İtici mi-çekici mi, bilmem, bir his yerleşir insanın gönlüne, ya da bir düşünce yer eder beyninde, kişi engelleyemez hareketlerini. Çünkü o düşünce ya da his; yerken, içerken, yazarken, seyrederken dürtükler(1) seni, gereği için. İşte, böyle bir andı benim yaşadığım. “Haydi, Çağlar!”  dedim kendime; “Yerinden kalk, silkelen şöyle bir ve düşündüğünü gerçekleştir, yaşa!”

Yaşamıma egemen olan tek kişi vardı öncelerden ve şu sıralarda, ya da benim öyle sandığım. O; teyze tarafımızdan, yani annemin ablası tarafından uzak sayılmayacak bir akrabamızın kızı Çiğdem’di.

Hemen hazırda duran çantama, pijamamı, terliklerimi, diş fırçamı ve bir kitap koyup anneme;

“Anneciğim, ben Çiğdem’i çok özledim, bir koşu gidip-görüp-geleyim, akşama teyzemde kalır, cep telefonumdan sizi bilgilendiririm, ertesi gün de derslerime yetişmek için geri gelirim.” dedim.

“Peki, Oğlum!” diyen annem aslandı, kaplandı, her şeyden önce anlayışlı, kısaca annem idi. Oysa babama kalsa;

“Ne lüzumu var şimdi, durup dururken? Tövbe, tövbe! Daha okulun bitmedi, kız da kaçmıyor, aklına geldikçe yarış babam, yarış! Hey yarabbi! İnna fetehna leke fethan mübina(2)!” derdi, ardından da o Türkçede nasıl yazıldığını bilemediğim; “Cık! Çık! Jık!” ya da “Şık!” gibi o malum sesleri dişlerinin arasından çıkarırdı.

Ağzına doladığı sözler genelde bu ve buna yakın benzetmeler olup sık sık, hatta ne zaman özlemimi dile getirsem, her zaman söylediği söz ya da cümlelerdi, bıkıp usanmadan hem, her seferinde. Aslında dinlemek istemezdim, biraz da olsa mürekkep yalamışlığım vardı, Arapça sözlerinin karşılığını.

Yuvarlayarak söylemeye çalıştığı o söz Kur’an’ı Kerimin Fetih Suresinin Birinci Ayeti olup, mealen; “Şüphesiz biz sana apaçık bir fetih verdik” anlamındaydı. Yoksa kahırlanınca(3), sinirlenince söylenecek bir söz değil.

Eh! Sözleri bir bakıma doğru da sayılabilirdi benim için. Çünkü özlemim İstanbul’daydı ve aile baskılarıma rağmen ben onu fethetmeğe gidiyordum, her zamanki gibi ve başarılı da oluyordum galiba, kendimce!

Çiğdem benim varlığımdan, sevgimden, ilgimden hoşnuttu. Elini tutmamda, sarılmamda, hatta öpmemde mutlu olduğunu hissettiriyor, karşılık veriyordu bana. Ama âşık gibi seviyor muydu beni gerçekten?

Bilmiyordum. Belki ailelerimizin baskısıyla birbirimize yönlendirilmiştik ve biz buna “Sevgi” diyorduk, hatta “Aşk” kelimesi bile geçiyordu, sözlerimizde ara sıra. Doğru muydu? Gene bilmiyordum.

Peki, o aşkı biliyor muydu? Ya da ben aşkı biliyor muydum? İyi aile kızı,  varlıklı, bir evin bir tanesi benim aşk için tercümem olabilir miydi? Nedense aklıma hep bilmediğim sorular sıralanıyordu, onu görmek için otobüs terminaline doğru yönlendiğimde…

Ne annemden, ne babamdan harçlık almamış olmam benim için kötü haberdi, terminale ulaştığımda, farkına vardığım. Neyse ki Kredi Kartı denilen bir buluş vardı. İlk otobüs şirketinde yer bulmamıştım. İlk kalkacak otobüs tamamen dolu idi. Eee! Ne de olsa Cumartesi herkesin mutluluğa en çok ulaşmak istediği bir zaman ve saatti, gitmeyi istediğimde. Diğer firmada, yolcunun yerini beğenmeyip iade ettiği bir bilet vardı.

“Verin!” dedim. Paramın olmamasının endişesi Çiğdem’e hediye alamayacak oluşum gibiydi. Oysa çiçekleri severdi Çiğdem ve ben onu buna kötü alıştırmıştım. Avans, ya da kredi çekecektim bankamatikten. İşin kolayı ve doğrusu bu idi (galiba).

Otobüse ön kapıdan bindiğimde, ön koltukta oturan bayanlardan genç olanı dikkatimi oldukça çok, ya da çoktan biraz daha fazla çekmişti. Belki de o genç kız aşırı dikkatimden rahatsız olmuş gibiydi, ben tam arkasındaki koltuğa otururken. İsteyerek, saçlarını düzeltmek istiyormuş gibi elindeki alyansı göstermek gereğini hissetti (yine galiba).

Şoför yardımcısının; “Lütfen şoförün dikkatinin dağılmaması ve diğer yolcuların rahatsız olmaması için cep telefonlarınızı sessiz konuma getiriniz. Yolunuz ve cep telefonunuz daima açık olsun, sevdiklerinizle sessizce görüşmeniz için” anonsunu işitince cep telefonumu önce sessiz konumuna getirip sonra açtım. Mademki, ön koltuktaki bayan, nişan yüzüğünü gösterip “Sahibim var!” demek istemişti, ben de “Sahip olduğum biri var!” anlamında mesaj vermeliydim, değil mi ama?

“Alo?...”

“Hayranım sesimi hemen tanımana Çiğdem’ciğim! Bir tanem, seni çok özlediğim için bugün ilk otobüsle sana geliyorum… Yok, yok karşılamağa gelme, yorulmana üzülürüm… Yok, bu hafta derslerim o kadar yoğun değil… Görüşmek üzere, öptüm seni, hayatım!”

Aslında hiç de bana, bize yakışan bir konuşma tarzı değildi bu. Ama önümdeki koltukta bakışımdan rahatsız olan hanıma, gıcık olsun(4) diye hava atacaktım ya. Ayıp da kaçsa böylesine harcamıştım işte sözlerimi. Sözlerim sesli değil, sessiz de değildi, ama sadece onun duyacağı kadar ve cama dayanarak konuşmuştum, yanımdaki bayın da duymaması isteğiyle.

Gıcıklık sözü de bana ters gelmişti. O halde sözümü şöyle düzeltmeğe çalışayım kendimce: “Umarım, sözlerim teskin etmiştir(5) ön koltukta oturan hanımefendiyi, herhangi bir yaklaşımı denemeyeceğimi de anlamıştır.”

Aslında ona “Hanımefendi” deyişim de dilime yakışmamıştı. Genç kızdı o yahu! Hatta öyle ki; o süsleniş, o pahalı giyim-kuşamla otobüse binmesine bile hayret ettiğim güzel bir genç kızdı. Uçaklardan korkmuş olabilir miydi? Belki! Ama muhtemelen kendine uygun bir düşüncesi olsa gerekti.

Dikkatimden kaçmayan ve fakat anlayamadığım tek şey; “Çiğdem” deyişim sırasında irkilir gibi olmasıydı. Herhalde kendinin, annesinin, kız kardeşinin, ya da bir arkadaşının birinden birinin ismi olabileceği çağrışım yapmıştı, bende. Kendi isminin Çiğdem olacağı gibi bir rastlantı geçmiyordu aklımdan. Böyle bir rastlantı, dünya ortasında bile birkaç dakika içinde gerçekleşemezdi, değil mi?

Taktiğim, yani sahibi olduğum birini deklare etmem(6), ya da belirtmem, her neyse hangisi denirse, güzeldi bence. Ama o cici bayanın da aynı taktiği uygulamaya çalışacağını düşünmemiştim. Telefonu açtı. Tıpkı benim gibi sorarcasına “Alo?” dedi. Karşıdan gelen sesin, bir bayan sesi olduğunu duyuyor ve fakat konuşulanları, sözleri anlamıyordum. Sinirliydi, hatta çok sinirliydi.

“Ben kim miyim? Siz ne diyorsunuz hanımefendi? Elinizdeki Bora’nın cep telefonu değil mi? İsmim Çiğdem olarak gözükmüyor mu telefonda? Hem siz kimsiniz?”

Karşıdan bu kere bir bay sesi geliyordu, gene sözleri duyamadığım, anlayamadığım.

“Ben de buna inandım, inanacağım, öyle mi?”

Sallarcasına ve sinirli bir şekilde kapattı telefonunu. Koltuğa başını dayadı, koltuğu yatırmadan sanırım gözlerini de kapatmış, düşünüyordu. Kesinlikle uyku modunda değildi. Kaptan yardımcısının ikramını reddetti, şöyle bir geriye, bana, belki kıskançlıkla, belki de umursamazlıkla baktı. Tekrar başını yasladı koltuğa. Bense, farkında olmadan öne doğru eğilmiş nefesini dinliyordum sadece.

Ben, daha önce lisede sınıfta kalışlarımı da dikkate alırsak, yirmi dört yaşındaydım. Bu sene üniversiteden mezun olacağımı umuyor, düşünüyordum. Öncelikle babam, daha sonra da kız tarafının baskısı ile askerliğimi bitirmeden, elime işimi almadan, Çiğdem kesinlikle benim olmayacaktı. Söylenen, plânlanan, baskı yapılan, başka ne denirse bu durumda, uygulanması düşünülen o idi. Zaten iki çulsuz, ya da geleceğinden emin olmayanlar ancak bir samanlığa yakışırdı, değil mi?

Aslında pek yakışıklı, biçimli sayılmazdım. Matematiksel olarak orta-uzun boylu, orta hafif-ağırlıklı, orta siyah kaş-göz-saç ve çirkin sayılmayacak orta karar bir anatomik yapı. Öyle; “kaş-göz, gerisi söz” yapım yoktu. Bu söz söylense, söylense herhalde önümdeki koltukta oturan mahzun(7), asabi(7), ama cici genç kız için söylenebilirdi.

Allah biliyor ya otobüse binerken görmemiştim, görememiştim, bilmiyordum boyunu-posunu ama herhalde Allah’ın özenerek-bezenerek yarattığı bir afet-i devran, yani zamanın afeti idi, ya da ben öyle nakşetmiştim(8) onun resmini beynime. Garabet(9) şu idi ki; kime, ne için gidiyor, kimi ne içi düşünüyordum şu sıra, iki farklı Çiğdem, iki farklı duygu, iki farklı yanlışlık içindeydim, maalesef bana hiç de yakışmayan!

Otobüs muavinimiz, ya da daha önce ne demişsem, ya da ne deniyorsa, işlevini(10) unuttuğum o genç tekrar anons yaptı; “Yirmi dakika mola verilmiştir, falan filan…” dedi.

Önümdeki koltukta oturan genç bayan koltuğunda doğruldu şöyle bir. Boy-pos-endam felâketti, anlatılır gibi değil. Tanrı, hiçbir konuda özenini eksik bırakmamıştı bu genç kızda. Döndü yine bana doğru; inkisar(11) dolu gözleri yeşil-yeşil, ağlamaklı, hokka gibi burnunu(12) çekerek uzanıp aldı çantasını yerinden. Küpe takmadığı kulaklarından birini çekercesine kaşımağa çalışırken; “Siz inmiyor musunuz?” dercesine baktı bana.

Otobüsten inmem farz olmuştu(13), o bakışla. İlgimi çekmişti çünkü bakışları. Ah, biz erkekler… Elde bir vardı, nasıl olsa. “Lokantadaki yemeklere bakacaksın, ama yemeğini evinde yiyeceksin!” felsefesi…

Otobüsten en geç, ya da en son ben indim, uyuklayanların dışında. Baktım, bir masaya oturmuş hiç bir şeyle ilgilenmiyormuş gibiydi. Pardon, başı eğik, elindeki yüzükle oynuyor, yüzüğü parmağında çevirmeye çalışıyordu.

Ben kendisine doğru yöneldiğimde yüzüğünü hırsla parmağından çıkarıp, düzensizce çantasının içine attı, fark ettiğim kadarıyla.

“Moraliniz bozuk gibi gözüküyor, efendim. Masanıza oturmamda sakınca var mı? Oturmadan önce size bir şey almamı ister misiniz?”

Nasıl olsa “Bir sevgilimin olduğunu” biliyordu. Benden çekinmesine gerek yoktu, benim de çekinikliğe. Cep telefonlarımızla gerekli mesajları birbirimize ulaştırmıştık ya! Ama bilemiyordum şimdi, nişanlısı hâlâ var mıydı onun, acaba? Yüzüğünü parmağından çıkarıp çantasına koymuştu, bu “Son” demek miydi ki? Bilmezdim, bilemezdim de. Bilmem de zaten hiç önemli değildi…

“Evet, lütfen! Kendinize ne alırsanız, aynısından bana da alırsanız, memnun olurum.”

Sözlerini tamamlamışçasına yeniden yöneltmişti düşüncelerini; beynine mi, gönlüne mi,  Allah bilir, daha ben yanından ayrılmadan bile?

Çayı getirdiğimde konumu bozulmamıştı hâlâ aynı konumda, aynı kompozisyondaydı;

“Herhangi bir arkadaşlık formatı(14) olmadan, ismimi bile söylemeden, iki yabancı, yan yana seyahat eden iki yolcu gibi, içinizden geçenleri, ya da yaşadıklarınız içinde sır olmayanları anlatmak isterseniz, sizi dinler, sizi teselli etmeğe çalışır ve sonra her şeyi unuturum Çiğdem Hanım.” dedim, çayını masasına bırakırken.

Önce hayretle açıldı gözleri, sonra anlamışçasına şekerini atmadığı çayına uzandı;

“Ben Çiğdem, sözlünüz Çiğdem. Peki, siz kimsiniz?”

“Ben Çağlar, efendim!”

“Memnun oldum, demek isterdim.”

“Deyin, efendim. Demenizde hem hiçbir sakınca yok, hem de sizi kimselerin engellemesine izin vermeyin, lütfen!”

“Nereden başlasam ki?...”

“İstediğiniz yerden, desem?”

“Yok, yok! Dertlerimle kimseyi üzmeye hakkım yok, bana kalsın!” deyip tekrar düşünme moduna hapsetti kendini.

Üstelememin âlemi yoktu. Zaten bazen yirmi dakikalar o kadar çabuk tükeniyordu ki, insan ömründe. Çaylarımız konuşurken yarılanmamıştı bile.

Anons yapıldı, yerimizden doğrulduk.

“İlginize teşekkür ederim. İki kelimeniz bile üzüntümün hafiflemesine destek oldu. Çiğdem Hanım da, siz de çok şanslısınız. Sanırım birbirinize yakışıyorsunuzdur da. Mutlu olursunuz inşallah! Benim karabasanlarım(51) sizden uzak olsun, dilerim!”

“Bakın, benim adım Çağlar! Tekrar edeyim. Telefon numaramı şu kâğıda yazdım alelacele hemen. Ankara’da oturuyorum. Şimdi sözlümü ziyaret edip Ankara’ya geri döneceğim. Eğer siz de Ankara’da oturuyorsanız ve yanlışlık olacağına inanmazsınız, istediğiniz her konuda sizi dinlerim. Annem-babam öğretmen emeklileri, bana söyleyemeyeceklerinizi, söylemek istemediklerinizi isterseniz onlara anlatabilirsiniz. Görmüş-geçirmiş, deneyimleri en üst seviyede olan, iddia edebilirim ki psikolog(16) gibi insanlar, dinler, yönlendirir, isterseniz unutulmasını anlattıklarınızın, ya da anlatacaklarınızın unuturlar da. Aklınızın bir köşesinde bulunsun, sabırlar ve iyi yolculuklar…”

Otobüse bindiğimizde şoförümüzün değiştiğini gördüm. Şoför mahallinden, hiç de haz etmediğim kokulardan biri ulaştı gibi, geldi burnuma. Şoförün baygın bakışları da endişelendirdiği gibi, işkillendirmişti(17) de beni. Gündüz vakti, bu ne baygınlığı olsa idi?

Ve o koku, o baygın bakışlar yanıltmadı beni. Neden mi? Çünkü alkol, ya da uyuşturucu mu ne kullanmış olan şoför, daha mola yerinden ayrılır ayrılmaz otobüsü bir TIR’ın arkasına bindirmiş, ilk ve tek yok olan kendisi olmuştu. Çekiçle camı kırdım ve;

“Çiğdem, iyi misin?” dedim.

“Kolum, kolum bende değil sanki bacaklarımın ikisi de hem!”

Kolu kırılmış, kemik deriden çıkmıştı ve muhtemeldir ki, atardamarı da kesilmiş, kolundan oluk gibi kan akıyordu. Canlı yolcular uyanık bir yolcunun kapıları açmasıyla kapılardan, pencereden dışarı çıkıyorlardı.

Şoför ehliyeti alırken, İlk Yardım Kurslarından aklımda kaldığı kadarıyla, ilk yardım için kolunu üst taraftan bağlamam gerektiğini düşündüm. Mendilimi katlayıp kolunun üstünden sıkıca bağladım. Bu, onu belirli bir süre kan kaybından koruyacaktı. Kangren(18) olmasına zaten izin vermezdim, bilgilerimle.

Hemen 112 Acili aradım, uluorta mevkii tarif ederek Hasta Nakil Aracı, ya da Ambulans her neyse acil olarak gönderilsin, istedim. Çantasını, çantamı alarak katkısıyla onu omzumda taşıyarak indirdim, boşalan otobüsten, en son biz olarak, sakince. Diğer mendilimle de kırık yerinden sarkan kolunun sallanmaması için kolunu bir dal parçası ile sabitlemeğe çalıştım.

Şoför dışında kayıp yoktu. Çiğdem dışında ağır yaralı da yoktu. Bakıma yardıma ihtiyacı olan yalnızca onu görüyor ve biliyordum çevremde. Bir-iki sıyrıklı yaralı gibi insan vardı, can her zaman can olarak tatlı idi ve insanlar olmasa da, olsa da inildiyorlardı, geçirdikleri şok ertesinde. Sakin olan galiba, yalnızca ben idim.

Gelen ambulansa benim, yanına ya da ön taraftaki mahalle binmeme izin vermedi, görevliler. Çiğdem’in dermanının sonunu tükettiğini sedyeye yatırdıklarında kendinden geçmesinden anladım. Çantasını sedyesine koydum akılsızlık ederek ve bizi götürecek otobüsü beklemeğe başladım, Trafik Polisleri gelip de Olay Yeri Tutanağını hazırlarlarken.

Üzgündüm. “Çiğdem” diye ismini bilmek dışında hiçbir bilgim yoktu hakkında. Ne telefon numarası, ne adres, ne de soyadı. Oysa çantası bende kalmış olsaydı, sonra götürür verirdim ve ben ona kendimi anlatırdım, belki de kardeş-kardeş.

İşte bunun için yaşadığımın bir bölümünü akılsızlık olarak yorumlamıştım.

Gerçi biletini kendi, ya da kendi adına internetten aldıysa, otobüs şirketinden soyadını öğrenir, hiç olmazsa rehberden ismini arayabilirdim. Değilse bir çuval pirinç içinde bir taş ya da iğneyi, ara ki bulasın. Teşekkür için değil, derdini söyleyip, dermanı için aramasını dilerdim beni cep telefonumdan…

Ne oluyordu bana? Kendi Çiğdem’imi unutup uzaklaşıp, elin Çiğdem’ine mi göz süzmeğe başlamıştım yoksa? Yok canım, olur muydu öyle bir şey, gül gibi sözlüm varken, değil mi?

Hani bazen derler; “Kazın ayağı hiç de öyle değil” diye. Ben kaba anlamda kendimi korumaya çalışırken, sözlüm dışındakilerden, sözlüm bu davranışlarımın gerekli olmadığı düşüncesinde imiş. Neden mi? Bakalım inanç dünyanızı zedelenmekten kurtarabilecek misiniz, anlattığımda?

Kazada, kazazede Çiğdem’in kanı gömleğime, üstüme-başıma bulaşmıştı doğal olarak. Doğru teyzeme gittim, otobüsten inince, bir taksiyle. Cebimdeki param o kadarına yeterdi, çünkü. Düşüncem, sözlüm Çiğdem beni öyle görmesin, üzülmesin içindi. Oysa “Beklerim!” demesine karşılık, “Bekleme!” dememe itibar edip evinde bile beklememişti beni.

Duş aldım, yedek gömleklerimden birini giydim, teyzemde olan. Hoş, yedek gömleğim olmasa bile Teyze oğlu Çağlayan Ağabeyle aynı boyutlardaydım ve onunkilerden birine el koyardım, olur-biter, sorunum halledilmiş olurdu.

Neyse…

Çiğdem’in evine gittiğimde;

“Çiğdem, bir arkadaşına kadar gitti, şimdi gelir!” dedi, annesi-babası, hatta öz teyzemin kızı. Söz birliktelikleri beni kuşkuya yöneltmişti. Çünkü bir tuhaflık vardı davranışlarında, gözlemlediğim kadarıyla çözemediğim.

Ben oturup sohbet çabasına yönelmek üzereyken geldi Çiğdem. Suçluluk kompleksi(19) vardı üstünde, hissettirmemeğe çalıştığı. Öylesine kucakladı, hatta diyebilirim ki, bir sevgili, ileride hayat arkadaşı olacağı biri değil de, akraba gibi.

“Hadi, gezelim, hemen!” dedi.

“Olur!”

Daha kapıdan çıkar-çıkmaz, bahçe kapısına bile ulaşmadan;

“Seni öyle çok seviyorum ki Çağlar. Ama anlatamıyorum. Biz birbirimizi görüp sevmedik, ailelerimiz yakıştırdı bizi, birbirimize, biz de sevdik birbirimizi, hatta arzuladık bile. Bir bakıma bizim bağlanmamız birbirimize, beşik kertmesi(20) gibi bir şeydi. Evlensek, sadece bu sevgi ile tüketeceğimiz yıllar olacak, saygımızla, sevgimizle çoluk-çocuğa karışacaktık…”

Anlamamıştım. Bir şeyler demek istiyor ve söylediklerini başlangıç paragrafı, ya da cümleleri gibi yönlendirmeğe çalışıyordu sanki. Ya da demek istediklerini.

“Ne demek istediğini daha açık bir dille veyahut da benim anlayabileceğim bir dille açıklar mısın, lütfen!”

“Tabii Çağlar. Bizim, bize yetecek kadar sevgimiz var. Ama aşkımız yok! Âşık değiliz birbirimize. Görürsek görüyoruz birbirimizi. Görmezsek, elimiz böğrümüzde. Aramıyoruz, istemiyoruz, arzulamıyoruz, birbirimizi…”

“Bunları sadece kendi adına söylesen, daha hâlâ okuyorken, seni istemesem yolları böyle zırt-pırt(21) yakın etmeğe çalışır mıydım?”

Durdum ve sordum;

“Ağzındaki baklayı çıkarmak ister misin ben sırtımı dönüp gitmeden önce, yoksa sadece bir kuru ‘Güle güle!’ ile mi savuşturursun, beni?

“Ben aşkımı buldum!”

“Pişmanlık duymayacağın, beni aramayacağın saadetler diliyorum. Ama bil ki, sana benim verdiğim sevgiyi kimse veremeyecektir, hayatta, buna inan. Ben bütün varlığımı vermiştim sana, geri almam o kadar zor ki, inan. Ama sende bırakmam da yanlışlık olur, sen değerini bilmedin çünkü. Sen; ‘Güle güle!’ deme bana. Ben sadece “Allahaısmarladık !” deyip sırtımı döneceğim şimdi!”

Evinden, yirmi belki otuz metre bile uzaklaşmadan dönmüştü geriye. (Hatta büyük bir yükten kurtulmuşçasına seke, seke desem!) Ben bakmadım geriye, o baktı mı, bakmamıştır mutlaka, ama umurumda bile değildi.

İnkisar, insanlara musallat olan(22) bir düşünce kötülüğü. Bazen teselliyi deniz kenarında balık tutmağa çalışan insanların oltalarında, bazen iyi, makamlı ve tecvitli(23) bir ezan okuyan müezzinin(24) sesinde, bazen annesine huylulukla ya da huysuzlukla sarılan bir bebeğin sesinde, bir martının haykırışında, bir egzozun patlamasında arayabilirsin.

Ben, teyzeme cep telefonu ile mesaj bırakıp, çantamı da orada bırakıp teselliyi beni şehrime iade edecek otobüste aramıştım. Bu kere önümdeki koltuk boştu, bir yerlerden ana-kız bir aile binip oturdu, o kadar, dikkatimi bile onun ötesinde çekmeyen…

Düşünüyordum ve düşündükçe çoğalıyordu(25), üzüntüm, kahrım. Gerçekten de aşk yok muydu aramızda? Benim yaşadığım ne idi, peki? Yıllarca birbirimizi sevgimizle mi aldatmıştık? Ellerimiz, boşuna mı terlemişti avuçlarımızda? Birbirimizi duygusuzca mı öpmüştük? Nefeslerimiz ahenksizce mi karışmıştı birbirine?

Ben, özlem derken, özlemi bilmeden mi terennüm etmiştim(26) şarkılarda, şiirlerde? Biri bana aşkı tarif etseydi! Aşk nedir, bilip, anlasam, anlayabilseydim, Çiğdem gibi tümünü değil, hiç olmazsa birazını. Bana öyle geliyordu ki, Çiğdem de bilmiyordu aşkı. Çünkü devamlılıklar yok ederdi bir şeyleri.

Düşkünlüğüm, onu bekleyişimdeki inat ve zaafımı(27) yok etmişti. Oysa kesinlikle biliyordum ki, buldum dediği şey de yoktu ortalıklarda, aşk da…

Zaman nasıl olsa çare olacaktı, yaramın kapanmasına. Yaramın kapanmasına ihtiyacım vardı, artık önümde bir emel, bir arzu da yoktu. Tembellik bile edebilir, hatta sınıfta bile kalabilirdim. Ama Çiğdem; “Benim yüzümden oldu!” dememeliydi. Bunun için çok çalışmalı, hemen mezun olmalıydım. Ondan sonrası mı? Ondan sonrası herhalde Allah Kerim idi.

Konuyu anneme de, babama da anlatmamıştım, nasıl olsa öğrenirlerdi. Ancak hemen dönüşüme hayret ettikleri aşikârdı(28). O; “Çalışsam mı, çalışmasam mı?” tereddüdü yaşayan Çağlar gitmiş, yerine yerinde duramayan, deli gibi ders çalışan, arı gibi koşuşturan bir Çağlar gelmişti, kendilerini memnun ve mutlu eden.

O; zırt-pırt sözlüsünü ziyarete giden, onun için “Oluk gibi para harcayan” Çağlar gitmiş, yerine tutumlu (ama ne tutumlu) Çağlar arz-ı endam etmişti(29).

Annemin limonata-kurabiye kombinasyonu ile tamamlamağa çalıştığım bir çalışmam sırasında cep telefonum çaldı. Bildik bir numara değildi arayan. “Hayırdır inşallah!” diyerek açtım;

“Alo?..”

Tanımıştım bu sesi;

“Kaza yapan otobüsteki Çiğdem Hanım?”

“Bir kere sesimi duymakla hemen tanıdınız sesimi, çok teşekkür ederim.”

“Kalp; kalbe karşıdır(30) derler, efendim. Kendi numaramı verip de haddim olmadığı için sizin numaranızı isteyip alamadığım için üzülüyordum. Sizi bir kere daha görememek, duyamamak gibi bir endişem vardı. İnşallah kolunuz iyileşmiş, alçılarınız alınmıştır. Ayaklarınız nasıl efendim? Ayaklandınız mı? Pardon, yani ayağa kalktınız mı, rahatlıkla yürüyebiliyor musunuz demek istedim?”

“İyileştim sayılır ve size ise hayatımı borçluyum, hatırımda kaldığına ve bana anlatılanlara göre. Borçlu kalmak istemem.”

“Bir dakika. Düşünün ki; o kazada ben sizin durumunuzda olaydım, bir ‘Merhaba!’ dışında tanımadığınız beni, ‘Adam sen de!’ deyip terk eder miydiniz?”

“Hayır! Asla! Merhabanız olmasa bile!”

“O zaman insani bir davranış için ‘Hayatı borçlu olmak’ demek biraz şaşırtıcı olmuyor mu? Bırakın bu düşünceyi, bu davranış biçimi için ‘Teşekkür etmek’ bile fuzuli(31)!”

“Tamam, peki! O zaman izin verin, ben ısmarlayayım ve beraber bir yemek yiyelim, ya da hatıra olacak bir şey alayım size!”

“Hiçbir şeye gerek yok. Eğer arzunuzda ciddi iseniz, istediğiniz yere geleyim, karşılıklı birer çay içelim, hesabı siz ödeyin, olur mu? Malûm, ben hâlâ öğrenciyim ve henüz okulumu tamamlayamadım, sınavlarım da beni bekliyor!”

“Ne demek, tabii. ‘Hemen’ der misin, şimdi zamanım uygun? Sen söyle, ben oraya geleyim.”

“Sen” demesi dikkatimi çekmekle beraber üzerinde durmadım.

“Olmaz, siz söyleyin. Bir hanımefendinin ayağına kadar gelmeyi ben yeğlerim(32)!”

“O zaman aynı Otobüs Terminalinin aynı biniş peronunda buluşalım. Sonrasına orada karar veririz. ‘Hemen’ desem uygun mu?”

“Hayhay! ‘Hemen’ uygun tabii. Yarım saat içinde terminalde, peronda olurum!”

“Olur, yarım saat sonra!”

Yarım saat ne demek, anneme haber verip, alelusul(33) tıraş olup, gömleğimi değiştirip perona ulaştığım saatle telefonu kapattığım saat arasında sadece yirmi dakikalık zaman oluşmuştu. Ve gelişimin saniyelerinin ertesinde de o görünmüştü, yürüyen merdivenlerde.

Gözlerindeki ışıltı bilinen bir yönü işaretliyor gibiydi;

“Bekletmedim, umarım!”

“Klâsik bir söyleyiş, ama inanın, ben de şimdi geldim, efendim!” derken sıkı sıkıya tuttuğum elini bırakmak istemiyor, sarılmak, kucaklamak arzusunu yaşıyordum, bilinçsizce.

Destek verdi ve sarıldım;

“Nişanlınız, kızmasın, gücenmesin, kıskanmasın!”

“O, artık, telefonuma cevap veren hanımla nişanlanmış. Benim kendisine karşı herhangi bir sorumluluğum, hiçbir zorunluluğum yok artık. Nişan hediyelerimizi geri gönderdi, bendekileri de ben iade ettim kargo ile. Zaten aileler arası protokoldü(34) bir bakıma, nişan da sayılmazdı yani. Şahit olduğunuz olay, bardağı taşırınca sonuç da kendiliğinden oluştu ve herkes kendi yoluna döndü, düşündüğünüz, ya da sandığınız gibi.”

“Neyse! Nasıl kolunuz? İyice kendinize gelebildiniz mi? Bir izi, bir sıkıntısı kaldı mı? Ağrınız oluyor mu? Amme davası(35) açılmıştır mutlaka, onun dışında hiç olmadık hastane masraflarınız karşılandı mı? Gerekirse böyle bir dava için beni şahit gösterebilirsiniz…”

“Aman! Allah iyiliğini versin. Ailesi zaten perişan ve mağdur şoförün. Kendi ölmüş bir adamdan ne isteyeceksiniz ki? Allah’a şükür, yardımınız ve desteğinizle ben iyi oldum!”

“Yanınızda da gelmeyi isterdim, hatta kan falan verilmiştir mutlaka, temininde yardımcı olmayı, hatta kanlarımız uyuşuyorduysa kan bile verebilirdim size. Ama ambulansa almadılar maalesef, üzgünüm. Benim de sizi takip edecek, edebilecek imkânım yoktu, takdir edersiniz.”

“Eminim ondan. Bugüne kadar sizi arayamayışım nedenine gelince; telefon numaranızı nereye sakladığımı o kaza telaşı içinde unutmuştum. Günlerce çantamda aradım, ‘Didik-didik etmek(36)’ derler ya hani, tıpkı onun gibi bir şey. Verdiğiniz notu bugün kitabımın arasında bulunca, hemen aradım sizi. Soy isminizi söylememiştiniz, bu nedenle sizi rehberden bulma imkânım da olmadı, tahmin edersiniz…”

Birden “Dank etti(37)” bir kısım düşünceler. Hani, ben onu otobüs biletini aldığı şirketten araştırıp soy ismini öğrenip arayacaktım. Galiba düşüncelerim yerinde saymış, ya da donmuştu. Düşüncelerim beynimi mi terk etmişti, yoksa ben umudumun geri tepmesinden mi, çekinmiştim? Gene, gene bilemedim.

Ayakta idik, konuşurken. Aklına gelmiş gibi yaptı;

“Eee! Hep böyle ayakta mı duracağız? Size çay ısmarlayacağım yeri göstermeyecek misiniz?”

“Ha? Ah! Pardon! Borcumu ödeyeyim, ‘Yolcu yoluna, evli evine, köylü köyüne’ gerek demek istiyorsunuz, yani?”

“Asla! İyi ki dikkatimi çektiniz, bu şekilde yaşamımı düzene sokmamın önderliğini yaptınız. Hayatımı kazada değil, bakışınızla başlangıçta kurtardığınız için teşekkür edeceğim size. Yaşamımın efendisinin siz olduğunuzu anlatmağa çalışacağım size, bir çay içimine sığdırabildiğim kadar…”

“Siz?”

“Evet?”

“Peki, ben kimim? Bu kadar değer verilecek biri olduğumu kim söyledi size, nereden biliyorsunuz beni, ya da nasıl anladınız?”

“Bu soruyu bana değil, kendinize soruyor gibisiniz, o zaman cevabını da kendiniz verin!”

“Peki!” Oldukça uzun ünlenmiş bir ‘Peki’ idi düşünerek cevaplamağa çalıştığım. Devam ettim;

“Çay içeceğimiz yere gidip oturalım. Yol boyu verebileceğim, makul(38) ve mantıklı cevabı bulmaya çalışayım ben de, beynimde.”

Gülümsedi, ama ne anlamda gülümsediğini bir kez daha bilmiyordum. Descartes’i geçmiştim. O; hiç olmazsa, “Bildiği tek şeyin bilmediği olduğunu” söylemişti. Ben ukalâ ise, bildiğim şeyler olduğunu düşündükçe bilmediklerime rastlıyor, ya da onlarla karşılaşıyordum.

“Bence olur! Hem neden olmasın ki? Ama hâlâ biraz arızam var. Kolumdaki kırık göze çarpandı, o arada dizlerimi de koltuğa çarptığımdan şu sıralar yürürken sıkıntı çekiyorum biraz. Koltuk Değneklerimi daha geçen hafta bıraktım. İlk günlerim tek koltuk değneğiyle idare etmemden dolayı daha da zordu. Ayıplamazsanız itiraf edeyim, en çok da banyo alırken sıkıntı çekiyordum. İnsanın annesi gibi yok dünyada. O, olmasa gerçekten ne yapardım ben, bırakın düşünmeyi, aklıma bile getirmedim. Bu nedenle koluna girmeme izin verir misin?”

Düpedüz yalandı. Fark etmişti ya yoğun ilgimi, bu ilginin uzaması ihtiyacındaydı gibime geliyordu. İhtiyaç kelimesini özellikle kullandım. Bilir miydi ki, ya da negatif olarak sorayım, bilmez mi idi ki; ben Çiğdem olan bir başkasının malıydım, yani sözlüsü anlamında demek istedim.

Oh! Ho! Ben hangi sualin cevabına hazırlanacaktım, neyi düşünüyordum? Bitmiş bir sevgiyi… Sevdayı da olabilir miydi? Descartes, kulakların çınlasın, üstadım; “Bak! Gene bilemiyorum yahu!” Ama kesinlikle aşk değildi sözlüm dediğim Çiğdem’le aramızda ki.

O, söylemişti, şimdi ben de inanıyordum. Çünkü koluma giren Çiğdem’di aşk denilen şeyi bana belli eden (sanırım, diyebilecek cesaretim olabilse idi!).

Neden mi? Çünkü sözlüm Çiğdem’de duymadıklarımı, hissetmediklerimi otobüs yolcusu Çiğdem’de hissediyor gibiydim. Ne gibisi, basbayağı hissediyordum, gerçeği itiraf etmeliyim ki, hissediyorum, demem gerek.

Demek ki bundan sonra “Dikkatimi Çeken Otobüs Yolcusu Çiğdem” olarak gönlümde o yer edecekti. “Varsın, öyle kalsın!” diyemedim.

“Çiğdem!” dedim. Ooo! Beyefendi bu ne samimiyet, daha ilk iki adımda, değil mi? Oysa ben ismini içimden kendimce söylemek arzusunu duymuştum. Öyle duyulacak gibi seslice değil.

“Efendim?” deyince anladım, höykürmemi(39), ya da yakarış gibi haykırışımı bana döndüğünde. Gözleri yemyeşil, burnu hokka gibi, gamzeleri çukur çukur, dişleri pırıl pırıl bembeyaz ve dudakları (nasıl söylesem, ayıp kaçmazsa) “Gel beni öp!” der gibiydi…

Ben beynime resmini yerleştirmeye çalışırken o hâlâ “Efendim?” demesinin cevabını bekler gibiydi. Ve ben, ne diyeceğini şaşıran adam alık alık(40) (kaba mı oldu, değiştireyim o zaman şaşkın şaşkın), gözlerine bakıyordum. Ben cevap verememekten o ise cevap alamamaktan umudu kesince;

“Hiç!” dedim sadece.

Nihayeti karşımdaki, benden küçük yaşta bir genç kızdı, duygulu ve her şeyden önce bir kadındı; arif, sezgili, hisseden, hatta bilen. Evet! Evet! Biliyordu ve bilmezliğe geliyordu belki de. Sol koluma giren sağ kolu yüreğimin çarpıntısını hissetmiyor muydu sanki? Hissediyordu tabii, yoksa o tebessümünün anlamı hayra yorulamazdı. Öyleyse benim de saklayacak bir şeyim olmamalı, hatta kalmamalıydı.

Yol uzasın istiyordum, çay içmeğe başlamadan önce;

“Hissediyorsun, değil mi?”

Dedim ya, zeki ve anlayışlıydı. Bir çırpıda anlamıştı söylemek istediğimi.

“Bu kadar çabuk, hem aynı isimde sözlün varken?”

“O defter kapandı, biliyor musun? Hem de kazanın hemen ertesinde, benim suçum, günahım olmadan…”

“Oysa birbirinizi görmeden bile hissediyor, yaşıyordunuz!” dedikten sonra durakladı ve bitirdi sözünü;

“…sanırım!”

“İnsan doğuştan itibaren beraber olunca fiziksel, ya da bedensel iletişimi çok kolay sağlıyor, oysa insanların gönül ve ruh beraberliğini sağlamaları gerek. Ben sağladığımı sanıyordum, hâlbuki Çiğdem beni çok sevdiği halde, âşık olmadığından bugün-yarın âşık olduğunu sandığı biri ile evlenecek. Ben, beni terk etmesini ödüllendirmek için mutlaka düğününe gideceğim. Çünkü ben onun bulduğunu sandığını, gerçekten bulduğuma inanıyorum.”

“Bir çay içimi yolunda mı?”

“Hayır, senin bana intizarla(41) da olsa ilk bakışında, inkâr etmeyeceğim. O gün sahiplenmek istedim seni, o gün gönlümün sultanı olasın istedim. Bir bakışta, bir görüşte aşk örneği. Ama senin zorunlulukların beni engelledi. Benim sorumluluklarım, zorunluluklarım da diyebilirsin, beni frenledi.”

Çay içeceğimiz pastaneye gelmiştik.

Kolunu çözmek endişesi, belki de buna gayreti demem gerek, yoktu. Karşıma oturmak yerine yanıma oturmayı yeğlemişti, belki de söyleyeceklerimi daha iyi duymak, belki de söyleyeceklerini daha iyi anlatmak için. Olabilir ki, belki de duygularımı daha iyi anlatmama imkân sağlamak için yanındaydım. Yine Descartes’in ruhuna Fatiha okumam gerekiyordu galiba, bilmezliğimden ötürü.

Telefonum çaldı, zaten hep böyle boğazımı temizleme aşamasında, yani söze başlama arzusundayken çalardı; özür dileyerek açtım;

“Efendim Anneciğim!”

“Merak ettim öyle alelacele, paldır-küldür çıkıp da şu ana kadar haber vermeyince…”

“Anneciğim daha ayrılalı bir saati ancak geçti, henüz. Şu anda bir arkadaşımla birlikteyiz, eve gecikmeden dönerim.”

“Bay mı, bayan mı arkadaşın?”

“Önemi var mı Anneciğim?”

“Hani Çiğdem’den ayrılınca yanlışlık yapmayasın, isterim. Gerçi kız evlât için söylenmiş, davulcu-zurnacı darbımeseli(42), ama sen gene de kendine dikkat et, olur mu sevgili oğlum? Hem biliyorsun Çiğdem’in Nikâhı gelecek hafta sonu. Ne de olsa akrabamız, söz bitti ama akrabalığımız devam ediyor, bu nedenle onun o gününe katılmamız gerek, düğününe…”

“Tabii Anneciğim. Ama getirirsem, getireceğim kişi asla öyle davulcu-zurnacı tipinde bir gelin olmayacak. Bana dünyaları bağışlayacak, bağışlayan bir gelin getireceğim sana, elini öpecek. Söz…”

“Haydi, hayırlısı oğlum!”

Telefonu kapattım. Merak dolu idi yüzü;

“Ciddi misin?”

“Olmayayım mı?”

“Daha elimi bile tutmadın. Daha tanımıyorsun bile. Kimim, neyim? Hatta soy ismim bile yerleşik değil zihninde. Nasıl güveniyorsun ki bana?”

“Senin güvendiğin gibi, senin güvendiğin kadar!”

“Nerden öğrendin ki? Bu ilk görüşmemiz, yaklaşık bir-bir buçuk saat oldu, henüz. Daha önceki çay ikramını kastetmiyorum tabii ki… Ve sözlerinden ilerleyerek bir antitez(43) ortaya koysam; ‘Ben sana güvenmiyorum’ desem, bu demek olur ki senin sözüne karşılık, senin de bana güvenin yok!”

“Öyle deme Çiğdem, mahvolurum, yıkılırım. Hayat öykümü mü anlatayım, Annemle, babamla, ya da arkadaşlarımla mı tanıştırayım beni sana ispatlamaları için? Ben sözlüm Çiğdem’le birlikte iken bile, hayalimde yaşattığım, gönül verdiğim Çiğdem’i bulmak arzusundaydım. Tam ‘buldum’ derken, esirgeme seni benden. Dile, ne istersen yapayım beni kabul etmen için. Ufacık da olsa bir tünel ışığı göster bana…”

“Tut ellerimi, işte tünelin ışığı bu. Devamı için biraz süre vereyim sana. Beni tanı, tanımaya çalış, nerede olursa olsun. İstersen her gün geleyim istediğin yere. Ve sonra istediğin herhangi bir vakitte burada oturalım yine. Ben değişmeyeceğim. Sen de değişmemişsen, beni kucaklaman için kollarımı açacağım. Ama öpmen için değil. Hele bakalım birinci basamağı kat et! Duygularında zorlanmadığına inanırsan devam ederiz. Ben seni üzmek istemiyorum. İkimizin de başından tatsızlıklar geçti. Bana, benim tatsızlığımı unutturacağına inancım büyük. Benim şüphem, benim endişem senin yaşadığın tatsızlığı sana unutturabilecek miyim yönünde?”

Bir ses, bir cevap bekler gibiydi. Ben hareketlenmeyince devam etti yine;

“Ve benimle ilgili bilmediklerini de ben sana anlatmak isterim. Eğer seni kucaklamamı sağlarsan. Şimdi gitmeni istiyorum senden, arkana bakmadan, gözlerimi görmeden ve tekrar dönmen kaydıyla. Telefon numaramı kaydettin mutlaka. Ne zaman ‘Gel!’ dersen, söylediğin zamanda burada olacağım, seni kucaklamak için. Ama derslerine iyi çalış, benim yüzümden eğitiminde aksama olsun, tahsilinde gerileme olsun, istemem. Ben o hatayı yaptım ve geçen sene nişanlandım diye okuldan ayrıldım. Belki ben de sen teşvik edersen dondurduğum yüksek tahsilime devam edebilirim. Ne dersin, olamaz mı?”

Uzundu sözleri, aklımda hepsini tutamadığım. “Git!” demişti, gidecektim…

Ben giderken Çiğdem masada kalmıştı öylece, sanırım sonrasında öğrendiğim şekilde düşünüyordu;

“Çok varlıklı olduğumu, bir parlamenterin(44) kızı olduğumu söylemeli miydim acaba ona? Ya kompleksi(45) varsa terk eder miydi beni hemen? N’apardım ki o zaman? Sesinden, tavırlarından onun da benim gibi düşündüğü inancındaydım. Ama hiç mi görmemişti resmimi magazin sayfalarında, ya da babamla yapılan röportajlarda? Özellikle Bora ile nişanım oldukça büyük gazetelerin üçüncü sayfalarında da olsa gösterilmişti. Ya şimdi, haber alan uçuk paparaziler(46) bizi fark edip afişe edeydiler? Kabaydı bazı basın çocukları; ‘Çulsuz Oğlan’ derlerdi belki ona. Yahut da; ‘Çobanla Prensin Aşkları’ gibi başlıkları da olabilirdi. Bu yıkım demekti benim için. Saklamadan itiraf etmem gerek ki, seviyordum, sevildiğim kadar değil, daha çok, hem daha daha çok. Onu, yani sevdiğimi üzmemek için saklanmam yahut da beni anlatmam gerekti ona, ama nasıl?” 

En iyisi dondurduğu öğrenimine devam etmekti. Ama bunda nasıl başarılı olabilirdi ki? Ya O Tıpta okuyorsa idi? Tıp ve kendi kaydının olduğu Hukuk o kadar birbirine yakın konulardı ki sık sık görüşmeleri mümkün olabilirdi, hem kimseye belli etmeden! Sanki adam kandıracaktı, aklınca…

Babasına rica etti gene de, sitemle hem;

“Ne yapın, yapın Hukuk Fakültesine kaydımı tazelemem için imkânlarınızı araştırın. Sayenizde nişanlanmış ve o nedenle de okuldaki kaydımı dondurmuştum, hatırlarsınız!”

Maksadı, Çağlar hangi okulda okuyor olursa olsun, çağırmak ve bir öğrenci gibi gözükmekti onunla dışarıya karşı. Ha! Hisleri sağlam ve sağlıklı ise ve buna inanırsa o zaman ona; “Ben şuyum!” derdi ve sonucuna katlanırdı.

Aynı dakikalarda Çağlar, yani ben, aynı şeylerin benzerini düşünüyordum. “Ya varlıklıysa bizi beğenmezse, ya fakir-fukara tipinde ise, Annem-Babam onu beğenmezse!” diye.

Zihnimi zorlayınca Çiğdem’in kılık-kıyafetinin düzgün-temiz ve yeni olduğu geldi aklıma. Öyleyse ikinci tez kendiliğinden çürümüş gibiydi. O zaman birinci teze kendimi adapte etmeğe(47) çalışmalıydım. Çok varlıklı, çok bilinen biri ise onun gönül eğlencesi olmamalıydım. Bu düşünce zihnimde perişanlığımın simgesi olmuş ve aramamıştım onu, bir süre. Ne bir süresi, yaklaşık bir haftadan fazla?

Ve telefon gene ondan gelmişti, bir ders sırasında. Allah’tan cep telefonum sessiz konumdaydı da, kimsenin dikkatini çekmemişti. Hemen kapatmıştım. Üzülmüştü Çiğdem başlangıçta. Sonra kendi telefonu çalıp da açtığında, sebebini öğrenince neşelenmişti.

“Dersteydim, açamadım.”

“Haber vermeyince, ‘Havalar mı soğudu acaba?’ deyip merak edip rahatsız ettim.”

“Rahatsız etmek demek olur mu? O; ne demek? Son sınıftayım ya, biraz gayretli olmam gerekiyor, anlıyorsun değil mi? Babamdan devamlı harçlık almaktan bunaldım. Bitsin istiyorum şu okul artık!”

“Nerede okuduğunu söylememiştin sohbetimizde!”

“Hukuk tabii. Gözlüklerimle okumamdan, guatr(48) gibi bir sıkıntım olmamasına rağmen gözlerimin pörtlek pörtlek(49) olmasından anlamışsındır, herhalde.”

“Allah!” diye bir sevinç nidası geçirmek geçti Çiğdem’in içinden. Körün istediği bir gözdü, burada kör denilen kişi Çiğdem oluyordu tabiidir ki, Allah vermişti iki göz… Belli etmedi ama bana sevincini.

“Peki derslerin çok, seni meşgul etmeyeyim. Gene de canın çekerse beni aramayı denemeni isterim!”

Özellikle “Canın dilerse” yerine, “Canın çekerse” demeyi tercih etmişti Çiğdem. Canım çekmez miydi Çiğdem’i? Hem de nasıl?

Çiğdem zor getirdi ertesi sabahı. Oldukça iyi giyinmeye ve makyaj yapmaya gayret etti ve babasının direktiflerine(50) göre değil, kendi düşüncelerine göre bir taksiyle okula gitti. Fakülteye 30–40 metre kala taksiden indi ve kapıya kadar kalan mesafeyi yürüyerek kat etti. İsteği; okulu bıraktığı zamanki arkadaşlarıyla karşılaşmaktı, onlar bir üst sınıfta olsalar bile. Ama önemlisi, her hal ve şartta benimle karşılaşmak istemesiydi, sürpriz niteliğinde.

O an, beklemediği anda gerçekleşmişti.

Bir arkadaşımla konuşa konuşa gelirken, belki de beni beklediği için kapı önünde karşılaşmıştım onunla.

“Çiğdem?” dedim, soran gözlerle.

“Evet, ben. Hani yarım bırakmıştım ya okulumu, kayıt tazeleyip yeniden başlamayı düşünüyordum ya. Senin de buradan mezun olacak oluşun rehberlik etti bana ve dondurduğum kaydımı yenilemeye gereken evrakı öğrenmek için buraya geldim. Sevinmedin mi yoksa? Hiç olmazsa bir-iki ay da olsa burada seninle birlikte olacağım.”

Sözlerini duymazlığa mı gelmiştim, gerçekten de derslere konsantre olmuş(51) aklım nedeniyle, gerçekten de mi duymamıştım sözlerini?

“Hemen gel, seni Öğrenci İşlerine götüreyim. Sonra derse yetişmem gerek. Bugünkü dersten sınavda çok soru çıktığını söylüyor asistan arkadaşlar. Kusuruma bakma, söz, dersten çıkar-çıkmaz yanına geleceğim, cep telefonumu çaldırırım.”

“Peki, ama kucaklamayacak mısın beni? Hiç mi özlemedin? Hiç mi aramadın yokluğumu?”

“Herkesin ortasında?...”

“Kardeş gibi düşünemezler mi çevredekiler? Yoksa sen, daha ileri gitmeyi mi düşündün bir an?”

“Olur mu?”

Alelusul sırtına “Pat! Pat!” vurarak sarılırken;

“Ne gibi ve nasıl sarıldığımı biliyorsun değil mi?” dedim.

“Bilmez miyim? Özlemle…”

“Evet, burası Öğrenci İşleri. Sanırım yardımcı olurlar…”

Kapıdan içeri bakarak sözlerimi ağırlaştırdım;

“Arkadaşlar, genç arkadaşımızla ilgilenebilir misiniz lütfen?” ve tekrar ona döndüm;

“Bana müsaade Çiğdem. İnşallah aramıza huzurla katılırsın. Bakarsın seneye öğretmenin bile olurum. Çünkü Öğretim Görevlisi olmak idealim.” derken, ‘Sınıfa yetişmek’ için koşmağa başlamıştım bile. Arkamdan;

“İnşallah! İnşallah!” deyişini ancak duyabildim.

Bürodaki arkadaşların onu tanıdıklarını bilemezdim. Tanımışlar ve bir büyük yerden de kendilerine talimat ulaştığı için gereğini çoktan hazırlamışlardı. Bir-iki eften-püften(52) eksikliği varmış, fotoğraf, harç vs. gibi. Onları da tamamlayacaktı, kısa süre içinde, söylendiği üzere, o kadar.

Onları da hazırlayınca hiç hazırlığı olmasa bile, devamsızlığı olmasına rağmen sınıfa kabul edilmişti. Sınıfı geçmesinin imkânsız olduğu öğütlenmişti kendisine. Bir kenara çekilip bu sene sadece bilgilerini tazeleyecek, adapte olacak, konsantre olacaktı derslerine.

Dersten çıkınca, sessize aldığı cep telefonunun titreşimini hissetmişti. Evet, arayan bendim;

“Öğrenci İşlerine gelecek misin?” dedim.

“Hemen!”

Elini tuttum;

“Bu kere çayı ben ısmarlayayım mı?”

“Olur, öğle yemeğini de ben ısmarlarsam…”

“Olur mu, ben varken…”

“Peki, çaya da hayır o zaman…”

“Tamam, kabul!”

“Zaman çok dar, şimdi. Öğle yemeğinde bilmen gereken bir şeyi itiraf etmem gerekecek!”

“Ne gibi?”

“Tanımıyorsun beni. Beni tanıman gibi bir itiraf desem?”

“Mevlâna ne demiş, biliyorsun: ‘Kim olursan ol, gene gel!’ Sen geldikten, beni mutlu ettikten sonra, kim olursan ol, nasıl olursan ol, gönlümde şimdiki gibi kalacaksın, öylece, silinmeyecek gibi…”

“Sözlerini unutmayacaksın, değil mi, bir çay içiminde?”

“Tabii! Yanlışın olsa bile, ‘Sen benim helâlimsin!’ dedim. Sana kavuşmak için şimdiden senin mezuniyetini beklemek ızdırabını yaşamaya başladım bile.”

“Aynı duygularla, ama istersen hemen, basit bir ‘Evet’ ile senin olurum, olabilirim, her şeye boş verip evine taşınırım, eşin olurum, annen-baban kabul ederlerse beni.”

“Ya senin annen-baban?…”

“Anlatacağım, öğle vakti, yemekte…”

“Peki, bekleyeceğim öğle vaktini.”

“Şimdilik iyi dersler!”

“Şimdilik iyi günler!”

Sınıfa girerken arkadaşım kolumdan çekti ve sıraya otururken;

“Çay ikram ettiğin kızın kim olduğunu biliyor musun?”

“Yoo! Nereden bileyim? Öğle yemeğini ısmarlayacak, ‘Annemi-babamı anlatırım’ dedi, sadece.”

“Bakanın kızı Çiğdem o, aslanım. Seni kullanıyor, kullanacak ve bir kâğıt mendil gibi atacak seni sonra! Kendine gel! ‘Davul bile dengi-dengine çalarmış.’ Sonra üzülmeni istemeyeceğimi biliyorsun.”

Derse başlamıştı Profesör. Hiç bir kelime, ya da cümle anlamıyordum. Oysa yanımdaki arkadaşım Çağrı, harıl harıl not tutuyordu, ara sıra beni dirseğiyle dürterek; “Sen de yaz!” der gibiydi. Önümdeki not kâğıdına yıldız şekilleri, küp şekilleri, spiraller, yamyamlar, ev resimleri, ağaç resimleri çiziyordum boyuna. Bir de onların arasına “Çiğdem” serpiştiriyordum, köşelere doğru, kenarlara doğru, şuralardan-buralardan.

Ders biter-bitmez, Öğrenci İşlerinde İnternete girdim. Genç arkadaşlar Öğretim Görevlisi olmak dileğimi biliyorlardı, dilekçemden. Sadece branşımı (yani kolumu, dalımı) belirtmemiştim. Anayasa Hocam, kendine istiyordu beni, ben hâlâ kararsızdım. Bu nedenle İnternete girmeme ses çıkarılmamıştı.

İnternet, Bakan Kızı Çiğdem’i tüm özellikleri ile anlatmıştı, bana.

Üzgündüm. Aklımın ucundan bile geçmezdi kullanılıp da bir mendil gibi kenara atılacağım. Olacaktı işte, bugün bir, yarın iki, haftasına çöp sepetine…

O dünyanın insanları neden sevmeyi düşünmezlerdi ki, neden âşık olmayı bilmezlerdi ki? Hep, her şey, her zaman kalburüstü(53) mü olmalıydı? Hafifçe, reverans(54) gibi bile bilmezler miydi bu insanlar eğilmeyi? Hep elleri mi öpülecekti? Hep ayakta onlar kalacak, benim gibi âşıklar dizleri üstünde mi sürüneceklerdi? Anlamıyordum, yoksa anlamalı mıydım?

Son derste de anlatılanlardan bir şey anlamamıştım, doğal olarak.

Buluşma yerimiz Öğrenci İşlerinin kapısının önü idi, orada bekliyordu beni. Koluma girdi. Son bir defa olacak olsa bile dokunuşunu hissetmeyi istedim, her şeye rağmen, suskun.

“Sen bilirsin buraları. Neresi temiz ve iyi ise oraya gidelim.”

“Olur!” dedim sadece.

Yirmi dört saat Güvenlik Kamerası çalışan ve bu nedenle yemekleri de, kebapları da güvenilir ve iyi olan bir lokanta vardı. Oraya götürdüm. Nasıl olsa varlıklı idi, hesaba-kitaba bakmazdı, öder giderdi…

“Ben bir İskender isteyeceğim, sonra da ortaklaşa bir künefe yer miyiz?” dedi, listeye baktıktan sonra Çiğdem.

“Aynısı!” dedim sadece.

Durgunluğum, “Evet-Hayır!” dışındaki sessizliğim kaçmamıştı gözünden;

“Dersler mi iyi gitmedi, yoksa bir şeye mi canın sıkıldı?”

“Yok, bir şey!” dedim, ne söyleyeceğimi bilememin kararsızlığı içinde.

“Kısa zaman içinde de olsa, sanki evvelden beri tanıyormuşum gibi hissediyorum indimde seni. Bu somurtkanlığının yakışmadığını söyleyeyim sana!”

Dedikleri sanki umurumda değildi, aklıma takıldığı gibi eyleme geçtim;

“Bana bir şey söyleyeceğini söylemiştin, hatta itiraf gibi.”

“Önce sen mi söylersin, ben mi söyleyeyim söylemek istediklerimi?”

“Sen anlatmak istemiyor musun?”

“Tamam, peki, öncelik senin olsun. Madem istiyorsun söyle bakalım, neymiş derdin, sorununun? Anlat, rahatla! Ve suratının asıklığı dinsin!”

“Niye kendini sakladın Çiğdem? Niye hırpaladın beni? Ne yaptım ki ben sana? Beni harcamak, yıpratmak için niye sakladın kendini? Benimle oynayıp, beni kendine oyuncak edip, sonra bir kenara atmak ne kadar yakışacak sana? Benim sevgim, sana aşkım, bu kadar mı ucuz? Beni yaktın, ben nasıl sonra ben olacağım, hiç aklından geçirdin mi? Hiç düşündün mü, azıcık da olsa benim bir insan olduğumu?”

Yerinden kalktı, yanıma gelip oturdu, sandalyelerden birini çekerek. Diğer masalardan da duyulmasından endişe etmeden;

“İşte benim sana itirafım bu olacaktı, senin benden önce beni tanımanı zaten bekliyordum. Ben Bakan Kızı Çiğdem değil, senin Çiğdem’inim. Başka bir şey olmaya da niyetim yok.”

Sandalyenin üstüne çıktı ve bağırırcasına;

“Ben Bakan Kızı Çiğdem!”

Güvenlik kameralarını fark edince sesini daha da yükseltti;

“Beni seven bu adamı ben de seviyorum ve evlenme törenimize hepinizi davet ediyorum, içtenlikle…”

Televizyonun akşam haberlerinde bir alt yazı geçerken öğrendiler anne-babalar.

“Bakanın kızı Çiğdem ile Üniversite Hukuk Fakültesi son sınıf öğrencisi Çağlar evleniyorlar. Haberi az sonra…”

 

YAZANIN NOTLARI:

(*) Kazın Ayağı Öyle Değil ; “İşin aslı öyle değil, bu kadar basit değil” anlamında kullandığımız bir deyim. Aslı; “Kaziye-i anha öyle değil!” şeklinde olup, “Önerme öyle yapılmaz!” demek gibi bir anlamı söylenmekte.

(1) Dürtüklemek; Birini uyarmak, ya da kışkırtmak. Üst üste birkaç kez dürtmek.

(2) İnna fetehna leke fethan mubina; Genelde insanların sinirlendiklerinde söyledikleri bu Arapça cümlenin, sinirleri teskin etmesiyle hiçbir ilintisi yoktur. Manası; “Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik” anlamında bir ayet olup, İstanbul’un Fethi için yaklaşık sekiz asır önce yazılmıştır!

(3) Kahırlanmak; Çok ve için için kendi kendine, kimseye sezdirmeden üzülmek.

(4) Gıcık Kapmak (Olmak, Almak); Sözleri, hareketleri ve davranışlarıyla kendisini kızdıran, sinirlendiren kimseden intikam alma duygusu.

(5) Teskin Etmek; Acı, öfke, heyecan gibi duyguları yatıştırmak, dindirmek.

(6) Deklare Etmek; Bildirmek, özellikle gümrüklerdeki işlemler için bildirmek.

(7) Mahzun; Üzgün, üzüntülü.

Asabi; Sinirli.

(8) Nakşetmek; Kalıcı ve etkili olmasını sağlamak. Süslemek, bezemek, nakış yapmak.

(9) Garabet; Yadırganacak yönü olma, gariplik, tuhaflık.

(10) İşlev; Fonksiyon. Bir nesnenin gördüğü iş, nesnenin iş görme kabiliyeti, görev.

(11) İnkisâr; Aslında inkisar şeklinde yazılmalıdır. Kırılma, gücenme, incinme anlamında kullanılan bu kelimenin diğer bir anlamı ilenme, ilençtir.

(12) Hokka Gibi Çene (ya da burun); Her ne kadar anlamı mürekkep, macun, boya vs. konulan anlamında kullanılan küçük yuvarlak malzeme, “Küçük kutu” anlamında olsa da öyküde ufak ve düzgün ağız, burun, çene anlamındadır.

(13) Farz; Tanrı emri olarak mutlaka yapılması gereken şeyler.

(14) Format; Biçim. Boyut. Kitap ya da sayfa düzeni.

(15) Karabasan; Kâbus.  Sıkıntılı, korkunç olayları ve bu yüzden gerilim ve bunalımları kapsayan düş. Bir kimsenin içinde bulunduğu karmaşık, sıkıntılı ruh durumu.

(16) Psikolog; Ruh Bilimi ile uğraşan, ruh bilimci.

(17) İşkillenmek; Kötü bir durumla, hoş olmayan bir şeyle karşılaşacağı zannını yaşamak.

(18) Kangren; Vücudun bir yerindeki dokuların ölmesi.

(19) Suçluluk Kompleksi; Bazı suçları işlediğini sanma şeklinde oluşan rahatsızlık. Bir suçu işlemek veya suça bulaşmaktan ötürü meydana gelen sıkıntı.

(20) Beşik Kertmesi; İki ailenin aralarındaki iyi ve sıkı ilişkiyi daha da güçlendirmek için birbirlerinin çok küçük kızlarını ve erkek çocuklarını, bazen bebeklerini, ilerideki duygusal gelişmeleri önemsemeksizin evlenmek üzere sözleşmeleri veya nişanlamaları ki, hiçbir felsefi önemi dini, sosyal ve felsefi değeri olmayan akit.

(21) Zırt-Pırt (Zırt-Zırt); Sık sık, ikide birde, uygunsuzca, yerli yersiz, gereksiz yere.

(22) Musallat Olmak; Birini sürekli rahatsız etmek, birine sataşmak, hiç peşini bırakmamak.

(23) Tecvid (Tecvit); (Esas anlamı; güzelleştirme, bir şeyi güzel yapmak, süslemek, hoşça yapmak olmakla birlikte) Kur’an’ı usulüne bağlı kalarak okuma usulü ya da ilmi.

(24) Müezzin; Camilerde namaz vakitlerini bildirmek için ezan okuyan. İmamın yardımcısı.

(25) Düşünüyorum, düşündükçe büyüyor yalnızlığım; Ethem YAZGAN’a ait GARİP şiirindeki esas dizeler; “Düşünürüm, düşündükçe büyür yalnızlığım” şeklindedir.

(26) Terennüm: Güzel ve alçak sesle şarkı söyleme, genelde kuşlar için şakıma, ötme, anlatma, ifade etme anlamlarında kullanılan bir kelime olup, öyküde mecazi (değişmeceli) anlamda kullanıldığı açıktır.

(27) Zaaf; Düşkünlük, dayanamama, istenç zayıflığı.

(28) Aşikâr; Besbelli, ortada olan, gizli olmayan, açık, apaçık, ayan beyan.

(29) Arzı Endam Etmek; Boyunu-bosunu, kendini göstermek

(30) Kalp kalbe karşıdır; İnsan kalbi, diğer birinin kendine karşı sevgi mi, nefret mi beslediğini hisseder, sevgi varsa sevgi, nefret varsa soğukluk demektir.

Uyandım seninle birden… şeklinde başlayan “Kalp kalbe karşıdır, derler”  şarkısı. Aslı GÜNGÖR

(31) Fuzuli; Gereksiz, yersiz, boş, boşuna, haksız, boşboğaz, gereksiz işlerle uğraşan.

(32) Yeğ Tutmak (Yeğlemek); Bir şeyi diğerlerinden üstün ya da uygun görüp ona yönelmek, tercih etmek.

(33) Alelusul; Âdet yerini bulsun diye, yol-yordam gereğince, kurallara uygun bir biçimde.

(34) Protokol; Kimi törenlerde ve durumlarda uyulması gereken kurallar. Resmi bir toplantı, oturum, soruşturma gibi iki yan tarafından yapılacak anlaşmaya, sözleşmeye dayanacak belge.

(35) Amme Davası; Suç işlediği sanılan kişinin ceza yargı makamları önünde kovuşturulmasını sağlamak üzere Ceza Mahkemelerini Kanunun 147. Maddesine göre Kamu adına Cumhuriyet Savcısının açtığı dava.

(36) Didik Didik Etmek; Didiklemek. Bir yerin veya bir şeyin içindeki eşyayı karıştırarak aramak. Kendi kendini harap edip üzmek. Bir konuyu tüm ayrıntılarıyla gözden geçirmek, iyice araştırmak. Huzursuzluk vermek. Sıkıntıya sokmak. Sıkıştırarak veya ısırarak parçalamak. Gagalamak.

(37) Dank Etmek; Hızlıca çağırmak, aklına gelmek.

(38) Makul; Akla uygun, akıllıca, mantıklı, belirli, aşırı olmayan, uygun, elverişli, akla uygun iş gören, akılla kanıtlanan, sözü akla yakın.

(39) Höykürmek (Heykirmek, Hökünmek); Yüksek sesle ağlamak, heyecanlı ve kızgın bir şekilde bağırarak konuşmak, korkudan bağırmak, haykırmak.

(40) Alık Alık Bakmak; Aptalca, şaşkın şaşkın etrafına bakmak.

(41) İntizar; Beklenti. Birinin gelmesini, bir şeyin olmasını bekleme, gözleme. İlenme. Beddua.

(42) Darbımesel; Uzun deneme ve gözlemlere dayanılarak söylenmiş, halka mal olmuş, öğüt verici nitelikte söz.

(43) Antitez; Bir görüşe, ya da teze karşılık olarak ileri sürülen görüş. Karşıt görüş. Karşıt tez.

(44) Parlamenter; Milletvekili.

(45) Kompleks; Hemen kavranamayan, çözümü, kavraması güç olan, ruhsal karmaşa, karmaşıklık.

(46) Uçuk Paparazi; Deli dolu, duygu sömürüsüne dayalı değersiz ve yararsız yazılar yazan.

(47) Adapte Etmek; Uydurmak.

(48) Guatr; Boğazda gırtlağın önünde bulunan tiroit bezinin basitçe şişmesinden ileri gelen hastalık.

(49) Pörtlek; Dışarıya doğru çıkık, patlak (göz).

(50) Direktif; Yönerge. Herhangi bir konuda tutulacak yol için üst makamlardan alt makamlara belli esaslara dayanılarak verilen emir, buyruk, talimat. Bu buyruklar yazılı olarak da verilebilir.

(51) Konsantre Olmak; Konsantrasyon. Düşünceyi, duyguyu, gücü, dikkati bir noktada toplamak. Yoğunluk.

(52) Eften Püften; Baştan savma yapılmış, dayanıksız, derme çatma, çürük, değersiz.

(53) Kalburüstü; Seçkin, sivrilmiş, önde gelen.

(54) Reverans; Teşekkür için eğilerek ve dizleri kırarak yapılan hareket.