Sene; iki artı üç sıfırlardan biri ya da on dokuz artı iki sıfırlıların sonları, belki de sonuncusu. Gerçek olan yirmi birinci asır ve benim lise son sınıfta iki dersten ikmale, ya da bugünkü genellemeyle bütünlemeye kalıp tam bir sene dışarıda beklemek zorunda oluşum(du).
Şimdi Lise Bitirme Sınavları nasıldır, bilmiyorum. Rahmetli annemin zamanındaki gibi elemeler (ya da bakalorya(1) mı ne diyorlar, o) şimdilerde yoktu.
Bizim zamanımızda tercihi bize ait olmak üzere liseyi bitirirken iki dersten sözlü olurduk. Diğer derslerden yazılı olarak sınava girerdik. Fen Bölümü öğrencisi olmama rağmen ayıptır söylemesi, edebiyat ve kompozisyondan yan masalardan takviyelerle(!) iyi notlar almış ve fakat sözlü olarak tercih ettiğim iki dersten de sınıfta kalmıştım.
Dediğim gibi bir yıl bekleyecektim ve o sıralar dershaneler yoktu ki, devam edeyim. Belki de bulunduğum ilde yoktu o dershaneler. Koca şehirlerde var mıydı o zamanlar, bilmem? Zaten koca şehir tecrübem hiç olmamıştı ki…
Babamın o küçük Doğu Anadolu şehrinden Anadolu’nun merkezine doğru tayini çıktı.
“Orada ‘Öğretmenler bana taktı!’, diyordun, bakalım burada n’apcaksın?” dediler annem-babam sözbirliği etmişçesine. Ders çalışıyordum, vallahi ders çalışıyordum, ama bunalıyordum, arkadaşım yoktu, işim-gücüm yoktu.
Kaldığım derslerin hocalarını görmek, tanımak için o şehirdeki tek liseye gittim. Yeni ders yılı henüzce başlamıştı, ben derslere devam etmiyor, ya da edemiyordum, ama dersler de, hayat da devam ediyordu.
Önce Müdür Beye, sonra da kaldığım derslerin öğretmenlerine “Sınıfta kaldığımı, babamın iş nakli dolaysıyla geldiğimi, sınavlara da bu okulda gireceğimi, arada sırada müşkül(2) durumlarda kaldığım konularda kendilerini rahatsız edip-edemeyeceğimi” sordum, söyledim, sanki başka lise mi varmıştı ki orada? Öğretmenlerin cevaplarının ne olduğunu belirtmeme gerek yok, değil mi? Çünkü onlar, Atatürk’ümün biz öğrencileri emanet ettiği büyük insanlardı.
“Çalış, başarılı olursun! Ha! Takıldığın, çözümleyemediğin yerler olursa da, sakın çekinme gel, sor, başarılı olman mutluluğumuz olur, belki de sorular bizlere sorduğun yerlerden gelir, kim bilir?” dediler, söz birliği etmişçesine. Sanki teşvik ediyorlardı, “Mezun ederiz!” diye söz verir gibiydiler. Umut fakiri ekmeği, ya!
Çalışıyordum, ama boş durmuyor, duramıyordum. Biraz basketbol merakım vardı ve de azıcık oynamışlığım. Okulun Beden Eğitimi Hocasına gidip anlattım. “Gel, bir deneyelim!” dedi.
Denendim. Hem de öyle bir denendim ki, son sınavla okulun açılışına kadar ki o bir-bir buçuk ay içinde öylesine hamlamıştım(3) ki, hocamın, daha doğrusu koçumun takdirleriyle kırmızı takıma karşı, beyaz takımın formasını giymiştim ve on dakikalık devre içinde ribauntlarda dört faul yapmıştım. İkisi atış halinde iken olduğundan, dört sayıyı kırmızı takıma ben hediye etmiştim.
Başka faul alan arkadaş yoktu benim dışımda. Onun üstüne iki top kaybı, iki hatalı sürüş (steps(4)) yapmış, üç şut girişimden ikisi isabetsizken, bir tek bir üçlükle sayı bulmuştum ve bu, benim için teselli olmuştu, ama o kadar. Birinci periyodun son saniyelerine girerken, rakip takımla on sayılık bir fark vardı aramızda, benim giriş-çıkışlarımda hiç değişmeyen.
Ve koçun bakışlarını hiç beğenmiyordum. Bu bakışlara dikkatimi verdiğimde, kırmızılı arkadaşımı da kontrolümden kaçırmış ve yaptığım faul, centilmenlik dışı faul kabul edilmiş ve oyun dışı kalmıştım, antrenman maçı da olsa. Koç sinirli sinirli baktı yüzüme ve;
“Senden ne köy olur, ne kasaba. Duşunu al ve git, sakın bir daha da hiç görünme gözüme!” dedi.
Gücenmedim tabii. Adım Hıdır ve elimden gelen budur idi. Allah’tan ki voleybola, tenise, ne bileyim diğer top oyunlarına ne merakım vardı, ne de kurallarını biliyordum, futbol dışında.
İlçenin amatör bir futbol takımı vardı. Onlara gittim. Boyumun uzunluğu dolaysıyla çok iyi kaleci olduğumu söyledim. “Hangi takımda, ne kadar süre oynadın?” suallerine kaçamak cevaplar verip, “Bir deneyin!” dedim.
Hemen bir eşofman takımı verdiler ve “Geç bakalım kaleye” dediler, “Antrenman maçı yapacağız, bakalım ne kadar cevher(5) var sende?”
Maç başladı, ortalarda bir süre dolaşıldıktan sonra ilk akın. Forvet arkadaş topla beni de çalımladı, boş kaleye kadar ilerledi. Topu kale çizgisine koyduktan sonra süserek, ya da tos vurarak, attı golü kafasıyla.
Kızmıştım, poposuna değmeyen bir tekme salladım forvetin. Antrenör; “Hoop! N’oluyo çocuk?” dedi, “Bir daha olmasın!” diye de tembihledi. Sonra golü atan arkadaşa döndü: “Bu hareketi resmi bir maçta yaparsan, centilmenlik dışı hareket diye sarı kart görürsün, bir daha görmeyeyim, dikkatli ol!” dedi.
Karşılıklı tokalaştık golü atan arkadaşla. Kendimi gösterecek bir fırsat olmuyordu. Tırı-vırı dakikalar, taç, avut, geri pas, falan filân. Bir ara bizim müdafaa golü atan aynı oyuncuyu kaçırdı. Yıldırım gibi üstüme doğru geliyordu. “Ya Allah, bismillah!” deyip ben de karşı hücuma, müdafaaya geçtim. Çarpıştık, genç arkadaşın ağzı-burnu kan içindeydi.
“Bilerek yaptın bunu!” dedi antrenör hakem. “Bu hareketinin karşılığı kırmızı kart ve penaltı. Oğlum Ahmet! Kaleye sen geç! Delikanlı sen de eşofmanlarını malzemeciye teslim et ve kaybol, bir daha da gözükme buralarda!”
Ben ayrılırken antrenör, teknik traktör (pardon, teknik direktör) ile ya da kendi kendine konuşuyordu;
“Tövbe, tövbe! Kaleciymiş de, bilmem nerede oynamışmış da, külâhıma anlat sen onu!”
Ne gücenmeye, ne de gönül koymaya hakkım vardı. Sadece utanmıştım yaptığım faulden dolayı. Giyinip geri döndüm;
“Arkadaştan özür dileyeceğim, onu, bana kahırlı bırakıp gidemem, izin verin hocam!” dedim.
“İyi mi kendisi, inşallah arızalı bir durumu, futbol oynamasına engel bir durumu yoktur kendisinin?”
“İyi, iyi. Merak etme. Olur böyle şeyler futbolda. Kendisi şu anda sahada zaten. Nihayeti hanım oyunu değil ya! Hoş, bugünlerde hanımların da futbol için çalıştıklarını duydum ya, haydi hayırlısı, ne kadar doğrudur bilemem dedikten sonra saha içine bağırdı;
“Birol! Bırak oyunu, acele gel!”
Birol terk etmemişti antrenmanı. Koşarak geldi, kindar(6) bir çocuk değil gibi geldi bana. Uzandım eline.
“Özür dilerim arkadaşım. Kasti değildi davranışım, futbolun nezaketini ve futbolu iyi bilememekten kaynaklandı davranışım!”
Terli de olsa kucakladı;
“Gerek yok arkadaşım, olur böyle şeyler. Sana kin tutmuyorum. Emsallerimin çoğunu tanırım buralarda. Seni bilmiyorum, yoksa yeni misin buralarda?”
“Babam buraya tayin oldu, ben de lise son sınıfta, sınıfta kaldığım için boş vaktimi değerlendireyim istemiştim ama burnunu kanattığımla kaldı merak ve arzum.”
“Dert etme arkadaş!” derken antrenör lâfa karıştı;
“Terin soğumasın Birol, derhal yeniden antrenmana devam, lütfen!”
Sonra bana döndü;
“Kişi noksanını bilmek gibi irfan olamaz(7). İyi bir çocuksun, yeteneğine uygun davran, canın sıkıldıkça da gel, idmanlarımızı, maçlarımızı seyret. Senin gibi bilinçli bir seyircimizin olması bizi memnun ve mutlu eder!”
Ayrıldım oradan. Bugün aldığım ders yeterdi bana. Kös-kös(8) eve döndüm. Zaman, asla insanların düşüncelerine âlet olmazdı. Zaman başına buyruktu. Ve ömür uzadıkça kısalan, ya da tükenen bir kavramdı.
Ertesi gün avare(9) gezinti turumdayken liseye yöneldi pabuçlarım. Aslında elimde kitabım olmamasına rağmen takıldığım, alnımı çatlatan bir nokta vardı kafamda. Onu öğretmene sormayı arzulayarak sıklaştırdım adımlarımı, beni iten, itekleyen düşünceye engel olmak gayretini yaşamaksızın…
Baktım; Birol. Hani maçta ağzını-burnunu kanatıp da özür dilediğim genç arkadaş, kızlı-erkekli birkaç kişiyle bana doğru geliyordu. Sanırım benim gibi aslan-kova(!) bir kaleciyi birkaç kilometre öteden de tanır, tanıyabilirdi. Tanıdı da;
“Merhaba arkadaş! Hayırdır, ne işin var senin buralarda? Üstelik ismini bile bilmiyorum!”
“Seninle adaşız, adım Birol!”
Gençler birbirine baktılar; “Olursa ancak bu kadar olur!” gibilerinden. Oysa ben adaş olduğumuzu o maçta mutlulukla öğrenmiş, adını zihnime kazımış ve Birol kardeşe belki de bu nedenle efendiliği yakıştırmıştım. Gerçek de buydu zaten. Oysa o antrenmanın ağırlığından olsa gerek, benim sınıfta çak… (Pardon! Pardon!) kaldığımı unutmuştu (galiba).
“Maalesef ikmale kaldığım için böyle aylak-aylak(10) dolaşıyorum işte!”
“Bizler de son sınıf öğrencileriyiz. Hocamıza ders çalışmaya gidiyoruz. İyi bir öğretmen, hatta anne bir öğretmen. Gel, takıl bize, eksiklerini tamamlarsın mutlaka. Unutmadan arkadaşlarımla tanıştırayım seni: Cem… Fatoş… Nur… Naz… ve Mine. Ben de Birol işte. Arkadaşlar; bu arkadaş da biraz önce söylediği gibi; adaşım Birol. Aramıza hoş geldin Birol! Haydi, hemen koyulalım yola, hocamızı bekletmeyelim!”
“Olur!” dedik, bir ağızdan.
Dikkatimi Mine çekmişti. Sessiz, sakin, yavaş adımlarla geride kalma arzusunda, ya da dileğindeydi. Sanırım ilgilendiğimi hissetmişti, saniyeler içindeki bakışlarımdan. Ve bencillik belki, ya da kendini bir şey sanma; kısaca gurur da diyebiliriz bunun adına, o da ilgilenmişti benimle (galiba).
Aslında onu bir yerlerden tanır gibiydim, ama nereden, bir türlü çıkartamıyordum düşüncelerimde. Daha ne kadar olmuştu ki bu şehre geleli, tanıdık, ya da çevremden biri olamaz diye düşünüyordum.
O asla bir siluet(11) değildi. Galiba o da bende bir aşinalık(12) sezmiş, görmüş, ya da anlamış, belki de bilmişti beni. Belki de en kolay cevap bana öyle gelmiş olmasıydı. Düşünmeyi bir kenara bırakıp, onunla adımlamağa çalıştım öğretmene ulaşacağımız sokağı…
Öğretmen, bütünlemeye (ya da benim dilimle ikmale) kaldığım dersin, daha önce konuştuğum kişisi idi; “Çekinme!” diyen. Bir ara dikkatlice baktı bana ve hatırlamış gibi gülümsedi. Evinin salonunu bir dershane gibi düzenlemişti. Duvarda tek bir resim asılıydı, sanırım anne-babasının resmi ve dikkatim mazur görülmeli ki, öğretmenim evli değildi, evlenmemişti ve bence o, öğrencileri ile evli, idealist bir öğretmendi.
Çok şey öğrendim, daha doğrusu zihnimde çok şey pekişti. Çıkışta Birol;
“Eee! Birol! Kalecilik dışında bildiğin başka bir şey var mı?”
“Çok iyi yürümesini bilirim! Yahu Birol illâ o günü hatırlatıp mahcup(13) etmek, kardeşler huzurunda beni utandırmak mecburiyetinde misin?”
“Ay mahcup delikanlı! Kendin de ‘Kardeşlerim!’ diyorsun. Neden öyle düşünesin ki? Biz bu grup olarak haftada bir gün de Müzik Derneğine gidiyoruz. ‘Gelmek ister miydin?’ diye sorayım istedim. Hele bir do-re-mi de bakayım! Sesin de kaleciliğin gibiyse bu teklifimi yok say, teklif yapmadım kabul et!”
“Kalecilik gibi bir deneme yapmam için ne gün beraber olmamızı emredersiniz efendim?”
Kısasa kısas(14)! Madem o iğneliyordu kardeşler huzurunda beni, benim de onu iğnelemem farzdı.
“Çarşamba günü okuldan sonra 16.30 desek, acaba vakti âlileriniz(15) müsait olur mu?”
Karşılıklı atışmaya başlamıştık, halk ozanları gibi, sadece kurallı bir “lebdeğmez(16)” atışmamız yoktu (meselâ).
“Benim gibi boş gezenin boş kalfası biri için zaman sorunu yok ki kardeş!”
Sanırım konuyu kapatmak istemiştim.
Herkes bir yerlere dağılmıştı, bir tek Mine kalmıştı yerinde;
“Çekindiğiniz bir şey varsa götüreyim sizi evinize!”
“Gerek yok, aynı yöne, aynı sokağa gideceğiz nasıl olsa!”
“Nasıl yani?”
“Sen beni fark etmedin Birol, ama bizim evin karşısındaki apartmanın ikinci katına taşınan ailenin oğlusun sen, biliyorum.”
Ben “Siz” demiştim o “Sen” demiş, üstelik ismimi söylemişti hemen bir-iki saatin ertesinde. Acaba bir acayiplik yok muydu? Aynı düzeye ulaşmalıydım;
“Peki, sen?”
“Ben de karşınızdaki evde oturan beş çocuklu ailenin dördüncü kızıyım. Benden sonrakinin oğlan kardeşim olduğunu söylememe gerek yok, değil mi?”
“O zaman gecikmeden yürüyelim! Bizimkiler merak etmişlerdir. Taşındık taşınalı ilk kez böyle gecikiyorum da.”
“Biliyorum!”
Yüzüne baktım sadece. Ne demekti? Bu “Biliyorum!” geniş boyutlu bir kurum, yürekli bir davranış, anlamlı bir mesaj gibiydi, üstünde durmam gereken! Davranışım, sarkıntılık gibi olmamalıydı ama…
Tesadüfmüş gibi, daha ilk günümüzün ilerleyen vaktinde eline dokundum hafifçe, çekmedi elini, ben de tuttum, sadece yüzüme baktı ve gülümsedi. Yaşamımda ilk defa gerçekten hissederek bir genç kızın elini tutmuştum. Yüreğim cismime isyan edercesine çarpıyordu, o ise oralı değil gibiydi.
Evlerimize yaklaştığımızda elini kaçırdı avucumdan, bir adım önüme geçerek, duyulur-duyulmaz bir sesle; “İyi akşamlar!” dedi, “Tekrar görüşmek üzere!” diye cevapladım ben de, döndü, gülümsedi gene.
Düşündüm, yaşantımın hiçbir bölümünde böyle bir şey olmamıştı. Benim okuduğum okullarda da böyle kız-oğlan karışıktı, ama belki de o yaşlarımın gereği etkileyen kimse olmamıştı beni.
Öğretmenimin evinde geniş kapsamlı bir çalışma yapmıştık, ama haber iletmediğim, ya da daha önceden haber vermediğim için ailem oldukça merak etmişti. Teknoloji fukara idi o tarihlerde, cep telefonu belki vardı da, bize uzaktı, ya da uzak kalmış olabilirdi. Annem okula gittiğimi biliyordu, “Belki” diye sormanın cevabı da; “Okuldadır!” olabilirdi.
Sabah erken kalktım. Pencerenin tülünün arkasından onun okula gidişini gözlemek için. Tam sekizi on geçe açılmıştı kapıları. Önce ablası, sonra babası, daha sonra o çıktı evden.
Diğer ablaları? Herhalde evli-barklı olsalar gerekti.
Ya oğlan kardeşi? Herhalde tek evin, tek oğlu, ekâbirdir(17) diye düşündüm. Nitekim belki bir dakika kadar sonra o da göründü kapıda. Annesi ağzına bir şeyler tıkıştırmaya çalışırken o tombul oğlanın, o çözmek için uğraşmadığı ayakkabılarını sürüklemeğe çalışıyordu.
Mine eğildi, ayakkabıların bağcıklarını çözdü, parmağıyla ayağını destekleyerek ayakkabısını giydirdikten sonra, özenle bağladı. Mine, delikanlının sırt çantasını, babası da şapkasını düzeltti ve yola çıktılar öylece ve nihayet. Tüm bu işler iki dakikada olmuştu. Mine -her ihtimale karşı- pencereme bakarken saat sekizi sadece on iki dakika geçiyordu!...
Akşama kadar pencerenin önünden ayrılmadım desem, yeri. Akşama doğru saat; 16.30 civarında gözüküp pencereme bakarak geçti, tam eve girerken döndü, tekrar baktı, Acaba, tülün arkasından da olsa fark etmiş miydi izlediğimi?
Ertesi gün çarşamba idi, Birol’la sözleştiğimiz gibi okulun önünde buluşup beraberce gidecektik derneğe, hoca ile tanıştıracaktı beni. Karga isem hiç şansım yoktu, serçe isem bana bir şans düşünülmesi şansım olacaktı. Yok, eğer bülbül isem oldukça yüksek bir şekilde el üstünde olacaktım.
Karga, serçe, bülbül dediğime bakmayın onların seslerini anons ettiğimi düşünün…
“Bir enstrüman(18) çalıyor musunuz?”
“Nerde hocam, ıslık çalmasını bile bilmem!”
“Desene uğraşacağım bir süre sizinle.”
Söylememe gerek var mı bilmem, do-re-mi deyip serçe sesli olduğumu ispat etmiştim. Sıra; öğrenmemdeydi. Türk Sanat Müziği favorimdi, ama Halk Türkülerine de yönelebilirdim. Hocamız;
“Bugün iyi idin Birol oğlum!” dedi. “Birol kardeşinin dediğine göre vaktin müsaitmiş, istersen her gün bu vakitlerde çalışmaya devam et! Fena olmayan sesini tımar edebileceğimi(19) sanıyorum. Önce koroda söylersin, parazitin(2) olmazsa solo(21) da bile başarılı olacağına inanıyorum.”
Oysa sıkılgan bir insandım. Sadece çarşambaları huzur içinde söylüyor, hatta şakıyordum. Acaba, yaşadığım aşk mıydı beni böyle şakıtan çarşambalarda? Onunla birilerine belli etmemeğe çalışarak el ele tutuşmamız mıydı beni böylesine mutlu bir şekilde şarkı söylemeğe iten?..
Bir evin tek oğlu olup, şımarık yetiştirilmiştim! Zaten sınıfta kalmamın ve bir sene kaybetmemin yegâne sebeplerinden biri de bu şımarık oluşumdu. Şarkılarla alay etmeğe başlamıştım ve “Ağız ishali olmak(22)” üzereydim; ulu orta.
Hoca; “Bir demet yasemen…” diyordu, ben; “Bir demet maydanoz…” Hoca; “Ellere uzaktan bak, bana yakın gel!” diyordu, ben; “Etlere uzaktan bak, zerzevata yakın gel!” Hoca; “Nihansın dideden ey mest-i nazım…” diyordu, ben; “Terzi Kâzım…” diyordum, “Ben gamlı hazan…”, “Ben gamlı Hasan…” olmuştu. Boğaziçi şarkısının es denilen her duraklaması arasına (“Annadın mı?”) kelâmını yerleşmiştim velhasıl kelâm(23).
Daha neler, neler! Hepsine tahammüllü olmuştu Hoca. “Gençtir, olabilir!” demişti. Ama ne zaman Onuncu Yıl Marşında; “Çıktık açık alınla, hamama gittik nalınla, yıkandık tertemiz olduk, mis kokulu sabunla…” dedim, çıldırdı Hocam. “Defol!” sesi ta karakollardan duyulmuş, alârm olmuş gibi, koşuşturmuşlardı polisler (meselâ). Gerçektir ki, o “Defol!” sesi karşısında bu sefer dut yemiş bülbül gibi susmuştum.
Neyse! Espri bir yana, esprinin ve centilmenliğin dozunu artırmama üzülmüştüm. Bundan sonraki çarşambalar da, benim için boş geçecekti, kovulmuştum ve Mine ile o seansları bir daha yaşayamayacaktım. Hazin değil mi?
Denemem gereken daha çok iş vardı! Hakemlik?... Olamazdı, geniş kuralları vardı! Hekimlik de olamazdı. Onun için de oldukça geniş ve devamlılık arz eden bir eğitim gerekti. Ya hâkimlik? Ona da hem eğitim, hem de sinir ve sabır gerekti, yayınları takip etme, her gün öğrencilik yapmak dışında…
Dalgın, dalgın yürürken önüme bir cenaze alayı rastladı. Hah! Tamam! Dedim. Aklıma geldi, neden imamlık denemeyeyimdi ki? Espritüel(24) olmaya çalışan, kendini bir .ok sanan biriydim.
Ama olayı bu kadar abartmak yanlış olurdu! Aslında ilkokul Din Dersimde öğrendiklerimden zırnık(25) kalmamıştı aklımda. Çocukluğumdan kalan, annemin yüklediği ve unutamadığım; “Rabbiyesir, inneateyna ve gülhu” vardı aklımda. Ve maksadım boş zamanımı değerlendirerek dinimi ve vecibelerini öğrenmekti.
Hocaya hemen danışmalıydım;
“Gel!” dedi Hoca, “Öğle namazından sonra!”
Dar-kıt(26) getirdim öğle namazının sonunu. Sonra;
“Git!” dedi Hoca. “Bak bakalım bir kasaba, gel ve gördüklerini anlat!”
Gittiğim kasabın şaşkın bakışları arasında sağa-sola baktım. Çeşitli boy ve şekillerde bıçaklar, önlükler (temiz), masat(27), tahra(27), balta, nacak(27) ve hatta testere, dövme demiri, gelberi(27), pala bıçağı(27), satır ve bir kısım elektrikli aletler. Ve de dahi hayvanlar… Hepsi kendi bacaklarından asılmışlardı!
“Trink!” Bu; argodaki “ Jeton düşme” sesi derler ya hani, o ses değildi, ama ben öyle demeyeceğim. Aklımı başıma devşirmiştim(28) demek, daha uygun bir söz olurdu, bence.
“Gittim, geldim hocam!” dedim.
“Ne gördün anlat bakalım!”
“Asılı hayvanları gördüm hocam!”
“Nasıl asılmışlardı?”
“Her koyun kendi bacağından hocam!”
“İşte ilk ders bu, delikanlı! Her koyun kendi bacağından asılır! Allah kendi ile kulu arasına asla bir başkasını koymaz. Bu nedenle kimseye; “Abdestin makbul değil, namazın hiç olmadı, senin hacılığın yakışmamış!” gibi tenkitleri asla yapma! Sadece gördüğün fiziksel bir eksiklik varsa ikaz etmeğe çalış, ısrar etme! Örneğin cenaze namazında, iki tarafa selâm vermeden ellerini çözen, ya da önce sağ, sonra sol ellerini çözen varsa, namaz bitmeden önce eylem olmamalı de!” “Yok, ben böyle biliyorum” derse, “Allah ıslah etsin(29), istersen bir hocaya danış” de ve kenara çekil!
Aydın bir hocaydı hocam, büyük camiler için bence biçilmiş bir kaftandı(30). Ama o, gönderildiği yere, inancı gereği sesini çıkarmadan yönelmişti.
Başlamıştık derslere. Vakit namazları, ezan-kamet, zammı sureler, elif-be-te-se derken zamanın nasıl geçtiğinin farkında bile olmuyordum. Ama Mine’nin dersten çıkış vakitlerine mutlaka rastlatıyordum kendimi.
Vakitlerine uyamasam bile, namaza, niyaza da başlamış, İslâm’ın, imanın şartlarını öğrenmiş, hatta “cim-dal-ha-hı” ları, tecvidi(31), nerelerde dört elif uzatılacağını bile öğrenmeye başlamıştım.
Derken;
Oturduğumuz apartmanın bizim üstümüzdeki katı boşalmış, birileri satın almış, bir-iki gün içinde boya-badana dedikten sonra gelip yerleşmişti yeni aile. Gidenler Ali-Adile idi, gelenler Esat-Eda. Birinciler çocuksuzdu, ikincilerin ise…
Rastlamıştım ben yaşlardaki bu çocuğa, bir yerlerde, hatta bir-iki defa. Ama nerede, nerelerde hatırlayamıyordum. Bildiğim; artık ben, ben değildim Mine indinde. Çünkü O, her sabah onunla gider olmuştu. Akşamları ise benim beklediğim vakitlerde değil, onların kendi istedikleri vakitlerde döner olmuşlardı.
Ve en kötüsü bence penceremin önünden geçerken, balkona çıktığında benim tüllerime değil, bir üst katın açık penceresine bakar olmuştu Mine. Aileleri bu yakınlaşmaya, ya da birlikteliğe ne diyorlardı, bilmiyorum.
Elim böğrümde kalmıştı, bir bakıma ne ummuştum, ne bulmuştum?
Bırakmıştım, elif-be’yi. Namaz alışkanlık olmuştu, belki camiye küsmüş, evde o görevi yerine getirir olmuştum. Gerçekten Hocamın ikna kabiliyetini(32) ve bu konudaki etkisini yadsımam mümkün değil.
Mine’den bu kadar etkileneceğimi hissetmemiş, etkilenmem hiç aklıma düşmemiş, düşünmemiştim ve de dahi bilmiyordum. Hele, hele bir de kaldığım derslerden yaz sınavına girdiğimde, hocalarımın hayret dolu bakışları içinde derslerden kalıp, tekrar güz sınavı mecburiyetime hocalarım gibi ben de akıl edememiştim.
Yabancı kontenjanından sınava son giren ben olduğum için; odadan çıkmadan önce öğretmenim ikaz etmek zorunda kalmıştı beni;
“Ne oldu sana Birol! Bildiğin konulardı. Durgunluğunun apışıp kalmanın(33), dilinden tek olumlu bir ses çıkmamasının nedeni ne?”
Onların yapacakları bir şey yoktu ve ben nasıl etkilenip beynimin tüm hücrelerini boşaltıp Mineyle doldurduğumu söyleyebilirdim ki? Statik(34) bir beyin ve hiçbir şey… Sadece beynim mi? Kalbim de… Hatta tüm dokularım…
Polyanna’cılık, hep gülmek, hayata hep iyi taraftan bakmak, kadercilik, elindeki ile yetinme ve hatta şükretme her zaman mümkün değil(di). Gülmek konusunda da her zaman başarılı olamıyordu insan, üzülmek yerine.
Bazı şeyleri hiç bilmiyordum ki; “Efkârlı günlerimde arkadaş oldun bana, ne güzel anlaşırken, ne oldu sana(35)” Ya da “Efkârlı günlerimde geldi çattı ramazan(36)” mı diyeydim?
Ömür de tükenmek için var hızıyla devam ediyor, yaşam başına buyrukluğu sergiliyordu, benim boş ellerim böğrümde, yalnızlığımı yalnız yalnızlığımla yaşamak gayretinde iken.
Gök neden kararıktı, neden gözükmüyordu mavisi, beyazı? Ağaçların dalları niye çıplaktı, neden yoktu yaprağı, meyvesi? Güneş niye saklanırdı? Ay niye gizlenirdi? Ekmeğin, suyun tadını mı değiştirmişlerdi de, ben bilemiyordum? Neden bir kanat sesini duyamıyordum kuşların, neden hissedemiyordum karıncaların ayak seslerini?
Bilmiyordum. Bildiğim bana bir şeyler olduğuydu. Yoksa benim adım Mecnun, Ferhat, Tahir’di de ben mi bilememiştim bu güne kadar beni?
Sokakta işitmiyordum ayak seslerini, neden? Karşıdaki evin değil penceresinin açılması, perdeleri bile oynamıyordu. Çünkü ben kahretmiş, odamı, daha doğrusu kendimi misafir odasına taşımıştım. Benim gibi etkilenen tek kişi annemdi.
Diyordum ki; “Korkularım mı beni gerçeklere ulaşmamı engelliyordu?” Sanırım; korkularımın üzerine gidememek korkumdu. Şekil ve hareketlere göre ben, beni tasvir etmiş, onun yokluğuna alışmak, onu unutmak gayretini yaşamamış, sanki onun umurundaymış gibi ona küsmüştüm.
Üst katımızdaki aile zengindi, o çocuk da tabiidir ki zengin çocuğu idi. Dur bakayım ismi ne idi? Galiba; Tanju. Zenginliği mi? Bu; kredi-mredi almadan peşin para ile daireyi pattadanak(37) almalarından belli değil miydi?
Tanju’nun bu yaşta motosikleti vardı, sesiyle bütün mahalleyi ayağa kaldıran. Bazen babasının arabasının direksiyonunda da görüyordum onu. Ben hariç mahallenin bütün gençlerini, bazen çocuklarını arabasına dolduruyor, teybinin sesini de sonuna kadar açarak hava atıyor, teşekkür alıyordu.
Gıpta etmek(38) güzel bir şeydi, kıskançlık değil. Bazen masum eski odamın tüllerinin arasından onu izler ve şanslı olduğunu düşünürdüm. Oysa bazıları tüm zenginliğin sağlıklı olmak olduğunu söylerlerdi. Sağlıklı olmanın yanında Allah’tan hiç olmazsa bir gün “Yürü ya kulum!” demesini beklemek, ihtiras derecesinde bir dilek miydi?
Bir gün kıskançlık krizi yaşamadan (gıpta ile) tüllerimle sohbet ederken gördüm ki, Tanju’nun yanında yoktu Mine. Balkonundan benim tüllerime bakıyordu, ötekini önemsemeden, belki de umursamadan.
Merak ettim. Tüllerimi sıyırdım kenara, gülümsedi, sağ elini açıp kapattı, selâm verircesine. Suratı asık mıydı, ne? Ya da hüzünlü? Veyahut da üzüntülü? Yoksa bana mı öyle gelmişti? Aynı hareketi tekrarladım ve misafir odasına, yani odama geçtim.
Deyim yerinde ve doğru ise, çünkü başka bir sıfat bulamadım, canhıraş(39) bir şekilde ders çalışmak zorundaydım. İsterseniz buna; “Beygir gibi, inek gibi, köpek gibi” yakıştırmalarını yapabilirsiniz! Çünkü yaz-güz sınavları arasında Üniversite Sınavlarına girmiş ve çok iyi bir derece ile istediğim fakülte için başarılı olmuş, liseyi mutlaka bitirmem farz olmuştu.
Kısacası; “Aşka-meşke” hele birini, beni tercih dışı bırakan birini her ne sebeple olursa olsun teselli etmeğe hiç vaktim yoktu. Hem zaten tül arkasından izlememe de gerek yoktu ki. Yolu çizen yolcunun, yolunda olması gerekmez miydi ki?
Sınavda, herhalde beni yoran düşüncelerim nedeniyle olsa gerek, hocalarımın iteklemeleri-kakalamaları ile ancak mezun olabilmiştim. Bunda Üniversite Sınavlarını ve istediğim bölümü kazandığımı belirtmemin müspet etkisi yanında, Mine’nin kapımıza kadar gelip başarı dilekleriyle, bir mendil içinde verdiği okunmuş pirinç tanelerinin etkisi de olmuş muydu, bilemem.
Bir ek not, ya da dip not diyeyim. Mine Haziran sınavlarında başarılı olmuştu, zaten gözlerinden zekâ fışkıran bir kızdı, farklı bir sonuç düşünülemezdi. Zekiydi, ama Üniversite Sınavlarına girmemişti, sebebi asla öğrenemedim. Belki ailesinin belki kendisinin isteksizliği, belki ekonomik durumlar… Bilemezdim. Bildiğim liseden sonra okumayacak oluşu idi.
Mağrur üst kat komşum Tanju ise, haylazlığının bedeli olarak üç-beş dersten diğer seneye iteklemişti kendini, tıpkı benim gibi. Ancaaaak…
Babası ona “Teselli olsun diye!” Peugeot marka sıfır kilometre bir araba almıştı, galiba oğlu; “Mutlu olsun!” da istemişti. Oysa Türkiye’mde kasaptan bedava aldığı kemikleri evine götürürken, bir mandalinayı üç çocuğuna üleştirirken mutlu olan o kadar çok insan vardı ki! Bu nedenle biz ailece, bugünümüze şükrediyorduk!
Arabası ile banal(40) bir tabirle; “Caka satıyordu(41)” Tanju. Ehliyetini henüz almasına rağmen, yıllardır babasının arabasını gayri resmi olarak kullandığı için olsa gerek direksiyonu çok iyiydi ve her zamanki gibi toplardı sokağın çocuklarını, “Hava atmak hakkını” bihakkın, gereğine uygun kullanmak için.
Günlerden bir günün sabahında onu, arabası ile kapımızın önünde bekler gibi gördüm. Oysa babamın izin alma durumuna göre, iki ya da üç gün sonra burs imkânlarını ve yatılı pansiyonları araştırmak için koca şehre gidecektik. Orada, uzaktan da olsa akrabalarımızdan birine sığınacaktık.
Onları ne görmüş, ne de tanımıştım. Bayramdan bayrama tebrik kartları teatisi(42) ve kandillerde telefon muhabbetleri olurdu hatırladığım kadarıyla. Oysa çok evvellerden başımı bağlamış gibi olmuş büyüklerim, beşik kertmesi(43) davranışıyla. O akrabamızın kızı olunca babam; “Bizim oğlana alırız!” demişmiş, o da; “Oğlunu iyi sakla, ha!” diye tembihlemişmiş.
Gitme faslına girince anekdot(44) gibi anlatmıştı babam, annemin yanında, uzun uzun ve de uzun boylu, ya da süreli, eksiltmediği kahkahasıyla, esirgemesiz. Neyse konuyu dağıtmak uygun değil…
Davet etti beni Tanju; “Biraz beraber hava almaya, ne dersin?” diyerek. Sonra; “Arabam nasıl?” diye sordu. Nedense “Allah kazadan-belâdan esirgesin!” demek içimden geçmemişti.
“İyi günlerde kullan!” dedim. Daha sonra Mine’nin çıkmasını bekledi Tanju. Sanırım onu daha önceden haberdar etmişti. O da geldi. Önce ön tarafa oturmakla, arka tarafa oturmak arasında tereddüt geçirdi. Ön kapıyı zorladı. Kapalıydı, mecburen arkaya oturdu ve kapının kenarına büzüldü. İkimiz de belki onun isteği doğrultusunda arka kanepeye oturmuştuk, uzak-uzak. İki kapı kenarında büzüldüğümüzü gören Tanju;
“Öyle küsmüşsünüz gibi, iki kenara büzülmeyin canım, ortada olun ki, aynada görebileyim sizi” derken aracını hareket ettirmiş diğer sorusuna yönelmişti;
“Nereyi gezmek istersiniz? Nerede özel konuşmak istersiniz?”
Bakışları ve sorusundaki iğneleyici sitemi sanki “Bana yâr olmayanı, başkasına yâr etmem!” tipinde, ya da şeklinde idi, nasıl denirse densin, işte.
Yürüdük, yürüdük ve de dahi konuşmadan, Sadece Tanju’nun sitemli ve bizi devamlı kontrol eden bakışlarını görüyorduk aynasından. Sanırım Mine korkmağa başlamıştı, elimi avucuna aldı, eli ıslaktı, belki terden.
Sonra bayırlardan birinin kenarına geldik. Yokuşun bitimine çeyrek kala, sanki tehdit edercesine, ama el frenini çekerek durdurdu arabayı. “
“Anlatın!” dedi emredercesine:
Oysa anlatacak neyimiz vardı ki? Sonsuz bir aşkla sevmiş ve boyumun ölçüsünü almıştım. Daha sonra dönmüş müydü Mine bana, bilmiyordum, bilemezdim de. Tek kelime etmemişti ki çünkü selâm vermesinin dışında. Bağırırcasına konuştu Tanju;
“Ben, bir kâğıt mendil gibi, ‘Olmadı!’ denilip buruşturulup bir kenara atılacak biri değilim!” diye bağırdı.
Zemin kaygandı, toprak bu ses ve bağırışla rezonans(45) haline gelmiş, önce deprem gibi titremiş, sonra kaymağa başlamıştı. Tanju gözlerini kapatmış olarak gürlemeğe devam ederken, biz her iki kapıyı açıp kendimizi dışarı atmıştık.
Arabanın burnu, el freni de çekilmiş olması nedeniyle olsa gerek, eğilmiş, yavaşça kaykılırken, birden büyük bir gürültü ile heyelânın(46) dibine düşmüştü. Toprak gayretli bir şekilde üstüne doğru çuvallanıyordu, biz göremiyorduk onu.
Biz de sürükleniyorduk, mukavemet etmemize rağmen. Ancak kayan toprağın bizi de bırakmağa hiç niyeti yok gibiydi. El ele kayıyorduk biz de, son bir heyecanla bağırdı Mine;
“Seni seviyorum Birol! Hayatta ben bir tek seni sevdim. Öp beni!”
Sevgiyle sarıldım, sonsuzluğa doğru el ele göçerken;
“Ben de, ben de!”
…
Onlar sadece kayıptı… Yıllarca da öyle kaldılar!..
YAZANIN NOTLARI:
(1) Bakalorya; Kimi batı ülkelerinde üniversiteye girebilmek için lise bitirme sınavından sonra verilen, eskiden Türkiye’de de uygulanan olgunluk sınavı.
(2) Müşkül; Güç, zor, çetin. Engel, güçlük, zorluk.
(3) Hamlamak; Uzun zaman idman yapmamak, hareket etmemek yüzünden gücünü veya çevikliğini yitirmek.
(4) Steps (Hatalı Yürüme, Hatalı Sürüş); Basketbolda topun iki elle sektirilmesine ya da topu sürerken tutup ardından topun tekrar sektirilmesi. Oyun ihlâli olup top karşı takıma geçer.
(5) Cevher; Gevher de denilir; İyi yetenek, bir şeyin esası, özü, mayası, değerli süs taşı, mücevher.
(6) Kindar; Kinci, kin tutan, kinli.
(7) Kişi noksanını bilmek gibi irfan olmaz; İlk satırı; “Çeşm-i insaf gibi ârife (bazı deyişlerde; kâmile) mîzân olmaz” şeklinde olup haddini bilmek, başkalarının kusur ve yanlışlıklarını görmemek anlamında kullanılmaktadır.
(8) Kös Kös Dönmek (Dinlemek); Başı önde, sağa-sola bakmadan, yorgun, üzgün, düşünceli bir durumda geriye dönmek, dinlemek.
(9) Avare (Avara); İşe yaramaz, işsiz-güçsüz, başıboş, aylak.
(10) Aylak Aylak Yatmak (Gezmek, Dolaşmak); Tembelce, tembel bir biçimde yatmak. Avarece gezmek, dolaşmak, yatmak, işsiz, boş gezmek, dolaşmak, yatmak.
(11) Siluet; Bir şeyin yalnız kenar çizgileriyle ve tek renk olarak beliren görüntüsü, gölge.
(12) Aşinalık; Bildik, tanıdık olma. Tanıma.
(13) Mahcup; Bir toplulukta güvenini yitiren, rahat konuşamayan ve rahat davranamayan, utangaç, sıkılgan, kendine güvenini yitirmiş.
(14) Kısasa Kısas; Kişiyi işlediği suçun aynısıyla cezalandırmak, zararı, zararla cevaplamak, bir bakıma kana kan, dişe diş olayı. Bu konuda Kur’an’da Bakara Suresinde ayetler vardır.
(15) Vakti Âli; Türkçemizde böyle bir dize yoktur. Karşılıklı konuşan iki kişiden birinin espri niteliğinde “vaktinin müsait olup olmadığını sorması” anlamında yorumlanabilir.
(16) Lebdeğmez; p, f, m, v gibi harfleri dudakları birbirine değdirmeden oluşan sözcüklerle oluşan şiir, atışma, taşlama. Ozanlar bunun için iki dudakları arasına bir iğne koyarak dudaklarını birbirine değdirmediklerini ispat ederler.
(17) Ekâbir; Kendini beğenmiş. Devlet ileri gelenleri, makamca büyük kimseler.
(18) Enstrüman; Müzik aleti, çalgı, araç.
(19) Tımar Etmek; İyileştirmek. Yaralara bakmak.
(20) Paraziti; Radyo (televizyon, telsiz vb. aygıtların) yayınına karışan yabancı ses veya cızırtı, zırıltı ve gürültü çıkarması. Vericilerin ürettiği dalgaların dışında elektrik yüklerinin hızlı yer değiştirmelerinden doğan ve bu dalgaların ilettiği yayını bozan radyoelektrik yayın.
(21) Solo; Bir kişi tarafından söylenen ya da çalınan müzik parçası.
(22) Ağız İshali; Sürekli, yerli yersiz, gerekli gereksiz, ağzından çıkanı kulağı duymama şeklinde, bazen ağzından çıkan tükürüklere aldırmaksızın konuşma.
(23) Velhasıl Kelâm; Velhasıl, Elhasıl, velhasılıkelam, Kısacası.
(24) Espritüel; Yerinde ve zamanında güzel ve hoş karşılanan, ince anlamlı, düşündürücü söz söyleyen, nükte yapan.
(25) Zırnık: Doğal olarak kimyasal bir madde olmakla birlikte herhangi bir şeyin en küçük, en önemsiz ve işe yaramaz parçası.
(26) Dar-Kıt; Ancak.
(27) Kasap Aletleri; Masat, Tahra, Nacak, Gelberi, Pala bıçağı.
(28) Devşirmek; Bir araya getirmek, derlemek, toplamak. Katlamak, düzgün duruma getirmek.
(29) Islah Etmek; Bir şeyi daha iyi bir duruma getirmek, düzeltmek, iyileştirmek. Yola getirmek, uslandırmak.
(30) Biçilmiş Kaftan; Tümüyle uygun, elverişli.
(31) Tecvid (Tecvit); (Esas anlamı; güzelleştirme, bir şeyi güzel yapmak, süslemek, hoşça yapmak olmakla birlikte) Kur’an’ı usulüne bağlı kalarak okuma usulü ya da ilmi.
(32) İkna Etmek; Bir kimseyi bir konuda inandırmak, bir şeyi yapmaya razı etmek. Kandırmak.
(33) Apışıp Kalmak; Çok şaşırmak, ne yapacağını kestirememek, bilememek, şaşırıp kalmak.
(34) Statik; Belirli bir süre hep aynı kalan. Durağan. Değişme, gelişme, ilerleme göstermeyen, değişmeyen.
(35) Kederli günlerimde arkadaş oldun bana / Ne güzel anlaşırken şimdi ne oldu sana… şeklinde başlayan Türk Sanat Müziği eserinin Beste ve Güftesi; Suat SAYIN’a ait olup eser Hüzzam Makamındadır.
(36) Efkârlı günlerimde geldi, çattı Ramazan… “Oy Trabzon, Trabzon” diye başlayan bir Karadeniz ezgisinin devamı…
(37) Pattadanak; Pattadak. Birdenbire, ansızın.
(38) Gıpta Etmek; Başkalarında bulunan bir özellik ya da varlığa imrenmek.
(39) Canhıraş; Yürek paralayan, kulak tırmalayan, acı veren, tüyler ürpertici.
(40) Banal; Bayağı, sıradan, herkesin yapabildiği, adi, alelade. Herkesin kullandığı, herkesin anladığı.
(41) Caka Satmak; Gösteriş yapmak.
(42) Teati; Karşılıklı alıp verme.
(43) Beşik Kertmesi; İki ailenin aralarındaki iyi ve sıkı ilişkiyi daha da güçlendirmek için birbirlerinin çok küçük kızlarını ve erkek çocuklarını, bazen bebeklerini, ilerideki duygusal gelişmeleri önemsemeksizin evlenmek üzere sözleşmeleri veya nişanlamaları ki, hiçbir felsefi önemi dini, sosyal ve felsefi değeri olmayan akit.
(44) Anekdot; Kısa fıkra, menkıbe. İlgili bir konu hakkında bilgi. Anecdote; Fransızca. Bir edebi eserde anlatılan olayın başlı başına ayrı bir bütünlük gösteren parçası.
(45) Rezonans; Tınlaşıma. Etki altında salınımların meydana gelmesi ve salınımların sistemin frekansına eşit olması halinde sonsuz etkileşim. Akustik oluşum.
(46) Heyelân; Büyük ölçüde toprak kayması.