Hiç kimsenin anne ve babasını seçme ve doğmama gibi bir lükse hakkı yok evrende. Keza(1) “Doğmasaydım, niye doğmadım(2)?” diye bir serzenişi de olamazdı insanların, tıpkı Faruk gibi.
Faruk bir bakıma Quasimodo(3) idi, tam olarak benzemese de, aşağı-yukarı denilecek şekilde. Çünkü sol tarafı tamamen arızalı idi. Başı sağa doğru hafifçe de olsa eğik, sol kulağı başına yapışık, sol gözü eğreti kapalı, sol kolu fark edilmeyecek gibi görünse de ötekinden biraz kısaydı.
Ancak sol tarafında bu kadar kusuru olsa da sol ayağı da, sağ ayağı da sağlamdı. Tanrının bu eksikliklerini göz önüne alarak(4) kalbini de sağ tarafta imal etmesi zor olmasa gerekti!
Kim bilir uzaktan fark edilmediğine göre belki de kalbi yoktu, kalpsizin! Çünkü bu yaşlara gelmesine rağmen hissetmesi gerekenleri hiç hissetmemişti, hissetmiyordu da…
İnsanların en kötü huylarından biri iyi bir şey yaptıklarında, iyi şeylere sahip olduklarında yahut da iyi şeyler yaşadıklarında Tanrıyı unutmaları, Tanrıya ihtiyaç duymamaları, kötü ya da yanlışlıklar karşısında Tanrıyı suçlamaları olsa gerek! Tıpkı öğrencilerin iyi notlarda “Aldım!” kötü notlarda (Öğretmen) “Verdi!” demeleri gibi.
Faruk’un tarifteki insanlardan farklı olarak kadere inancı nedeniyle böyle bir saplantısının olmaması, mahalle camiindeki Kur’an Kursuna gidip, akil baliğ olduktan(4) sonra da namaz, niyaz ve oruçlarını aksatmaması idi.
Kelime-i Şahadet(5), Kelime-i Tevhit(5) dışındaki diğer şeriat(5) zorunlulukları, yani İslam’ın şartlarından olan hac ve zekâtı(5) kısıtlı imkânları dolaysıyla yerine getirmesi mümkün değildi.
Öylesine çoktu ki mazeretleri, zaten bektaşinin dediği gibi; “Hac ile zekâta para yok, oruçla, namaza niyet yok, kalıyor bir kelime-i şahadet…” gibi, ancak oruçla, namazla yakınlığı, yakışıklılığı asla inkâr edilemezdi…
Kendi oluşumunda, yani fiziksel yapısındaki değişikliklere, aklı başına erdiğinde, nefsine hâkim olamayan(4) babasının ve ona direnemeyen annesinin kusuru olduğunu öğrenmişti. Onların bu kusurlarını, kadere inancına rağmen hazmedemiyordu(6) Faruk.
Anne ve babasının kendince göz ardı edilemeyecek(4) hataları sadece bildiği bu şey değildi…
Tembellik, adamsendecilik, vurdumduymazlık, cahillik ve “Boş ver!” düşünceleriyle kendisinden iki yıl önce doğup yitirdikleri ablasının Nüfus Kâğıdını da kendi üstüne sıvamışlardı, umursamadan.
Faruk, adının Fatma olduğunu, yaşı geldiğinde ilköğretime kayıt olurken öğretmeninin ikazı ve pembe Nüfus Kâğıdı ile öğrenmişti, o güne kadar hiç kimse umursamamıştı, oğlan olmayıp da kız olduğunu.
Öğretmen genç ve akıllı bir şehir delikanlısı idi. Aslında Faruk’un okuma arzusu, ihtiyacı olmasaydı, anne ve babasının kusurlarına rağmen onlara saygı ve güveninin olması nedeniyle Nüfus Kâğıdını görmese yıllarca kız çocuğu olarak kalması mümkündü.
Gerçeği şirinleştirerek şöyle demek de mümkündü, belki kâğıt üzerinde; “Hayırlı bir kısmeti” de çıkabilirdi! Ya da mademki gönlünde yaşamadığı, hissetmediği duygular hâkimdi o zaman da 5K, yani KKKKK da olabilirdi; Köyde Kalmış Kart Kız Kurusu gibi.
Şehirliler için bu semboldeki(1) ilk harf Şehir, ya da Ev olarak ŞKKKK veya EKKKK olarak belirtilebilirdi!
Öğretmen Cezmi’nin Avukat Ağabeyi Necmi, şehirler ötesinden sırf yanlışlığa çare aramak için gelmiş, öğretmenin, muhtarın, köy ebesinin ve ihtiyar heyetinden iki kişinin şahitliği ile pembe Nüfus Kâğıdından mavi Nüfus Kâğıdına terfi ettirmişlerdi(4) Faruk’u.
Aynı Doğum Tarihi ve aynı Vatandaşlık Numarasıyla.
Aslında; “Doğum tarihi de şu” diyerek konuyu uzatmaya gerek yoktu. Hatta yaşama iki yıl önceden başlamış olmak her şeyi iki yıl önceden sahiplenmek başarı olarak da yorumlanabilirdi! Örneğin ilköğretime iki yıl önce başlamıştı.
Öğretmeninin katkılarıyla gecikmesinin, ya da tehirinin gereğini de öğretmeni sınıfını iki yıl öteye kaydırarak halletmişti. Öğretmeni zekâsını, beynindeki gri hücreleri(7) güçlendirmiş, okutmuş ve ilköğretimden mezun etmişti, ancak “Adam olması için” önünde daha çok yıllar vardı ve çok fırınlar dolusu ekmek yemesi(4) gerekti.
Öğretmeni; “Leb demeden leblebiyi anlayan” öğrencisinin okuma ve düşüncelerine göre yükselme arzusunu da, gerekliliğini de anne ve babasına anlatamamanın hüznünü yaşamıştı başlangıç olarak.
“Fakiriz, garibanız, rençperiz, dayanağımız yok!” sözleri ile karşılaşan öğretmen ve şehirler ötesindeki Avukat Ağabeyi Necmi; zekâsının ve aklının katkısı ile öğrencisinin ilköğretimden sonra lise öğrencisi olmasını da sağlamışlardı.
Ancak onların da boyunlarını aşan sorunlar vardı.
Bunların bir kısmını maddi olanaklarıyla karşılayabilirlerdi, ama ne kadarını ve ne zamana kadar? Devlet bazı konularda oldukça hassastı! Öğretmen Cezmi de, Avukat Necmi de bekârdılar ve devlet onların Faruk’u himaye etmelerini(4) ve desteklerini uygun görmüyordu.
Faruk, öğretmeninin ve ağabeyinin bu yaşlara kadar yaşamlarını bekâr olarak sürdürmelerinin neden olduğunu bilmiyor, anlayamıyordu. Ellerinde altın bilezik olan insanların gönüllerinin ve evlerinin boşluğu kendisi için yadırganacak bir şey gibi görünüyordu.
Düşüncesine göre bekârlıklarının sebebi olarak; “Armudun sapı, üzümün çöpü, leblebinin kırığı” felsefesinin(8) rol oynadığı inancını yaşıyordu.
Gönüllerinin sultanı için, kalplerinin karşılıklı çarptığı, ya da davulun dengi-dengine çalmasının yeterli ve gerekli olduğu zihninde yer etmişti. Yoksa evlenmekten, çoluk-çocuğa karışmaktan korkuyor olabilirler miydi?
Menfi yönde kendilerini etkileyen bir olay olmuş olabilir miydi acaba? Düşüncelerini onlar için düzene sokmakta sıkıntısı vardı Faruk’un.
Hayhuy içinde(4) yoğun dersleri ve devletin burs desteğiyle kendisi için ayrılan üç lise yılını nasıl geçirdiğini anlayamamıştı Faruk…
Avukat Necmi Ağabeyinin destekleri öylesine etkilemişti ki Faruk’u, Faruk liseden mezuniyetinde başarılı olmuş, üniversite sınavlarında da tahminlerin, tahminlerinin üstünde bir derece ile Hukuk Fakültesini kazanmıştı, hem de Avukat Ağabeyinin olduğu şehirde.
Üniversiteye başlamasının bir süresi sonunda askerlik muayenesi için çağırmışlardı onu. Daha ilk muayenede levazım askerlik(9) birimi için bile uygun görülmeyip çürüğe ayrılmasına üzülmüş, üzülmekten öte çoktan çok üzülmüş, kahrolmuştu âdeta.
Hâlbuki mezuniyetinin sonunda eğitim konusu ile ilgili olarak, özürlerine rağmen askeri eğitim yapacağı inancındaydı. Çökmüştü, üstelik gücenmişti, ama kime? Kendisi de bilmiyor, belki de bilmek istemiyordu.
Faruk’un hissettiği kadarıyla Necmi Ağabeyi neler olduğunu bilip anlamasının mümkün olmadığı sorunları olan, titiz, gayretli, konusunda uzman, gece yarılarına kadar çalışan, evindeki kendi gibi bir misafire de ancak bir-iki gün tahammüllü olacak kadar kolları açıktı!
Zaten Faruk için de ziyaretin kısası makbuldü(10), ancak çaresizliği de onu hapsediyordu aynı mekâna.
Avukat Necmi, yaşadığı yalnızlığı, çalışkanlığı, yani çok çalışması ile bilgi birikimine sahip olmuştu, üstelik devamlı olarak resmi gazeteleri ve kendisi ile ilgili olsun olmasın yayınları, haberleri devamlı olarak takip ediyordu, sadece yasal amaçlı olarak.
Ve kendi ifadesine göre karşılaştıkları, yaşadıkları ana kadar hiçbir davayı kaybetmemişti; ister kiracı-ev sahibi ihtilâfı(1), ister hırsızlık, ister cinayet, ister herhangi değişik bir dava konusu olsun.
Memleketin, büyük, kocaman, konusunda uzman olduğu iddia edilen avukatları bile onun başarıları karşısında suspus olup(4), boyunlarını eğmiş, karşıtı olmak yerine dostu olmayı tercih etmişlerdi, bir bakıma öğrenmenin yaşı yoktu, bilgi hırsızlığı da mubahtı(1).
Necmi Avukat, tüm davaları sırasında ne bir yardımcıya, ne bir stajyer avukata ihtiyaç duymamıştı. Eğer söz konusu etmek uygun görülürse tüm sonuçlar kendi başarısı, yalnız başına kendi eserleriydi.
Büro olarak da kullandığı evinin kütüphanesi, konusu ile ilgili olarak zengin ötesinde zengindi. O, neyin nerede olduğunu biliyor, o kitaplardan hangisi konusu ile ilgiliyse ve ne kadar, niçin ve nasıl gerekliyse o pasajı notları için (ç)alıyor ve öyle ulaşıyordu, kazanacağı davalara, konu her ne ise…
Faruk’un tek ve en içten Avukat Ağabeyi olan Necmi, bir davanın hüzünlü bir akışını anlatmıştı, kendi elleriyle hazırladığı bir akşam yemeğinde, ortamdan çekilmesinin hemen hemen arifelerinde. Bu; belki de inancının, araştırmasının, başarısının doğal bir göstergesi idi.
Başlangıçta katil olduğu varsayılan birinin avukatı idi, görgü tanıklarının lehinde olduğu. Buna “Satın alınmış görgü tanıkları” demenin daha doğru olduğunu sonra anlamıştı. Ancak ezelden oluşmuş şüpheler yüklüydü beyninde, bu da; görevini layıkıyla yapmasını(4) engellememişti.
Yasalar karşısında hüküm giyene kadar sanık, masumdu ve Avukat Necmi o sanığın masumiyetini(!) mahkemeye ispat etmiş, hüküm giymesini engellemişti, azat edilmek üzereydi.
Öldürülenin ailesinin feveranı(1), zihninde başlangıçtan beri oluşmuş şüpheler, sanığın saygısız, hatta ahlâksız ve bencilce hareketleri, bakış ve mimiklerindeki sinsilik, şahitlerin tedirgin davranışları(9) kendisini etkilemişti.
“Beraat” kararı verilir verilmez sanık adliyeden elini kolunu sallayarak çıkmak üzereyken, karşı tarafın avukatı olmayı üstlenmişti, hem de meccani(1) olarak.
Karşı taraf yoksul bir aileydi, çınarları devrilmişti, belki de bir hiç yüzünden, avukatları yoktu, devlet de her nedense kendilerini savunması gereken eften-püften(9) de olsa bir avukatın onları savunmasını ya uygun, ya da gerekli görmemişti, belki de sümen altından kayırmalarla(4) bilinmez. Karşı tarafın bu uygun görülmeyişte etkisi var mıydı, onu da bilmek mümkün değildi.
Mahkeme, şahitlerin yalan beyanları ile yaratılan ve sözüm ona bulunan belgeler, tıp tarafından belgelenen bilgilerle katili, katil olarak tescillememiş, beraatı için karar almıştı öncesinde.
Aile giden geri gelmeyecek olmasına rağmen katilin cezalandırılmaması hüznünü yaşıyordu bir bakıma, karar henüz kesinleşmemiş olmasına rağmen, olay neredeyse hukuk literatürlerine geçecek gerçek bir yanlıştı, yaşananlara ve var edilen belgelere göre.
Gerçekten şunu söylemek gerekli ki; insanların her türlü mimik, hareket ve davranışları, tedirginlik, neşe, heyecan, gurur şeklindeki hareketleri o insan ve kişiler için karar vermek konusunda avukatın dikkatinin eseri ve en büyük etkendi(11).
Faruk’un “Sivil Hayat” dediği yaşamda, Necmi Ağabeyine daha fazla yük olmaksızın çekilip gitmesi için rençperlik dışında elinden gelen bir iş yok gibiydi, elinden tutanın olmaması, çevresinin olmaması, devletin; “Gel bakalım hemşerim!” gibi kısıtlılığı nedeniyle.
Yaz tatillerinde Raşit Ağabeyinin terzi dükkânına gidip teyel(1) (yapmayı), dikiş (dikmeyi) falan öğrenmişti, ancak ağabeyi asla makas vermemişti onun eline, “Ne olur ne olmaz!” tereddüdüyle!
Bir de köyde başta muhtarınki olmak üzere birkaç kişinin traktörünün ve tarımla ilgili kazma, ekme, biçme, dikme, hasat gibi tarım makine ve aletlerinin parçalarının tamiri, bakımı, traktörlere bağlanması, ayırılması gibi işlerle ilgilenmişti birkaç kez Faruk.
Hatta köylülerinden askerden dönen bir ağabey, özencini dikkate alarak onu bir seferinde traktörünün çamurluğuna oturtturmuş; “Sıkı tutun ha!” dedikten sonra tarlasına götürüp getirmişti. O da bu serüvenin altında kalmamış, ırgatlık yapmıştı ona…
Her ne kadar zamanında yanından, yakınından, evinden çekilmiş olsa da, varlığı ile Avukat Ağabeyinin sıkıntılarını hissetmişti Faruk. İş aradı oto tamircisinde, iş buldu bilgi birikimiyle, getir-götür işleri, gece bekçiliği ve arada bir zımpara, taşlama, boyama, yıkama-yağlama işleri için boğaz tokluğuna(9) ve yatacak yer ile karşısının gönlünden koptuğunca harçlık karşılığı olarak.
Derslerini takip etmesi zorlaşmıştı. Çünkü atölyeden çıkmıyor, çıkamıyor, geceleri ise kapı üstüne kilitleniyordu. Allah muhafaza herhangi bir nedenle yangın gibi bir felâket olsa, haber verinceye kadar diri diri yanmak gibi olağanüstü bir şansa sahipti!
Kendisini seven arkadaşları, okullarından dönüşlerinde, ya da akıllarına geldiğinde kapının altlarından notları uzatıyorlar, Avukat Ağabeyinin kendi üzerine kayıt ettiği cep telefonundan; “Hal ve hatırını” soruyorlar, öğretmeni de bulunduğu konumu bilerek uzaklardan da olsa ona yardımcı ve destek olmaya çalışıyordu.
Avukat Ağabeyi, boy-bos gibi natura(1) bakımından kendine oldukça benzer olduğundan iç çamaşırlarından bir kısmını ve kullanmadığı elbise, palto, mont ve ayakkabılarından birkaçı ile her ihtimale karşı, evinin anahtarlarından birini vermişti ona.
Bunun için iki sebep önemliydi. Gençti, çamaşır değiştirmesi, banyo yapması gerekebilirdi, mümkündü. İkincisi; hani meselâ Faruk’un vakit bulduğunda kütüphanesinden öğrenmesi gerekenleri öğrenmesi idi.
Aslında Avukat Necmi’nin bu hareketi, vakit bulup ayıramayacak olsa bile kendini düşünmesi olarak mutluluğu olmuştu Faruk’un.
İşi yorucuydu. Bilgiler zihnine hapsolmakta direniyor gibiydi, sıkıntı çekiyordu. Hele ki “Diyet(12)” öyküsündeki gibi eksik olan bir şeyler için suçlanması bardağı taşıran son damla olmuştu.
Dükkândan dışarı çıkmaması, dolaplarında bir şeylerin olmamasını göstererek masumiyetini ispat etmesine rağmen, “Çamur at, nasıl olsa izi kalır!” tavrında sütü bozuk(9) asıl suçlunun yakalandığında yanlış da olsa tebessümü nedeniyle nevri dönmüştü(4).
Öyküdekine benzer şekilde her bir şeyleri ortaya sererek; “Alın diyetinizi!” deyip, geldiği gibi, sadece kitaplarıyla dükkândan ayrılmış ve yeni bir iş aramaya başlamıştı Faruk.
Eşyalarının çoğu Necmi Ağabeyinin bürosunda idi, ek olarak sadece kitaplarını bir kenarına iliştirmişti, kendisine hediye edilmiş olan dolabın.
Akşamı beklemesine gerek kalmamıştı. Bir Terzi Dükkânında “Çırak aranıyor!” levhası dikkatini çekti. Tamirhanedeki aynı koşullarla “Çıraklık” talebinde bulundu Faruk. Cevap;
“Hayhay! Sadece görevliler geldiğinde ‘Geçiyorken uğrayan bir müşterisin, boş durmaktansa yardım edeyim!’ demişsin gibi davranacaksın. Çünkü seni sigortalayacak gücüm yok, hazır olanların fiyatları daha ucuz, o nedenle zaten geçinemiyorum, benim aç kalmamam için çalışmam, sana yardımcı olabilmem için de böyle yapmam gerek!” demesi kendine göre yanlış bir düşünce idi.
Faruk’un felsefesine göre; ha birinin cebine elini sokup parasını almışsın, ha devlete vergi vermeyerek, kaçırarak hırsızlık yapmışsın, ikisi aynı şeydi.
Ama Tanrı onu yalan söylemeye mecbur etmemişti. Ya görevliler kendisi dükkândayken gelmemişler, ya da kendisi dükkân dışındayken denetlemeye gelmişlerdi.
Kendisine rastlanmamış olması, yalan söyleme mecburiyetinin olmaması ise sevinci olmuştu.
Tesadüftür ki; eline makas vermeyen Raşit yerine bu ağabeyin adı; Reşat idi, takdim tehir(9), ya da kelime oynaklığı demek gerek herhalde. Bu ağabeyin tamirhanedeki çalışmasına karşın kendine sağladığı avantaj; önemli derslerinin, sınavlarının olduğu günlerde olağanın ötesinde hoşgörülü davranışı, parası olmasa bile elini cebine atmaya çalışması idi.
Reşat Usta yalnızdı, Tanrı ona evlât vermemişti, yaşamında bir tek karısı ve eğer izlenimlerinde gıybet(1) yapıp günaha girmiyorsa; “Ölsün de mirasına el koyalım!” diye inandığı bir sürü akrabası vardı, sık sık gelip “Ne var, ne yok?” gibi sorularla ölmediğine hayret edercesine bakıp, bakınıp, bıktırırcasına çekip gidenler gibi…
Reşat Ağabeyin aklına öldükten sonra tüm mal varlığını bir hayır kurumuna devretmesi ya aklına gelmemiş, kimseye danışmamış, ya da kimse bilgilendirmemiş olsa gerekti kendisini. Bu durumda onu hemen dürtüklemenin de kendisine hak ve uygun olduğunu düşünmüyordu, şimdilik!
Sakınılan göze çöp batarmış, Allah’ın insanları sınamak için elinde muhteşem bir güç vardı ve Allah o gücü kullanmayı arzulamış olsa gerekti!
Önce tanımadığı bir numaradan, tanımadığı bir ses, ne gibi bir etki yaratacağını bilmeksizin, hissetmeksizin, önemsemez gibi doğrudan doğruya;
“Annen, baban öldü! Acele gel!” deyip telefonu cevaplamasına fırsat bırakmaksızın kapatmıştı, herhalde sevabına iletmek istemiş olsa gerekti haberi ve söylediklerinin yeterli olduğu inancıyla cebinden fazla kontör sarf etmemeye dikkat etmiş, fazlasına rıza göstermek içinden gelmemiş olsa gerekti.
Reşat Usta her şeyden önce insandı. Faruk’u ve eşini yanına alarak, yol-yordam bilmemesine, yorgunluğunu aklına getirmeksizin dinlemeden, dinlenmeden ulaştırmıştı onu köyüne ve üstelik “Mutlaka lâzım olacaktır!” diyerek kenarda, köşedeki birikintileri ve karısının ölümlük-dirimlik(9) diye sakladığı birkaç çeyrek altını da yanına alarak. Faruk;
“Sürücü Belgem var, yoruldun, istersen dinlen biraz ağabey!” dese de Reşat Usta onun elini cebine daldırmasına fırsat tanımadan sadece benzin almak ve “İhtiyaç Molası” ile vakit geçmesin diyerek hızlı bir şekilde seferi namaz(5) kılmak için durmak dışında durmamış, ama sürat de yapmamıştı. Sözü;
“Moralin bozuk, belki gereğince dikkatli olamayabilirsin, üstelik neden ve bir arada, bir anda Mevlâ’larına kavuştuklarını da bilmiyorsun. Sen sadece bana yanılır gibi olursam, doğru yolu tarif et, ^trafik ve kurallarla ilgili herhangi bir yanlışım olursa ikaz et!” deyip yanında oturan Faruk’un dizini şefkatle sıkmıştı.
Karısı arka kanepede bazen tavan ışığını açarak kitabında şaşırdıkları yerlere bakarak, devamında ezberinden Kur’an okuma çabasındaydı.
Köye ulaştıklarında hayretle gördüler ki, anne-babası yanında ev de yoktu. Ev de, kendileri de yanmış, yok olmuşlardı, sebebini kimseler bilmiyordu.
İtfaiye zamanında yetişememiş, neredeyse kömürleşmiş bedenlerinden kalanları enkazdan çıkararak bir kenara yığmışlardı, iç içe duran, cinsleri, ne, kim oldukları belli olmayan kömür yığınının.
Hiçbir şey kalmamıştı kendilerinden, kümes hayvanları, ağıldaki birkaç koyun, hatta evin kadrolu köpeği, hepsi telef olmuşlardı.
Cascavlak ortada kalmıştı Faruk, sanki öncesinde de değilmiş gibi. Hüzünlüydü doğal olarak. Yapılması gerekenleri muhtar ve Reşat Usta ellerinden geldiğince gereğine uygun olarak yerine getirmeye çalışmışlar, “Şu kadar borcun var!” demekten de özellikle sakınmışlardı, el elden…
Faruk’un kendini köyüne bağlayan bir şey kalmamıştı. Cenaze sırasında dikkatini çekmese de önceki muhtar vefat etmiş, köylü de oğlunu seçmişti yine, yeni muhtar olarak. Ebe anne muhtardan önce vefat etmişti.
Zaman o kadar çabuk tükenmişti ki, kendisi farkında olmadan.
Biraz toprağı vardı ailesinin, söz edilmeyecek kadar; bir-iki evlek(1) bahçe, bir iki ağaç ve evin arsası…
O kadar…
Muhtarın Nüfus Kâğıdı örneğini aldı;
“Vekâlet vereceğim, ister sahiplen, ister sat! Annemin-babamın mezarlarının başına bir taş diktikten sonra kalanını köyün fakirlerine eşit miktarda dağıt, üleştir, sana zahmet olmazsa ağabey! Bundan sonrası için ‘Mevlâ’m neyler, neylerse güzel eyler!’ Ben, başımın çaresine bakarım!” demişti, kendi sanki himmete muhtaç değilmiş(4) gibi.
Sözünü tamamladıktan sonra (meselâ) 40 haneden 39 haneye inen köyün tüm halkı ile helâlleşti Faruk; ana-baba, bacı-kardeş, abla-ağabey, emmi-dayı, dede-nine…
Hepsi ile ayrı ayrı, ayırımsız…
Öğretmeni hâlâ köydeydi, aynı minval(1) üzerine öğrencilerinin sadece öğretmeni değil, her şeyleri olarak. O muhterem ve büyük bir insandı. Kendisinden sonra gelen, geleceği olduğuna inandığı tüm öğrencilerini desteklemişti, karşılıksız.
Faruk yaşamda yalnız, yapayalnızdı.
Oysa abartıyordu. Reşat Ağabeyi, hanımı, öğretmen ağabeyi ve ağabeyi ile Avukat Ağabeyi ne güne duruyorlardı ki?..
Ancak Tanrı Faruk’la hesabını kesmemiş olsa gerekti Faruk sınıflarını başarıyla tüketiyor olsa da…
Bir gün dükkânı açtığında Reşat Usta gelmedi dükkâna. Onun yerine önce polisler, sonra bir kısmını önceden de görüp tanıdığı “Ne var, ne yok!” tavırlı kadınlı-erkekli, yaşlı genç insanlar doldurdular dükkânın içini.
Olay şu idi:
Muhtemelen çevreyi, aileyi tanıyan katiller ne bulacaklarını umdularsa eve gece yarısından sonra girip tesadüfen tuvalete, ya da namaz kılmaya kalkan Reşat Ustanın hanımını katletmişlerdi. Gürültüye uyanan Reşat Ustayı ise sadece cezalandırmayı düşünmüş olsalar gerekti.
Önce bir cisimle kafasına vurup yaralayıp bayıltmışlar, yetmemiş gibi yaşamının sağ eline bağlı olduğunu bilir gibi sadece sağ kolunu birkaç yerinden kırmışlar ve evi vahşice talan edip, arkalarında ne, ya da neler bıraktıklarını umursamaksızın defolup gitmişlerdi.
Evde oluşan gürültüler sonrası sessiz fevkaladelik(9) kiracı karı-kocanın dikkatini çekmiş, her ihtimale karşı kendilerine verilen yedek anahtarla kapıyı açıp Terzi Reşat Ustayı hemen bir ambulansla hastaneye yetiştirmişler, yanlış yapmaktan çekinircesine Reşat Ustanın hanımını hastane morguna kaldırmak için polisleri beklemişlerdi…
Doktorlar şimdilik alelusul(1) alçıya alınan kırıklar, muayenesi ve kontrolleri yapılan kolu için ameliyat olmasının gerektiğini söylediklerinde, tereddütleri var gibisine yutkunur gibiydiler. Bu, mahzun bir şekilde düşünen Reşat Ustanın dikkatinden kaçmamıştı.
“Hayrola? Anlatın doktor bey!” dedi.
Doktor tereddüdüne boş verircesine, ettiği Hipokrat Yemininin(13) hakkını vermek ve kişinin en doğal hakkının gerçeği bilmek olduğunu bilmesi için gerçeği söylemek mecburiyetinde hissetti kendini.
“Bedeninizdeki izlerden daha önce kalp ameliyatı geçirdiğinizi ve kalbinizin güçlü olmadığı kanaatini yaşadık, kardiyolog arkadaşlarla. Ancak bugünün kısır şartlarında kolunuzun tedavisi için anestezi uygulamak zorundayız…
Bunun dışında bir çare düşünemiyoruz ki, bu da riskli. Lokal olarak uygun olmayacağı anlamında söylemek istiyorum.”
Sözlerinde yanlışlık yapmamak amacında olsa gerekti doktor, durakladı ve devam etti;
“Ha! ‘Olmam!’ derseniz, bakacak kimseniz varsa, sizi zorlayacak hiçbir şey yok, yaşamınızla ilgili, alçılarınızı yeniden düzenleriz, plâtin gibi gereklilikleri karşılarsanız, ömrünüz varsa yaşamınızı tamamlarsınız, ama yarına kadar, ama 30-40 yıl sonrasına kadar, bu Tanrıdan başka kimsenin akıl erdiremeyeceği bir şey!”
“Söylemek istediğiniz şey özet olarak nedir doktor? Terziyim ben, özellikle sağ elim olmadan çalışamam, çalışamayınca kazanamam, hem karım olmadıktan sonra beni hayata bağlayan hiçbir şey yok. Üstelik sizin de dediğiniz gibi yaşarsam kim bakacak bana, kim ilgilenecek? Ağzınızda gevelediğiniz(6) baklayı çıkarın(4) artık!”
“Ameliyat sırasında kalbinizin sizi destekleyeceğinden şüpheliyiz. Ameliyat masasında kalma riskiniz oldukça fazla. Bu nedenle ameliyata razı olursanız, sizden imza almak zorundayız!”
“Ben yaşamıyorum ki zaten doktor! Getirin neler gerekiyorsa imzalayayım, sadece benim oğlum gibi sevdiğim biri var, üniversitede okuyan, onu bulun, çağırın, helâlleşeyim, ondan sonra ameliyata alın beni, kurtulursam törpülenen bir ömrü sürdürmeye gayret ederim, o genç sayesinde, ölürsem de gecikmeksizin sevdiğim insana kavuşurum, siz hiç dert etmeyin!”
Terzi Reşat Usta, Faruk’la görüşme imkânı yaşayamadan, ameliyat masasından sağ olarak kalkamadı ve dediği gibi sevdiğine kavuştu…
Yemin etti Faruk; “Okulu bitirir bitirmez ilk işim Reşat Ustanın ve hanımının katillerini bulmak olacak!” şeklinde.
Oysa bilemediği, aklına getiremediği o kadar çok handikap(1) vardı ki önünde!
“Olay Yeri İnceleme” diyerek dükkânı kapatır kapatmaz katil adayı olarak önce kendisini tutuklamak istemişlerdi Faruk’un.
Reşat Ustanın öldüğü hakkında doktorundan bilgi almamış olsalar gerekti o ana kadar.
Oysa o kadar iyiliğini, yakınlığını gördüğü, “Okulu bitirir bitirmez, katillerini bulacağım!” diye yemin ettiği, insanların katili olacaktı öyle mi? Buna kadınlı-erkekli akrabalar o kadar inançlı ve polisi ikna edici(!) konuşmalarla yaygara yapıyorlardı ki, insanın inanası geliyordu.
Ama Türk Polisi gabi(1) değildi, çözümlemesi gerekeni, anında çözümlemişti, ilki fiziksel kusuru nedeniyle yapamayacağının ispatı idi.
İkincisi varlığının nerede olduğunu ispat etmesi, üçüncüsü doktorun olaya müdahale edip ölenin kendiyle konuştuklarını aktarması ve nihayet dördüncüsü…
Kelepçeli değildi Faruk, buna rağmen polislerden birine usulünce yalvarmış, Necmi Ağabeyine haber verilmesini istemişti. O polis de devletin koyduğu katı kurallara karşın Avukat Necmi’ye haber verip olay yerine gelmesini sağlamıştı.
Bu arada yaygaracılar boş durmaksızın “Katil” seslenişleriyle “Dükkândaki kişisel eşyalarını bir yakını vasıtasıyla aldırmasını” emrediyorlardı Faruk’a.
Faruk’un mezun olup da Reşat Ustanın ve hanımının katillerini bulmasına, kendisini temize çıkarmak için gayret etmesine gerek kalmamıştı. Çünkü Necmi Ağabeyi bir hafiye titizliği ve ince eleyip sık dokuması(4) ile o salak, güvenlik kameralarından haberleri olmayan iki katili eliyle koymuş gibi, ya da tereyağından kıl çeker gibi bulmuş, adalete teslim ettikten sonra da Faruk’un ve ölenlerin avukatlığına soyunup haklarını savunmayı üstlenmişti, söylemeye gerek yok, bilâbedel(1).
Bu durum, aslında Avukat Necmi’nin başına yine ve yeniden bir dert aldığının simgesi gibiydi. Faruk, miras peşindekilerin rica mahiyetindeki emirleri ile sokakta bulmuştu kendini, yasalar huzurunda daha doğru dürüst aklanmadan bile önce.
Onu sokakta bırakmak Necmi Ağabeyinin kabullenebileceği bir şey değildi, kucak açtı Faruk’a tekrar;
“Burs-kredi her neyse sana yurtlardan birinde bir yer bulalım, böyle her dertten sonra devamlı açıkta kalman riski beni üzüyor, sanırım sorunları yaşamak da seni!” demiş ve tahminen bu konuda uğraş vermeye de başlamış olabilirdi belki.
Ama Faruk, her zamanki gibi ziyaretin anlamı dışında kısa olması gerekliliğinin makul(1) olduğu düşüncesi ile kendini sokaklara, mahallelere, caddelere vurmuştu, yeni bir iş bulabilmek umuduyla.
Dolaştığı süre aklında değildi. Kısalması mümkün olmayan uzun günlerden bir gün, konak gibi bir evin bahçe duvarında “Bahçıvan aranıyor!” levhasını gördü. Kendinden emindi, üstesinden gelebilirdi. O heyulâ(1) gibi demirden dış kapının zilini çaldı.
Kaytan bıyıklı(9), gür, siyah saçlı, belinde silâhı olan biri ile cüsse itibariyle ondan pek de farklı görünmeyen anaç bir kadın çıktı yan taraftaki kulübemsi yapıdan. Tipini, şeklini beğenmemiş olsalar gerekti ki, aşağılar bir şekilde süzmüşlerdi Faruk’u kapıyı açmaksızın;
“Ne var? Ne istiyorsun? Dilenci misin? Çabuk kaybol buralardan, bey de, hanımefendi de seni buralarda görürlerse bize kızarlar!” dediler, ihtar, tekdir, ya da tehdit, hatta hakaret eder gibi.
“Bahçıvan aranıyormuş, ben bu işe talibim(1)!” deyince inanmamışlar;
“Hadi be sen de!” derken korna sesini duyunca otomatik olarak kapı açılmasına rağmen karı-koca yağcı, yalaka tavırlarla demir kapının yanına büzülüp reverans yapar(4), ya da namazda kıyamdaymış(5) gibi ellerini karınlarının üzerine bağlayıp boyun bükerek eğilmişlerdi.
Direksiyondaki genç kız arabayı durdurdu, meraklı ve belki de acıyan gözlerle Faruk’a baktıktan sonra;
“Ne var, ne oluyor?” diye sordu sinirle;
“Bu genç adam kendisi için ‘Bahçıvanım!’ dedi!”
“Eee?”
“Biz de inanmadık, ‘Git işine!’ dedik!”
“Peki, bahçenin, çimlerin, çimenlerin halini görmüyor musunuz? Umursamıyorsunuz değil mi? Hem bahçeye ‘Şöyle bir bakalım!’ demek de içinizden geçmiyor, hem de özürlü birini, sırf özürlü diye bilmeksizin, anlamaksızın, kendi değerlendirmenizle kovmaya çalışıyorsunuz…
Bana söyleyin buna hakkınız var mı? Ne zamandan beri bizim yerimize karar verme yetkiniz var, söyleyin de bileyim, hani bu şekilde karar verme hakkını annem mi, babam mı verdi size?”
Karı-koca cevap vermeksizin ellerinin konumunu yer değiştirerek tekrar önlerinde kavuşturdular. Genç kız sinirlerini doyuramamış olsa gerekti ki, devam etti;
“Şimdi bu genç kardeşi hemen kameriyeye(1) alın, ikramda kusur etmeyin, dinlendikten sonra bana haber verin ve bir daha asla benim ya da ailemin adına karar vermeye çalışmayın...
Bundan sonrası için ben konuşacağım, bilmem anlatabildim mi Hasan Efendi, Hasene Hanım?”
Faruk’un dikkatini çeken şey, sosyete olarak gördüğü bir hanım, ya da genç kızda olmasının gerektiğini düşündüklerinin olmaması idi.
Parmaklarındaki tırnakların çok kısa oluşu, yüzük ve benzeri hiçbir yerinde aksesuar niteliğinde ziynet, hatta kısa da olsa saçlarında toka bile olmaması idi.
Ayrıca tüm uzuvlarında fark ettiği kadarıyla herhangi bir boya yoktu, sadece ve sadece mahveden gözlerinin yeşilliği dışında, siyah gözlüklerin ardından bile ışık gibi fark ettiği.
Aynı sessizlikle başlarını eğdiler karı-koca. Genç kız belki de o sinirle debriyaja iyi basmadığından gıcırtılı bir şekilde vites atıp, arabasını patinaj yaptırarak içeri doğru yöneldi.
Faruk da bu sırada kapıdan içeriye girmişti ve otomatik kapı hemen arkasından kapanmıştı. Karı-koca başlarını kaldırdılar ve Hasan Efendi umulmadık bir davranışla Faruk’un koluna girerek;
“Gel kardeşim, bağışla!” diyerek onu kameriyeye yönlendirdi, sürükler gibisine.
“Nush ile uslanmayana etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir(14)” ya da “Bir musibet(1), bin nasihatten evlâdır!(15)” şeklinde düşünülmüş olmalıydı, pabucun pahalı olduğunu(4) kim bilir kaçıncı kez yaşayıp anlamıştı kaytan bıyıklı adam ve göründüğü kadarıyla (tahminen) eşi!
Genç kız gözlerinin önünden gitmiyordu Faruk’un, hakkı ve haddi olmadığını bilip inanmasına rağmen. Ne demişlerdi; “Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz!(16)”
Biliyordu, bilmesine de o çağla yeşili, ya da koruk gibi gözler, elma yanaklar, kiraz dudaklar, badem gamzeler, gül yaprağı kulaklar, mantı burun, mısır püskülü sarı saçlar…
Acıkmış olsa gerekti Faruk, karşısındakini bu tariflere sığdırmaya çalıştığına göre, oysa yamyam değildi ki!
Beynindeki benzetmeyi sona erdirememişti; mısır püskülü değil sırmaydı saçları, selvi gibi boy-bos-endam, kalem kaşlar, pamuk eller, görüp tarif edemediği bacaklar…
Hepsini bir çırpıda nakşetmişti(6) beynine…
De?
Ne işe yarayacaktıysa? Gene de beyninde bir soru işareti şekillendi, gerekliymiş gibi; acaba onun gönül dostu, sevdiği, yakın olduğu bir arkadaşı…
Cümlenin devamını getirmekte zorlanıyordu, yasaklara meylinin bile olmaması gerektiğini telkin etti(4) kendisi kendine, sessizce…
Ne lisede, ne de üniversitede yokluklar içinde olduğu için defteri, kitabı yoktu Faruk’un. Hatta lisedeyken ders çalışmazdı bile denebilir. Özellikle terzide çalışırken devam ettiği derslerdeki dinledikleri, ekstra olarak arkadaşlarından öğrendikleri, kitap ve defterlerinden bilgi edinip fotoğraf gibi beynine yüklemesi kendisine yetiyordu.
Zeki idi Faruk…
Quarisma olmasına rağmen IQ’sunun(17) da emsallerine, akranlarına göre yüksek olduğu tartışılamaz, inkâr edilemezdi.
Yoksa o kadar yüksek notları nasıl alabilirdi ki? Evet, birinci, ikinci değildi, ama onuncu da değildi.
Hem bilinirdi ki Tanrı insanların bazılarının bazı şeylerini eksik bırakmışsa, diğer konularda üstünlük sağlamasına imkân verirdi. Faruk’un bundan nasiplendiği şey de; zekâsının ve sezgilerinin kuvvetli olması, duygularının dikkat ve destek istememesi idi.
Ve hobileri vardı Faruk’un...
Değil enstrüman ıslık bile çalamazdı, ama sesi fena değildi, iyi bile denilebilirdi. Bir bakıma ilkel bir deyişle tahammül edilmeyecek gibi değildi sesi. “O bakış yalan mıydı?(18)” demek geçti içinden. Çünkü adını bile bilmediği, sormaya bile utandığı genç kızın bakışlarından oldukça aşırı etkilenmişti, doğrudan sapmaması gerektiğini biliyordu.
Kişi zekâsı ile derslerinin resmini yaptığı gibi etkilendiği birini beynine nasıl çizmezdi ki, hem de bir görüşte olsa bile, hükmedişinden kendini koruyamamış, kurtaramamışsa.
Ve kendisine nasıl yalan söyleyebilirdi ki? “O bakış bir andı” sanki, sadece bir an!
Sonra o bakışların o dudaklarındaki(19) sitemini hatırladı, haşlar gibisine kapıcıyı ve (muhtemelen) karısını. Onun resmini çizmek istedi, karakalem olarak da olsa fedakârlık edip satın alacağı bir dosya kâğıdına.
Yeteneği yoktu ki, teessürü ile yaşamaktansa beynine çizip zapt ettiği resimle yetinmeyi düşündü.
Kendi kendine, kendi başına olduğunda kibrit çöplerinden oluşturacağı resimlerle onu resmetmeye çalışacaktı; Nokta, nokta, virgül, hat! İşte sana bir surat! Yumurtavari bir vücut, eğri büğrü bacaklar, işte sana iki kol! Haniymiş bebeğimin düğmeleri?
Esprinin bir kelimesi bile tutarlı değildi, onu tarif olarak.
Yüzü, özellikle gitmiyordu gözlerinin içinden (önünden değil), direndikçe batıyor, imkânsızlığı da canını acıtıyordu, belki de yandığının farkında bile değildi. Neyin, ne kadar ve ne zamana kadar yeteceğini bilememenin kendisini ezmeye çalışmasına tahammüllü olmaya gayret ediyordu; “Adım Hıdır, elimden gelen budur!” dercesine.
İlkokul devresinde arkadaşları kusurları nedeniyle ona bir ara “Yamuk!” diyerek onunla alay etmişlerdi. Öğretmenleri vazgeçirmişti onları bu söylemden, Kur’an’da geçen bir ayetten(20) esinlenerek, öğrencilerini etkileyerek.
Ona bir güneş gözlüğü almıştı öğretmeni. Sol kulağındaki özür nedeniyle gözlüğün düşmemesi için saplarını da yassı bir lâstikle bağlamıştı. Faruk’un en büyük hazinesi, beyninden sonra öğretmeninin verdiği bu gözlük idi, yıllardır kullandığı.
Hatırlamasının nedeni? O yamukluk, o özrünü saklama gayretindeki gözlük ve eziklikle varlıklı, haşin, bir ömür harcanacak güzel bir kıza ortada fol yokken, yumurta yokken(9) meyillenmek arzusunda gibiydi.
“Hadi oradan!” ya da Hasan Efendinin dediği gibi; “Git işine (be)!” olacak gibi bir şey değildi.
Hasan Efendi çay, Hasene Hanım poğaça, börek getirmiş, kadıncağız geri geri çekilerek ayrılmıştı yanından bir Şark terbiye ve örfü ile. Hasan Efendi ise ayakta duruyordu.
“Neden ayakta duruyorsunuz, otursanıza!”
“Olmaz beyim, hanımım böyle emretti, misafirimizsiniz!”
“Boş ver! Ben misafir değilim. Nasıl olsa biraz sonra patron gelecek, tipimi ve de şeklimi beğenmeyecek, sen de beni istediğin şekilde yakamdan tutup, belki de enseme iki şaplak oturtturup kapı önüne koyacaksın, boş bir süt şişesi gibi...
Ama bugün için Allah razı olsun, sayenizde karnım doydu!”
“Ayıp ettim, kusura kalma!”
“İlk değilsin! Boş ver! Tanrının isteği, belki yaşanmaması gerektiği halde yaşanan yanlışlıklar. Eğer doğru-dürüst yaşamak istiyorsam, şeklime de tahammüllü olmalıyım!”
“Allah büyük efendim!”
“Sahi! Patronun adı ne, ne iş yapar, yani işi-gücü?”
“Bilmiyor musun?”
“Nereden bileyim ki, iş ararken ilk kez gördüm burayı?”
“Adı Ömer! Şehrin değil, belki de ülkenin en değerli, en büyük ve en akıllı avukatı!”
“Ya!” diyerek “a” harfini uzatırken sesi kısılır gibiydi Faruk’un. Çünkü umut etme moduna girmişti. Kaderi için istediği bir gözdü, kendisine göre, Tanrının karşısına çıkanla verdiği iki göz olsa gerekti. Umut etmek neden hakkı olmasındı ki?
Demir kapı yeniden otomatik olarak açıldı, bir araba daha girdi içeri. Galiba özel şoför kullanma alışkanlığı yoktu patronun. Patron arabasından inip kameriyeye doğru yöneldiğinde, Hasan Efendi gereği olduğu üzere(!) hemen eğilip çantasını aldı elinden ve kenara çekildi.
“Buyurun beyim!” derken hayali bir ceket düğmesini ilikleme arzusu yaşıyor gibiydi. Tıpkı öncelerinde cüppesinde düğme olmadığı halde düğme varmış gibi iliklemeye çalışan yasama(21) ile ilgili üstlerde, hatta en üstlerde birinin politika sıralarındaki birine yaranmak için yalakalık olarak yapmaya çalıştığı gibi.
“Evet?” dedi Avukat Patron sorarcasına;
“Adı Faruk olan bu genç adam bahçıvanlık için başvurmuştu da…”
“Peki, anlıyor musun delikanlı?”
“Gerçeği söylemem gerek; ‘Hayır!’ efendim. Ancak çiftçi çocuğuyum, özürlerim göz ardı edilirse yapabileceğim bir iş demek isterim…”
“Peki! Başla öyleyse görelim!”
“Siz nasıl düşünürseniz saygım var efendim. Ancak izniniz olursa…”
“Söyle!”
“Anne ve babamı bir yangında bir arada kaybettim. Para-pul istemiyorum. Boğaz tokluğuna çalışırım. Bana sadece yatacak bir yer gösterin; ahır, kümes, garaj, kulübe…
Neresi olursa olsun. İsterim ki bana yıllardır maddi ve manevi destek olan, evinde huzursuz ettiğim Avukat Ağabeyimi daha fazla rahatsız etmeyeyim. Lütfen efendim…”
“Kimdir bu avukat?”
“Referans(1) için mi soruyorsunuz efendim?”
Referans kelimesi ve düzgün cümleleri ile kendini deşifre ettiğinin(4) farkında değildi Faruk, karşısındakinin en ufak söz ve hareketler için dikkatli olduğunu hissedememiş gibiydi.
Patron anlaması gerekeni, anlaması gerektiği kadarıyla anlamıştı, hem de bir çırpıda.
“Dürüst ve bilgili olduğunu hissediyorum. Referansa falan gerek görmüyorum, ama sana yok zamanında yardım elini uzatanı da bilmek isterim!”
“Avukat Necmi Bey efendim!”
“Sorgularcasına bir “Ha?” sesi çıktı patronun dudaklarından, aynı kendisinin “Ya!” demesindeki gibi “a” harfini uzatarak ve hemen Hasan Efendiye döndü;
“Garajdaki bakım odasını temizle, eşinle birlikte düzenle, hemen bugün, akşam olmadan…
Bu genç adam eşyalarını alıp gelsin, öğrenmesi gerekenleri, neyin, nerede olduğunu, nasıl kullanıldığını göster, öğret ve hemen yarın işe başlasın. Kendisiyle daha sonra ayrıca konuşacağım. Anlaşıldı mı Hasan Efendi, derhal! Anladın mı Faruk?”
“Değer verdiğiniz için teşekkür ederim efendim!”
“Necmi’nin elinden tutup değer verdiği öğrenci benim için de değerlidir!”
“Öğrenci olduğumu söylememiştim ki efendim!”
“Rakibim olsa da, dostluğumuzun eskimeyeceği bir meslektaşımdan bir sohbet anında edindiğim bilgiye göre onun sen olduğunu anlamam zor olmadı delikanlı, sadece Necmi’nin seni neden bir miktar gizlemek ihtiyacı hissettiğini şimdi anlıyorum…
İşte bunun için tekrar ve ayrıca konuşacağım seninle. Şimdi git, karnını doyur, eşyalarını al, sabah burada olmak üzere gel! Sen gelinceye kadar Hüseyin Efendi ve karısı kalacağın yer için ne gerekiyorsa yaparlar. Sen de hemen işe başla, yoksa yevmiyeni keserim!”
“Para-pul istemem efendim, dediğim gibi boğaz tokluğuna razıyım, sadece ara-sıra bildiğiniz sebepten dolayı izin vermeniz yeterli benim için!”
“Daha şimdiden itiraz ederek sözlerime karşı gelerek haddini aştığının farkında mısın genç adam? Bilmem ki seninle nasıl baş edeceğim? Sen şimdi benim dediklerimi yap ki, külâhlarımızı değişmeyelim(4). Daha sonra ayrıca ve detaylı görüşmemiz gerekecek, çünkü bugün oldukça yorgunum ve suçlu-sorumlu kim, onu da ayrıca anlatacağım…”
“Emrinizdir efendim!”
“Sadece rica, gelecekteki rakiplerimden bir ikincisi olacak meslektaşım, şimdiden!”
“Ne haddime efendim?”
“Tevazuu(1) gerektiğinde yararlı! Bir söz var bilirsin, ‘Babamdan ileri, doğacak çocuğumdan geri(22)’ diye. Necmi beni nasıl geçtiyse, sen de onu geçeceksin. Belki kızım Hülya da sizleri geçecek hırsıyla ve tabiidir ki üniversiteyi, Hukuk Fakültesini kazanabilirse…”
Hayallerini süslemesini istediğinin de ismini ve meslek olarak arzusunu öğrenmişti Faruk, “Hakkım ve haddim olmamasına(4) rağmen” diye içinden tekrarlayarak.
Ancak düşünüyordu ki; “Ömrünce hep adım adım, her yerde aradığı ve de kalbinden başka bir yerde bulamadığı(23)” tek varlık Hülya idi…
Faruk gitti, tesadüfü ve rekabeti anlattı Necmi Ağabeyine…
Ve döndü, yerleşti, görevine başladı. Sessiz günlerinin devamlılığı arzusu değildi, ama gerçeği de nasıl kabullenemezdi ki?
Mekanik çim, ya da çayır biçme makinesiyle çim kesmek çok güç yitirmesine neden oluyordu, ama umurunda değil gibiydi.
Bir gün adabını unutup her şeyi göze alarak acil bir vize sınavı için izin almak üzere Ömer Beyin peşinden koştu, çünkü o kendisi için artık patron değil, Ömer Beydi. Belki ilerilerde Ömer Ağabeyi bile olabilirdi, isteği de Ömer Ağabeyi olmasıydı.
Ömer Baba demek gibi isteğinde daha ilerisini değil ummak düşünmek bile hakkı değildi.
“İşlerini aksatmadığın sürece ihtiyacın olan her gün ve her saat izinlisin. Tekrar sormana, kimseden izin almana gerek yok! Sadece kapıdan çıkarken Hüseyin Efendiye haber ver ki, aradığımda senden haber almış olayım, merak etmeyeyim, o kadar!”
“Siz bana bu hoşnutluğu gösterdikten sonra, gereksin, gerekmesin gece yarılarına kadar çalışırım, yılmadan, gücümü, hizmetimi aksatmadan efendim!”
“Bir defa şu ‘Efendim!’ sözünden vazgeç...
İkincisi; o kadar da uzun boylu değil. Necmi’den öğrendiğim kadarıyla liseyi aktif ve başarılı olarak bitirmişsin, üniversiteyi de çok iyi derece ile kazanmışsın…
Alan elin, veren elden üstün olduğu söylenir. O halde bazı şeylerden, bazılarının haberi olmaksızın sen bu zekâ ve aklınla Hülya kardeşini üniversite sınavlarına hazırlayabilir misin? Hazırlayabilecek misin yahut?”
Durakladı, sözlerinin iyice anlaşılması için belki, devam etmeden önce;
“İçeride kütüphane, bilgisayar, ya da ne istersen, neyi gerekli görüyorsan hepsi var, olmayanları da temin ederiz. Yeter ki sen ona yaklaş, kendini belli etmeden, nedenini, nasılını sen düşün. Kızımın derslerinden ve gittiği kurslardan gerekli verimi alamadığını düşünmekteyim!”
“Bunu Hülya kardeşim için gönülden yapacağım efendim, merakınız, endişeniz olmasın. Ancak bunun karşılığı olarak bir bedel, zarf içinde bir miktar bir şeyler düşünürseniz incinirim, teklifinize “Hayır!” derim, velinimetim(1) olmanıza rağmen pılımı, pırtımı toplar derhal defolurum, gözünüze bile görünmem, gider yeni bir iş ararım, bir süreliğine de olsa açlığa talim ederek efendim!”
Sinirlenmemin sebebi; Hülya’nın sözce “Kardeşim” olmasıydı, sindiremezdim bu sözü.
“Peki! Ne dersen, teslim bayrağı çekiyorum. Yalnız; ‘Gözünüze görünmem!’ dedin de aklıma geldi. Sormama izin ver, lütfen! Hep bu siyah gözlükle dolaşman zor olmuyor mu? Tedavi için herhangi bir yere başvurdun mu bugüne kadar?”
“Nerede efendim? Mümkün mü? Hem alıştım da artık, ilkokuldan beri. Belki mezuniyetten sonra hüviyetim gereği, belki…”
“O zaman yarın sabahtan hazır ol…
Tamam, nefes alışından ve göremediğim bakışlarından anladım, ne masrafın olursa maaşından faiziyle birlikte taksitle keseceğim, ödemen mezuniyetine kadar bitmezse, hukuk çalışmalarından gerekirse icra ile alacağım, söz! Oldu mu?..
Ayrıca, hele biraz zaman geçsin, kim bilir belki mesleğinle ilgili iyi bir iş bulursun, güzel, cici bir kız aklını başından alıp seni benim köyümden alıp kendi köyüne götürebilir…
Olmaz mı? Olur tabii. Bu nedenle sigorta işlemlerini de hemen yarın yaptıracağım, resmini ve Nüfus Kâğıdını vermen gerekliliğiyle…”
“Yaşamımda bana bir baba gibi elini uzatan bir başkasının olacağını sanmıyorum efendim!”
“Gene efendim!”
“Tamam, Ömer Ağabey, Allah razı olsun, bundan böyle köleniz bilin beni, unutmayacağım ve sizi asla utandırmayacağım. Buna inanın lütfen!”
“Umarım! Hele bir Hülya sınavı kazansın, dile benden ne dilersen! Ama önce senin öğretmenliğini kabullenmesini sağla, gerçekleştir. Bir baba olarak bencillik gibi sayma kızımın zekâsı kıt değil, ezberi de iyi, ama az da olsa desteğe, şansa ihtiyacı var…
Hatta şöyle bile iddia edebilirim, derse değil morale, desteğe ona şefkat gösterecek bir ele daha çok ihtiyacı var, eğer sağlayabilirsen…”
Nefes almak için mi, reklâmları, övünmeyi sonlandırmasının gereği mi, yoksa sözlerini tartarak söylemeyi düşünmek için mi duraklamıştı Ömer Bey, bilinmez, ama sabırsızdı devam etti;
“Geçen yıl sınavı kazanamadı, kahroldu, günlerce çıkmadı odasından, şimdi dershaneye gidiyor, geliyor, ama mutsuz ve sinirli…
Ara sıra ben her türlü görevimi bir kenara bırakıp her şeyi onun için ayarlayıp gezdiriyor, yemeğe, tiyatroya, sinemaya götürüyorum, annesi benden daha çok ilgi gösteriyor, sanırım ona yetmiyoruz, yaptıklarımız uyguladıklarımız yeterli olmuyor sanıyorum…”
Galiba sözleri zurnanın zırt diyeceği(9) noktaya gelmiş olsa gerekti, alnındaki hayali teri silip, parmağını şakağına dayadı, Faruk’un sormasına veya herhangi bir şey söylemesine imkân bırakmaksızın devam etti Ömer Bey;
“Dışarıdan desteğe ihtiyacı var sanıyorum, yok öyle psikolog(9), psikiyatr(9) gibi bir şeyler değil. Bir kardeşe, içten bir arkadaşa, bir elinden tutana ihtiyacı var gibime geliyor. Mümkünse bunu denemeni istiyorum senden…
Belki başlangıçta kırıcılığı, ters tepkisi olursa üstüne gitme lütfen, iyi bir çocuk Hülya, babasıyım diye söylemiyorum bunu, belki duygusallık gözükebilir, tahakküme asla tahammülü yok…”
Demek istediklerini anlayıp anlamadığını kontrol etmek istercesine kara gözlüklerinin içine girmek tavrındaydı Ömer Bey, devam etmeden önce;
“Her neyse! Her şeyi ben mi söyleyeceğim, arkadaşın yoksa bile okumuşsundur, filmler seyretmişsindir herhalde, olmasa bile kızım için fedakârlık yap, bul, buluştur, gereğini yap işte! Para-pul istemem diyorsun, ne yapacağımı bilemiyorum, ama minnettar kalacağımı şimdiden bil, demek isterim!”
Etkilenmişti Faruk, bir babanın yalvarır gibi yardım istemesi, hem de başlangıcının ve sonunun olduğuna inandığı Hülya için bunu arzulaması, gururunu okşamıştı. Hele ki onun yanında olmak düşüncesi, ulaşamayacağını bildiği bir menzil olmasına rağmen, mutluluğu olacaktı…
İnsanların bir lokma, bir damla, bir katre mutluluk için bir ömrü feda edebileceklerinin bilincindeydi Faruk!
Mekanik çim biçme makinesi kendisini çok yoruyordu. Üstelik toplanan çimleri sahiplenmek için kapıda bekleyenler de onu üzüyordu. İnsanlar topladıklarını çöp konteynırına atmasını bile beklemeden çuvalları paylaşmayı bilmeksizin kapışıyorlar, hatta tatsız münakaşalar bile oluyordu.
Danışması gerekiyordu, üstelik kendisini oldukça yoran makine için de şikâyetini belli etmeyi, motorlu bir çayır biçme makinesine sahip olma dileğini Ömer Beye iletmek istiyordu Faruk.
Baba-kızın neşeli bir şekilde kapıdan girişlerini görünce yerinden doğrulmak istedi Faruk. Makine de, makas da yormuştu kendini, beli ağrır gibiydi, hissettirmemesi gerekliydi.
Gülümsemeye çalışarak ayağa kalkma çabasını gösterdi. Kendisini saklamaya çalışırken yüzünde biriken terleri, boynuna bağladığı mendili unutmuş gibiydi.
“Hayrola?” dedi sorarcasına Ömer Bey; “Bu ne ter, bu ne yorgunluk?”
“İzin verirseniz dileğimi iletmek isterim efendim!”
“De, bakalım isteğini efendim efendi!”
“İki konum var Ömer Ağabey! Birincisi bu mekanik çim makinesi beni çok yoruyor. İzniniz olursa ben piyasa araştırması yapayım, size broşürlerini ve fiyat listelerini getireyim, siz de emrinizi verseniz yeni, motorlu, depolu bir çim biçme makinesi almanız mümkün olabilir mi efen…
Yani Ömer Ağabey? İkincisi toplanan çimler için kapı önünde çok zaman kavga oluyor. Hüseyin Efendi; ‘Satalım, hem kavga olmaz, hem de bahçeye gübre, tohum, fidan falan alırız!’ diyor…
Bence ota ihtiyaç duyan bir insandan para almak, hiç de uygun bir görüş değil, bana göre, hem ne kadar, kaç para? Buna karar vermenizi dilerim!”
“İkinci düşüncen doğru! Hüseyin Efendi onlar için sıra yapsın, sen de biçeceğin günlerin takvimini, programını Hüseyin Efendiye bildir! Onlar her biçme gününde sana toplamada yardımcı olsunlar, işler bir çırpıda bitsin, o günün sırasında kim varsa o da çimleri bedelsiz olarak alıp gitsin. Sen de söylediğim diğer konudaki işlerle meşgul olursun. Çim biçme makinesine gelince…”
Çek defterini çıkartıp bir sayfasını miktar hanesini boş bırakarak imzaladı, kopardı ve uzatırken;
“Git! Araştırmanı yap, eve gel internetten yokla, sana hangisi uygunsa onu al getir, çalış oğlum! Benim böyle şeylerle uğraşmaya zamanım yok!”
İlk defa “Oğlum!” kelimesini duymak mutlu etmişti Faruk’u. Ama isyan eder gibi karşı çıktı;
“Boş çekinizi kabullenemem efendim, bu kadar güveninizi hak etmiyorum…”
“Eee! O zaman tüm dediklerimi unut! Sana doyum olmaz genç adam! Mademki güvenilecek biri değilsin, o halde pılını-pırtını topla…”
“Gidemem efendim, sözüm var!”
“O halde diklenme(6), al ve git, sonra gel göster ve beni bilgilendir!”
“Emredersin ağabey!”
“Bugüne kadar, emir mi verdim ki? Ayıp ediyorsun, hadi özür dile, ben de affedeyim seni!”
“Özür dilerim!”
“Affettim gitti!”
Genç kız sabredememişti, duyulmayacak kadar uzaklaşmayı beklemeksizin neredeyse azarlar gibi babasına çekişti(6) belki de içinden geçirmek istemese, şüphe etmeyi aklından geçirmese bile.
“Bu kadar kısa zamanda, boş çek verecek kadar nasıl güveniyorsun ki bu özürlü genç adama? Hâlbuki acıyıp onu bahçeye ben almıştım…”
“Bir gün anlarsın, ya da öğrenerek anlayacaksın nedenini sevgili kızım, insanların güveni ile ilgili bilgin genişleyince…” dedi babanın kızına hesap verir gibi sözü uzatmasına gerek yok gibiydi;
“Çünkü bu çocuğun sadece şekli bozuk, aslı; dürüst, ak, temiz, sözünün eri(9), dirayetli(1), iradeli ve namuslu. Üstelik ‘Çözümsüzlük değil, çözüm üretmede de üstüne yok!’ diyesim geliyor, mesleğimin gereği, insanları biliyor, tanıyor olmamı sergileyerek…”
“Diyorsunuz baba! Ben de inandım size ve sustum, genelde; ‘El mi yaman, bey mi?’ derler, yanılmayı çok isterim, ama baba mı yaman, kızı mı? Bekleyelim, görelim bakalım!”
Faruk’u doktora götürdü ertesi gün Ömer Bey, ısrarını pekiştirerek(6), Faruk’un çim makinesi için araştırma yapıp alımından önce. Mademki Ömer Ağabey ona “Oğlum!” demişti, onun da ona, kendince; “Baba!” demesinde sakınca yok gibiydi!
Gözlüğü çıkaran ve göz kapağını kaldıran doktorun ilk tavrı kafasını sallamak oldu.
Ve resmen açıkladı Faruk’un bildiğine inandığı gerçeği. Anne karnındayken darbe yemişti Faruk, sorun çözümsüzdü. Sadece estetik bakımdan protez gözün uygun olabileceğini önermişti doktor. Faruk gülümsedi;
“Deveye sormuşlar; ‘Neden boynun eğri?’ diye. Cevaplamış; ‘Nerem doğru ki?’ Şimdi siz bana gözüm için protez diyorsunuz, nerem doğru ki, ona ihtiyaç duyayım. Kalsın!”
“Bak oğlum!” dedi Ömer Baba. ‘Ne demokrasilerde, ne de tıpta çare tükenmez!’ İlgisini çekmek istediğin, bunun için gerçekçi olarak çalıştığın kişi için bu başlangıcın olsun!”
“Ne demek istediğinizi anlayamadım Ömer Baba! Bana kim bakar, ben kimi etkileyebilirim ki bu halimle? Belki mesleğimde başarılı olursam, bana değil, kariyerime(1) meyledenler olabilir ki o da hayalden öte değil!”
“Kendini aşağılama. Bana göre fiziksel kusurlarını önemseme! İnsani mükemmelliğini düşün biraz! Bu nedenle bu protez göz başlangıcın olsun senin. Çevrendekiler o kara gözlüklerinden çekinmesin, sana bakan gözleri aydınlığıyla gör sen de. Sonra olursa olur tıbbın diğer çarelerini araştırırız, adım adım, kullanmaya çalışırız isteklice...
Söz veriyorum, kimse bilmiyor, ama ben senin meslektaşım olacağını biliyorum, stajını yanımda yaparsın, bana borçlarını ödeyinceye kadar da benimle çalışırsın. Sonra benden kopmak istersen, yani borcun bitince kendi ayaklarının üstünde durmayı istersen, ben o zamana kadar üf ki üf, yaşlanırım, belki de ölürüm…
Ha! Bu durumda cenazeme, mezarıma gelmeni, karımı, kızımı da teselli etmeni beklemem de, istemem de…”
“Ağır konuşuyorsun Ömer Baba! Ben sana borcumu ömür boyu ödeyemem, beylik, ağabeylik yaptın, şimdi de babalık!”
“Yani bunun cevabı; ‘He!’ demek mi, yanlış anlamıyorum değil mi?”
Faruk için şımarmanın vaktiydi, ya da tam sırası. Bahçenin arka taraflarında daha önceki diğer bahçıvanların ve Hüseyin Efendi ailesinin ilgilenmediği bir dönüme yakın, neredeyse kıraç niteliğinde bir çimenlik, daha doğrusu toprak parçası vardı ve Faruk hem o bölümü hem de bahçedeki bir kısım yerleri değerlendirmek, güzelleştirmek, içinden geldiğince donatmak arzusundaydı.
Dileğini söyledi Ömer Babasına. Sadece bir “Hayhay!” sözü çıktı patronun dudaklarından, merak eder gibi, ama daha ziyade alkışlayıp takdir eder gibi.
Faruk önce motorlu çim makinesini almanın hesabını yaptı. Bir bahçıvan olmasına rağmen onun, öncelik ve özellikle gözlerine, sonrasında bilgisayarı ve interneti kullanmasındaki meraklı bakışlarını umursamaksızın, izniyle motorlu çim biçme makineleri ile ilgili araştırma yapmaya çalıştı.
“Sizin önereceğiniz bir tip var mı bunların içinde, hani görünüm olarak bile olsa yol göstermeniz sevindirir beni?”
“Ne anlarım ki ben makinadan?”
“Öyle demeyin, herkes her şeyden her bir şey anlayamaz, ama bir görüşü, bir isteği, bir dileği vardır mutlaka, üstelik en pahalı olan, en iyisi demek değildir. Mutlaka görmek, denemek gerekir, keşke satın alırken yanımda olaydınız…
Bu şekilde babanızın verdiği çekteki ve faturadaki rakama dikkat eder, siz de babanız gibi bana güvenir alkışlardınız bile belki beni!”
Sözünü sitemle iletmeyi arzulamıştı, karşısındakinin anlamasını istercesine.
Faruk, daha sonra piyasa araştırması yaptı. Makineyi pazarlıkla ve garantili olarak, garanti belgesini imzalatarak, satış listesindeki fiyatın altında ve faturalı olarak satın aldı, Ömer Patronun, ya da babanın verdiği çekteki gereken rakamı doldurarak.
Çepin, kazma-kürek, gübre-çimen torbalarıyla fide ve fidanları cebinden ödeyerek aldı, çünkü Ömer Patron ya da Ömer Baba harçlığını hiç eksik etmemişti. Harcayacağı tek şey otobüs parasıydı fakülteye gidip gelmek için.
Aşçı tonton Serap Abla karnını doyuruyordu her gün, aynı patron gibi; “Oğlum!” diyerek. Bazı-bazen, ama sık sık değil, Faruk da ona “Tonton Annem” diyordu, demek gayretini yaşıyordu.
Serap Anne doğma, büyüme bu evde idi, önce babaların, annelerin, sonra evlâtların, gelinlerin, torunun hizmetinde.
Ne evlenmeyi, ne de mal-mülk sahibi olmayı düşünmüş, düşlemişti. Yaşam kendisi için yeterliydi, para-pul önemsizdi ölünceye kadar.
Patron Ömer Baba, Faruk’un verdiği faturayı kontrol bile etmedi, muhasebeciye verilecek faturalar içine iliştirdi sadece. Bilen, gören, anlayan bir adamdı çünkü o.
Faruk hemen kolları sıvadı, kazdı, çapaladı, karıklar açtı(1) parça parça. Ocaklara(1) domates, salatalık, biber ve pazarda seçip aşmakta sıkıntı çektiği sırık fasulye ve barbunya fasulye dikti.
Bahçenin çeşitli bölgelerine, yani kendi plânladığı yerlere kırmızı, sarı ve beyaz güller, bir adet mavi gül ile aynı tipte karanfiller dikti, bakabileceği, isteyerek bakması mümkün olan.
Birkaç meyve fidanını da eksik etmedi sıralamak için.
Fenni gübre yerine ahır gübresi buldu buluşturdu, çimenleri alanlardan bedeli karşılığı, eksiksiz. Taşıdı tenekelerle, el arabalarıyla erinmeden, iğrenmeden, yorulma bilmeksizin, evden habersiz, Hüseyin ve Hasene’ye “Sus!” işaretleriyle.
Ektiği ve diktiği gün ve ilerleyen zamanda oldukça uzun olarak aldığı bahçe hortumuyla, bahçedeki çeşmeden sabah ezanı ile kalkıp sulamayı prensip edindi, çiftçilikten, marabalıktan kalan öğrendiği, bildiği alışkanlıkla.
Tüm bunlardan kendine izin veren Ömer Baba ile Hüseyin Efendi ile eşinin haberlerinin olduğunu düşünüyor (ya da sanıyordu).
Bir sabah, sulamaya çıkmadan önce, sabah namazı kılarken, penceresinin önünden bir karaltının geçtiğini hissetti sanki namazını nasıl kendini vererek kılıyorduysa? Hissetmesi demek, namazdan ayrılması demekti, selâm verip yeniden namaza başladı, merak etmesi gerekli değildi.
Ömer Bey mi, Gülten Hanım mı, Hasan Efendi ya da Hasene Hanım mı, yoksa aşçı Serap Anne mi, önemli değildi? Karaltının kim olduğunu hissetmedi, kestiremedi de üstelik…
Aklına gelmese de, o karaltının Hülya olması isteğiydi içinden, ummadığı, ummasının mümkün olmadığı, olamayacağı. Aslında bu sarsıntıyı “Tilki uykusu(9)” dediği zamanlarda da hissediyor gibiydi, ama ne nedenini anlıyor, ne de anlamı için çözüm üretebiliyordu. Evliyalar, şans melekleri, cinler, periler…
Hadi canım sende! Hissettikleri bir varsayım ötesinde değildi.
Kendisinin olur olmaz zamanlarda penceresinin önünden geçenin Hülya olduğunu bilse, sabah ezanlarının ertelerinde bahçeyi sularken penceresinde karanlık perde arkalarından gözleyenin Hülya olduğunu bilse ne yapardı acaba? Herhalde küçük dilini yutardı(4) (Meselâ). Ama neden?
Aslında insan sadece beş vakit namazlarını kılarken değil, her zaman Allah’a sığınırdı. Hele ki kendisi gibi eğri-büğrü, özürlü yamukların, hele ki haddini bilmesini bilmeyen, hakkını sadece yükseklerde arama gayretinde olan Faruk gibilerin tek sığınağı olduğu için ibadetlerini de aksatmıyordu genç, ama yamuk adam.
Biliyordu ki, aşk tek taraflı olmaz, kazanılmaz ya da gerçek bir deyişle yaşanmaz, yaşanılamazdı. Ancak gene de tarafsız olmasının gerekliliğiyle sorguluyordu kendini Faruk, ister istemez…
Ufak bir operasyonla istenen olmuştu Faruk’un gözünde. Ama bir sırrı keşfedilmişti Ömer Babası tarafından, hem de anlayamadığı kadar çabuk, ama nasıl? Çünkü sözlerindeki en ilgi çekici cümle; “İlgisini çekmek istediği kişi” idi ve çevresinde Hülya’dan başka kimse yoktu ki!
Rıza gösterdi bu nedenle ameliyatına.
Bu formatı ile yeni bir görevi başlıyordu Faruk’un, atak olması gereken, asla ve hiç gecikmemeliydi. Hem kendisi, hem Hülya, hem de beklentilerini frenleyemeyen, frenlemesini bilmeyen, ya da engelleyemeyen, engellemek için çaba göstermek istemeyen Ömer Baba ve eşi Gülten Hanım için.
Her zamanki gibi yorgun bir dershane dönüşünde arabasından inmeye çalışırken elini tutmak istercesine karşısına geçti, genç kızın Faruk;
“Bağışlayın, yardım etmeme izin verir misiniz?”
“Zaten tuttun elimi, hakkın, haddin olmaksızın. Ama nasıl, ya da ne gibi bir yardım vermek istedin, merak ettim?”
“Şey! Hissediyorum ki dershanede pek mutlu görünmüyorsunuz. Liseyi çok iyi bir derece ile bitirdim. Size bilemediğiniz, endişe duyduğunuz, eksikli olduğunuzu sandığınız konularda yardımcı olmak isterim. Bilesiniz ki, başım üzerine, canım pahasına yemin ederim ki, yardımımı kabul ederseniz başarılı olacaksınız...
Eğer söylediklerimi yapmayı kabul ederseniz, ha, olmazsa o zaman geberir giderim, siz de şansınızı bir sonrakinde denersiniz!”
“Yani o kadar güveniyorsunuz kendinize. Peki, üniversite öğrencisi olduğunuzu niye sakladınız ki bugüne kadar, bahçıvan kimliği ile?”
“Gerekli miydi efendim, sizin için?”
“Belki! Peki, söyleyin bakalım, ya sadistçe bir zevk için tüm yanlışları yapıp üniversiteyi kazanamazsam…”
“Benim yüzümden bir senenizi yitirmenizi düşünemem, aklımın ucundan bile geçmez. Böyle bir düşünceden bile ödüm kopar. Ama inancınız yoksa bana ‘Defol!’ dersiniz, siz de sadistçe dediğiniz zevki, ben olmaksızın mutluluğu tatmış olursunuz, konu bu kadar basit, nihayeti ben köleyim, siz ise sahip!”
Başlangıç olarak sesini çıkarmayan, ya da çıkaramayan genç kız;
“Hadi be sen de!” deyip, istihza dolu bir bakıştan sonra sert ve sinirli adımlarla evinin kapısına yöneldi, arabasının kapısı açık, motoru çalışır durumda kalmıştı.
Faruk gereğini yaptı, kontağı kapattı, el frenini çekti, vitesi birinci vitese takıp, kontak anahtarını giriş kapısının kancasına astı. Bahçesinin gece sulamasını yapma çabasındayken bir şarkıyı mırıldanmak yerine, söylemeye çalıştı;
“Yoksun diye bahçemde çiçekler açmıyorlar…(24)”
Heyecan basmıştı penceredeki Hülya’yı, sesi ve şarkıyı sonuna kadar dinledikten sonra pencereyi açtı ve seslendi;
“Dershaneyi bıraktım, ders çalıştırman için ne zaman vaktin uygun olursa o zaman gel, belki o zaman bahçendeki çiçekler açar!”
“Bağışlayın efendim, estağfurullah(25) hanımefendi, hanımım. ‘Gel!’ dersiniz, gelirim, ‘Git!’ derseniz de giderim, ben bir emir kulu, bahçenizde görevli, haddini bilmeyen görevliyim. Ancak size bir şeyler öğretmek ve hele ki üniversiteyi kazandığınızı görmek benim için sınırı belirlenemeyecek bir mutluluk olur, aksini ise söyledim, yok olurum, umurumda olmaksızın...
Benim için her zaman önceliği olan birisiniz, bilmeniz gerek!”
“Peki! Dinlendikten sonra gel!”
Bu; “Terini soğut, ter kokma!” anlamında bir öğüt, ya da emir anlamında gizli ve seçkin bir deyiş olsa gerekti. Faruk da gereğini yaptı, duşunu alıp, giyindi ve sonra eve yöneldi, kapıyı çaldı.
Aslında arka kapıdan her zaman girebiliyordu eve, Serap Anneyi kucaklamak, yemeklerinden sebeplenmek ve Tonton Annenin kurabiyeleri varsa düpedüz (ç)almak için.
Ama bu kez istenendi, bu ön kapıdan akşamın bu vaktinde ilk girişi olacaktı ve Hülya bekleyecekti kendini…
Kapı açılınca arkasına geçti genç kızın usulünce sessizce, merdivenleri sessizce çıkarken. Evin iki katlı, ya da dubleks olduğuna sanki daha önce çim biçme makinesi için internet araştırması yapmamış gibi ilk kez şahit olmuş gibiydi Faruk.
Odasının kapısını açan Hülya; “Buyur!” ettikten sonra;
“Bana önce namazı, niyazı, duaları öğret!” dedi.
Faruk “Olur!” derken penceresindeki karaltıları da, bahçesini, çiçeklerini sularken izlenildiği hissini yaşadıklarını düşündü kısa bir süre içinde, yorumlama hakkını kullanmak istercesine, bir bakıma sıkıntı içinde gibiydi.
Faruk’un görevleri artmıştı. Bahçe işleri, ya da bahçıvanlık dışında Hülya’ya ders verecekti, namazı, niyazı öğretecekti, bu birinci göreviydi.
Ve itiraf etmeli ki, en güzel, en fevkalade görevi bu ders verme ve namazı, niyazı öğretme şeklinde ilk ikisi olacaktı.
İkincisi; mezuniyeti için üniversiteye gitmek ve sınavlara katılmaktı.
Üçüncüsü, bir bakıma sportif amaçlı diyeceği, bir kısmı otomatik ödemede olmasına rağmen otoların, evin vergileri, onların onarım ve bakımları, yağ, antifriz gibi bir kısım gerekliliklerin yapılması ve ödemelerinin yapılması idi.
Ve sonuncusu ise evde musluk contası değiştirilmesi, sigorta, ütü tamiri gibi çok önemli(!) işlerin üstesinden gelme mecburiyeti ile halletmesiydi, ek bir ücret talebi olmaksızın, anında ve hiçbir mazeret dinlenilmeksizin.
Bunların ilâvesi, eklentisi yok muydu kendi adına? Vardı tabii. Küçük yaştan beri yalnızlığı, tek başına ve kendi kendine yaşadığı için, yıkama, ütüleme, silip-süpürme ve özellikle yemek yapma konusunda her şey geliyordu elinden, o küçücük garajdaki bakım odasındaki yerde ve doğal olarak mutfak kapısından girerek, kendine yettiği ve Tonton Serap Annem dediğinin hoşgörüsüyle.
Tonton annenin katkısıyla yaptığı, özelliğini özel olarak söylediği ve olduğu gibi masaya koyduğu Bilecik Mantısını(26), ailece bir çırpıda (“Silip süpürmüşler!” demek uygun değildi) tüketmişler; “Dahası yok mu?” dercesine mutfağa bile bakmışlardı.
Yemek için sofrada başka herhangi bir şeye ihtiyaç yoktu, tatlı-salata gibisine, salça sosu ve torba yoğurdundan yapılan, hafif sulandırılmış curu yoğurt dışında, tabii ki icazeti(1) alınarak eklenmiş emredilmiş oranda sarımsakla.
Oysa ne Tonton Anne, ne de kendisi tepsinin bozulmaması için tadına bile bakmamışlardı.
Bilecik Mantısının özelliklerinden biri de içine gömlek düğmesi, ya da çiğ nohut tanesi saklanmasıydı ki, ona rastlayanın dileğinin olacağı anlamını taşırdı ve bu heves kaybolmasın diye onu herhangi bir anda bulan kişi mantı sona erinceye kadar o sırrı taşır, saklardı, şöyle ya da böyle.
Hülya’nın yemek sonunda kurallara uygun olarak söylediğine göre o şans Hülya’ya görünmüştü…
Bir başka-sefer bayram-seyran olmamasına rağmen, cevizleri kendi kırıp ayıklayarak, yerleştirerek, tabiidir ki Serap Annenin katkısıyla ev baklavası yapmıştı. Zeytinyağlı yaprak sarma, barbunya pilaki, hazır yufkadan mevsimine göre ıspanaklı kol böreği favorileriydi, üstelik bu konularda yardım almayı kabul etmeksizin.
Ve Hülya’nın yardımını özellikle isteyip kokusunu içine sindirerek yaptığı şeftali kurabiyesi idi ki yapan da bayılmıştı.
Kısa bir tarifi şöyle; kurabiye hamurunun altına yarım ceviz kabuklarını koyup kurabiyeleri fırında pişiriyorsun. Pişen iki kurabiye altındaki ceviz kabuklarını çıkardıktan sonra iki yarımı tam ortasına çekirdek ünvanlı karamele ya da puding koyduktan sonra birleştiriyorsun, herhalde tutkalla değil.
Dışına renk boyası şeftali rengini andıracak gibi sarı, kırmızı renklerde sürüp, şeftali tüylerini belli etmek için hafifçe ıslatıp mutlaka toz şekerle donatıyorsun ve yaprağı olmazsa olmaz, ne bulunursa o yaprak…
“Ben yaptım!” diyen mucit Hülya’ya ve diğerlerine de afiyet olsun!
Faruk’un anlamadığı şey, davet edildiği müşkülpesent ve sabırsız olduğu mangal keyfi idi. Bu konuda Ömer Babanın eline kimse su dökemezdi(4), yeter ki canı istesin, yeter ki keyfi yerinde olsun, keyfini destekleyecek bir kadeh kadar da ufak bir destek olsun!
Haddini biliyordu Faruk Hülya’ya ders çalıştırırken, hizmetli olup, saygısını yitirmemesi gerektiğini de. Çünkü her şey kitaplarda yazıldığı gibi mürekkep yalayarak öğrenilmiyor, öğretilemiyordu.
Hülya’nın her “Gel!” dediğinde gelip-gitmesi sorun yaratıyordu Faruk’a. Bu nedenle program yaptılar. Sabahları belirli saat aralıklarında iki saat, öğleden sonraları da aynı kurallara uyarak üç saat ders çalışacaklardı, bunun anlamı Faruk için o kadar süre beraber olmak demekti, hayal de olsa...
Aklı yerinde değildi Faruk’un, beyni dağılmış, şuuru kapanmış ve yıllar sonra ilk defa bir vize sınavında beğendiği notu alamamıştı! Evet, zayıf değildi, ancak yıllar yılı böyle bir notu değil almak, telâffuz bile etmemişti.
Deyim yerindeyse, belirlenen saatlere ulaşmak için, neredeyse saniyeleri sayıyordu Faruk. Bilinmez ki, belki Hülya da aynı duyguları yaşıyor olabilir miydi acaba?
Böyle bir şeyi hissetse herhalde hop oturup hop kalkardı(4), belki başı tavana değil, gökyüzüne çarpardı Faruk’un kim bilir?
Faruk’un hayalleri, rüyaları, düşünceleri haddi ve hakkı olmadığını bile bile işgal altındaydı kendine göre ve içinden hep ve devamlı olarak şarkı söylemek, bir bakıma düşüncelerinde ona ulaşmak istediği idi.
Ve abone olduğu şarkı; “Sen olmasaydın, aşka inanmazdım(27)!”
Yoğun bir şekilde çalışıyorlardı, belki de kendilerine vakit ayırmayı istemeksizin, özlem ya da sevgileri gizli olarak, her nasıl tasvir edilirse.
Tonton Annenin yaptığı kurabiye ve muzlu sütlerle akşamlara sarkan ders çalışmalarında “Mutlu gibiydiler!” demekte pek sakınca görülmemeliydi.
Hülya beklenti içinde, mesafeli, işaretsiz, mimiksiz, Faruk noksanlıklarının tahakkümü ile üstesinden gelemediğine inandığı haddini bilmezlik nedeniyle, küçüldüğünü hissediyordu.
Gene de değil umutlarının yeşermesini beklemek, umut etmeye bile hakkının olmadığını bile bile karşıdan bir hareket, bir söz, bir işaret beklemekteydi.
Günlerden bir gün Hülya’nın annesi girdi ders çalıştıkları odaya, aniden, selâmsız-sabahsız, belki de tereddüt dolu bir kontrol için. Olamaz mıydı? Olurdu, doğaldı;
“Nasıl gidiyor dersler, çocuklar!” Karmaşık bir söylemdi, üstelik sözleri dillendirirken elini Faruk’un omzuna koymuştu. Faruk’un görmeyen gözü kendisinin irkilmesine sebep olmuş, kadıncağızın elindeki tepsinin devrilmesine, kendi hazırladığı neskafelerin dökülmesine ve sol kolu ile sol bacağının kısmen, ya da az da olsa haşlanmasına neden olmuştu.
Annesinin özür dilemesine ramak kala, canı yanan kendisiymiş gibi bağırmıştı Hülya;
“Ne yaptın anne?”
Sonra bir şeyler yapmasının telâşı ile bir taraftan “Serap Abla!” diye bağırırken diğer taraftan da soymaya çalıştı Faruk’u, yanmanın derinleşmemesi, ya da devam etmemesi için.
Faruk utanmış, külotu üstünde olmasına rağmen apış arasını kapatma gereğini hissetmişti.
Gülten, özür dileyerek çaresizliği yaşarken, Tonton Serap yetişmiş, kızarmış bölümlere yoğurt-diş macunu karışımı gibi bir şeyleri sürmeye başlamıştı. Faruk, Bakımsız Tarzan(9) gibi, üç kadının ortasında elleri orasında öylesine bitişik, sabit bir şekilde utanırcasına duruyordu.
Sonrasında Serap akıl edip odasından pijamasını getirmişti de, aklı başına gelen Faruk konuşmuştu;
“Merak etmeyin, iyiyim, bir şeyim yok!”
Dalgınlık, ya da dikkatsizlik, ya da “tik)” denilen Faruk’un huylanma olayı, yaşadıkları durumu yaratmış ve Faruk o günkü ders çalışmasının içine etmişti, resmen.
Akşama Ömer Bey gelince önce; “Nasılsın?” demiş, yanan yerleri kontrol edip, Serap’ın uyguladığı bulamacı özenle sildikten sonra, bu konuda evde bilgisine başvurulacak tek kişi olduğu düşüncesiyle ecza dolabından bir merhem ve sargı bezleri alarak baldırını ve kolunu oksijenli su ile silip pansuman yapıp bağlamıştı;
“İstersen hastaneye götüreyim!” sözü bu işlemlerden sonra gerçekleşmişti, bir uzman desteğinin gerekli olduğunu düşünür gibi.
Oysa Faruk utanç içindeydi, bir büyüğünün kendisine özenle pansuman yapması, tedavi için hassasiyet göstermesi konusunda ezikti.
Üstelik yılların koskoca avukatı, şoförlük yapıp bahçıvanını hastaneye götürecekti, ha? Bu; Faruk’un asla kabul edeceği bir şey değildi, olmamalıydı, olamazdı da.
“Sağ olun efendim! Ağır bir şey değil zaten. Sabaha turp gibi olurum(4) ve kalkarım, merak etmeyin!” derken kulak dolgunluğu olarak “Turp gibi” demenin anlamını çözme gayretini yaşıyordu.
Ömer Bey her zamanki gibi boğazını temizledikten sonra, fark ettiği, ya da hissettiği şeyleri sorma gayretini yaşadı;
“Dersler nasıl gidiyor, oğlum?”
“İyi efendim!”
“İyi mi, ortadan biraz daha ileride iyi mi, çok mu iyi?”
“Çok iyi olmak zorunda efendim! Aksi takdirde bana oldukça pahalıya mal olabilir!”
“Anlamadım, ne gibi?”
“Şey…
Sadece iyi demenin destek cümlesi olmasını istemiştim!”
“Ben de buna inanayım, diye bekliyorsun, bunu istiyorsun, öyle mi?..
Oysa hissettiklerini, mesleğimi, unvanımı bırak bir kenara, bir kız babası olarak hissetmem gerekenleri görüp de hissetmemem, yaşamamam mümkün mü? Hülya’yı kendini feda edecek kadar sevdiğini, onun için yapılması gereken her türlü fedakârlığı yapabileceğini anlamamış mı olmam gerek?”
“Estağfurullah efendim! Ben kim, kızınız kim? Haddimi bilmemekle mi suçluyorsunuz beni? Haddimi biliyorum efendim, bu kadar güzel olan kızınıza karşı gönlümden bir şeyleri geçiriyor olsam da…
Davul bile, dengi dengine çalarmış, o gül dalında gonca, bense sahrada deve dikeni, kaktüs…
Ya da o kartalsa ben bir karınca örneği. Düşünmem bile abes! Eğer size bu intibaı bilmeden, istemeden, hissettirmek istemeksizin verdiysem, yolcu yolunda gerek, hemen sabahınızda, sahanızdan uzaklaşırım ve dönmemek üzere kapı önüne çıkarım, atmanızı beklemeksizin…”
“Sevgi şekilde değil, gönüldedir oğlum. Tek bir söz söyleyeceğim, bir şarkı dizesi olarak; Kalp kalbe karşıdır(28). Bundan sonrasını da artık sen, ne anlarsan anla!”
Ömer Bey ayağa kalktı, kapıya doğru yönelirken, bir-iki dakikaya sığan bir süre durakladı yerinde ve sözler döküldü dudaklarından;
“Sıkıntın olursa, mutlaka bana gel ve bana ‘Baba’ demeye devam et, sakın vazgeçme, asla!”
Ertesi gün, ertesi gün olmakta gecikmedi. Ders çalışırlarken suskundu Faruk, çok şey söylemek istiyor, sesi çıkmıyor, kıpırdayamıyordu dudakları. Hülya da beklentisinin yanıtlanmaması sıkıntısını yaşıyor gibiydi, belki babasının telkinin cevabını bekler gibi, ders çalışmayı beklemiyor, beceremiyor, anlamıyordu hem.
Ve devam eden suskunluk…
Elleriyle hazırladığı fide, fidan ve ağaççıklarla adını kendinden, içinden; “Hülya’nın Bahçesi” dediği bahçe kendine gelmişti, her bir şey doğaldı, ya da pazarcı ağzıyla(9); organik…
Telefon için izni yoktu Faruk’un. Zaten cesaretsizliğini örtbas etmek için telefon numarasını isteyememişti ki Hülya’dan.
Belki cesur olup o karşısında olmaksızın, yüreğindeki çarpıntı ve tek sağlam yeri olan ayakları titremeksizin, hissettirmeksizin içinden geçirdiği gibi onu sevdiğini söylemek istiyordu, tüm çekingenliğine, tüm endişelerine rağmen.
Faruk o gün, ağzı açık ayran delisi(9) gibi, elinde sepet, bir süre penceresine baktı Hülya’nın.
Ve onu görür görmez bahçeyi eliyle tarar gibi göstererek “Gel!” anlamında işaret yaptı, yalvarır gibi, umutlanmasına izin vermesini diler gibi. Yaşam oldukça, umutların asla tükenmeyeceğinden emin olarak.
Genç kızın böyle bir işareti içtenlikle beklediği gerçekti. Çünkü pencerede görünmesiyle Faruk’un yanında olması arasında belki de sadece birkaç saniye geçmişti!
“Domatesler, salatalıklar, tatlı sivri biberler…
Kısaca bahçe emrinize hazır efendim. İster misiniz bir domates, ya da salatalık koparayım sizin için? Akşam salatanız için de siz toplayın isterseniz. Yalnız domates yapraklarının yapışkanlığına, salatalıkların dikenimsi tüylerine dikkat etmeyi unutmayın. Hatta Serap Anne için sırık fasulye de toplayabilirsiniz biraz, ya da birkaç gün sonra ağız tadıyla yiyebileceğiniz kadar...”
Sözlerini istediği konuma getirmek gayretinde gibiydi, devam etti;
“Belki nasıl ayıklandığını, pişirildiğini de bilmek istersiniz. Ablam öğretebilir mutlaka. Evet, varlıklısınız, şimdilerde bilemiyor olabilirsiniz, ama ilerilerde belki eşiniz sizin ellerinizle yapılmış bir yemeği yemek isteyebilir.
Taze fasulyenin pişirimi hakkında bilginiz olsun, öyle ne şıpır şıpır sulu olmalı, ne de kupkuru…
Tam kararında, tam kıvamında, sadece tuzu biraz eksik olmalı, olur a, az tuzlu yemek istenebilir, çok az da şeker serpmeyi unutmamalı, belki misafir de olabilir. Her neyse uzun sözün kısası; sadece ders değil, yemek yapmasını da öğretirim size…”
Cümlesini bitirmesine fırsat tanımadı Hülya, mesajını belli bir formatta iletmek gereğini hissetti;
“Ben öyle birini arzuluyorum ki, elimi sıcak sudan, soğuk suya iliştirmeyecek, bana sanatkâr gibi içinden geldiği yemekleri yapacak sevgiyle. Ha! Böyle biri olmazsa o zaman babam bana aşçı bulur ve istemediğim yemekleri yemek zorunda kalırım. O da bahtıma(1)…
Her neyse! Düşünebiliyor musun öğretmenim, dalından koparacağım ilk domates, yaşamımda ilk kez dalından yiyeceğim bir sebze olacak, merak, heyecan ve istekle!”
“Olur! O zaman istediğinizi alın, ama toprak yaş, ayakkabılarınız çamurlanmasın! Aksilik, böyle bir şey aklımdan geçmediği için yedek çizmemiz yok! Eğer, iğrenmezseniz çizmelerimi size verebilirim!” diye çıkartmak gayretinde oldu. Çünkü bahçenin bir ucunda, merdivenin hemen yanındaydı pabuçları…
Hülya onun sözlerini bitirmesini beklemedi, ayakkabılarını çıkartıp bastı, çıplak olan toprağa çıplak olarak, gözüne kestirdiği(4) bir domatesi koparmak üzere elini uzattığında;
“Kopardıktan sonra bana verin, yıkayayım, ondan sonra size tuz da getirmeye çalışayım!”
Cümlesinde bir eksiklik olduğunun farkındaydı, ama ne? Hülya aceleci idi, Faruk’un sözlerini duymamış, anlamamış gibi, sadece “Tuz” kelimesini duymuş olsa gerekti.
“Tuza gerek yok!” dedi sadece. Sonrasında Faruk’un yıkayarak getirdiği domatesi, belki de yılların biriktirdiği özlemle ısırma gayretini yaşadı.
Taze domates, Hülya’nın dişlerinin esaret dolu darbesine dayanamayarak içinin bir miktarını işaretlemişçesine Faruk’un koluna sıçrattı. Mahcup olan Hülya;
“Affedersin Faruk!” diyerek kolunu avucunun içiyle silmeye çalışırken, Faruk kolunda yıldırımların çarpıntısını hissediyor gibiydi, mutlaka biraz sonra ölecekti!
Oysa o dolaşan el sıcaktı, ama yakıcı, öldürücü değildi, sevecendi.
Üstelik Hülya’nın dilinden ilk kez dökülmüştü ismi; “Hocam, öğretmenim, gel, git, bahçıvan!” dışında sadece;
“Faruk!”
Bu mutluluktu, heyecandı, yaşamının o anına kadar hiç duymadığı, hissetmediği, yaşamadığı bir şeydi. Üstelik kiraz tarifindeki o dudaklar şimdi al bir domates gibiydi ve en önemliden önemlisi gözler birbirinin gözlerindeydi.
İçinden; “Gözlerini gözlerimden ayırma hiç ne olur(29)?” demek geçiyordu geçmesine de, değil söylemek, kıpırdayamıyordu bile dudakları. Yıldırım, görevini şeytana devretmiş, şeytan görmüşe dönmüştü, sanki şeytan daha oluşumunun başlangıcında o çarpıtma görevini yarım bırakıp da şimdi tamamlama gayretindeymiş gibi.
Hülya aynı duyguları taşıdığına inandığı Faruk’un cesarete ihtiyacı olduğunu düşündü. Faruk’un elini beline doladıktan sonra, sokuldu, sesini çok iyi duyurmak istercesine;
“Ne olursan ol, nasıl olursan ol, seviyorum seni, umarım dudakların öpecek kadar istekli ve sağlamdır!”
“Böyle uluorta(1), çamurların içinde, ele güne karşı(30) mı?”
“Ne var bunda, aynı duyguları paylaştığımız konusunda yanılıyor muyum yoksa?”
“İlk günde, ilk karşılaştığımız anda toprağım, velinimetim, tapınağım oldun. Nasıl yanılabilirsin ki?”
“Evet, öyle! Annem, babam dâhil, herkes bunu ve beni hissetmiş gözlerinde, sözlerinde, davranışlarında, hatta nefes alıp verişlerinde ve heyecanında. Benim de, hissettiğim duygularım da yalnız olmamam nedeniyle mutluluğum. Ama bu kadar gecikmenin sebebi ne?”
“Geciken ben değil, sensin, neden daha öncemizde cesaretlendirmedin ki beni?”
İkisi de öpmeyi, öpülmeyi, öpüşmeyi bilmiyorlardı, ama mutluydular…
Çözüm her zaman kolaydı, yeter ki çözmek için niyet olsun. Hele ki kalpler karşı karşıya aynı ritimle çarpıyorsa, eller ellerde, gözler gözlerde, dudaklar dudaklarda birleşince.
Yaşadıkları o muhteşem andan sonra üniversite sınavları için daha rahat, daha verimli, daha randımanlı çalışmaya başlamışlardı, bir bakıma çekiniklikleri olmaksızın.
Ve sınav günleri geldi çattı, beklenen. Sınav kapısında bekleyenler tüm aile idi, Serap dâhil. Bir de kontenjandan Faruk vardı tabii, öğretmen olarak (mı?)
Sınavdan çıkışta rahat gibiydi Hülya, gene de her sınavdan çıkanın yaşadığı gibi güvensizlik vardı cisminde; “Eh!” demişti sadece, eklentisi olmaksızın, belki de fazlasına gerek görmemişti. Faruk’un yüreğinin yağlarının eridiğinin farkında değil gibiydi. Ona sınavı kazanamazsa “Ölmek için” söz verişinin sonucunu gerçekleştirmesinin gereği geçiyordu aklından, her ne olursa olsun!
Beklentili günler çabuk tükenmiyordu. Faruk, evden eli-ayağı kesilmiş durgun, Hülya duygusuz saatler yaşıyordu. Ders çalışmak zorunluluğu olmadığı için ayrı ayrı kendi dünyalarında idiler, hatta alışkanlık olmaması gerekirken uzak uzak, içlerinden belki de böyle bir durumu kabullenmeseler, istemeseler de.
Bazı bazen özlem onları birlikteliğe itekliyor, el ele tutuşuyorlardı, ama terlemiyordu elleri, avuçları, heyecan duymadıkları için, belki de gerilim nedeniyle hissedemedikleri.
Gene göz göze bakışıyorlardı, ama iki kör gibi, sadece birbirine odaklanarak.
Gene öpüşüyorlardı, ama zaruret, zorunluluk gibi. Hatta hissizlik, duygusuzluk…
İşte bu mümkün değildi. İlk karşılaştıkları andaki gibi, çamur içinde bilmeksizin ilk öpüştükleri gün gibi çarpıyordu yürekleri, ikisinin de. Ancak eksikliğin kaynağına inmekten çekiniyordu, ikisi de…
Beklenen haber gelecekti, gelmeliydi ve geldi de. İnternette yayınlanmıştı sonuçlar…
Hülya Hukuk Fakültesi sıralamasında ilk yüz kişi içindeydi. Faruk’la paylaşmak istedi sevincini, hem öncelikle. Sonra şaka yapmak geçti içinden, belki de yaşadığı coşku nedeniyle sonucunu düşünmeksizin.
Faruk’u çağırdı; “Gel!” diyerek, sitemli olma gayreti yaşayan bir sesle ve geldiğinde somurtarak.
“Sınavı kazanamazsam, ‘O zaman ölürüm!’ demiştin, hatırında mı? Sınav sonuçları açıklandı, sonucunu söylememe gerek yok, anlıyor musun, seni sevdiğimi bilmene rağmen; ‘Öl!’ diyemem, ölmene de rıza gösteremem, ama…”
Bir an sessiz kaldı Faruk. Sonra sevdiği kızın bile hareketlerini fark etmesine gerek kalmaksızın, düşünmeden, acelesi varmış gibi kendini balkondan aşağıya attı, yaşamayı, yaşamını önemsememiş gibi. Hülya’nın arabasının hemen balkonun altında olduğunu bilemezdi.
Üstelik Hülya’nın arkasından; “Şaka yaptım, kazandım! Yapma!” deyişi bile düşmek için yarı yoldayken(!) ulaşmıştı kulağına ve geri dönmesi mümkün değildi, o boşluktan geriye, Yerçekimi Kanununu(31) inkâr etmesi mümkün değildi.
Önce arabanın tavanına ayaküstü düştü, sonra yuvarlandı bahçeye “Ebedi Aşk” anlamına gelen ve içinden geldiği için diktiği mavi gülün yanına kadar yuvarlandı. Ayaklarındaki acıdan, ayaklarında hasar oluştuğunu hissedebiliyordu.
Evet, yerçekimini inkâr etmemişti, ama Allah’ın ayıplamasını da kabul etmesinin gerektiğini düşünüyordu.
Hülya merdivenlerden can havliyle inip yanına geldiğinde “Canım, canım!” diyerek kucaklayarak öpücüklere boğarken, o gülümsedi;
“Sadece ayaklarım sağlamdı, onlar da telef oldular galiba, ama önemli değil!” dedi…
YAZANIN NOTLARI:
(*) Bahçevan; Aslı bu kelime olmakla beraber (bana göre) genelde bahçıvan olarak söylenen, bahçe bakıcısı, bahçeyi düzenleyen, bahçede ekilip dikilen şeyleri yetiştiren, geçimini genelde yalnız bu uğraşı ile sağlayan kimse. (Peyzaj Mimarı ile karıştırılmamalıdır; onlar görünüm, düzen gibi konularla ilgilenirler, yetiştirilen bitkilerin cinsleri, adetleri, farklılıkları ile ilgileri yoktur.) Bu vesile ile muhterem bir sanatkâr olan rahmetli Zeki MÜREN'in sözlerini yazıp, Uşşak Makamında bestelediği “Elmayı alan bilir...” diye başlayan “Bahçevan geldi!” adlı Türk Sanat Müziği eserini de hatırlatmamın bir görev olduğuna inandım.
Faruk; Hak ile batılı ayırt eden.
Necmi; Yıldızlarla ilgili, yıldızlara ait.
Cezmi; Kesin karar veren, kararlı.
Raşit; Akıllı. Doğru yolda olan, doğru yola giden, Hak yolunu kabul etmiş olan.
Reşat; Lâyık, değer, yakışır, doğru yolda yürüme, Hak yolunda ilerleme.
Serap; Çölde, uzaktan su ve yeşillik gibi görünen ışık yanıltması.
Hülya; Tatlı düş, hayal.
Hasan; Güzel, iyi ve hayırlı iş.
Hasene; İyilik, iyi ve hayırlı iş. Eski altın paralardan birinin adı.
Ömer; Yaşama, yaşayış, hayat, canlılık.
(1) Alelusul; Âdet yerini bulsun diye, yol-yordam gereğince, kurallara uygun bir biçimde.
Baht; İyi olma, mutluluk, talihlilik.
Bilâbedel (Bilâücret); Bedelsiz, ücretsiz, meccanen.
Dirayetli; Becerikli, Kuvvetli bilgi sahibi olma. Yetenekli, usta. Kavrayış ve zekâsı üstün.
Evlek; Tarlanın tohum ekmek için saban iziyle bölünen bölümlerinden her biri olmakla beraber yöresel olarak bir dönümün dörtte birine (yani 250 m2 lik bölümüne) verilen ad. Ayrıca suyolu anlamındadır.
Feveran; Birdenbire öfkelenme, fışkırış, kaynayış.
Gabi; Anlayışsız ya da anlayışı kıt, zekâ yoksunu, kalın (odun) kafalı, ahmak, budala, anlayışsız, bön, gerzek, geri zekâlı.
Gıybet; Çekiştirme. Dilin âfeti. Bir kimsenin gıyabında (arkasından) onun ve yakınlarının kusurlarından hoşlarına gitmeyecek şekilde bahsetmek, konuşmak, yüzüne karşı söyleyemeyeceği şeyleri arkasından söylemektir ki Kur’an’la yasaklanmıştır.
Handikap: İngilizce engel anlamındaki “handicup” kelimesinden gelmekte olup durumun elverişsiz olması, engel anlamında kullanılmaktadır.
Heyulâ; Korku verici, ürkütücü hayal.
İcazet; İzin, onay, onaylama. Onay vermek. Ruhsat, diploma.
İhtilâf; Anlaşmazlık, aykırılık, uyuşmazlık, ayrılık.
Kameriye; Bahçelerde yaz günlerinde oturmak için yapılan, kafes biçiminde ve kubbeli, üstü sarmaşık bitkilerle örtülen süslü çardak. Kamelya.
Karık; Bahçe sulamak için açılmış küçük ark. Bu arklar arasında kalan, sebze ekili toprak parçası.
Kariyer; Bir meslekte zaman ve çalışmayla bir yere gelme, bir yere çıkma. Başarı, uzmanlık, aşama. Meslek. Üniversite öğretim üyeliği mesleği.
Keza; Yine, aynı, aynı yolda, aynı biçimde.
Makul; Akla uygun, akıllıca, mantıklı, belirli, aşırı olmayan, uygun, elverişli, akla uygun iş gören, akılla kanıtlanan, sözü akla yakın.
Meccani, Meccanen; Arapça bir kelime olup ücretsiz olarak, parasız, bedava anlamlarında kullanılmakla beraber eskiden, parasız yatılı okuyan öğrenciler için de kullanılan bir deyimdi.
Minval; Biçim, usul, yol, tarz.
Mubah; Yapılmasında, ya da terkinde dini yönden de herhangi bir sakınca bulunmayan, serbest, uygun.
Musibet; Ansızın gelen felâket, sıkıntı veren şey, uğursuzluk.
Natura; İnsanın yaradılış özelliği
Ocak; Bahçelerde ve bostanlarda her tür meyve ve sebze ekimine ayrılmış, çevresinden biraz yükseltilmiş toprak parçası. Yer üstünde ve yer altında cevher çıkartılan yer. Ev, aile, soy.
Referans; Bir kimsenin yararlılığını ve yeteneğini gösteren belge. Başvurulması gereken kaynak. Tavsiye, bonservis.
Sembol; Simge. Belli bir insan topluluğunun uzaklaşarak, kendisine belli bir anlam yüklediği somut nesne, ya da işaret. Bir düşünceyi, soyut bir kavramı belirten somut nesne, ya da işaret (im).
Talip; İstekli, isteyen. Evlenmek isteyen ve bu isteğini evlenmek istediği kimseye, ya da o kimsenin yakınlarına bildiren kimse.
Tevazuu; Gösterişsizlik, yalınlık, alçakgönüllülük.
Teyel; Seyrek ve eğreti dikiş. Dikilecek parçaların birbirine tutturulması.
Uluorta; Yapacağı etkiyi tartmadan, düşünüp taşınmadan, hiç çekinmeksizin, açıktan açığa.
Velinimet; Birine, etkisi yaşadıkça sürecek bir iyilik ve bağışta bulunan kimse.
(2) Annem-babam oldukları ve doğduğum için onlara şükranım olamazdı, çünkü doğmamış olsaydım, ‘Neden doğmadım?’ diye de bir şikâyetim olmayacaktı ki? Eğer yanlış aklımda kalmadıysa Felsefe olarak; André GIDE veya Stuart MILL sözü (taklit etmeye çalıştım, “Hoş görülmeli!” demek istiyorum).
(3) Quasimodo; Victor HUGO’nun eseri olan Notre Dame’ın Kamburu (Orijinal isimleri; Notre Dame De PARIS, The Hunchback Of Notre Dame) çeşitli kereler filme çekilmiş; QUASIMODO ve ESMERALDA rolleri çeşitli sanatkârlar tarafından canlandırılmıştır. Hatta eserin çizgi filmi bile yapılmıştır. Öykü Kahramanı Âzâd da hafif kamburu nedeniyle “Şaftı Kayık” diye adlandırılmış olabilir. Herhalde Quasimodo (Fransızcadaki anlamı; eksik, tamamlanmamış, demek) isminin telaffuzunun zor olmasından olsa gerek!
(4) Ağzından Baklayı Kaçırmak (ya da Çıkarmak); Türkçede bakla ile alâkalı iki deyim var: Her ikisi de kurutulmuş baklanın zor ıslanması ve zor yumuşamasıyla ilgilidir Kurutulmuş bakla, ağza alındığında ıslanıp yumuşaması uzun bir süreyi gerektirir. İçinden geçtiği halde, yer ve zaman uygun olmadığı için nezaket veya doğal kurallar gereği söylenemeyen veya söylenmek istenmeyen şeylerin zaman ve yer uygun olduğunda ifşa edilmesi denilmek istenmiştir. Diğer anlamı ise, ağzında sır tutmasını bilmeyenler için söylenen söz. Sabrı tükenip o zamana kadar sakladığı şeyi söylemek, ifşa etmek, açıklamak.
Akıl Baliğ Olmak; Ergen hale gelmek.
Bir Fırın Ekmek Yemek; Bir konu hakkında yeterli bilgi sahibi olmak, uzmanlaşmak, bilir hale gelmek için çok çalışmanın, tecrübe edinmenin, bunun için yetenekli olma durumuna göre uzunca bir zamana ihtiyaç olmasının gerekliliği konusunda deyim.
Deşifre Olmak (Etmek); Kimliği anlaşılmak, kimliğinin açığa çıkması.
Eline Su Dökememek; Değerce daha geride olana karşı kullanılan bir söz. Üstün olan kişinin değerinin diğerine göre üstünlüğünün belirtilmesi şarttır. Örnek; Resim konusunda onun eline kimse su dökemez, gibi.
Göz Ardı Etmemek (Edilmemek); Gereken önemi vermek, verilmek.
Göz Önüne Almak; Bir durumun nasıl bir sonuca yol açacağını önceden düşünmek, bir şeyin olabileceği olasılığını hesap etmek.
Gözüne Kestirmek; Başarabileceğini ummak. Beğenisine uygun bulmak.
Hakkını, Haddini Bilmek; Neler yapamayacağını, yapmaması gerektiğini, gücünün ve yeteneğinin nelere yetebileceğini bilip onun ötesine geçmemek çabası yaşamak, ölçüsünü bilmek.
Hay Huy İçinde Olmak; Boş ve sonuçsuz çabalamak. Herkesin aynı anda konuşmasından ve eğlenmesinden oluşan gürültüyü yapmak.
Himaye Etmek; Korumak, gözetmek, esirgemek, elinden tutmak, gözetmek, kayırmak.
Himmete Muhtaç Olmamak; Yardım edilmesine, emek verilmesine muhtaç olmamak.
Hop Oturup Hop Kalkmak; Öfkesinden, heyecanından dolayı yerinde duramaz olmak, çok öfkelenmek.
İnce Eleyip Sık Dokumak; Titizlik göstermek, bir şeyleri en ince ayrıntılarına kadar araştırmak gözden geçirmek.
Küçük Dilini Yutmak; Çok şaşmak, hayrete düşmek, donakalmak, hiçbir şey söyleyemez hale gelmek.
Külâhları Değişmek; Araları bozulmak, bozuşmak.
Layıkıyla Yapmak; Olması gerektiği gibi, gereği gibi, gereğince yapmak.
Nefsine Uymak (Nefsine Hâkim Olamamak); Bedeninin isteklerine karşı koyamamak, günah işlemek.
Nevri Dönmek; Belli etmemeye çalıştığı öfkesi, kızgınlığı yüzünden anlaşılmak, çok sinirlenmek.
Pabuç Pahalı Olmak; Herhangi bir durumun ya da girişilen bir işin sonunda zararlı çıkma olasılığı olmak. Bir kimsenin uğraşmaya kalktığı kişinin kendinden güçlü, dişli çıkması durumunda kalmak.
Reverans Yapmak; Teşekkür için eğilerek ve dizleri kırarak hareket yapmak.
Suspus Olmak; Korku ya da benzeri bir nedenle sinmek, susmak, hiç sesini çıkarmamak, artık işe karışmaz ve sesi çıkmaz olmak.
Sümen Altı, Sümen Arası Yapmak; Hasıraltı yapmak. Bir kısım bilgi ya da belgelerin ilgililere ulaşmasını engellemek için bir kenarda unutulması işlemini gerçekleştirmek. Genellikle sümen denilen masa üstü muhafaza dosyası içinde saklamak.
Telkin Etmek; Bilinçdışı bir sürecin aracılığıyla kişinin ruhsal ve fizyolojik alanıyla ilgili bir düşünceyi gerçekleştirilmek. Bir duyguyu, bir düşünceyi aşılamak, kulağına koymak.
Terfi Etmek; Bir görevde derecesi yükselmek. Herhangi bir işte bir üst sınıfa geçmek.
Turp Gibi Olmak; Çok sağlıklı, sağlığı yerinde, sapasağlam olmak. Sağlığına diyecek yok anlamında.
(5) Kelime-i Şahadet; Eşhedü ella ilâhe illallah ve Eşhedü enne muhammeden abdühü ve resulüh. “Şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur. Şahitlik ederim ki; Hazreti Muhammed (SAV) Allah’ın kulu ve elçisidir.” Kelime-i Şahadet ile Kelime-i Tevhit çok zaman karıştırılmaktadır. Kelime-i Tevhit; La ilahe illallah muhammedür resulallah.” Allah’tan başka ilâh yoktur, Hazreti Muhammed (SAV) Allah’ın elçisidir” demektir.
Kıyam; Namazda ayakta durmak. Ayağa kalkış. Bir işe girişme, kalkışma.
Seferi Namaz; Yolculuk, yolculuğa çıkma, sefer mesafesinde yolculuk yapma, belirli bir mesafeye gitme; 90 Km. veya 3 günlük yolculuk. Dört rekât olan namazlar Hanefilerde genelde iki rekât olarak (Kasrı Salât) kılınır. Kur’an’ı Kerim Nisa Suresi, 101 ayet meali; “Eğer kâfirlerin size fitne vermesinden korkarsanız, yeryüzünde sefere çıktığınız zaman namazları kısaltarak kılmanızda sakınca yoktur.” şeklindedir.
Şeriat; Din manasına da gelir. Kur’an ayetlerine, Hazreti Muhammed’in sözlerine ve yaptıklarına, bunlardan çıkarılmış yorumlara dayanan, insanın yaşamını, toplumsal yaşamı düzenleyici, Tanrısal olduğu için hiçbir zaman değişmeyecek olan dinsel kurallar bütünü, İslam Hukuku.
Zekât; İslam’da, İslam’ın beş şartından biri olan, Müslüman zengin olanların sahip olunan mal ve paralarının kırkta birinin (Yüzde iki buçuğunun) her yıl fakirlere sadaka olarak dağıtılması.
(6) Çekişmek; Becelleşmek. (Aslı “Cebelleşmek” şeklindedir) uğraşmak, tartışmak, münakaşa etmek.
Diklenmek; Birine karşı ters bir davranışta bulunmak, karşı gelmek, kafa tutmak.
Gevelemek; Anlaşılmaz bir biçimde sesler çıkartmak, ne dediği anlaşılmamak.
Hazmedememek; Kimi durumlara katlanamama. Sindirim sisteminin besinleri iyi sindirememesi, sindirimin yeterli ve uygun olmaması, hazımsızlık durumu.
Nakşetmek; Kalıcı ve etkili olmasını sağlamak. Süslemek, bezemek, nakış yapmak.
Pekiştirmek; Sağlamlaşmak, sağlamlaştırmak, kavileşmek, dayanıklı güçlü bir duruma getirmek, katılaştırmak, sertleştirmek.
(7) Gri Hücreler; Yazdığı cinayet romanlarıyla tanınan ünlü İngiliz yazar Agatha Mary Clarissa Miller Christie MOLLOWAN’ın yarattığı Belçikalı Hercule POIROT karakterindeki dedektifin zekâsı, espri yeteneği, gözlemciliği ile “Küçük gri hücreler” dediği beynini kullanarak olayları çözmesinin ifadesi gibidir.
(8) Felsefe; Düşünce bilimi. Var olanların varlığı (insan, evren, doğa), kaynağı, anlamı ve nedeni üzerine düşünme ve bilginin doğru ve gerçek anlamda bilimsel olarak araştırılması. Bir bilgi alanının ya da bilimin temelini oluşturan ilkeler bütünü. İnsanların çeşitli türdeki suallere cevap vermesi gerekliliği.
(9) Ağzı Açık Ayran Delisi (Gibi Bakmak); Yeni gördüğü her şeye alık alık bakan, anlamsız bir hayranlıkla seyredip şaşıran, basit şeyleri bile aval aval izleyen, amaçsız, serseri bir şekilde, ne yaptığı belli olmaz bir şekilde dolaşmak, çevreye aptalca ve hayranlıkla bakmak (bu durumda ağız açık, dil de hafifçe dışarıya doğru çıkıktır).
Bakımsız Tarzan; Böyle bir şeyden söz edilmesi mümkün değil gibi görünse de, zayıflıktan bir deri-bir kemik görünen, kikirik tipli, bakıma muhtaç insanlar için kullanılan halk arası bir deyim.
Boğaz Tokluğuna (Çalışmak); Para, ücret almadan, karnını doyurma karşılığı olarak iş yapmak. Kazancın sadece zorunlu ihtiyaçları karşılanması durumu.
Eften Püften; Baştan savma yapılmış, dayanıksız, derme çatma, çürük, değersiz.
Fol Yok, Yumurta Yok; Ortada konuyla ilgili hiçbir belirti yokken varmış gibi sarf edilen söz.
Kaytan Bıyıklı; İnce ve uzun bıyıklı.
Levazım Askeri; Gereken, lâzım olan yiyecek, içecek, mutfak ve malzemeler gibi şeylerle meşgul olan er.
Ölümlük-Dirimlik; Ölmeden önce ihtiyat olarak, ya da ölüm döşeğinde ağır hasta yatarken kefen parası gibi, kimseye muhtaç olmamak için elde tutulan para, ziynet, mal ya da herhangi bir şey.
Pazarcı Ağzı; Değişik günlerde kurulan pazarlarda mal satanların değişik ve sloganlaşmış sözler ile bağırmaları. (İkizlere takke, Gel bal bunlar, sarı Patatis, Pazar güzeli kuru soan vb.)
Psikolog-Psikiyatr; Çok kişi psikolog ile psikiyatrist kelimelerini, anlamlarını ve görevlerini karıştırmaktadır. Psikiyatrist, Psikiyatr; Tıp Fakültesinden mezun, psikiyatri ihtisası yapmış, ruh sağlığı konusunda uzmanlaşmış bir doktordur. Ruh Hekimi. Ruh ve sinir hastalıklarıyla ilgili olarak kişilerde görülen önemli uyumsuzlukları önlemeye çalışan, teşhis ve tedavisi ile uğraşan uzman kişi. Psikolog ise; Edebiyat Fakültesi Psikoloji Bölümü mezunu olup Ruh bilimi ile uğraşan, ruh bilimci olup doktorluk hüviyeti yoktur. Psikolog, psikiyatrist ile beraber çalışabilir, ancak tanı yetkisine sahip değildir.
Sessiz Fevkalâdelik; Alışılmış olandan ayrı, olağanüstü, beklenmedik, görülmedik, işitilmedik, sessizlikle döşenmiş, aşırı sessiz olma hali.
Sözünün Eri; Verdiği sözü, ne pahasına olursa olsun yerine getiren. Mert.
Sütü Bozuk; Soydan kötü, kötü soydan gelme, aşağılık, soysuz.
Takdim Tehir; Bir sözün iki öğesi arasındaki yer değişimi.
Tedirgin Davranış; Rahatı, huzuru kaçmış, bizar durumda davranış.
Tilki Uykusu; Derin olmayan, çabuk uyanılan uyku.
Zurnanın Zırt Dediği Yer; Yapılmakta olan bir işin en önemli, en özen isteyen, en can alıcı yeri.
(10) Ziyaretin Kısası Makbuldür; Aslında buradaki “kısa” olarak söylenen kelime; “Kısas” anlamında söylenmesi gereken bir sözdür. Yani; “Ziyaretin karşılıklı olması makbuldür” Türkçemize yanlış olarak oturmuş bir deyimdir.
(11) Adını hatırlayamadığım (araştırdığım halde bulamadığım, ancak etkilenerek aklımda tuttuğum) bir filmde, olayı yaşatan katilken ve değerli bir avukat savunup suçsuzluğunu ispat etmişken, mimiğinden şüphelenerek avukat karşı tarafın avukatlığını üstlenmiş, aynı mahkeme, aynı jüri bu kez kişinin mahkûmiyetine karar vermiştir.
Yine (aynı nedenlerle) adını hatırlayamadığım bir tiyatro eserinde ise, karı-koca, sözler değiştirilmeden sadece ses tonları, vurgular ve mimiklerle sergilenen oyunun birinci perdesinde önce sahnenin sağından mahkemeye, ikinci perde de ise yatak odasına yöneliyorlardı.
(12) Diyet; İslâm hukukuna göre, herhangi bir nedenle öldürme, yaralama ya da gasp, hırsızlık gibi olaylarda bir zarara sebep olunduğunda suçlunun ödemek zorunda olduğu mal, para, kan parası. (Sağlığı korumak, düzeltmek amacıyla yapılan perhiz, rejimle ilgisi yoktur).
Diyet; Ömer SEYFETTİN’in Koca Ali Hikâyesi.
(13) Hipokrat Yemini (Bugünkü Hali); “Tıp Fakültesinden aldığım bu diplomanın bana kazandırdığı statü, hak ve yetkileri kötüye kullanmayacağıma, hayatımı insanlık hizmetlerine adayacağıma, hastalarımı memnun edeceğime, insan hayatına mutlak surette saygı göstereceğime, mesleğim dolaysıyla öğrendiğim küçük sırları saklayacağıma, hocalarıma ve meslektaşlarıma saygı ve sevgi göstereceğime dil, din, milliyet, cinsiyet, takım, ırk ve parti farklarının görevimle, vicdanım arasına girmesine izin vermeyeceğime, mesleğimi dürüstlük ve onurla yapacağıma namus ve şerefim üzerine yemin ederim.” (Bu yeminde anlayamadığım şeyler; küçük sırları açıklamamak iyi de, büyük sırları açıklamakta sakınca yok mu? İkincisi; parti farkları denirken neden mezhep farkları da dikkate alınmamıştır ki? Üçüncüsü; Anayasaya rağmen yeminler bozulabilirken, bu yeminin gerçekleşme olasılığı % kaçtır?)
(14) Nush ile yola gelmeyene etmeli tekdir / Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir. ZİYA PAŞA (Nush; Nasihat).
(15) Bir musibet, bin nasihatten evlâdır. Bin nasihatten, bir musibet yeğdir. TÜRK ATASÖZÜ. Yanlış bir yol tutmuş insanlara verilmiş nasihatlerin, öğütlerin fayda etmediği, ancak başına gelen bir felâketin onu doğru yola getirmekte daha etkili olduğuna dair atasözü (Musibet; Ansızın gelen felâket, sıkıntı veren şey, uğursuz).
(16) Çeşmi insaf kadar kâmile mizan olmaz / Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz. Talib-i KADİM. “Olgun insana insaf gözü gibi ölçü bulunmaz, kişinin kendi eksiğini bilmesi gibi irfan olmaz” anlamını taşır.
(17) IQ; (Intelligence Quotient) ya da EQ (Emotional Quotient) olarak belirlenen zekâ testi.
(18) Ne demiştin, niçin caydın sözünden… şeklinde başlayan Türk Sanat Müziği eserinin bir yerlerinde; “O bakış bir an mıydı?” denilmekte olup eser Kürdilihicazkâr Makamında olup, Güftesi ve Bestesi; Selâhattin PINAR’a aittir.
(19) O dudaklar yine, yaz geldi de bülbülleşiyor… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Mustafa Nafiz IRMAK’a (Bazı kaynaklarca Vecdi BİNGÖL’e ait olduğu belirtilmekte) Bestesi; Sadettin KAYNAK’a ait olup eser; Rast Makamındadır. Bence en güzel bölümü; “Ah gülüyorsun sana bülbül bakarak imreniyor” benzetmesi olsa gerek.
(20) Ey iman edenler! Bir topluluk bir diğerini alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Kadınlar da diğer kadınları alaya almasın. Belki onlar kendilerinden daha iyidirler. Birbirinizi karalamayın, birbirinizi (kötü) lâkaplarla çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir namdır! Kim de tövbe etmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir. Hucurat Suresi’nin 11. Ayeti.
(21) Yasama; Genel, soyut, nesnel ve sürekli nitelikleri olan kurallar koyma, yasa yapma, yasa koyma işi. Yakın tarihlerden birinde öyküde belirtilen olayın yaşandığı belirtilmek istenmiştir)
(22) Babamdan ileri, doğacak çocuğumdan geriyim! Nazım Hikmet RAN
(23) Ömrümce hep adım adım, her yerde seni aradım, ben kalbimden başka yerde seni bulamadım… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Mehmet ERBULAN’a, Bestesi; İrfan ÖZBAKIR’a ait olup eser Rast Makamındadır. Eserin bir bölümünde “Kenarlarda, köşelerde” diye başlayan sözler vardır.
(24) Yoksun diye bahçemde çiçekler açmıyor, bak… diye başlayan Rast Makamındaki Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi; Yılmaz TOPUZ’a, Bestesi Erol SAYAN’a aittir.
(25) Estağfurullah; Asıl anlamı; Arapça; “Tanrıdan bağışlama dilerim” şeklindedir. Ancak Türkçemizde kendisine olumsuzluk bir nitelik yakıştıran kimseye “Hiç de öyle değil!” anlamında nezaket, bazen de alay sözü. Bunun tersi övülen veya teşekkür edilen kimsenin söylediği incelik ve alçakgönüllülük sözü. Ayrıca karşısındakinin kendinden beklediği işi, kendisi için yük saymayan kimse tarafından söylenen “Teşekküre değmez! Bir şey değil! Rica ederim!” şeklinde nezaket sözü.
(26) Bilecik Mantısı; Kayseri mantısından farklıdır. Mutlaka yağsız kıyma, ayrı ayrı tepsiye diziliş, fırınlama, et suyuyla takviye, tereyağı, salça, sarımsaklı yoğurt, pul biber, nane donanımlı olarak servis. Ve mutlaka rastlayan kişiye şans getireceğine inanılan bir düğme katkılı mantı.
(27) Sen olmasaydın eğer, aşka inanmazdım… diye başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güfte ve Bestesi; Yesari Asım ARSOY’a ait olup eser Hüzzam Makamındadır.
(28) Kalp kalbe karşıdır; İnsan kalbi, diğer birinin kendine karşı sevgi mi, nefret mi beslediğini hisseder, sevgi varsa sevgi, nefret varsa soğukluk demektir.
Kalp kalbe karşıdır derler, onun için sormadım… Güftesi; Turhan TAŞAN’a, Bestesi; Coşkun SABAH’a ait olan Türk Sanat Müziği eseri Hicaz Makamındadır.
Uyandım seninle birden… şeklinde başlayan “Kalp kalbe karşıdır, derler” Aslı GÜNGÖR
(29) Gözlerimi gözlerinden ayırma hiç, ne olur? Şeklinde başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi ve Bestesi; Yusuf NALKESEN’e ait olup eser Hüzzam Makamındadır.
(30) Ele Güne Karşı; Başkalarına, yabancılara, herkese görünecek gibi.
(31) Yerçekimi Kanunu (Gravitasyon); Newton’un elmanın yere düşmesi (özgün bir öyküye göre; başına düşmesi) üzerine gerçekleştiği sanılan keşif. Oysa ilk insanlardan beri bırakılan cisimlerin yeryüzünün merkezine doğru (Yerçekimiyle) çekildikleri bilinen bir gerçektir. Dolaysıyla bunun bir kanun, keşif olduğunu varsaymak zannımca doğru olmasa gerek.