içinde soygunlar yapar, cinayetler işleyen azılı haydut.

(34) IMEI Numarası; International Mobile Equipment Identfy. Cihazların kimlik numarası, tek ve benzersiz olup 15 haneden oluşur, #06#  tuşlanarak tespit edilmesi mümkündür.

(35) İrtibatta Olmak (Kurmak); Bağlantılı, bilgili, haberli durumda bulunmak.

(36) Babacan; Cana yakın, olgun, hoşgörülü, iyi kalpli, güvenilir erkek.

(37) Muvafakat; Uygun görme, onama, kabul etme.

(38) Kata (Kat’a); Asla, hiçbir zaman. Hiçbir şekilde.

(39) Ehli Namus; Namuslu kimse. Namus ehli.

(40) Helâlleşmek; Alışverişte ya da uzun sürecek bir ayrılış sırasında kişilerin birbirlerine haklarını helâl etmeleri.

(41) Malûm Olmak; İçine doğmak, bir işin olduğunu ya da olacağını sezinlemek, tahmin etmek.

(42) Fil Mezarlığı; Fillerin öleceklerine, ya da ömürlerinin sona ermesine yakın olduğunu bilip “Fil Mezarlığı” olarak belirledikleri bir yer sükûn içinde ölmek için gidip, ölümlerini orada bekledikleri, bu nedenle böyle mezarlığı bulan biri, ya da birilerinin fildişleriyle ihya olduklarını biliyor olsa gerekti Ergün!

(43) Çetrefilli; Karışıklığı dolaysıyla, anlaşılması, içinden çıkılması veya sonuca bağlanması, anlaşılması güç yapı, eser. Yapı ve ses kurallarına aykırı olarak kullanılan dil. Sarp, engelli, engebeli.

(44) Serüven; Bir kimsenin başından geçen, ya da içine atılmış olduğu, içinde beklenmedik, heyecanlı olguların bulunduğu olay. Sonunu nereye varacağı kestirilemeyen iş, durum.

(45) Profesyonel; İşin uzmanı, ustası olan kimse. Bir işi, bir mesleği kazanç sağlamak amacıyla yapan kimse.

(46) Evvel Emirde; Her şeyden önce, ilk iş olarak, ilk önce, ilkin.

(47) Göz Ardı Etmek (Edilmek); Gereken önemi vermemek, verilmemek.

(48) Göz Önüne Almak (Getirmek); Bir durumun nasıl bir sonuca ol açacağını önceden düşünmek, bir şeyin olabileceği olasılığını hesap etmek.

(49) Himmet; Yardım, kayırma, iyi davranma. Çalışma, emek, gayret, lütuf, iyilik, kalp isteğiyle gösterilen gayret, emek, çaba, kutsal sayılan bir kişi tarafından yapılan etki. Meyil, arzu, istek, azim, niyet, irade…

(50) Karınca Kararınca (Karınca Kaderince, Kararında Kararınca); Az da olsa elden geldiğince.

(51) Karagözlüm efkârlanma gül gayri, ibibikler öter ötmez ordayım! Sütler kaymak tutar tutmaz ordayım. Tüfekleri çatar çatmaz ordayım… Bekir Sıtkı ERDOĞAN’ın “KIŞLADA BAHAR” isimli şiirinden bölümler olup eser,  Münir Nurettin SELÇUK, Gültekin ÇEKİ, Erol SAYAN, Yusuf NALKESEN tarafından Nihavent, Rast ve Kürdilihicazkâr Makamların Türk Sanat Müziği eseri olarak bestelenmiştir.

(52) Fesatlık; Bozukluk, karıştırıcılık, ara bozuculuk, karışıklık, kargaşalık, herhangi bir konuda iyimser olmama, kötü yorumlama. Ara bozuculuk, hile durumu.

(53) Gabi Cehaleti; Bilgisizliği yanında, anlayışsız, aptal, kalın kafalı, bön.

(54) Tasavvur Etmek; Zihinde canlandırmak, düşünmek.

(55) Hafıza-i Beşer Nisyan İle Maluldür; Türk Atasözü olup; insan hafızası unutur,  ya da hafızamızın eksikliği unutkanlığı doğurur, unutkanlık bir insanlık gereğidir, gibi anlamları vardır. Bir de; insanın özellikle kötü anları, kötü anıları unutması gerekliliğini belirtir şekilde kullanılmaktadır. (Türk Dil Kurumunun Türkçe Sözlük adlı eserinde Atasözü; “Uzun deneme ve gözlemlere dayanılarak kısaca söylenmiş ve halka mal olmuş öğüt, darbımesel!” olarak tarif edilmiştir.)

(56) Çıkarcı; Menfaatperest. Çıkar sever, çıkarlarına düşkün, yalnız kendi çıkarını düşünen, menfaat düşkünü…

Mantıklı; Akla ve mantığa uygun olan ve bu şekilde davranan.

(57) Altıncı His; Önsezi. İçine doğma. Bir olayı meydana gelmeden evvel hissetme.

(58) Gına Gelmek; Usanmak, bıkmak.

(59) Bas Bas Bağırmak; Çok yüksek bir sesle bağırmak.

(60) Velev ki; İster, isterse, hatta bile, öyle olsa da, farz edelim ki anlamlarında Arapça bir kelime.

(61) Hüsnü Kuruntu (Hüsn-ü Kuruntu); Zararsız kuruntu, güzel kuruntu anlamlarını içermekte. İhtimali bulunmadığı halde güzel bir şeyin olacağını sanma, hayal etme, kendini buna inandırma. Herhangi bir durumu kendince, bencilce iyiye yorumlamak denilebilir. (Süslü Kuruntu; Avam dilindi söyleniş biçimi.)

(62) Varsaymak; Bir aklı yürütmede, bir tanıtlamada, bir varsayım, temel ilke, bir öncül olarak kabul etmek.

(63) Zibidi; Gülünç olacak derecede kısa ve dar giyinmiş olan, yersiz ve zamansız davranışları olan.

Ne İdiği Belirsiz, Ne İdüğü Belirsiz; Ne ve kim olduğu, içeriği belirsiz.

(64) Hüsran; Umulan, beklenilen bir şeyin elde edilememesinden duyulan acı, düş kırıklığı.

Hicran; Sevilen bir yerden, ya da kimseden ayrılmak, ayrılık ve ayrılığın neden olduğu onulmaz, çok güçlü üzüntü ve büyük acı.

(65) Çırasını Yakmak; Hak edene cezasını vermek, kötülük eden birine hınç ve kızgınlıkla zarar vermek. Güç durumda bırakmak.

Külâhları Değişmek; Araları bozulmak, bozuşmak.

(66) Kendini Naza Çekmek;

(67) Vampir; İnanışa göre geceleyin mezardan çıkarak insanların kanını emen yaratık. Güney Amerika’da yaşayan memelilerin kanını emerek beslenen büyük bir yarasa.

(68) Akşam oldu, hüzünlendim, ben yine… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güfte ve Bestesi; Semahat ÖZDENSES’e ait olan bu eser Uşşak Makamındadır ve yorumunu en iyi şekilde yapan da aynı sanatkârdır.

(69) Tembih Etmek; Uyarmak. Bir şeyin belli bir biçimde ve yolda yapılmasını söylemek, bunu üsteleyerek söylemek.

Rezerve Etmek; Bir lokanta, otel ya da eğlence yerinde önceden yer ayırtmak.

Teyid (Teyit) Almak; Kuvvetlendirmek, sağlamlaştırmak, metanet vermek, kabullenmek.

(70) Ahım-Şahım; Beğenilecek, değer verilecek nitelikte olmak. Güzel.

(71) Künefe; Sıcak olarak yenilen bir tür peynirli tel kadayıf.

(72) İstihza; Gizli, ince ve kinayeli bir şekilde alay. Saraka.

Şımarıklık; Şımarık olma durumu. Şımarığa yakışır davranış.

(73) Gözü Isırmak; Bir kimseyi sanki tanır gibi olmak.

(74) Bağdat Yolu;  “Bir bakış baktın, kalbimi yaktın…” diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güfte ve Bestesi; Cevat ÜLTANIR’a ait olup eser Rast Makamındadır.

(75) Şakımak; Şarkı, şiir olarak söylemek. Neşeli, tatlı bir biçimde bir şeyleri söylemeye çalışmak. Güzel hoşa gidecek bir şekilde ötmek.

(76) Abes; Akla ve gerçeğe aykırı, gereksiz, lüzumsuz, yersiz, boş, saçma.

(77) Quasimodo; Notre Dame Kilisesinin Çan çalıcısı çirkin bir kahramandır. Victor HUGO’nun şahane eserlerinden biri olan Notre Dame’ın Kamburu (Orijinal isimleri; Notre Dame De PARIS, The Hunchback Of  Notre Dame) çeşitli kereler filme çekilmiş; QUASIMODO ve büyüyünce âşık olduğu çingene kızı ESMERALDA rolleri çeşitli sanatkârlar tarafından canlandırılmıştır. Hatta eserin çizgi filmi bile yapılmıştır. Çok çirkin olan Quasimodo isminin Fransızcadaki anlamı; “Eksik, tamamlanmamış” demektir.

(78) Müsamaha; Hoşgörü. Tolerans. Kolaylık göstermek, iyi karşılamak, ayıplamamak, hatayı görmezden gelmek, göz yummak. Kırıcı ve aşağılayıcı olmamak, affedici olmak, kendi görüşlerimize aykırı olan görüşleri sabırla karşılamak. Kendine, düşüncelerine ters gelse bile başkalarının düşünce, fikir ve davranışlarına karşı anlayışlı davranma, rahatsız olmama, tepki göstermeme.

(79) Abondene Olmak; Boksta boksörün rakibinin üstünlüğü karşısında dövüşemeyecek duruma düşmesi durumu ve kendi isteği ya da antrenörünün müdahalesi ile müsabakayı bırakması (Havlu atılması).