Oldum olası “Duvar Yazılarını” ya da caddelere, kaldırımlara yazılan yazıları sevmem;

“Ali, Ayşe’yi seviyo!” “Kahrolsun!”(1) ya da “Kahretsin!”(1) bilmem ne? “Şu kadara boya-badana yapılır!” “Şunlar onarılır! Hemen, anında…” vb.

Sayıp bitirmemin asla mümkün olamayacağı…

Belki boya-badana, tamir-tesisat ilânı yapan insanlar için; “İhtiyaçları vardır herhalde!” diye düşünerek, hoşgörülü davranmak mümkündür. Ancak ya işlerinin tam ehli olmadığından yarım-yırtıktır(2) işleri, ya da tıpkı halı altlarına iteklenen süprüntüler gibi bozuk…

Yahut da hatalı bir söyleyiş gibi görünse de belki hırsızların bir araştırması olarak düşünüp tedbirli olunmasının gereği gibi düşünürüm bu işlemleri. Tavsiye, öneri olsa da, sorumluluk yüklenmeyen bunlar yerine, bildik-tanıdık, gerçekten konunun uzmanına, hatta onları da bir kenara bırakıp; ‘Çoluk-çocuk(2), torun topalak(2) olarak toplanıp duvar yazılarındaki(3), ilânlardaki işleri el elden yapmak(4) en iyisidir!’ demek isterim.

Ama itiraf etmeli ve yadsımamalıyım ki, duvar yazılarında da, bir kısmına “Aforizma(3)” diyebileceğim güzelliklerden bir kaçını şöyle yazmamın yararlı olacağı düşüncesindeyim;

“Aşkın doğrusu, eğrisi yoktur, zaten kendisi doğrudur!”

“Aşk; ‘Şimdi zamanı değil!’ deyip beklemeyi bilmektir. Sabırdır…”

“Ölürken herkes yalnızdır!”

“Bilen insan, bilmiyormuş gibi yaşayamaz!”

“Yaşam; ayağına dolaşmasın!”

“İşe koşmaktan yoruldu sözler…”

“Dönenler akıldan kovulur!”

“Öfkeni yapraklara yaz, sonbaharda dökülsün! Derdini rüzgârlara yaz, estikçe uzaklara götürsün!”

Ve en önemlilerden birisi olarak düşündüğüm;

“Sevgini yüreğine yaz ki, ömür boyu büyüsün!

Bir şeyleri hak ettiğime inanmakla, hani neredeyse bir bilenin itirafını göz ardı edip(4) de çok şeyi bildiğimi sanmama rağmen; “Nuh deyip peygamber demesini bilmeyen” bir genç kıza benim benzer duvar yazılarının üslûbuyla(1), bu çareyi kullanmak tek çaremdi.

Başka elimden ne gelirdi ki ve ben ona ulaşabilmek için başka ne yapabilirdim ki?

Onu, yani beni perişan edenin güzelliğini sıradan değil, gönül gözüyle anlatmalıyım ki, ona neden vurgun olduğum(4) iyice anlaşılsın!

Bence dünyaya gelmiş, geçmiş en güzel varlıktı o, üniversitede 22-23 yaşlarında…

Melekten, meleklerden tek farkı kanatlarının olmamasıydı, bence. Belki Yaradan yaratırken kanatsız yaratmıştı onu, ya da kanatlarını kopartıvermişti annesi; “Uçup kaçmasın!” arzusuyla(5).

Aslında bu benzetmemde daima beyazlar giymesinin onu meleklerle özdeşleştirmem için yeterli nedendi. Ancak bu kanaatimin kesinleşmesi öğreneceklerimi, ya da öğrenmem gerekenleri öğrendikten sonra mümkün olacaktı.

O, tam hayallerimde şekillendirdiğim bir sevgili idi benim için. Ancak ismini öğrenmekte bile güçlük çekmiştim. Her peşine düşüp söz söylemeye çalıştığımda hep reddedilmiş, hep kontrpiyede kalmıştım(4).

Buna karşın canıma can katan bir candı o.

Hhep sırtını dönüyordu, duymamışçasına tek söz etmeden, başını kaldırıp yüzüme bile bakmaktan eriniyor, muhtemelen iğreniyordu belki de.

Oysa onun aklımı başımdan alması gibi, benim de onun aklını başından almak gibi gözlerim olsaydı keşke. Evet, keşke! Çünkü bence, onun bana zulmetmesi, ona hiç mi hiç yakışmıyordu…

Peşinden, ciğer kokusu almış bir kedi, kemik görmüş bir köpek, avını sinsice takip eden bir andız(1), günahı çerçeveleyen bir şeytan gibi takip ettiğimin farkındaydı. Onu sevaba ulaştırmayı(6) (hüsnü kuruntu(2) hakkını kullanmak isteyen) erkek bir melek gibi(!) peşi sıra sürüklendiğimin de farkındaydı.

Bunu adı gibi bilmesine rağmen hissetmemiş gibi yapıyor, arkasına dönmeden, yönünü ve doğrultusunu değiştirmeksizin, hatta sekerek istediği belirlediği gibi ilerliyordu.

Ne katakulliler(1) çevirmiştim, bana hiç yakışmayan kakara-kikirilerle(2). Adını, sekerek yürüyüşünün sebebini, aynı üniversitenin, aynı fakültesinde olduğumuzu bilmeme rağmen, hangi bölümde ve kaçıncı sınıfta olduğunun öğrenmek için attığım taklaların, perendelerin(1), yaptığım soytarılıkların haddini hesabını bilmiyorum(4), çetele tutmamıştım(4) ki!

Adını öğrendiğimde başlangıçta ancak telâffuz etmeye(4) çalışmıştım. Çünkü ilk adını ilk defa duyuyordum. İkincisini ise yakıştıramamıştım. Başlangıçta bilmiyordum, belki de soy ismi olabilirdi o, detaya girmeme gerek yok; Sebavet Tenzile idi adı.

Sonradan öğrendim ki; daha önceki abla ve ağabeylerini doğumdan önce, doğumda, doğumdan hemen sonra yitirdiği için annesi; “Onu bana sakla, kendinden tenzil et!” anlamında Tanrıya yalvararak koymuş bu adı ona. Tanrı da kabul etmiş duasını, kızını bırakmış, onun yerine kocasını çekip almış dünyasından, ahretine.

Üstelik ne kahrı vardıysa Tanrı bu kadarla da kalmamış, ilerleyen zamanda bir düşüşünde sol ayağının onarılamayacak bir şekilde birkaç yerinden kırılmasına da neden olmuş Tenzile’nin. Bu nedenle belki yokluk, imkânsızlık içinde olmaları nedeniyle kocakarı tedavisi(2) yararlı olmamış, kangren endişesi nedeniyle diz kapağından itibaren kesilmiş bacağı.

Annesi, ölmeden önce açıkta ve sahipsiz kalan bacağını mezarlıkta kocasının mezarını açtırarak o bacağı babasının kemikleri yanına iliştirmiş.

İnsanların bir kısmı âlicenaptı(1), yardımseverdi ve en önemlisi insanlar içinde gerçek insanlar, insanları seven insanlar vardı. Tenzile’nin okula koltuk değnekleriyle gidip-gelmesine kıyamayan, onun üstün zekâsı nedeniyle, mezuniyetinin ilerilerinde öğretim görevlisi olma isteğini bilen profesörlerden biri ona el uzatıp protez yaptırmış, kesesinden.

Benim ona tapınmaya karar vererek adım attığım tarihlerde o sekerek gibi yürüdüğünü anlayamadığım bir şekilde protez bacağıyla yürürken tüm beyazlıklara bürünmüş olarak etkilemiş beni.

Buna belki etkilemiş değil de bir başka fiille anlam vermem gerekir; “Beynimi, kişiliğimi, beni, kısaca tüm varlığımı esir etmişti” kendine.

Ona “Zalim” demek istiyordum, ilgisini göstermemesi nedeniyle, ama içimden gelmiyordu, yutkunuyordum ve hâlâ başlangıcımdaki aynı dilek, istek ve düşünceler içindeyim.

Son sınıftaydım, mezun olacak, askere gidecek, evin tek veliahdı olarak babamın emekliliğini hak ettiği düşüncesiyle bana devredeceği işlerin başına geçecektim. Ama bu derdi taşımaya başladıktan sonra içimden mezun olmak geçmiyordu, hem de hiç.

Onu uzaktan görmek bile yetiyordu bana, benden uzak durmakta olağandan öte gayretli gibi görünüyor olsa da…

Bilir miydim ki, o da beni tanımıştı? Mümkün değildi, onu ne arkadaşlarımdan, ne de çevremden tek bir kişi bile ispiyonlamamış, onun benim varlığımdan haberdar olduğunun işaretini asla hissettirmemiş, vermemişti bana.

Keşke bir kerecik, yalnızca bir kerecik gözlerinde yer etseydim, bunu bilebilseydim, zararı yok gözlerinde aksimi görmesem de olurdu!

İçimden geçiyordu ki onu; “Uzaktan sevmek bile aşkların en güzeli(7) idi. Hatta diyebilirim ki; ben onda imkânsızlıkların üstesinden gelip imkânsızlığımın imkânsızlıklarına rağmen tüm imkânsızlıkları yok etmeyi bilerek sevdim, imkânsızlıklar umutların yitirilmesi için bir gerekçe değildi.

Umutlar Kaf Dağlarının arkalarında, dünyanın en yükseklerinde, en derinlerinde olsa da bulmaya çalışır, onu bekleme azabından sıyrılmayı asla aklımın ucundan bile geçirmez, beklerdim onu. Hem bekleyecektim de.

Kaybım ne olurdu ki? Hiçbir şey, hem zaten onu umutla beklemek olmasa, yaşam mı olurdu ki tüketeceğim?

Arkadaşlarım harıl harıl ders çalışırlarken ben yaşamımdaki hiçbir şeyi umursamaz gibiydim. Ayırım yapmaksızın her türlü spor karşılaşmalarına, yani maçlara, sinemalara, tiyatrolara gidiyordum, bir bakıma efkâr dağıtmak(4) gibi desem?

Ve hayret edilmesi gerekir ki, hep beyazı olan, beyazı fazla olan takımlara sempati duyuyordum. İki takımda da beyazlar hâkimse bu sefer vatandaşlık damarım tutuyor, bayrağımın rengi kırmızı diyerek beyazında ayrıca kırmızı olanını tercih ediyordum; bordo, pembe, kırmızının açığı ya da koyusunun fark etmediği.

Beyaza düşkünlüğümün nedenini ben biliyordum, beyaza düşkün olduğu halde, benim düşkünlüğümü bilmeyen biri vardı yaşamımda. Bu; Allah’tan hak reva(2) mıydı? Hiç mi haberin yoktu benden, benim gibi avare bir berduştan Tenzile? Gönlüne girmeyi bırak, kenarından köşesinden geçmeme bile izin vermemiştin ki, tenzil etmiştin beni yaşamının her karesinden, hem de isteyerek, dileyerek, arzulayarak (eminim).

Unutma telâşını, hüznünü yaşıyor metelik vermiyordum(4) ne dünyaya ne de yaşamıma. Unutamıyordum ama. Güneş doğuyormuş, gün oluyormuş, yağmur çiseliyormuş, kuşlar ötüyormuş, ateş yakıyormuş, su söndürüyormuş…

Bilmem de, öğrenmem de, hatırlamam bile zordu. Çünkü en önemli şey; gönlündeki yaşamındaki en güzel, yaşamını da güzellikle yaşamayı isteyene yaşamı haram ediyor, edebiliyor, yaşamdan bile vazgeçecek hale getirebiliyormuş.

Öğrenmenin yaşı yoktu, ne kadar kocaman tahsiller yaparsan yap, bir güzel öğretiyordu insana, karşısındaki güzel “eloğlu(1)” diyerek…

Unutmak için sebep gerekti, bulamıyordum! Hayatın gereklilikleri; meselâ dünya dönmeyi, güneş-ay doğup batmayı, yıldızlar göz kırpmayı unutabilirler miydi? Ne bileyim meselâ anneler doğurmaktan, kızlar erkeklerin yüreklerini hoplatmaktan, onlara zulmetmekten vazgeçerler miydi?

Unutamazdım onu. Şairin dediği gibi ben ona mecburdum(8), muhtaçtım yaşamak için.

Yolunu gözledim, “Bana ilgi duysun, benim ilgimi hissetsin!” diyerek...

Bindiği aynı otobüse bindim, hatta aynı koltuğa, yanına oturdum. Oralı olmadı, değildi. Nefesini hissediyordum, ama dilimi yutmuş, sesimi yitirmiş, duygularımı sindirememiş gibiydim.

Sadece pencereden bakan, ya da kendini pencereden bakmaya zorlayarak kendini benden saklayan, sakınan ona bakıyordum. Devamlı olarak değil, ama ara sıra.

Bu kadarı bile boğazımı kurutmuş, gözlerimi perdelemişti. Sağırlık…

Sesi yoktu ki, bu konuda kanaatim olsun.

Ve o ara sıralarda onun tümünü en ince zerresine kadar, beynimin en uç noktalarına kadar nakşetmek arzusunu duyuyor, yaşamaya çalışıyordum.

Son durağa çeyrek kala inme hamlesini hissettim, kalkıp kenara çekildim. Yüzüme bakmasını, bir tebessümünü esirgememesini dilerken nelerden vazgeçmezdim ki? Kenara çekildiğimde başı eğik, belki “Haddini bil!” ifadesi saklı olarak otobüsten indi, ben de indim.

O yürüdü, ben de peşinden. Hissetmesi mümkündü, hissetmemesini de normal karşılamam gerekirdi, hissetmesini istememe, arzulamama rağmen.

Bir köşeyi döndük, peş peşe değil de beraber gibi. Çünkü onun nereye gittiğini, evini öğrenmem amaç ötesinde sünnet, vacip değil, farzdı! Aklımda yapmak için kurguladıklarımı gerçekleştirebilmem için bilmeli, ama mutlaka bilmeliydim.

Bir noktada duraklar gibi oldu, o iki katlı ahşap, kâgir evlerden birisinin kapısından içeri girerek kayboldu, muhtemelen benim farkımda olmamayı isteyerek, belki de dileyerek.

Ben, o sokağın yabancısı, tüm şüpheleri ister istemez toplayacak mahzun ve aptal bir âşıktım, hani karanlıkta göz kırpar, ya da bir boş mekânda hipopotam(1) gibi ağzını bir karış açıp esnerken ağzını kapatan.

Evinin karşısında beyaz bir duvar vardı. Bu; beynimdeki kurguların gerçekleşmesi için biçilmiş kaftandı(2). Ancak o duvar benim ahlâkımı yok etmeye zorlamış, beni benimsemediğim, benimsemek istemediğim yanlışlara, yanlışlıklara sürüklemişti.

Öncelikle akşamı beklemeli, kırmızı renkli bir sprey boya almalıydım, her ne kadar beyaz düşkünlüğü olsa da beyaz duvara beyaz yazı yazılamazdı, buz üstüne yazmak gibi, anlamsızca. Beyaz duvara kırmızı boya ile yazılacak mesaj herhalde dikkati çekerdi, felsefeme(1) göre.

Ve ben yazarken görünmemeli, gözükmemeliydim. Peki başarım? Etkilemem? Herhalde bu çabamın karşılığı olur gibime geliyordu, öncemde de seslendirdiğim gibi, aptalca bir hayal ile…

“Ufacık bir ilgi”

Büyük harflerle sıkılmadan, kontrollü bir şekilde yazabildiğim üç kelimeydi bunlar. Sabah havalandırmak için perdelerini, pencerelerini açtığında göreceğine inanıyordum, tabii ki penceresi o duvara bakıyor idiyse.

Ve bunun imkânı yok, pencereden görememiş gibi gözükse de, mutlaka kapıdan çıkar çıkmaz gözüne çarpardı herhalde.

Fakültede dakikalarca beklediğim, gözlerimiz çakışsın, anladığını belli etsin istediğim halde davranışlarında herhangi bir değişiklik yoktu. Sek-sek sekerek çevresindeki (belki de) görmek istediklerini selâmlayarak sınıfına girdi;

“Hasbinallah ve nimel vekil…(9)

Herhalde fark etmedi diye düşündüm, bir hafta da süre verdim kendisine içimden. Bir-iki defa da yazının orada aynın kalıp kalmadığını kontrol ettim. Alıp da götürecek değillerdi ya, aynen yerli yerinde duruyordu!

Ve Tenzile de bir hafta boyunca aynı tavrı sergiledi, bir değişiklik olmaksızın.

“Yalvarırım!”

İlk üç kelimeye eklediğim tek kelime idi, bu. İstese, dilese, diz çöküp yalvarırdım gerçekten. Ama benim karanlıkta göz kırptığımı nereden bilebilirdi ki?

Uyuyamıyordum gecelerimde, onu düşünmem yorgunluk olsa da. Gecelerin kör vakitlerinde duvar saatinin tik-takları, gonk seslerine karıştığında ona onu soruyordum; rüyada olsam da, olmasam da; “Hey kimsin sen, aklımı başımdan alan?” diyordum…

Tesadüfen(!) hep karşılaştık! Benim onu görmeme rağmen o beni hiç görmüyordu, hem ısrarla; bakar-kör gibi(2). Belki bilmediğim, anlamadığım bir şeyler olmalıydı bu genç kızın kalbinde yol almam için. Belki de bihaberdim, okumakla, ya da nasihat, teklif, öneri her neyse onlarla edineceklerimden.

Oysa bu bir erkek için ne kadar kolaydı;

“Erkeğin kalbine giden yol, boğazından, midesinden geçermiş!” Herhalde bunun için “Can boğazdan gelir!” denmiş olsa gerek!

İhtiyarlamama, uzun bir süre vardı, onsuz olduktan sonra ihtiyarlayacağım pek aklımdan da geçmiyordu, ya. Neden şair; “Ölen hep ihtiyar mı? 104) diye sorgulamıştı ki ölümün zamanı için? Bir hafta daha süre verdim Tenzile’ye.

“Lütfen T.”

Ben bu şekilde duvar yazısı şeklinde mesaj yazmaktan vazgeçiren sebep; bu son kelime ve ucundaki harfti. Tevfik olan ismimin baş harfini eklemekten çekinmemiştim, çünkü.

Ne olursa olsun, yine bir tepki göremezsem tüm cesaretimi, daha doğrusu buna “Edepsizliğimi” dememin gereklilik olduğunu düşünüyordum. Çünkü hani “Kız kaçırmak(4)” serüvenleri var ya, onun gibi, ona benzer bir atılımda bulunmayı kafama koymuştum.

Aklımdan geçmeyen “Alan razı, (veren değilse bile) giden razı” kompozisyonu, yani kızla oğlanın anlaşmaları idi.

Oysa benim karşımdakinin benden haberi bile yok gibiydi. Aslında bu; benden kesinlikle haberinin olması bana zaruret gibi geliyordu…

Da…

Duvara o son “T” harfini koyarken civarlardan bir pencere açılmış ve;

“Dur! Kaçma! Pis Herif! Sapık! Polis çağıracağım!”

Demek ki takip edilmiştim. Zaten yabancı bir surat olarak fark edildiğimin farkındaydım, insanların dövecek gibi bakmalarından, “Hırlı mıyım, hırsız mıyım?” gibi fısıldaşmalarından. Bu nedenle yiğitliğin % 99 oranını gerçekleştirmem şarttı, kulağıma ulaşan seslere göre %1 konusunda başarılı olamayacağım ve olmadığım aşikârdı(1).

Ancak bu eylem Tenzile’nin de dikkatini çekmiş olmalıydı, anlayabildiğim kadarıyla, sesler gereği açıldığını fark ettiğim penceresinden. Aslında benim durumumdaki insanlar, kaybolmaları gereken aşamada arkalarına bakmaksızın ve tabanları popolarına vurarak kaçarlardı, ancak şeytanla dostluğum olmasa da merak etmek(4) de benim gibi olanların vazgeçemeyeceği bir eylemdi.

Penceresine baktığımda karanlıkta da olsa beni tanıdığı inancını yaşıyordum. Adım gibi bilmesem bile, tahmin etme hakkımı kullanmamda ne beis(2), ne de sakınca vardı!

Ertesi günün sabahında fakültenin kapısından girerken bana bakıp ilk defa gülümsedi gibi hissettim, gene de bana yönelmekte sıkıntı çeken bakışlarında. Hissetmek istediğim için, bana öyle gelmiş olsun diye de değil, düpedüz bana bakmış ve gülümsemiş gibi gelmişti bana, belki kurguladığım görünüştü bu, hayalimi canlandırmış olmak gibi.

Ve ben şimdi yaşamaya başlamıştım.

Bir yengeç gibi yaklaşma gayretinde oldum kendisine;

“Ne olur, gene sırtını dönme, bir şans ufacık da olsa bir şans ver bana!”

“Duvarlara yazan, dün akşam arkasına bakarak kaçan sensin, değil mi?”

“Yanına yaklaşmama bile izin vermediğine göre…”

“Uzaklaştırmadım da…”

“Uzaklaştırmadım” kelimesi ile “Uzaklaştıramadım” kelimeleri arasında dağlar kadar fark vardı.

“Ah sersem kalın duvarlı kafam! Çok iyi çalışır sanıyordum, ama demek ki hiç de iyi çalışmıyormuş!”

“Ne demek istediğini anlayamadım! Benden istediğin ne? Eksiklerimi biliyorsun, ben de biliyorum, o halde ısrarın neden?”

“Benim istediğim sensin, bugün için hakkım olmadığını biliyorsam da…

Ve eksiklerim dediğin her ne, ya da neler ise umurumda değil, hem asla!”

“Anlamadım yine, o ne demek?”

“Bana kendince belirleyeceğin ufacık bir süre ayır, bir saatçik de olsa razıyım, ömrümü neden sana adamak istediğimi anlatmaya çalışayım…”

“Beni bir saat içine sığdıracaksın, öyle mi?”

“Sitemini anladım. Ama beni bugüne kadar bir saniye bile yaklaştırmadın yanına, hep uzak tuttun. İstediğim bu bir saati bana bağışlayacağını düşünmek bile şu ana kadar yaşamadığım hayatı yaşayacağım anlamında benim için…”

“Ne demek istediğini gene anlamadım. Ama peki! Öğle paydosunda, kantinde diyeyim. Yalnız şunu bil ki; öyle; ‘Seni seviyorum, ayılıyorum, bayılıyorum, sensiz şöyle şöyle ölürüm, böyle böyle yaşayamam!’ gibi sözler söylemeni, benzer şekillerde cevahirler sergilemeni(4) istemiyorum. Ufacık bir ihsasında(1) bile kalkar, terk ederim ortamı!”

“Duygularımı anlatmam mümkün değil, üstelik başlangıçtan, seni ilk karşılaşıp gördüğüm andan şu ana kadar, durduğu gibi durmayan, söylememi istemediğim sözlerin buraya sıkıştığını farz et, kabullen! Beni, kısıtlaman üzüntüm, dinlemeye ayırmanı özlemle beklediğim zaman için sınır çizmen, belirlemen zulüm değil mi?..

Hem de bir saat için izin verdiğin süre içinde istemediğin sözleri söylemeksizin nasıl açabilirim ki içimi sana? Boyum-bosum ne, daha bugünden bazı şeyleri hemen istiyor muşum gibi nasıl söylerim ki sana?”

“Peki! Gayri resmi olarak da olsa ilgilenmedim, hatta tersledim diye, okumayı bırakman, mezuniyetinden vazgeçmen, bir bakıma hayata küsmen ve abuk-sabuk(2) duvar yazılarıyla becelleşmen kendine zulüm değil mi? Belki başlangıcı olmayan bana da? Dersime geç kaldım, özür dilerim, görüşebilmek umudum, görüşemezsek de üzülme!”

Beni beynine bu kadar çok hapsettiğine akıl-sır erdiremedim(4). Hakkımda bildiklerinin bu sözlerle kısıtlı olmadığına inanıyordum.

Ve “Bana sırtını dönme!” dediğim halde koşarak sınıfına yöneldi.

Coşmuştum, öncelikle ve özellikle son cümlesi önündeki “Görüşebilmek” temennisi için. Sınıfıma döndüm ben de, o beni istediğini sözleriyle vurguladığı için. Arkadaşlarımdan birikmiş notlarını vermeleri için söz aldım.

Ve sınıfta kalma düşüncemi ertelemek değil, beynimden tamamen ve temelli silerek mezun olmak için söz verdim kendime.

Doğal olarak eğer serde varsa, ne çıkarsa o, bahtım olarak şekillenecekti. Yeter ki ona sevgimi, onsuz olamayacağımı, arka arkaya sıralayacağım söz dizileriyle değil “Seni seviyorum!” cümlesinin ahenginde sunabilmeliydim ona.

Tabiidir ki bunu söylemem için gözlerine bakacak cesaretim olmalı, o da bana bunun için izin vermeliydi.

Gün geçmek bilmedi, onu görmek istediğim ana kadar. Ben ki aklına güvenen, zeki olduğunu düşünen buna inanan Tevfik, basiretim bağlanmışçasına(4) her şeyi unutur olmuştum, onun karşısında, hem de gönlümden geçenleri söylemek isterken.

Eee! Yaşadığım az-uz(2) bir heyecan değildi. Uzun, çok uzun günler, hatta iki yılı bile çok aşan bir zaman sonunda nihayet görmem gereken, ihtiyacım olan onun da zorunlu olduğuna inandığım ilgiyi görmüş ve yaşamıştım.

Da…

Akıl edememiştim telefon numarasını istemeyi. Böyle zamanlarda ilk hücum sonucu telefon numarasını almak gibi kalmıştı aklımda, ama ben dünyayı unutmuştum. Telefon numarası mı? O da neydi ki? Artı bir de rahatça konuşmayı umacağım msn, face, mail(12) adreslerini istemeyi nasıl unuturdum ki? Sadece görüşmek? I-ıh! Hep onunla olmalıydım bundan sonra, yoksa mezun olamazdım ki? Eee! Peki! Mezun oldum, sonra?

Gelelim tekrar baş tarafa. Hadi aklımı başımdan almış ve unutmuştum istemem gerekenleri yahut da unutturmuştu o, benim gibi maymaşak(1), ağzı açık ayran delisi(2) salak âşığa.

Aslında iki sözü uç uca getirmekte(4) sıkıntım olsa da, bana göre yazım daha kuvvetliydi, üstelik düşünmem, müsvedde yapmam bile mümkündü. Eh! Bu konuda başını şişirecek, onu okumaktan bıktıracak, ama mutlaka sonraki satırları da merakla okuyacak şekilde uzun uzun yazardım ona.

Ancak itiraf etmeli, dürüstçe söylemeliyim ki, ne müsvedde yapmama, ne de şurdan-burdan(2) (ç)alıntılara ihtiyacım yoktu. Gözlerimi kapar, düşünerekten, bir âşığın sevdiğine yazması gerekenleri yazardım.

Her ne kadar konuşmada elinde not olmadan konuşanlar “irticalen(1)” konuşuyorlarsa, ben de yazmak konusunda “irticalen” demek için iddialı idim.

Gerçi (ç)alıntılardan uzak kalırdım, ama meselâ bir şarkı veya bir türküden etkileyici nameleri, bir şiirden bir ya da birkaç dizeyi, hatta bir romandaki sevenin sevdiğine söylemini sevdiğim insanın ayaklarına sermeme ne ya da neler engel olabilirdi ki?

Hele ki o söz, dize ya da pasajın sahibini de (ç)almadığımı söyleyerek belli ettikten sonra? Hem bu, bana göre, fena olmazdı, gibime de gelirdi.

Öğle paydosunda göremedim onu. Demek ki “Görüşemezsek üzülme!” sözünün arkasına gizlenmek gibi bir niyeti vardı; “Ya tutacağın sözü ver, ya da verdiğin sözü tut!” iddiası aklımdan geçmesine rağmen, bir aksaklığın, bir yanlışlığın elde olmaksızın gerçekleştiği düşüncesindeydim.

Sadece üzüldüm. Tanıdığım kadarıyla…

Ne kadar olmuştu ki onu karşılıklı konuşma şeklinde tanıyalı? Üç saat…

Belki beş saat? Hem onu gerçekten tanıdığımdan, tanıştığımızdan söz edecek durumda mıydım ki?

İnsanın başına bazen hiç ummadığı şeyler gelebiliyordu, aklının ucundan bile geçmeyen. Derslerde cep telefonlarının açık olması, titreşim modunda olsa bile yasaktı.

Onu kantinde göremeyince arkadaşı olduğuna inandığım oldukça üzgün görünen, adı Buğçe olan genç kızlardan birine onu sorma gereğini hissettim; “Nerede?” diyerek.

“Annesinin telefonundan yabancı bir erkek sesiyle acil diye bir haber aldı, sanırım oldukça tatsız bir haber ve her şeyi olduğu gibi bırakıp gitti!”

“Ben arkadaşıyım, evden çıkarken telâşla cep telefonumu yanıma almayı unutmuşum bu sabah. Sizin telefonunuzdan arayabilir miyiz lütfen?”

Amacım Tenzile’nin telefon numarasını öğrenmek ve hafızama nakşetmekti. Buğçe telefonun tuşlarına basıp bana uzattı telefonu. Ağlamaklıydı Tenzile’nin sesi;

“Ben Tevfik! Neredesin?”

“Kaza yerinde. Mahvoldum ben. Annemi yitirdim. Yalnız, yapayalnız kaldım dünyada. Üstelik annem yerde yatıyor ve ben onun yanına bile gidemiyorum, engellenmiş, barikat nedeniyle. Ne olur yetiş, gücüm kalmadı…”

Denize düşen yılana sarılırmış! Telefondaki ses değişti;

“Kaza yeri karayolları üzerinde. Çamlık Mevkiindeki süpermarketin yanındaki trafik işaretinin olduğu yerde…

Savcıyı bekliyorlar!” dedi o ses.

“Tenzile’ye söyleyin lütfen, hemen en seri bir şekilde geliyorum!”

Olay yerine(2) ulaştığımda savcı henüz gelmemiş (gelememişti), bekleniyordu.

Ve gördüğüm manzara ürkünçtü(1).

İki kadın ve elindeki eldivenden doktor olduğu anlaşılan beyaz önlüklü bir ceset devrilen minibüsün altındaydılar Şoför ve hemşire kenarlarda bir yerlerde gazete üstüne oturmuş, fark etmedikleri, belki de fark edemedikleri kendi yaraları ciddi olmasa da ilgilenmeksizin burunlarını çekiyorlardı.

Hemşire anlattı;

“Hamile olan komşusunun doğum ağrısı ve suyu gelince Tenzile’nin annesi Tuğba Hanım ambulans için telefonla haber vermiş. Ayrıca hastaneye gittiklerini o kadının kocasına da haber vermiş o teyze. Sirenle giden ambulansa dikkat etmeyen şehirlerarası otobüsün yorgun şoförü yolun kendisine açık olduğu görüşüyle olanca süratiyle ambulansa çarpmış. Otobüs yolcularında önemsenecek bir durum olmamasına rağmen doktor ve iki kadın ambulans altında kalarak vefat etmişler.

Kadının kocası, erken ve oracıkta doğan bebeği alarak hastaneye yetiştirmeye çalışmış, bir taksiyle. ‘Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir!’ felsefesiyle (olsa gerek!).”

Savcı geldi, hastaneye bebeği teslim eden baba geri geldi olay mahalline. Cenazeler cenaze arabalarıyla otopsi için morga kaldırıldı.

Sabah; “Allahaısmarladık!” deyip gülümseyerek ayrılıyorsun evinden ve öğlende bir haber alıyorsun ki; “Bir varmış, bir yokmuş!”

Perişandı Tenzile. Ona bakarak ben de. Elimden bir şey gelmemesi yanında teselli edecek cümleleri kurmakta bile sıkıntıdaydım.

Telefon ettim aileme;

“Bir arkadaşım, annesini trafik kazasında yitirdi, onun yanındayım!” diyerek. Acelem varmışçasına, karşımdakilerin ahret suallerine(13) çarpılmamak için telefonumu kapattım hemen.

Perişanlığının tarifi; “Dinlenip dinlenip ağlamak!” şeklinde tasvir edilebilirdi Tenzile’nin…

Evindeydik. Birkaç komşu hanım ve bey vardı salonda. Ne getirilen çorbadan aldı bir kaşık, ne yemeklere dokundu şöyle. Ne bir yudum çay geçti boğazından, ne de susuzluğunun farkındaydı. Devamlı olarak ağlıyor, akan burnunu silmeyi aklına getiremiyor, gözyaşlarını durulamayı düşünmüyor ve hep “Yalnız kaldım!” diyordu.

Sözleri, burun çekişleri, ağlaması gelenler gidene, biz bize yalnız kalışımıza kadar devam etti.

O yerinden kalkamazken, son misafiri de uğurladıktan sonra gelip yanına oturdum. Yaşamımda, onunla ilk karşılaştığım andan beri olmak, yaşamak, duymak, hissetmek istediğim bir yakınlıktı bu. Ama onun böylesine acılı bir anında bu duygularımı yaşamayı da, yaşatmayı da istemezdim, bu perişan halinde çok şeyleri hak etmediğime de inanıyordum.

Başını göğsüme yasladım;

“İstediğin ana kadar istediğince yanında, yakınındayım. Bil ki bugününden, bu anından duygu sömürüsü(2) yaparak beni kabullenmen için faydalanma arzum yok! Hem asla! Annenin defin işlemlerini tamamladıktan sonra ‘Git!’ dersen arkama bakmadan gider, ‘Gel!’ demezsen de asla gelmem, ta ki beni yakınında, yanında isteyinceye kadar…

‘Yalnız kalmak istemiyorum!’ dersen kalırım. ‘Söz olur!’ diye düşünürsen anneme rica ederim, bir çözüm oluşturuncaya kadar o kalır başında, yeter ki sen üzülme!”

“Hakkını ödeyemem. Sadece yardım için uzanan elini geri çekme. Bana elin ağzı, düşünceleri değil, senin yakınlığın gerek. Yanımda kal, nefesini duyayım, bileyim ki sığınağımsın, huzur içinde olayım!”

Benim ona düşkünlüğümün söz konusu olamayacak kadar onun bana düşkün olması mutluluğumdu, belki şu anki yaşamı dolaysıyla, düşünce yetilerini yeterince kullanamamasıydı bu düşkünlüğünün nedeni. Ben onun şu anlarında yaşadığı sıkıntı sırasında, içten pazarlıklı(2), kendini beğenmiş(2), egoist olamazdım, olmamalıydım da.

Annesi morgdayken, bir genç kızın çaresizliğinden, zavallılığından prim yapmaya(4) kalkışmak bence günahtı, hem de şirk(1) gibi, iftira(4) gibi, onu tapacak kadar sevdiğimden emin olsam da.

Bana kendi yatağını verdi Tenzile;

“Annemin kokusunu duyayım, düşüneyim, bundan sonram için ne yapabileceğimi plânlamaya çalışayım. Babamdan kalan maaşım yeter, okumaya devam mı etmeliyim, ne yapmalıyım? Kararımı vermem gerek! Bana yol gösterme gayretinde olursan, sevineceğimi bilmeni isterim” dedi seslice düşünür ve sonrasında sorar gibi.

“Hadi yat! Sabah ola, hayr’ola! Gün doğmadan neler doğar. Mevlâ’m neyler, neylerse güzel eyler!(14) Önce annene karşı görevlerimizi tamamlayalım, sonrasını daha sonra düşünürüz. Yeter ki sen hiç ve asla üzülme, sakin ve rahat ol! Allah rahatlık versin!”

Protezini görmemi istememiş olsa gerekti, kapıyı kapattığında aklımdan geçen.

Tevekkülle(1) her şeyi kabullenme düşüncesine hatta kabullenmesine hayran olmamak elimde değildi. Annesini aniden yitirmiş, ama sağlam bir şekilde ayakta durmaya gayret ediyordu.

Diğer odada giyinmiş, protez bacağını çıkararak üç ayaklı bastonuyla girmişti annesinin odasına, benim kapımı da açmayı unutmaksızın. Herhalde dalgındı, ya da onun durumunu bilmeme rağmen ben beklentiler içindeydim, bana iyi dileklerini göndermeyi unutmuştu.

Gecenin bir vaktinde bir sıcaklık duydum koynumda;

“Korkuyorum, hem üşüyorum da, koru, ısıt beni, sığınayım sana. İzin ver, seni sevdiğimi söyleyeyim, çekme benden elini ömür boyu, eksiklerimi, eksikliklerimi ve bu nedenlerle sana hakkım olmadığını bilmeme rağmen…”

“Gel sevgili meleğim! Sığın istediğin gibi kollarım arasına ve sen beni terk etme, seni hep sevmem için gönlün hep açık olsun!”

O gece nasıl yattıysak, öyle kalkmıştık sabahında günün. Zaten başka türlüsü de olmazdı, acının en koyusunu yaşadığında, sevgiye, teselliye hatta saygıya en çok ihtiyacı olduğu anlardı yaşadığı.

Cenazeyi bekletmemek gerekmiş. Ertesi gün teslim ettiler anneyi. Morg da, camii de, mezarlık da ana-baba günü(2) gibiydi, herhalde ölen doktorun çok seveni olsa gerekti. Mezarlar yan yana açılmış, tabutlar başlarında açılmış, kanlı kefenleriyle sırası ile defnedilmişti cenazeler topraklarına.

Uzakta diz çökmüş, hocanın verdiği talkına(1) kulaklarımızı tıkar gibi kendi çapımızda dua etmeye çalışıyorduk, gözlerimizde bir şeyler belki tükendiği için akmasa da, burnumuzu çekerek.

Bir cep telefonu sesi ile ve o sese karışan bir başka ses inletti sanki mezarlığı;

“Nasuriddin! Nasuriddin!” Sesleri dolaştı tüm, mezarlığın çevresini ve bebeği hastaneye yetiştirdiğini zanneden adam karısının mezarına kapaklandı, kapandı!

“Yitirdik annesi, oğlumuzu da yitirdik, doğurmuş, meme veriyormuş gibi al onu koynuna. Ana oğul, beraber olun toprağınızda!”

Bebeğin adı olsa gerekti, genç adamın höykürdüğü ve taze mezara oğlunu da nasıl yerleştireceği bilgimiz dışında bir gelecekti.

Yanına yaklaştım, vazifem olmadığı halde, onun da teselliye ihtiyacı olacağı varsayımıyla(1). Aslında bana göre başlangıçta annesini yok sayarak oğlunu hastaneye yetiştirmesi ona hemen isim vermiş olması haksızlık gibi görünse de, yapmam gereken insanlıktı.

“Pes etme! Dayanıklı ol! Hayata tutunmaya çalış. Gençsin ve aydınlıklara tekrar yönelebilirsin!”

Ne demek istediğimi ben de anlamamıştım.

Geldiğimiz taksiyle geri dönmeye çalışırken ikilemler(1), hatta çoklemler(1) içindeydim, aileme gece nerede kaldığımı, Tenzile’yi, cenazeyi anlatmıştım. Şimdi Tenzile’yi alıp annem ve babamla mı tanıştırmalı, yoksa evine gidip geleceğinin (her ne kadar saklanmam gerekliyse de, dürüst olmam gerek; geleceğimizin) planlarını mı yapmaya çalışmalıydık?

İçimden geçeni hissetmiş olsa gerekti Tenzile, Tanrının kadınlara verdiği o üstün yetenekle. Beni ikilem içinde bırakmadı;

“Bir yerde, bir parkta dursak, çıkıp hava alsak otursak, ya da evime gidip dün geceyi unutarak konuşsak biraz, tüm umut ve düşüncelerimize yön vermek için…”

“Dün gece umutlarımızı yönlendirip işaretlememiş miydik?”

“Hayır, eksiklerim var, söylemeliyim!”

“Beni hiç ilgilendirmiyor, demiştim ya!”

“İlgilendirmesi gerek, evime gidelim!”

“İlgilendirmiyor, çok erken, üstelik acın varken, ama seni annem ve babamla tanıştırmak için bize götüreceğim!”

“Dinle!”

“Dinlemiyorum! Hem şoför kardeşin yanında böyle tartışmamız, uygun mu?”

“Peki, o zaman uluorta söyleyeceğim, mademki kulak vermemekte(4) direniyorsun. Kusurlu oluşum sadece tek ayağımın olmamasından dolayı değil. Senden başlangıçlarımızda uzak durmaya çalışmamın sebebi şu; ağabeylerimin, ablalarımın hepsini yitirmişiz, irsiyetten(1), genlerimizden(1) kaynaklandığını düşündüğüm nedenlerle.

Korkumdan doktora bile görünmek istemedim bu nedenle. Bu nedenle bebeğimiz olmaz, olamaz ve eğer hüzün yaşamak istemiyorsan olmamalı da!”

“Allah! Desene ölünceye kadar beraber olacağız. Ben sana evlenme teklif etmeden sen bana ‘Evet!’ dediğinin farkında mısın? Sen ölürsen, ben de gecikmem ölürüm. O halde artık ailemle tanışmana da engel kalmadı, demektir!”

Yol hafif de olsa eğimli, bir viraja doğru geliyorduk ve araba anlaşılmaz bir şekilde hızlanıyordu. Şoförün canhıraş(2) çığlığı kulaklarımızı tırmaladı;

“Vallah, fren yohtur! (15)

Lehçesi farklıydı şoförün, dikkatsizliğini göz önüne alırsak; “Ehliyetini manavdan ya da bakkaldan almış” diyebilirdik. Aslında yakışacak başka sıfatlar da bulabilirdim, ama o kadar geniş vaktimiz yoktu. Çünkü şoför sözlerini bitirir bitirmez; çözüm üretmek yerine hayatını kurtarmak ister gibi kapısını açıp arabadan atmıştı kendini caddeye.

Ceremesi(1); arkadan gelen sarı kamyonun altında kalarak muhtemelen yaşamından uzaklaşmış olmasıydı.

Hani derler ya; “Bindik bir alâmete, gidiyoruz kıyamete!” diye, işte o tertip; şoförsüz, frensiz, direksiyonsuz bir arabada ne olacağımızın tereddüdü ile ilerliyorduk. Kolumu tuttu Tenzile;

“Hakkını helâl et, sana çok eziyet ettim, ama seni çok sevdiğimi de bil!” dedi koynuma büzülmeye çalışırken.

Kucakladım bedeninin tümünü, “Ona bir şey olmasın!” arzusuyla siper olmaya çalışırken. Virajı alamayan araba takla atarak yuvarlanma serüvenine başlamış, cami duvarına bir süre sürtündükten sonra, büyük olmasa da sakin de sayılmayacak bir şekilde duraklamış ve durmuştu.

Yaşıyorduk, sapasağlamdı Tenzile. Sağ kolumdaki ağrı-sancı-sızı(16) her neyse onu unutabilirsem ben de sağlamdım ve benim için sağ elimin de, kolumun da hiç önemi yoktu, çünkü doğuştan solaktım, mecbur kaldığımda sağ elimi de kullanıyor olsam da. Durulunca sordum;

“İyi misin?”

“Evet!”

“O halde hemen arabadan çıkalım!”

Bir tekme ile zahmete bile girmeden söktüğüm kapıdan dışarıya adımımızı attığımızda arabadan çatırtılar, çıtırtılar gelmeğe ve dumanlar yükselmeye başlamıştı ki, bu iyiye alâmet değildi. Tenzile;

“Çantam…” dedi.

“Deli olma, bırak uzaklaşalım!”

İkimiz de sekerek, kol kola girerek iki adım kadar ilerlemiştik ki, patlama sonrası yüreğimiz ağzımıza geldiğinde kapaklanmıştım Tenzile’nin üstüne, aynı içgüdüyle.

Araç bir alev topu haline gelmişti, alevler ulaşamasa da sıcaklığı çarpıyordu yüzümüze, utanmasalar yakmak ister gibi!

Bize mezar olmayı başaramayan araba herhalde LPG’li(17) olsa gerekti.

Tenzile’nin üstünden kalkıp biraz daha uzaklaşmaya çalışırken bedenimde bir eksikliğin olduğu farkına vardım. Evet, sağ kolum arabada kalmıştı, acısını hissedemez olduğum. Arabadan itibaren oluştuğunu sandığım bir kan izi vardı bulunduğumuz yere kadar ve Tenzile hayretle üstündeki kanlara bakıp sağını-solunu yokluyordu. Kendimden geçmek üzere, yorgun gibiydim.

Tenzile kanlı da olsa gömleğini çıkartıp fanilası ile kalmasına aldırmaksızın kolumu bağladı üst tarafından, yanımıza koşuşturmakta olan insanlara aldırmaksızın.

Gücüm tükenmek üzereydi, ama şimdi söyleyemezsem, ömür boyu söyleyemeyeceğim tereddüdünü yaşayacaktım.

“Ben çolak! Seni seviyorum! Evlen benimle!”

“Ben topal! Seni seviyorum! Evlenirim seninle!”

Dünyada hiç kimsenin böyle bir evlenme teklifinde bulunduğu ve “Evet!” cevabı aldığı geçmiyordu aklımdan. Artık bayılsam da, kendimden geçsem de sakıncası yoktu…

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Öyküdeki kazaların her ikisi de yaşanmıştır; birincisi gördüğüm, ikincisi bir görev sırasında yaşadığım…

(**) Genelde şurada-burada bana enteresan gelip kaydettiğim isimleri öykülerimde kullanmaya çalışırım.  Aşağıdaki isimler de böyle kaydettiklerimden bazıları;

Sabavet; Çocukluk, sabilik (Osmanlıca)

Tenzile; İndirme, aşağı düşürme (Genelde bayanlar için kullanılan bir isim).

Tenzil; Belirli bir şeyden (fiyat, adet, sayı vb.) aşağı düşürme, azaltma, çıkartma, indirme (Böyle bir isme rastlamadım).

Tevfik; Uydurma, uygun düşürme, başarıya ulaştırma,  Allah’ın yardımına kavuşma (Arapça)

Buğçe; Cennette bulunan sarmaşığın adı. Yere düşen ilk kar tanesi.

Tuğba; Cennette kökü yukarıda, yaprakları aşağıda olan ağaç.

Nasuriddin (Hâce); Nasrettin Hocanın kadılık yaptığı zamanlardaki adı.

(1) Aforizma; Çeşitli konulardaki düşünceleri, kesinlikle bilinmesi gereken kural ve özellikleri, birkaç kelimeyle öz ve ahenkli olarak anlatan cümle, bir çeşit vecize veya slogan. Sözcüğün kökeni; “Aphorismus” olup batıya has bir söyleyiş biçimi. Türkçedeki vecize karşılığıdır bir bakıma, ancak söylem daha uzundur. Aforizmaların en büyük özellikleri; sözlerin veya yazılanların yazarın sübjektif kanaatleri olması, ileri sürülen fikirlerin okuyanlar ya da dinleyiciler tarafından kabul edilmeyebilmesidir.

Alicenap (Âlicenap); Bağışlayıcı, yüksek ve yüce gönüllü, cömert. Onurlu, şerefli.

Andız (Andık); Köy ortamında; sırtlan.

Aşikâr; Besbelli, ortada olan, gizli olmayan, açık, apaçık, ayan beyan.

Cereme; Başkası tarafından yapılan ya da kaza sonucu ortaya çıkan zararı ödeme.

Çoklem; Uydurduğum bir kelime, ikilem, üçlem olabiliyorsa, çok kriterler varsa, neden “Çoklem” diye de bir kelime olmasın diye düşündüm.

Eloğlu; Kadına göre koca, eş. Elin oğlu, başkası, yabancı, el.

Felsefe; Düşünce bilimi. Var olanların varlığı (insan, evren, doğa), kaynağı, anlamı ve nedeni üzerine düşünme ve bilginin doğru ve gerçek anlamda bilimsel olarak araştırılması. Bir bilgi alanının ya da bilimin temelini oluşturan ilkeler bütünü. İnsanların çeşitli türdeki suallere cevap vermesi gerekliliği.

Gen; Hücrenin kromozomlarında bulunan, canlı bireylerin kalıtsal karakterlerini taşıyıp ortaya çıkışını sağlayan ve nesilden nesile aktaran kalıtım faktörleri.

Hipopotam; Su aygırı.

İhsas; Üstü örtülü olarak anlatma, sezdirme.

İkilem; Dilemma. Kıyasımukassem. Değişik iki yapıda her iki durumda da doğru davranılmayacak iki olanak karşısında kalıp kişiyi, istemediği halde bunlardan birini yapmaya zorlayan durum. İki önermesi bulunan ve her iki önermesinin sonucu da aynı olan düşüncelerden birini seçme mantığı. Değişik yapıda iki öğenin birlikteliği. İki özellik gösteren durum. Bu durumlarda insan özellikle beğenip istemediği bir seçeneği seçmek zorunda kalmaktadır.

İrsiyet; Kalıtım.  Soyaçekim. Çevre etkileriyle köklü olarak değiştirilmeyen biyolojik özelliklerin bir kuşaktan diğer kuşağa geçmesi, soya çekim, veraset. Bireylerin genetik yapılanması, kalıtım ve kalıtsal olarak özellik ve niteliklerin ebeveynlerden fiziksel ve zihinsel karakterlerin yavrulara aktarılması özellikleri.

İrticalen; Elinde hiçbir şey olmaksızın, bilgi birikimlerinde, yaratıcılık gerektirir bir biçimde.

Kahretsin; “Tanrı yok etsin!” anlamında beddua sözü.

Kahrolsun; “Yok olsun!” anlamında beddua sözü.

Katakulli; (Argoda) Yalan-dolan, hile, dolap, tuzak, düzen.

Maymaşak;  Yöresel olarak, beceriksiz, sersem, şaşkın.

Parende (Perende); Havada çark gibi dönerek takla atma.

Şirk; Allah’a ortak koşmak. Allah’ın varlığına inanmakla birlikte ondan başka tanrılar edinmektir. Allah’tan başka varlıklara tapınmak, dua edip medet ummak, onlardan yardım istemektir.

Talkın; Ölü gömüldükten sonra mezarı başında imamın dinsel sözler söylediği kısa tören. Telkin şeklinde söylenmesi yanlış olup telkin; Bilinçdışı bir sürecin aracılığıyla kişinin ruhsal ve fizyolojik alanıyla ilgili bir düşüncenin gerçekleştirilmesidir. Bir duyguyu, bir düşünceyi aşılama, kulağına koyma.

Tevekkül; Tanrı iradesine boyun eğme, işin sonun Tanrı’ya bırakma, her şeyi Tanrı’ya, yazgıya bırakma, yazgıya boyun eğme, her şeyi Tanrı’dan bekleme.  Bir bakıma sorumlulukla ilgili her şeyi Tanrı üzerine atma, havale etme. Allah’a, kaza ve kadere inancımız. Hedefe ulaşmak için maddi ve manevi her türlü sebebe sarıldıktan, başvurulduktan ve yapacak başka bir şey kalmadıktan sonra olayların sonucunu Allah’a bırakmak. Tevekkülden önce, gerekli tedbirlerin alınması da gereklidir doğal olarak.

Ürkünç; Çekinme, ürkme duygusu yaratan, korkutucu, ürkütücü olan.

Üslûp; Anlatma biçimi. Deyiş, ya da yapış biçimi. Bir çağa, bir ülkeye, ya da sanatçıya özgü teknik, renk, renk ve biçimlendirme, hatta söyleme özelliği.

Varsayım; Deneyle henüz kanıtlanmamış, doğrulanmamış olmakla birlikte, kanıtlanmadan, geçici ya da kalıcı olan,  kanıtlanabileceği umulan, mantıksal bir sonuç çıkarmaya dayanak olarak öne sürülen benimsenen kuramsal düşünce, önerme. Bir olayı açıklamada yararlanılan bilimsel ilke, hipotez.

(2) Abuk-Sabuk; Akla-mantığa uymayan, düşünülmeden söylenen saçma, anlamsız söz(ler).

Ağzı Açık Ayran Delisi (Gibi Bakmak); Yeni gördüğü her şeye alık alık bakan, anlamsız bir hayranlıkla seyredip şaşıran, basit şeyleri bile aval aval izleyen, amaçsız, serseri bir şekilde, ne yaptığı belli olmaz bir şekilde dolaşmak, çevreye aptalca ve hayranlıkla bakmak  (bu durumda ağız açık, dil de hafifçe dışarıya doğru çıkıktır).

Ana Baba Günü; Sıkıntılı kalabalık. Telaşlı, tehlikeli, kimsenin kimseyi tanımadığı kalabalık. Mahşer Günü.

Az-Uz; İşe yatkınlık, beceriklilik, maharet konularına inkâr edilmeyecek şekilde. Uygun-doğru bir şekilde. Becerikli, akıllı ve anlayış yüklü bir biçimde.

Bakar-Kör; Görünüşte gözlerinde bir sakatlık fark edilmediği halde kör olan (kimse). Baktığı halde etrafını görmeyen, dikkatsiz, dalgın (kimse).

Beis Yok! (Beis Görmemek!); Zararı, önemi, engel, uymazlık, kötülük yok.

Biçilmiş Kaftan; Tümüyle uygun, elverişli.

 Canhıraş Çığlık; Yürek paralayan, kulak tırmalayan, acı veren, tüyler ürpertici, acı, keskin bir biçimde haykırma, çığlık.

Çoluk Çocuk; Bütün ev halkı, çocuklar da içinde olmak üzere aile topluluğu (kalabalıkları).

Duygu Sömürüsü; Karşısındaki kişinin kendisine acımasını ve istediğini yapmasını sağlamak amacıyla sergilenen durum, ya da davranışlar.  Birinin zayıf duygularından yararlanmak ya da ondan çıkar sağlamak. Merhamet dilenciliği.

Hak Reva, Haktan Reva; Tanrı tarafından yerinde, uygun, yakışır, doğru, yaraşır bir şeklinde.

Hüsnü Kuruntu (Hüsn-ü Kuruntu); Zararsız kuruntu, güzel kuruntu anlamlarını içermekte. İhtimali bulunmadığı halde güzel bir şeyin olacağını sanma, hayal etme, kendini buna inandırma. Herhangi bir durumu kendince, bencilce iyiye yorumlamak denilebilir. (Süslü Kuruntu; Avam dilindi söyleniş biçimi.)

İçten Pazarlıklı; Öfkesini, kinini, gizli niyetini, saklayan, açıklamayan,  kimseye sezdirmeyen, iyi görünüp kötülük yapan, sinsi, ikiyüzlü, çıkarcı, kendisi dışındaki kimseleri önemsemeyen kişi.

Kakara-Kikiri; Eğlenmek, bir konu ile ilgili olarak dalga geçmek.

Kendini Beğenmiş; Kendini başkalarından üstün gören.

Kocakarı Tedavisi; Kocakarı ilâçları ile yapılmaya çalışılan sözüm ona tedavi şekli. İlâcı teşkil eden baharat cinsleri, evlerimizde kullanılan ve aklımda kalan baharat isimleridir. Bir tedavi yöntemiyle kesinlikle ilgisi yoktur. Bel çekme, bel fıtığı düzeltme, kulunç kırma, çıkık oturtma, şişe ya da bardak çekme ve aklıma gelmeyen nice yöntemler halen çeşitli yörelerde uygulamaktadır, bilindiği üzere. Kocakarı İlâçları denilen bitkisel tedaviye tıp dilinde “Fototerapi” denilmektedir.

Olay Yeri; Kanunlarda suç olarak belirtilen eylemlerin işlendiği mevkilerin dış sınırları içinde kalan tüm alan.

Şurdan-Burdan; İlgisiz, alâkasız konulardan, sözlerden, yerlerden.

Torun Topalak; Torunlar, anneleri, babaları, karşı tarafın anne, baba, kardeşleri.

Yarım Yırtık; Önemsiz, değersiz.

(3) Çeşitli kaynaklardan derlediğim aforizma ve duvar yazılarından (ç)alıntılar.

(4) Akıl Sır Erdirmemek (Erdirememek); Herhangi bir işin nasıl olduğunu, asıl sebebini anlayamamak.

Basireti Bağlanmak; Gerçeği göremez bir duruma düşmek, iyi ve yerinde düşünememek, doğru yolu görememek, alınabilinecek uygun bir önlem varsa almamak, alamamak.

Cevahir Sergilemek; (Cevahir; Pırlanta, yakut, zümrüt gibi değerli taşlar). Öyküde ki anlamı; bu kadar değerli taşlar gibi sözler etmemek.

Çetele Tutmak; Bir şeyde, oyularak, çizilerek açılan kertik, ya da yazarak not tutmak.

Efkâr Dağıtmak; Sıkıntıyı tasayı, üzüntüyü gidermek üzere neşeli bir şeyler yapmak, eğlenmek.

El Elden İş Yapmak; Yardımlaşma amacıyla birleşerek işleri yapıp bitirmek.

Göz Ardı Etmek (Edilmek); Gereken önemi vermemek.

Haddini Hesabını Bilmek; Yaşamda bazı konularda tedbirli davranmak uygundur. Nitekim Mehmet Akif; dizelerinde haddini ve hesabını bilmenin önemini vurgulamıştır.

İftira Etmek; Bir kimseye kasıtlı ve asılsız suç yüklemek, kara çalmak.

İki Kelimeyi (Lâfı, Sözü) Uç Uca Eklemek (Getirmek); Aslında bu deyim menfi anlamda “İki kelimeyi, ya da iki lâkırdıyı, iki lâfı, iki sözü uç uca ekleyememek” olarak kullanılmakta olup düşüncelerini, duygularını, düzgün bir şekilde anlatamamak, güzel konuşma becerisinden yoksunluk anlamındadır.

Kız Kaçırmak; Bir kızı, ailesinin rızası ve haberi olmadan, kızın rızasıyla ve evlenmek amacıyla, alıp kendi evine götürmek. Bir kızı zorla götürmek.

Kontrpiyede Kalmak; Sporda, özellikle futbolda kaleci ters tarafa gitmek veya hamle yapmak. Beklediği sonuca ulaşamamak. Düşüncelerini açıklayamamaktan dolayı zor durumda kalmak.

Kulak Vermemek; Dinlememek, işitmek istememek.

Merak Etmek; Anlamak veya öğrenmek istemek. Kaygılanmak. (Merak, şeytanın en favori yollarından biridir, insanı günaha sürükler. Cenk TINEL)

Metelik Vermemek; Değer vermemek, önemsememek, umursamamak, aldırış etmemek.

Prim Yapmaya Çalışmak; Bir kazanç, menfaat, ödül gibi beklentiler için uğraşmak.

Telâffuz Etmek; Söyleyiş şeklini, sesleniş tarzını gerçekleştirmek.

Vurgun Olmak; Âşık olmak, sevdalanmak.

(5) MELEK Şiiri; Faruk Nafiz ÇAMLIBEL’in “MELEK” isimli şiirinde Zeynep isimli bir kızın annesi ile sohbeti anlatılıyor. Melek dediği halde kanatlarının neden olmadığını soran kızına annesi şöyle cevap veriyordu; …Cevap verdi annesi, / "Üç yavrum daha vardı / Onlar kanatlanarak / Elimden uçmuşlardı. Hepsi yalnız bıraktı / Bu talihsiz kadını. / Bari sen uçma diye / Kopardım kanadını..."

(6) Güzel Bakmak Sevap; Asıldır. “Güzele bakmak sevap!” yanlış, değiştirilmiş halidir. Bu durumda hani hatırlatılmak istenirse güzele çirkin bakmanın da günah olacağını varsaymak mümkündür, eğer, denilen gerçek ise.

(7) Seni uzaktan sevmek;  “Gel desem gelemem ki” isimli şiir ve şarkının bir dizesi. Eser’in Yaşar GÜVENİR’e ait olduğu, kendisinin meşhur ettiği, diğer bir kısım sanatkârlara da şöhretin bu tango ile açıldığı söylenmektedir.

(8) Ben sana mecburum, bilemezsin. Attila İLHAN Şiiri.

(9) Hasbinallah ve nimel vekil,hasbinallahi ve nimen-nasiir, ğuraneke (yumuşak g şeklinde okunur) Rabbena ve ileykel nasir… Allah ne güzel vekildir, o bize yeter!” şeklinde Arapça dua.

(10) Dün geçti, yarın var mı?/ Gençliğine güvenme/ Ölen hep ihtiyar mı? Necip Fazıl KISAKÜREK

(11) Ciltlere sığmayan bir kitap olur… “Söylemek istesem gönüldekini…” diye başlayan şarkının Güftesi; Vecdi BİNGÖL’e, Bestesi; Selahattin PINAR’a ait olup Rast makamındadır. Eser aslında; “Yazsaydım derdimin ben bir tekini, ciltlere sığmayan bir kitap olur” şeklindedir.

(12) Mail, Msn, Face; Bilgisayarda konuşma, haberleşme şekillerinden bir kaçı.

(13) Ahret (Ahiret, Kabir) Sualleri; “Rabbin kim? Dinin ne? Kimin ümmetindensin, Kitabın ne? Kıblen neresi?” diye başlayan ve “Rabbim Allah!” cevabı verilmesi gerektiğine inanılan suallerdir. Ancak argo olarak; “Gereksizce, bıktırıcı, usandırıcı, yanıltıcı sualler”  anlamındadır.

(14) Hakk, şerleri hayır eyler/ Zannetme ki gayr eyler/ Mevlâ’m görelim neyler/ Neylerse güzel eyler. Erzurumlu İbrahim HAKKI

Hiç kimseye hor bakma/ İncitme, gönül yakma/ Sen nefsine yan çıkma/Mevlâ’m neyler/ Neylerse güzel eyler. Erzurumlu İbrahim HAKKI

(15) Vallah fren yoktur; Eski model bir ciple beni göreve götüren şoförün geçirdiğimiz kaza öncesinde söylediği söz.

(16)  Ağrı; Hastalık, yaralanma gibi nedenlerle bedenin herhangi bir yerinde, hissedilen sürekli yoğun acı. Kaygı, tasa, dert.

Sancı; İç organlarda batar ya da saplanır gibi duyumsanan, zaman zaman azalıp çoğalabilen ağrı.

Sızı; Hafif, ince ve sürekli ağrı. Ruhsal acı, ıstırap.

(17) LPG (Liquified Petroleum Gas); Sıkıştırılmış petrol gazı. Bütan ve propan gazlarının karışımı olup doğal gaz yataklarından yahut da rafinerilerde işlenerek elde edilir.