Her ne kadar “Gönül kimi severse, güzel odur!” denmişse de sadece sevmenin yeterli olmadığı güzellikler de olsa gerek. Örneğin yakamozdan(1) hoşlanabilir insan, belki panoramadan(1) etkilenmeyebilir.
Türk Sanat Müziğini sevebilir de, Türk Halk Musikisinden, ya da arabeskten(2) haz etmeyebilir(3), hoşlanmayabilir.
Ya da bir başka deyişle (Ludwig Van) Beethoven’in Ay Işığı (Moon Light Sonata) Sonatını, senfonilerini(4), konçertolarını(4) keyifle dinleyebilir de (Wolfgang Amedeus) Mozart’ın meselâ Serenata’sını duyduğunda radyosunun sesini kısabilir ya da televizyonunu kapatabilir.
Veyahut da saha spor müsabakalarını göz ardı edebilir, ancak salon spor müsabakalarına bedeli ne olursa olsun parasına kıyarak izlemeye gidebilir.
Örnekleri çoğaltmak mümkün…
Örneğin uçakla seyahati seven bir insana, kara ya da deniz yoluyla seyahat reklâmının yararı yoktur.
Yeşili seviyorsa maviyi beğendirmek, soğuğa karşı sempatisi varsa, kalorifer yanında uyumasını beklemek hatadır. Vb. Vb.
Benim konum biraz daha değişik, şöyle meselâ; artist gibidir genç kız, sarışın, cam gözlü, enine-boyuna uygun, ölçülü…
Etkilemez belki bir erkeği, ama bakarsın çulsuz(5) bir dilenci denilecek çingeneye tutkunluğu yaşayabilir o adam.
Bildiğimiz ya da bilmediğimiz, aklımıza gelmeyen, hatırımızdan bile geçmeyen birine ulaşıverir kalbimizde, gönlümüzde şekillendirdiğimiz sevgi.
“Gönül kimi severse” der demez; “Sevemem, tipim olamaz, yıldızlarımız barışık değil, elektriğimiz yok, ayrı kutuplardayız, hayallerimiz uyuşmuyor, rüyalarımızda denklik, isabet kaydı yok… vb.” denemez gönüle hükmetmek istercesine, hükmedemeyeceğini bile bile.
Ve bir de bakmışsın ki; dünyanın dışındayken, dünyanın içine girivermişsindir aniden, düşüncelerinde. Hayallerinde hiç yer etmeyen, aklından bile geçmeyen biri gönlüne girip hapsetmiştir seni. Esirisindir artık onun, bir ahtapotun kollarıyla sarmış gibidir seni.
Sevgi denilen o boşluğa o beyazlar içinde sen onun yanında yol almaktasındır, hayal, rüya, düşünce ne dersen de, lâmı-cimi yok(6)! Gerçek ve ulaşılması zor olan sevginin tek tarifi bence; “Beyaz” olsa gerek; saf, temiz, berrak, duru anlamında…
Ancak şairin (Özdemir ASAF’ın) dediği gibi de; “Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu / Birinciliği beyaza verdiler…”
Bir sitede oturuyorduk. Site hayatının yanlışlıklarından, eksikliklerinden, bozukluklarından, hatalarından biri, belki de en önde geleni komşuluk ilişkilerinin fukaralığı, azlığı olsa gerek…
Güneyden ve batıdan gelen, kuzeyden gelip de geniş bir kavisle batıdan geliyormuş izlenimini vererek havaalanına doğru alçalan uçakları göz ucuyla(7) olsa da izlemek hobimdi(8).
Düşüncelerimde kimlerin, nerelerden geldiğini, uçakların kimleri getirip götürdüklerini, hatta balkonuma yuva yapan kumruların aile olup olmadıklarını, kumruların bebeklerinin neseplerinin(9) belli olup olmadığını sadece ben merak ediyordum.
Da…
Ancak kapı bir, ya da karşı komşu kimdir, nedir, necidir, “Acaba herhangi bir durumda acz içinde kalırsa(10), yardıma ihtiyacı olur mu, aç mıdır, susuz mudur?” şeklinde öğrenme arzum olsa da, karşımdakilerden o yakınlığın zerresini(11) bile göremediğim için üzülüyordum.
Zorunlu bir şekilde kapı açışlarımızda karşı karşıya kalmışsak, karşılaşmışsak, asansöre beraber binmemiz gerekmişse isim, cisim, hal, durum bilmeksizin kuru bir şekilde; “Günaydın!” ya da “Merhaba!” diyerek zevahiri kurtarma(12) gayreti yaşıyorduk, karşıdan karşıya, karşılıklı…
Bu söylemler dışındaki sözlerin maliyetlerini düşündüğümüzden(!), daha doğrusu benim yarım-yırtık sorularıma, sözlerime bazen “Hı!” bazen de “I-ıh!” dediklerindendi bu maliyetle ilgili kanaatim!
Bayramlar, seyranlar, sünnetler, düğünler, dernekler, toplumsal olaylar mı? “Hak getire(13)!” deyimi içindedir, dünya değil, maalesef sadece biz Türklere has, Türkiye gerçekleri içinde.
Salâ verilir(14)! Cenaze arabasının, ya da cankurtaranın sesini duyarsın. Merak edersin en basitinden. Açarsın dâhili telefonu sorarsın Güvenlik Görevlisine; “Kim?” diye. Söz garabetin(15) belgesidir; “Filânca” ya da “Falanca için” şeklinde.
Doğum ya da hasta için gelmiştir Cankurtaran, ya da falanca nine, ya da dedenin vefatı ile ilgili olarak bir cenaze içindir Cenaze Arabası.
Bir de bakarsın ki ya bir üst, ya da bir alt kattadır sebepler…
Hayıflanırsın(16), utanırsın, ancak bunun hiçbir faydası yoktur, o kattaki aileler için. Hatta o dede veya nine, yalnız başına, yalnız olarak günlerce önce ölmüş de ancak ölüm kokusunun kapı aralıklarından, tuvalet-banyo pencerelerinin aydınlığa ulaşmasıyla öldüğü tahmin edilerek kapısı çilingirle(17) veya ailenin diğer fertlerince açılmışsa…
Üzülürsün.
De…
Neye yarayacaktıysa üzüntün, o vakitten sonra. Duyarsızlık oturanların bir-ikisi hariç diyebileceğim sitedekilerin tümünün iliklerine kadar işlemiştir çünkü…
Konu biraz dağılacak gibi görünse de siteye en son ve karşımızdaki daireye taşınan fısıltı gazetesi haberine göre Gâvur(18), Cellât(18) ve hatta Asansör(18) diye bilinen Âli Beydi.
Âli Abiyi sonralarımda öğrendim oldukça ayrıntılarıyla, gerçekten cellâtmış. Sırf bunun için görev çıktığında hemen ve gereğince görevine yetişmek için hapishaneye ve hapishane mezarlığına yakın bir evde oturuyormuş, herkesin aklına gelmeyecek bir şekilde, karısı Muhdes ve kızları Âliye kendini bilme yaşına gelinceye kadar beraber yaşıyorlarmış.
Âli Abi, ne zamanki kızı Âliye’nin aklının başına gelip de, kendi görevi ile ilgili bir sıkıntısı, üzüntüsü olmasın düşüncesiyle onu okutup, büyütmeleri ve kendilerinden bahsetmemeleri kaydıyla şehirdeki akrabalarından çocuklarının olmadığını bildiği akrabalarının yanına göndermiş.
Gâvur, Cellât, ya da Asansör Âli’nin dışarılardan görünmeyecek şekilde arka bahçesinde üçgen bacaklı iki adet darağacı(19) varmış. Biri 1.70 metreden fazla boylular, diğeri daha kısa boylular içinmiş, kadın-erkek ayrımı yapmaksızın.
Hapishane yetkilileri ve imam dâhil, diğer görevliler, çok özel durumlar haricinde bir gün öncesinden haber vererek Asansör Âli’ye zahmet olmasın(!) diye çok zaman, sabahın kör vaktinde hakkında kararı kesinleşmiş idamlıkları evinin arka bahçesine kadar getirirlermiş.
O da zaten hazır olan yağlı ipleri başlarına geçirip, gereken seremoni(20) yapıldıktan sonra gerekli tekmeyi sandalyeye yapıştırıp sallanması bittikten sonra, görevliler nezaretinde idamlıklar için hazırlanmış mezarlıkta öncesinde hazırladığı mezarımsı çukura gömermiş, oldukları gibi, kefensiz, taşsız, simgesiz, işaretsiz…
Netice itibariyle din, ırk farklı olsa da insandı Asansör Âli de.
Bir gün kardeş mi, karı-koca mı her neyse günahları yasalarca belli, kendilerince masum oldukları inançlarıyla asıldıkları son anlara kadar ikisi de bağırıp-çağırmışlar ve bu Cellât Âli’yi çok etkilemiş.
İki darağacında ikisini de anında sallandırmış, içi anlayamadığı bir şekilde buruk. Kadın, bir-iki bağırış, bir-iki debeleniş sonunda yaşamdan ayrılmış, gereğince.
Adam uzunca bir süre boğuk sesler çıkarıp pantolonunun ön tarafı bir hayli ıslanıp, ayaklarından sızıntılar olduktan sonra ancak ulaşabilmiş, eğer yaşantısında, inancında Tanrı vardıysa Tanrısına.
Görevliler, kendisine fazla zahmet olmaması için(!) öldüklerinden emin olarak Cellât olarak Âli’ye “Ne yaparsan yap!” deyip görevlerinin başına dönmüşler. Cellât Âli de ikisini de aynı çukura doldurmuş, üst üste, alt alta umursamaksızın, oldukları gibi.
Gâvur ya da Cellât Âli’nin “Eserlerim” diye övündüğü o kadar çok mezarı varmış ki? Bazen etkilenmiş olsa da yeni mezar niteliğinde çukurlar kazdığında, unuttuğu, daha önce idam ettiklerinin mezarlarını tekrar kazıp kemiklerine rastladığında irkilmezmiş;
“Adam sen de, nasıl olsa hepsi cehennemlik, ayrı çukura ne gerek var, gömüver üstüne, gitsin!” deyip, yeni bir zahmete girmezmiş, müstakbel(!) idamlık/lar için.
Farkında olmadığı, “Cehennemlik” konusunda idam edilenler hakkında Allah yerine karar vermiş olması idi!
Cellât olmasına rağmen Âli dürüstmüş.
“Her ihtimale karşı!” deyip daha önce gereği yapılmamışsa düşüncesiyle idam edilenlerin hiçbirinin ceplerini karıştırmaz, “Altın dişleri var mı, acaba?” gibi ağızlarını açmaz, bohçaladığı gibi mezara koyuverirmiş.
Bazen “Fazla!” ya da “Özel mesai!” için hapishaneye çağırırlarmış Cellât Âli’yi görevliler. Zaten kızını akrabalarına emanet eder etmez darağaçlarını kaldırıp mezarın bir yanına görülmeyecek şekilde kurmuş Âli.
Biraz zahmete giriyor gibi görünse de(!) görevini her kim, her ne sebep, her ne zaman olursa olsun bihakkın(21) yerine getirirmiş Âli.
Enteresan olan tek şey belki de mübalâğadır, sandalyeleri tekmelerken en çok sağ ayağını kullandığından sağ ayağı sol ayağından daha önce yaşlanmış! Bunun için espri yapmış Âli, sağ ayağı ağrıdığı için hapishane doktoruna gittiğinde. Doktor “Yaşlılıktan” deyince Âli patlamış; “Sol ayağım da aynı yaşta, o neden ağrımıyor, peki?” demiş!
Eğer kızı kendilerini ziyarete gelmiş veya gelecekse, Âli hissettirmeden gidermiş göreve.
Ne kızı, ne de ailesinden herhangi biri; “Ne yer, ne içer, nasıl geçinirsiniz?” diye sormazmış, onlar da ketum(22) oldukları için bu konuda ne ses çıkartır, ne de sorulanlara cevap verirlermiş.
Aslında Devlet Memuru statüsünde(23) maaş aldığı halde “Devlet Memuru” olduğunu söylemekten de çekinirmiş; “Görevin ne?” diye sorduklarında cevap verememe endişesi nedeniyle.
Daha sonralarında iktidara gelen hükümet bir kısım sebepler dolaysıyla idam cezasını kaldırınca, Âli’nin görevi sona ermiş, başka bir iş, ya da şey bilmediğinden dolayı.
Dolaysıyla onların da artık hapishaneye yakın ve mezarlık yakınında oturma mecburiyetleri kalmadığından, bizim oturduğumuz dairenin karşısındaki daireyi birikmişleri ve bir kısım kredi imkânları ile satın almışlar, eften-püften(24) bir kısım eşyalarıyla taşınmışlardı karşımızdaki daireye.
Yoksa bu kadar bilgiye nasıl sahip olabilirdim ki?
Bir bakıma anneme temizliğe gelen ve eli olağandan öte açık annemin cömertliği ile Muhdes Hanımdan öğrendiklerimizin de katkısı olmadı değil, bildiklerimiz içinde.
Buraya taşınmalarının belki de en önemli, belki de idam cezasının kaldırılmasına en çok sevinmelerinin nedeni, kızları Âliye’nin genç kızlığa adım atması idi. Çünkü anne ve babasının yaşadıklarından, yaşananlardan haberinin olmaması kadar doğal bir şey olabilir miydi? Babası Devlet Memuru idi ve bilmesi gereken de, bildiği de bu kadardı ve yeterliydi.
Karşı daire sahibinin oğlu olarak söylemeyi unutmamam gerekirdi, hemen ekleyip aktarmaya çalışayım.
Liseden sonra okumaya niyetli olmayan, belki de gönül dünyasındaki değişiklikler nedeniyle bunu düşünmeyen Âliye’nin gönlü bir başka Devlet Memuru olan, komşuları olan Âli Fatih’e düşmüştü.
Elde avuçta birikimleri fazla olmadığından oğlan tarafının desteği ile sonraki tarihlerden birinde baş göz olmuştu Âliye ile Âli Fatih.
Ve önceleri kirada bir evde oturmuşlar yakınlarında, sonra babalarının yanındaki daire sahibinin tayinin çıkması dolaysıyla satılığa çıkardığı daireyi satın almışlardı, al takke, ver külâh pazarlığı(25), bir kısım birikmişler, Gâvur Âli’nin evinin ipoteği(26) ve kendi adlarına, banka kredisi desteğiyle, doğal olarak Âliye adına tescilli(27) olarak.
Gel zaman, git zaman oldukça yaşlanan, çok zaman babamla beraber çay kahve içtiği, belki sitede babamın, annemin, benim, bizim yahut da en fazla birkaç kişinin “Cellât” olduğunu bildiği Âli rahmetli oldu.
Hemen haberim oldu, kapıda biriken pabuçlardan, asansörün devamlı olarak bizim katta durmasından, bağırış, çağırış ve gürültülerden.
Ancak bilenler(!) olarak şaşkınlığımız vardı, cenaze ile ilgili olarak neler yapacaktık? Öyle ya bizim bildiğimiz adı üstünde “Gâvurdu!” Dinsizdi, biz öyle görmüş, tanımış, bilmiştik.
Türk halkı olarak hepimiz değilsek de çoğumuz, Tanrının sabit fikirli kullarından, Tanrı adına karar verme yetkimiz(!) olduğundan, “Gâvur adamın cenaze namazı kılınmaz, Müslüman Mezarlığına gömülemezdi”.
Caminin hocası;
“Allah ile kul arasına girilmez!” deyip konuyu bir çırpıda bizlere hak ettiğimiz dersi vererek çözümlemişti…
Âliye ve Âli Fatih’in yaşanan süreler içinde Âlime adında dünya tatlısı bir kızları olmuş, hatta büyümüş, okumayı bırakmış, genç yaşta hatta çocuk yaşta evlendirilmişti, anası-babası tarafından, artık gerekçeleri düşünceleri ne idiyse?
Başlangıçlarda cümbür cemaat(28) bir aile olarak yaşamaya başlamışlardı, karşımızın yanındaki dairede. Muhtemelen yaşadıkları bir kısım sorunlar olsa gerekti, örneğin damat Allahverdi’nin işinin-gücünün, ya da herhangi bir şey olmaması gibi akıl erdiremediğim.
Zaman durmuyor, apansız(29) ve acımasızca geçiyor ve geçmeye de devam ediyordu. Üniversiteyi bitirmiş, askere gitmiş, dönmüştüm, ancak babamı yitirmiştim bu aralarda bir gün.
Annem, belki her ikisinin de yaşlılığı nedeniyle Muhdes Ablayla irtibatını(30) yitirmiş gibiydi, tek başına da ev işlerinin üstesinden gelemiyordu. Kendisine hizmet edecek birini arayıp bulmak yerine, “Analık hakkımı helâl etmem! Emzirdiğim süt haram olsun!” tehdidi ile ve “Cennet annelerin ayaklarının altında” olduğundan kendisine hizmet edecek hizmetçi, benim karım olan hayırlı(!) bir kısmetle evlendirmişti beni!
Görücü usulü(31), sevgisiz, aşksız, hatta saklamaya gerek yok, annemin tek başına hizmetçi kaygısıyla, sadece maddi beklentileriyle.
Aslında; “Evlilikte başarının aranan kişiyi bulmakta değil, aynı zamanda aranan kişi olmayı bilmek olduğunu(32)” biliyordum.
Karım (affedersiniz), çenesi düşük(33), aşırı kıskanç ve hem de ailesinden gelen maddi birikimi nedeniyle, egoist(33), kendini bilmez(33), huysuz(33) ve geçimsiz bir kadındı.
Üstelik başlangıcımızda anneme hoşgörülü(34) gibi görünmüş olsa da, içten pazarlıklı(33) olduğunu belli ederek annemi asla kabullenememiş ve ille(35) de “Ayrı ev” diye tutturmuştu, ilerleyen zamanda yaşamamız için.
Bu konuda benimle baş edemeyeceği kanaatini yaşamış olsa gerek ki, anneme hizmet etmektense; “Sözüm ona(36)” ailesinin bulduğu bir hizmetçiyi sormadan-etmeden evimize, ailemize katmış, sonrasında onu da benden kıskanarak kısa zaman içinde yol vermişti ona…
Annem, belki inanamadığı, belki de pişman olduğu karımın şekilsiz davranışlarına tahammül edemediğinden, belki de tez elden(36) babama kavuşma arzusuyla, belki, belki de başıma açtığı bu derdi, ya da yanlışlığı “Kader” diye düşünmüş olmasının üzüntüsüyle boynu bükük olarak belki de tahmin bile edemediği bir zamanda göçmüştü.
Öldüğündü açıktı gözleri…
Eee! Annemi de yolcu ettiğinden dolayı gelin hanım için suların durulması(37) gerekti, değil mi? Allah iradesini(38) şekillendirmiş, belki de karımın isteğini, arzusunu yerine getirmişti, belki isyan gibi görünecek, ama acaba karımın yüreğinin temizliğini ben mi fark edememiştim ki?
Olabilirdi tabii, “Olamaz!” diye kestirip atmak, Tanrıya inançsızlığım gibi gözükebilirdi, utanırdım!
“Suların durulması” mı dedim? Nerdeee? Kişinin damarlarında gen olarak şekillenmiş bir huy, kendiliğinden yok olabilir miydi? “Horoz ölür gözü çöplükte kalır!” örneği, “Can çıkar da huy çıkmazmış!”
Annemin vefatının ertelerinde anne ve babasının bir ziyaretlerinde bir alkol alımı sonlarında, dilleri dolaşırken karım Safiye ile anne babasının da kızları gibi aynı tutum, davranış ve karakterleri yaşadıklarını öğrenmiştim.
Ya da şöyle söyleyeyim daha doğru olacak, anne ve babası kızlarına yaşattıklarını öğretmişler, hem öyle imalı(39), sitemli(39) davranışlar olarak değil, doğrudan doğruya.
Herhalde (demiştim gibime geliyor, ama bir kez daha tekrarlayayım düşüncelerimi ve sözlerimi); karım; zengin, varlıklı, ama para ve mal varlığından başka bir şey görmemiş bir ailenin tek kızıydı.
Neden “Genlerin, annesinin etkisi” dememin nedenine gelince, karım evlenmeden önce annesine fısıldamış; “Ölürüm de bebek sahibi olmam!” demiş. Gerekçesi ya da nedenleri kendinde saklı olarak sanırım.
Ancak bu duygusuzluk ve duyarsızlığına karşı beni kıskanmaktan da bir adım geriye gitmiyordu, tapulu malı olarak gördüğünden olabilir miydi? Neden sonra bir karmaşa sırasında öğrenecektim karımın karşı komşularımız Âliye ve Âlime’den bile beni kıskandığını.
Hezeyanları(40) ile baş başa bırakmayı denedim, bu kez gene aynı “Ayrı ev” teraneleri ayyuka çıktı(41).
Âlime’nin kocası Allahverdi bu sıralarda bir iş bulmuş, belki de Safiye’nin hissettirmek istediklerini hissederek, onunla karşılaşmayı reddederek çocuğu ile birlikte ayrı bir eve taşınmışlardı. Ayrı ev dediğim, annesi babasının yaşadığı evdi.
Eee! Erkek adamdı Allahverdi, vesselâm(42)!
Bu sırada bir asayiş olayında(43) araya giren Âli Fatih yaşamını yitirmişti. Ana-kız-torun olarak yaşam mücadelesi veren aileye karşı, Âlime ayrılmış olmasına rağmen karımın kıskançlık krizleri ve buna bağlı olarak kaprisleri(33) ile “Ayrı ev” dilekleri yeniden söz konusu olmaya başlamıştı.
“Ayrı ev” dilekleriyle ilgili olarak bir kısım şeyleri ima etmek istediğini hissediyordum. Çünkü ayrı eve çıksak bile huyu değişmedikçe, aynı sorunları yaşamayacağımızı kimse garanti edemezdi.
“Ayrı ev! Ayrı ev!” Bitip tükenmez sözlerle hayatım bir işkenceye dönüşmüştü, gene de sabretmeye gayret ediyor, bu sabrımın ne kadar süreceğini, sabır taşının ne zaman çatlayacağı konusunda tereddütler yaşıyordum.
Bir gün işten eve döndüğümde, mutfak masasının üstünde alelusul(44) karalanmış ufak bir not buldum, imza, tarih ve saati belli olmayan;
“Ben evime gidiyorum, başının çaresine bak!”
Zamanında “Tapuyu senin üstüne çevirttireyim!” dediğimde “İhtiyacım yok!” diyen o değildi, sanki yaşadığımız ev sadece bana aitti.
Gardıroptaki giyim-kuşam, tuvalet masası, bir kısım halı vb. eşyalar, hatta bardak-çanak-sahan, çatal-kaşık-bıçaklar ve mutfak malzemeleri yerlerinde yoktu. Kişi zengin olsa da tamahının(45) önüne geçemiyor olsa gerekti.
Güvenliği aradım. Boş bir kamyonetle annesinin geldiğini ve dolu kamyonetle geri döndüklerini söyledi. Allah’a şükrettim, ya kamyonla gelmiş olsaydı annesi? O zaman evi tam takır, kuru bakır(46) bulmam gerçek olabilir, yatacak döşeğimin bile olmaması hüznüm olurdu!
İpler kopmuştu(47), sabır taşının çatlamasına gerek kalmaksızın. Kim bilir gerçekleşen olaya, ne zaman, kiminle, nerede ve nasıl karar vermişlerdi? Üstelik de nikâhta taraf olan birinin, yani benim hiçbir fikrim, düşüncem alınmadan, kararım, isteğim sorulmadan kendi kendilerine, kendilerince, yalnız başlarına böyle bir şeyi gerçekleştirmeleri hak mıydı?
Yasaların kimin, ya da kimlerin yanında olacağı belli idi! Zenginin malı, züğürdün çenesini yorardı. Yaşamda her şey olacağına varırdı.
Karılığını görmediğim, beni istemeyen birini, ben de istemezdim. Hatta yüzüğünü bile iade ederken yüzünü görmeği bile. Ziynetlerin, takıların hepsini almıştı, keşke nişan yüzüğüm de aldıklarının arasında olaydı.
Dost bir avukata yaşamımda geçenleri anlatarak ve yüzüğü vererek vekâlet verdim, bir bakıma mahkemede ses çıkarmamasını rica ederek.
Boşandık…
Üzüldüğüm şey Boşanma Sözleşmesi(48) yapmak istemesiydi, “Yazsın, yazdırsın, her ne ise imzalarım!” dedim. Demek ki huysuzluğunun limiti(49) varmış, vazgeçmiş!
Yalnızlığa ancak Tanrı dayanırdı(50). Belirli bir süre annemin kucağında, koynunda yaşarken, huzursuzluk yaratmış olsa da, bir eş himayesinden(51) sonra bazı şeyleri göğüslemek, bekâr bir vatandaş(!) olarak benim için gerçekten zordu.
Annem; bebekliğimi, çocukluğumu bırak, delikanlılığım, gençliğim, hatta evliliğimde bile (yani yaşadığında) “Al bebek-gül bebek” tavır ve davranışları ile çok şımartmıştı beni.
Ve ben şimdi sap gibi(52) açıktaydım. Ne yapacağımı bilemiyordum. Boşandığım karım nedeniyle, onunla evcilik(!) oynadığımız zamanlarda komşularımızla aramızda bir mesafe oluştuğundan dolayı kimden, nerden, nasıl yardım alacağımı da bilemiyordum üstelik.
Âlime kocasıyla birlikte, kocasının ailesinin yanındaydı, öğrendiğim kadarıyla. Bu nedenle karşımda iki yaşlı, kendi hallerinde dul kadın vardı; Âliye ve Muhdes.
İkisinden de yardım dilemeyi düşündüm; “Bedeli Mukabilinde.”
Bu yaşa gelmiş, annemden ve kadın olarak beni terk etmiş olsa da, sadakatim, karımın varlığı nedeniyle emek isteyen başka bir aşkı düşünmemiş, birine âşık olmayı, sevmeyi bile aklımdan geçirmemiştim.
Biliyordum ki evlilik yuvası kutsal bir mekân, ulvi(53) bir müessese idi. Tüm olumsuzluklara, ayrıldığım, daha doğrusu beni boşayan karımın huysuzluklarına, huzursuzluklarına, kıskançlıklarına rağmen inancımdı bu düşünce.
Ve biliyordum ki; yaşımız olarak “İnsanlar sonbaharları, kışlar arifesinde ayrılık mevsimi kabul etmişlerdi. Kaderde eğer ayrılık varsa ve insanlar bunun kış mevsimi ile son olacağına inanıyorlarsa, kışın çabuk gelmesini düşlemek bahanedir, imkânsızlıktır. Çünkü ne sonbahar kışın gelmesini bekler, ne de kış; “Hele sonbahar tükensin, bir bakalım!” diye beklerdi.
Ve sonrası Âşık Veysel ve; “Sadık yârim kara toprak…(54)”
Ben bu idim ve ben bundan başkası olamazdım. Sevebileceğim, bu sonbahar mevsimini tükettiğim yaşlarda hayat arkadaşım olacağına inanacağım birine rastlayacağıma inanmıyordum.
Ola ki, böyle birine rastlayıncaya kadar yaşamak çilesini yaşayacaktım, kışa çeyrek kalaya kadar, peki o zamana kadar elden ayaktan düşmeksizin zamanı tüketmeye nasıl tahammüllü olacaktım ki?
Kapısını tıklattım Âliye’nin, eski göz aşinalığımız(55) hatırına. Bu kadar yaş yaşamış olmasına, bana göre çileler çekmiş olmasına karşın hâlâ güzeldi. Ona neden zamanında âşık olmadığımı düşündüm.
Ancak itiraf etmeliyim ki bir fevkaladelik(56) yoktu bedenimde, gönlümde, ruhumda. Onunla karşılaştığımızda ne kalbim küt-küt atıyor, ne gözlerimi gözlerinden kaçırmak, ne ellerini tutmak, ne de kucaklamak, öpmek arzusunu yaşamıyordum.
Durgunca bakıyordum, kapıyı açtığında yüzüne.
İçerideki odalardan birinden öğürtü-böğürtü(57) karışımı bir ses gelince, Âliye kapıyı açık bırakıp; “Bir saniye!” deyip içeriye, sesin geldiği tarafa yöneldi.
O kapının olduğu bölümde oturak şeklinde bir tuvalet sandalyesi, mavi, uzun, kocaman bir oksijen için olduğunu düşündüğüm bir tüp vardı.
Boş bir-iki ilâca ait karton kutular ve poşetler içinde ve işaretli, plâstik bir kutu şeklinde, saatlere ya da günlere göre sıralanmış olduğunu tahmin edebildiğim ilâçlar ayrıca gözüküyordu bir kenarda, sehpa üzerinde.
Ve etajer(58) üstünde kola kutularına benzer kahverengi teneke kutular, ayrıca yatağın hemen yanı başında büyücek kullanılmış kâğıt peçeteler olan bir yoğurt kâsesi görünüyordu, yatanı göremiyordum, ama.
Âliye tekrar geldi kapıya.
“Saklayacak bir şey kalmadı. Sizden sır çıkmaz sanırım. Gelin, görün, kim kime, dumduma(59) bir dünyada nelerle ve nasıl yaşamaya çalıştığımı?” diyerek yana çekilince, çekinerek de olsa görmem gerekenin görmemem gerektiğini düşündüm. Âliye titiz bir kadın olsa gerekti, tanımadığım. Hemen terlik uzattı ve ayakkabılarımı çıkartmamı bekledi.
Odanın köşesindeki yatakta yatıyordu Muhdes Abla ve ben onun kapısının günlerdir açılmadığının, yüzünü görmediğimin farkında değildim.
Ve üstelik benim tanıdığım, zamanında bildiğim Muhdes Abla değildi o yatakta yatan; zayıf, kuru, bir deri, bir kemik, kemikleri bile görünür, kaburgaları aşikâr(60) olarak sayılır gibiydi.
Gördüğüm, kâğıt mendillerle desteklenmiş yoğurt kabı onun tükürük hokkasıydı bir bakıma. Başucunda serum askısı, daha önce kapıdan gördüklerime ek olarak elinde bir televizyon kumandası vardı, televizyon kapalı idi, ama...
Yarım bardak, üstü peçeteyle kapalı su bardağı da çekmişti dikkatimi, her nedense ve kapıya kadar ulaşan sesinden ve karşısında durduğumda sessizliğinden anlayabildiğim kadarıyla konuşmasında bir sıkıntısı vardı Muhdes Ablanın, dili dönmüyor, elleri oynayamıyor, gözleriyle bir şeyler anlatmaya çalışırken inliyordu sanki.
Âliye’ye ve Muhdes Ablaya, bu koşullarda nasıl; “Bana yardımcı olun!” diyebilirdim ki? Kendi dertleri kendilerine yetiyordu zaten. Yalan söylemek zorunda kaldım;
“Hissetmiştim zaten bir şeylerin doğru gitmediğini. ‘Bir yardıma ihtiyacınız var mı?’ diye çalmıştım kapınızı. ‘Maddi-manevi, getir-götür, al-yap!’ gibi herhangi bir şeye ihtiyacınız olursa çekinmeyin, kapım açık, bir ağabey, bir kardeş, bir evlât gibi çalın kapımı, evdeysem mutlaka açarım kapımı size…”
“Sağ ol kardeş! Âlime ve damat Allahverdi ve ailesi Azeri mi, Kürt mü, Türkmen mi, ne birini bulmuşlar, bugün-yarın o bize yardıma gelecek. Çünkü tek başıma halledemiyorum annemin ve evin işlerini, ihtiyaçlarını…
Çarşıya bir ekmek almak için bile çıktığımda bir gözüm arkada kalıyor. Düşünmekten yoruldum, bu yaşlarda çoktan ihtiyarladım, herhalde…”
“Yaptığın yanlışlığı yüzüne vurmayacağım Âliye. Bundan böyle ne ihtiyacınız olursa, günlük, haftalık hatta aylık listeler hazırla. Doktorsa doktor, ilâçsa ilâç her ne gerekiyorsa…
Yaz ve kapımdaki gazete sepetine koy, canın ne zaman isterse, ya da ne zaman ihtiyacın olduğunu hissedersen. Ben işimden döndüğümde, cumartesi-pazarları ise Muhdes Abla rahatsız olmasın dileğiyle mutlaka kapınızı tıklatarak dileklerinizi öğrenir, alır ve aynı şekilde kapınızı tıklatarak bırakırım…
Tamam, minnet(61) altında kalmak istemezsiniz, biliyorum, fişe göre bedelini de sizden alırım ve bu olay benim için asla zahmet olmaz, gönlünüzü ferah tutun(62)!”
“Sağ ol kardeşim! Sanırım o kadın gelince yüküm hafifleyecek, ama ben de kendimi iyi hissetmiyorum, belki yılların birikimi yorgunluğumdan. Bu nedenle ‘Yardım ederim!’ dileğinize ‘Hayır!’ demek içimden geçmiyor!”
Bu tatil gününde evime geri çekilirken karmaşık düşünceler içindeydim. Ne ummuştum, ne bulmuştum? Üstelik bir umut da şekil bulmuştu gönlümde. Acaba Âlime ve eşi bana da bir yardımcı bulabilirler miydi?
Yabancı biri olamazdı, çünkü misafir edemezdim, elin ağzı torba değildi ki büzesin! Her sabah ben daireye gittikten sonra gelecek, akşam ben gelmeden önce gidecek gibi çalışmalıydı, evim için.
Yahut da haftada bir-iki gün gelip temizlik, çamaşır, ütü, yemek falan yapıp gidecek…
Düşüncemin saçmalığına ve Âlime’nin teklifimi kabul etmeyeceğine kesinkes inanıyordum. Ama hani, Âliye’lere gelecek olanın kardeşi, akrabası, arkadaşı olsa da Muhdes Ablalarda kalsa, masrafı ne olursa olsun ben ödesem, ben evde yokken benim evime baksa fena mı olurdu ki?
Ya da Âliye’lere gelecek kadın, boş, ya da uygun vakitlerinde benim evimle de ilgilense…
Yalnızlık kötü, gerçekten çok kötüydü, hele ki benim gibi kendine yetmeyen, iki yumurtayı kırmayı, bir mendili yıkayıp ütülmeyi falan bilmeyen biri için. Üstelik çekincelerim, mahcubiyetlerim ve tereddütlerim nedeniyle kimseden yardım isteyemiyordum. Ama bunun da böyle gitmemesi gerektiği düşüncesindeydim.
Hani derler ya; “Bir musibet bir nasihatten evlâdır!” diye, bir evlilik tecrübesi geçmişti başımdan, sevgi olmadan. Bu nedenle; ‘Yalnızca ev işlerimi yapsın!’ diye bir kadını evime almak, kaba anlamda ev işleri için hizmetçi gibi düşünerek (kaba anlamda) evlenmek düşüncesi yanlış geliyordu bana, her ne kadar ben önce ölecek olup da tüm mal-mülk varlığım onun olacaksa da.
O kadının hiç mi yaşamak istediği, özendiği bir hayatı olmayacaktı ki, benim bencilliğimin esareti(63) nedeniyle. Boğaz tokluğuna gibi bir ırgat(64) gibi beklentileri karşılanmayan, yakınlık, ilgi, sevgi ile hiçbir ilintisi olmaksızın mı yaşamalıydı o?
Yazıktı, günahtı, yanlıştı, bu bana yakışmazdı, yakışmamalıydı da hem.
Bir akşamüzeri mesaiden dönüşte rastladım onlara. Âlime, eşi Allahverdi, Âliye ve Türkçesi zor anlaşılır o genç hanımla…
O hanımı görünce birden benzetmek belki hoş bir görüntü olmayabilir bir şerare(65) oluştu tüm varlığımda, başka türlü ifade etmeye beynimin çalışmadığı, anlatmakta zorlanacağım.
Türkçesinde tereddütler olan kadın, yıllardır beklediğim, gönlümdeki, düşlerimdeki, hayallerimdeki kadındı sanki. Ancak edepli(66) olmam gerekti.
Kimin kitabında yazardı ki namahreme(67) el uzatmak, göz süzmek(7), komşusuna gelen genç bir kadına yan gözle bakmak(7)? Ama düşünmek, hayal etmek, rüyalarında şekillendirmek yanlış, ya da yasak olmasa gerekti…
Günler geçti aradan suskunluğumla, işyerimden odacı, kapıcı gibi arkadaşların eşlerinin evim için destek olduğu günleri geçirdim, eğer yaşayarak denirse. Ama bu, bedelini gönlümce karşıladığıma inancım olsa da, ne kadar süre devam edebilirdi ki?
Karşımdaki evlerden el-ayak kesilmişti(68). Açılıp kapandığını bile hissetmiyordum, o evlerin kapılarını. Değil ki gönlümde şimşekler çaktıranı göz ucuyla görmem, görebilmem bile mümkün değildi.
Bazen ve özellikle hafta sonu tatillerinde kapıdaki gözetleme deliğinden dakikalarca gözlerimi ayırmama rağmen kimseyi, kimseleri göremiyordum karşılarımdaki kapılarda.
Bir Pazar sabahı ani telâş ve sesler dikkatimi çekti karşımdaki kapılarda oluşan. Âlime, eşi, Âliye ve o ağlıyor, ağlaşıyorlardı. Hak tecelli etmişti Muhdes Abla için. Asansör Âli Ağabey için yapılan hata tekrarlanmadı.
Salâsı verildi, cenazesi İslami usullere göre yıkandı, cenaze namazı kılındı; “Hatun kişi niyetine” ve gösterilen yere defnedildi, belki kocasından kilometre kadar uzak bir yere, hocanın daha önce belirlediği gibi.
Âliye o günden sonra konuşmadı, konuşamadı bir daha. Boş gözlerle bakıyordu etrafına.
Azeri bayan ki, ismi Dilşâd idi, dört dönmesine(69) rağmen o, olup biteni fark etmeksizin sabit gözlerle bakıyordu gökyüzüne ve uçaklara tıpkı benim gibi.
Annesinin vefatından sonra Âliye belki bencilliğimi ve art niyetimi gizleyerek onu sık sık ziyaret etmeme rağmen, beni ne anlıyor, ne konuşuyor, ne de bakışlarını değiştiriyordu.
Kızı ve damadıyla konuştum, acaba Âliye’nin başında dursam ara sıra, Dilşâd benim evime bakabilir miydi? ‘Hizmet bedelinin tümünü ben öderim!’ dedim, çekinmeksizin. Kabul ettiler karı-koca.
Tek konu kalmıştı, Dilşâd’ı ikna etmek! O da zor olmadı, çünkü en acıklı ve en sevecen tavrımı takınmıştım onun karşısında.
Hani bir söz vardı; “Evi .ok götürüyor!” diye. O örnek, evimin başka türlü tarifi mümkün değildi. Kızcağız neredeyse “48 saat başını evimden çıkarmadı” desem yeri. Ama Allah var, o Âliye’nin başına döndüğünde pırıl pırıldı evim.
Eee! Ben de gerzek(70) bir montofon(71) değildim ya! Hissettirmemeye gayret ederek, onun için gereği olduğunu düşündüğüm şekilde cebine 100 $ koydum. Ama hissetti;
“Maalesef yok!” dedi, hangi anlamda, ne için ve ne dediğini anlamaksızın cebinden çıkararak bana geri uzatırken, aynı şekilde cevap verdim;
“Maalesef var!” diyerek, parayı cebine koydum o hangi anlamda söylediyse, elini tutarak. Biliyordum ki damat Allahverdi onun ücretini dolar olarak ödüyordu, annesinin bakımı için, olası ki anlaşmaları gereği.
Elim, eline değdiğinde tuhaf, anlaşılmaz bir heyecan yaşadım, tıpkı ilk karşılaştığımızdaki gibi, hatta yandığımı hissettim(72), türküdeki gibi.
Eee! En cahil insan bile bilirdi ki, şerare, yıldırım, kısaca ateş yakardı insanı! Bunun için “Acaba doğru mu?” diyerek ateşe, tereddütle “Gerçekten yakıyor mu?” diyerek el uzatmağa gerek yoktu ki, ama olmuştu bir kere.
Cayır cayır yanıyordum(73), hem için için. Fark etmiş miydi? Sanmasın istiyordum. Biliyordu beni. Oysa ben sanmamıştım, ama hissettiğini de bilemezdim…
Cesaretimi toplayıp bir gün Âliye’yi ziyarete gittim, “Nasılsın?” demek anlamında. Her şey tertemiz, yerli yerinde ve Âliye’nin gözleri, gecenin pencereden izleyebildiği kadarıyla karanlıklarına rağmen ışıklarıyla göz kırparak geçen uçaklardaydı (sanırım).
Bana göre onu bu ışıklar, sesler ve geçişler dışında hiçbir şey, ya da şeyler ilgilendirmiyor gibiydi.
“Anlat Dilşâd!” dedim.
“Anlatmak çok, ama yok! Hasret var, kocaman, kız çocuk Dilâra için!”
“Kızın mı var? Peki kocan?”
“Koca yok! Başka bir kadın! Yok, mahkeme falan işte! Nasıl denir?”
“Boşandın, yani ayrıldın kocandan!”
“Hah! Öyle işte! Boşandın!”
“Sen boşandın!”
“Sen boşandın, tamam anladım!”
“Tamam, ben boşandım!”
“Tamam! Ben boşandım! Bundan sonra sana sana güzel bir Türkçe öğretmeye çalışacağım, hazır mısın?”
“Güzel Türkçe! Ben biliyor zaten çok, zaten! Ekmek, su, maalesef, peki…
Daha birçok söz, kelâm…
Ama öğret, çok güzel! Hazır var!”
“Peki, yarın başlıyoruz!”
“Yarın, peki! Diksiyoner var bende, Azeri-Türkçe!”
“Onun adı sözlük…”
“Tamam! Anladım!”
“Ne, peki?”
“Mımmgh!”
“Sözlük?”
“Sözlük!”
“İlk kelime, ilk ders...
Haydi, şimdi Allahaısmarladık! Allah rahatlık versin, iyi geceler!”
“Bana da!”
“Ha! Sana da!”
“Ha! Sana da!”
Bazen şaka yapıyor sanıyordum, anlamazdan geliyormuş gibi. Âliye zaten dilini yutmuştu, belki duymuyordu bile beni.
Bilemiyordum, tepkilerini aşırı boyutlarda gözlemem mümkün değildi. Âlime ve kocası onunla nasıl anlaşıyorlardı, işte onu anlayamıyordum.
Gözlemlediğim kadarıyla, Âliye’nin iyileşme umudu gözükmediğine göre, bu genç kadın baktığı sürece ona Türkçeyi öğretmeye çalışmak boynumun borcu gibi görünüyordu. Tek sorunum; kızına karşı aşırı özlemiydi ki, bunu bilmem, anlamam mümkün değildi.
Hani insanların yaşamlarında; “Jeton düştü, triling!” denen bir söz vardı. Televizyonda seyredecek bir şeyler bulamamanın sıkıntısıyla, sağ-sol, kanallar arasında zapping yaparken(74) bir dizideki “Çakma Evlilik” sözü dikkatimi çekti. Ne olduğunu öğrendim!
“Neden olmasın?” dedim. Evimin bakımı, temizliği için rıza göstermişti, belki “Çakma Evlilik” konusunda da razı edebilirdim onu, para-pul almadan veya vermeden ve “Kendim için bir şey istiyorsam, namerdim(75)!” diyerek.
Gerçekten içimdeki düşüncem, onun kaygı duymasını gerektirecek hiçbir şeyi aklına getirmemesi, kızını yanına alabilirse özlemini dindirmesi idi. Bu durumda kızına iyi bir eğitim olanağı da sağlayabilirdi.
Bu; ayrıca ikide bir ülkesine dönme gerekliliğinin önüne geçmek ve giderlerden kurtulma anlamına da gelebilirdi, eğer teklifimi kabul ederse.
Ve Âliye’ye bakmadan önce nerede yaşıyorsa, masrafa girmeksizin benim evimde ana-kız yaşamlarına devam edebilirlerdi. Ben akşamdan akşama, onların olacak odanın kapısı kilitlendikten sonra gelirdim eve, ya da ne bileyim, gelsem de onları rahatsız etmemek için yemeğimi tıkınır tıkınmaz odama geçerdim.
Bunun için ilk emirde(76) odam için bir televizyon almam yeterli olacaktı. Teklifim kabul edilirse hemen kolları sıvayıp(77) televizyon almayı plânlamak yeterli olacaktı, benim için. Tabiidir ki her şeyden önce düşüncemi doğru, dürüst ve anlaşılır bir biçimde anlatmalı Âlime ve kocasının kanaatlerini öğrenmem, hatta desteklerini beklememin gerekliliği idi. Bazı şeyleri övünme konusu yaparak “Sayemde” demek bana yakışmazdı.
Ertesi akşamı zor ettim, önce Allahverdi’ye fısıldadım düşüncemi, o da Âlime’ye söyleyip danışmış ki, beraberce geldiler ve Dilşâd’ı karşıma oturtarak konuşmaya başlamamı beklediler…
Başlangıçta mırın-kırın etti(78), “Çakma Evlilik” sözünden bir şey anlamamış olsa gerekti. “Kızın için” deyince, odalarının, yataklarının ayrı olacağını, beraber olmayacağımızı vaat edince akan sular duruldu.
Hemen evlenmek istedi Dilşâd. Ama mümkün olmadı, evlenmemiz için iki aydan fazla bir zaman gerekmişti. Hem Türkçe öğrenmesinde, hem evimdeki kendine göre düzenlemelerde, hem de belki duygusal düşündüğüm varsayılabilir, ama yakınlaşmamızda da mesafe kaydetmiştik gibime gelmişti.
Bu arada hemen ifade etmeyi gerekli görürüm ki; Dilşâd Âliye’ye hizmetlerini asla eksik etmemişti, kaza ile de olsa(!) gerçekten yakınlaştığımızın farkına vardığımızda da…
Evlendik!
O, bakmakla yükümlü olduğu evde kalacak, ben kendi evimde olacaktım. Nikâh Memurunu evime davet etmiştim, giderlerini karşılayarak. Site Yöneticisi ile Blok Yöneticisini de şahit etmiştik evliliğimize, hiçbir şey belli etmeksizin.
Onların mümkün olursa bir süreliğine, hatta devamlı olarak “Evliliğimizi unutmaları iyi olur!” diye düşünüyordum, dallanıp budaklanmasın umuduyla.
Çekince mi? Asla! Bu konudaki yasaları biliyor olmama rağmen. Üstelik (affedersiniz, yanlış düşünülmesini istemem) ben her şeye hazırdım, “Çakma” değil “Gerçek” bir evlilik için bile. Ancak bu konuda bilmediğim duygular için “İmam” çağırmamıştım, biliyordum ki sadece yasalar huzurunda değil, Tanrı huzurunda da evlenmek gerekliydi, kutsal bir evlilik için.
Ayrıca Dilâra kızım olsun, bir an önce gelip yerleşsin istiyordum yaşamıma.
Dilşâd bir an önce ülkesine gitmek, kızına kavuşmak ve beraberce dönmek isteğini belirtti, gerekli Evlenme Cüzdanı, Türkiye adına pasaport çıkarmak vb. gibi formaliteleri(79) neredeyse anında hallettikten, çok kısa bir zaman içinde denecek kadar hemen ertesinde.
Âlime’ye rica etmesine gerek yoktu. Ben, benim soyadımla ona gidiş ve tarihi açık dönüş bileti almıştım. Eksikliğim Dilâra’nın soyadını öğrenmemiş olmamdı, üstelik o ülkenin bu konuyla ilgili kurallarını bilmiyordum.
Garabet şu ki, sevinçle yola koyulan ne Dilşâd’a, ne de elçiliğe gidip yetkililere sormuştum, üstelik kuralları internetten araştırmak bile geçmemişti aklımdan. Kızının dönüş için uçak biletini almak için yeterli miktarda parasının olduğunu bilmeme rağmen,
“Gerekebilir! Harcamazsan dönüşte verirsin!” şeklinde ısrar ederek bir miktar döviz vermeye gayret etmiştim. Israrlarıma rağmen kabullenmeyince bir vesile ile çabamı hırsızlık modunda çantasına gizlice koyuvererek gerçekleştirmiştim.
Fark etmemişti, bu da sevincim olmuştu. Uğurlamaya gelmemizi istemedi, hem hiçbirimizin, anlamamızın imkânsız olduğu bir şekilde.
“Elveda!” dedi.
“Temelli ayrılmıyoruz ki, kızını alıp döneceksin inşallah. Üstelik resmen olmasa da kocanım ben senin. O zaman ‘Görüşmek üzere!’ demen daha doğru…”
Sarılıp kucaklama arzusu duymuş olsa gerekti, hareketinden anladığım kadarıyla, sonra utandı galiba, minnettarlığının ifadesi gibi düşünüp vazgeçti, uluorta görünmekten, görülmekten.
“Görüşmek üzere, benim kocam!”
“İyi yolculuklar benim sevgili karım, kızımızla beraber çabuk dön, e mi?”
“E mi ne demek?”
“Sanırım ‘Evet de!’ anlamında bir söz!”
“Evet de!”
“Sadece evet!”
“Evet, e mi?”
Onu götüren taksinin ardından Âlime su dökerken, Allahverdi’nin de dudakları kıpırdıyor, sanırım dua ediyordu, elimden geldiği için ben de Allahverdi’ye katıldım.
Dilşâd’ın elinde çantası, kısa süre içinde akrabaları, konu-komşuları için istiflediği ufak bir valiz vardı. Muhtemelen gidip hemen gelmeyi düşündüğü için bavul ve gerekli gördüğü eşyalarını almamış, Âliye’nin evinde bırakmıştı.
Onun bindiği taksi köşeyi dönünceye kadar, benim de sırtımı dönesim geçmedi içimden, gözlerim peşi sıra onu takipteydi ve itiraf etmekte zorlansam da, hislerimde yanılmadığımdan emin olarak; “Âşıktım! Çakma Karıma!”
Bu ayrılığa tahammülüm yok gibiydi, çabucak sahiplendiğim kızıma kavuşmayı zorunlu olarak bekliyor olmama rağmen. İnsan elinde olan mutluluğu yitirme endişesini yaşadığında, yaşamak istediklerini daha dokunaklı olarak hissediyordu (galiba).
Bomboştu ellerim, Âlime ve kocası yanımda olmasalardı, beraber gitmeye, hiç olmazsa arkasından el sallamaya cesaret edebilir miydim? Görür müydü, en basitinden hissedip döner miydi, belki de benim yaşadığım duyguları yaşar gibi.
İnsanlar çok zaman iyi olmayan duyguları, hisleri, haberleri kendi kendilerine yaşamayacaklardı ya. İyi, güzel, hoş haberlere, gerekliliklere de muhtaçtılar benim gibi.
Bir süre geçti aradan, geçmek mecburiyetinde olan.
Âliye’yi özlemiştim. Yatağının yanına çöktüm, elini koklayıp öperek. Akşamın karanlığında bir uçak geçti sanki evimizin üzerinden ışıklarını kırparak, işaret verir gibi. Annesini yitirdiğinden beri dudaklarını bile kıpırdatamayan Âliye, tavan yokmuş da uçaktakileri görüyormuş gibi elinin göğe doğru uzatarak;
“O! O!” dedi iki kez.
Ne olduğunu anlayamamıştık Âlime ile birlikte, derin bir iç çekmişti Âliye, nefesi sıklaşmıştı, sanki dua ediyordu içinden, dudaklarını belli belirsiz kıpırdatmasından anladığımız kadarıyla. Bunun bir sekerât(80) belirtisi olabileceği geçmedi o an düşüncemizden.
Daha yaşamalıydı; içine doğan “O!” olanı, olanları karşılamalı, görmeli, kucaklamalıydı.
Gözlerimiz üzerinde Âliye yatağında dinlenirken, vakit önemli değil gibi görünse de “O!” işaretinin üzerinden yaklaşık iki saat kadar bir süre geçtikten sonra kapı zili çaldı. Gelenler; “O!” ve “O!” idi; Dilşâd ve Dilâra.
Âliye belki de sürpriz yapmak için sessiz ve habersiz gelme gayretinde olanların uçağının geldiğini işaret etmiş olmalıydı, günler sonra ağzından çıkan iki hece ile.
Âliye’nin beklentisi Dilşâd olsa gerekti. Dilâra’yı hasret dindirmek istercesine kucaklayarak evime zor yetiştirdim. Zannımca Âliye emanetini teslim etmek üzereydi ve Dilâra’nın onu o şekilde görmesinde hiçbir makul(81) ya da mantıklı(81) neden yoktu.
“Hemen dönmeye çalışacağım kızım!” dedim, ikinci bir seferde çanta ve bavullarını kapı önünden alıp evime taşıyarak.
Âliye önce derin bir nefes aldı, dudağında bir tükürük kabarcığını şekillendirdikten sonra ruhunu teslim etti, daha yaşlanmadığının belirtisi gibi gözleri açık…
Yapmamız gereken işimiz çoktu, ama Dilşâd bir ara benim evimize yönelmemizi işaretledi.
Kapıdan içeri girdiğimizde, yaşadığı teessür(82) ve acıyı içtenlikle hissetmesine rağmen kızından çekinmeksizin kucakladı beni ve belki de “Şimdilik kaydıyla” hüznünden sıyrılarak;
“Dilâra! Bu; Burak Baba… Çok çok iyi bir baba... Öp onu ve sen ne diyor, onu söyle ona!”
Dilâra yaklaştı yanıma, elimi öperken;
“Burak Baba!” dedi…
YAZANIN NOTLARI:
(*) Çakma Evlilik; Tayin (Genelde memur, öğretmen ve askerler için), çalışma izni (Türk Vatandaşı olarak bar, pavyon, fuhuş konuları, cinsel tercih eşcinseller için), aile baskısı (İstek dışı, ya da hata ile oluşan ilişkiler, hamilelikler için), yerleşme, oturma belgesi temini gibi nedenlerle, çok bakımdan para karşılığı yapılan anlaşmalı evlilik. (Evli olmak şart değildir).
Muhdes; Sonradan meydana gelmiş, eskiden olmayan, anlamında bir kelime olmakla beraber şeriata, ilmihallere göre belki de mecazen “Temizliği gitmiş, abdest alması, hatta gusletmesi gerekmiş anlamındadır. Bu ismi kullanmaktaki amacım buydu. Bu vesile ile Kur’an’dan Alınan Yanlış İsimleri söylemem gerekiyor. Çünkü o kadar çok insan Kur’an’da geçiyor diyerek çocuklarına yanlış isimler veriyorlar ki! (Başvuru Noktası: 01.KASIM.2012, Bütün Dünya Dergisi, Orhan VELİDEDEOĞLU’nun “KAPRİS” adlı yazısı) Ufacık bir iki not; Asiye; Allah’a isyan eden, Aleyna; sıkıntı-belâ, İrem; sahte cennet, Sanem; put gibi. Bu konuda Haber Türk Gazetesinde bir müftünün yazısını okumuştum (eserde bu da geçiyor, 09.EKİM.2012). Müftü şöyle demiş; “Kur’an’da var diye her isim çocuğa konmaz!”
Safiye; Katışıksız, duru, arı, seçilmiş, katışıksız, bozuk değil, temiz.
Âli; Yüce, yüksek.
Âliye; Yüce, yüksek, bir şeyin yukarısı, tepesi. Şerif ve aziz olan.
Âlime; Bilgin kadın.
Dilşâd; Sadık. Gönlü hoş, sevilmiş. Sevinmiş, kalbi hoş olmuş.
Dilâra; Gönül alan, gönül kapan, gönül okşayan, gönlü dinlendiren. Bir makam ismi.
Burak; Peygamberimiz Hazreti Muhammet’in Miraç Gecesinde üstüne bindiği söylenen efsanevi at.
Bildiğim, ya da öğrenebildiğim kadarıyla (çünkü isimler ve yaşanan olaylar değişik biçimlerde olsa da kısmen yaşanmıştır) Azeriler önceleri Kiril ve Arap alfabelerini kullanıyorlardı. Bugün ise Latin harflerini kullanmaktadırlar. Ancak “k” harfi olan bir kısım isimlerde bu harf “q” şeklinde kullanılmaktadır; Qısmet (Kısmet), Gülyanaq (Gülyanak) gibi. Azerilerde en çok kullanılan isimler; genelde “gül” ismiyle oluşturulmaktadır (Sebebini öğrenemedim); Gülsüm, Adıgül, Açangül vb. gibi. Bir de benim öyküde kullanmaya çalıştığım Dilara (Aslı; Dilâra), Dilşad (Aslı; Dilşâd), Fatima, Fatime (Aslı; Fatma) gibi isimler de oldukça çok kullanılmaktadır. Ya da ben daha çok bu kadın isimleriyle karşılaştım!
(1) Yakamoz; Geceleri denizde, balıkların ya da sandal küreklerinin kımıldanışıyla su içinde oluşan ışıltı. Gizlendiği yer belli olmak, görülmek.
Panorama; Yüksek bir yerden bakılınca göz önünde uzanan geniş genel durum ya da görünüm.
(2) Arabesk; Araplara özgü, Arap genellemesiyle ilgili her şey.
(3) Haz Etmek (Haz Almak, Haz Duymak, Hazzetmek); Hoşa giden duygulanma, hoşlanmak, keyif, tat ve zevk almak. Bir şeyden duyusal, hoşnutluk ve manevi sevinç duyma.
(4) Senfoni; Orkestra için bestelenmiş sonat biçiminde müzik yapıtı.
Sonat; Bir ya da iki çalgıyla seslendirilmek için bestelenmiş, üç ya da dört bölümlük müzik yapıtı.
Konçerto; Birlikte çalınmak üzere, orkestra ile bir solo çalgı için bestelenmiş müzik yapıtı.
(5) Çulsuz; Varlıksız, parasız, çulu olmayan.
(6) Lâmı Cimi Yok! Değişmez, kesin, başka yolu yok. Mazeret uydurmak gereksiz.
(7) Göz Ucuyla Bakmak (İzlemek, Görmek); Sezdirmemeye çalışarak, başını çevirmeksizin yandan bakmak, izlemek, göz kuyruğuyla bakmak, süzmek.
Göz Süzmek; Göz kapaklarını birbirine yaklaştırarak nazlı nazlı, anlamlı, anlamlı bakmak.
Yan Gözle Bakmak; Bakmıyormuş gibi yaparak göz ucuyla, belli etmeden bakmak.
(8) Hobi; Kişinin işi, meslek çalışması, asıl uğraşı dışında, dinlendirici bir iş olarak yaptığı, oyalayıcı şey.
(9) Nesep; Baba soyu, soy ismin devamı.
(10) Acz İçinde Olmak (Kalmak); Gücü yetmemek, becerememek.
(11) Zerre; Çok küçük, ufak parçacık. Molekül. Tanecik. Granül. Partikül.
(12) Zevahiri Kurtarmak: Görünüşü kurtarmak. (Bir bakıma da bir işi gereğine uygun değil, yapıyormuş görüntüsü ile üstünkörü yapmak.)
(13) Hak Getire; Yoktur, bulunmaz, ne arar gibi olması gerekip de olmayan şeyler için kullanılan bir deyim.
(14) Salâ; Essalat, Salât. Müslümanları bayram ve Cuma namazlarına çağırmak, bazı yerlerde cenaze için kılınacak namazı haber vermek için minarelerde okunan dua. Namaz, dua.
(15) Garabet; Yadırganacak yönü olma, gariplik, tuhaflık.
(16) Hayıflanmak; Acınmak, yerinmek, esef etmek, kaybedilen bir fırsat için üzülmek.
(17) Çilingir; Anahtar, kilit ve bunlar gibi demirciliğin ince işlerini yapan demirci ustası. İzin Belgeli olarak kapı, kasa vb. gibi açma işlerini yapan (görevli) kişi.
(18) Gâvur; İslâm’a göre peygamberi olmayan, Müslüman olmayan kimseler. Dinsiz, merhametsiz, acımasız, inatçı. (Yöresel olarak) Yabancı, el.
Cellât; Ölüm cezasına çarptırılanları asarak ya da başka tekniklerle öldürmekle görevli kimse. Acımasız, katı yürekli. İriyarı ve sert görünüşlü kimse. Gözünü kırpmadan suç işleyen, katı yürekli, acımasız.
Asansör; Öyküdeki anlamı rezilce bir bilmece. İngiltere’de sir (sör okunur) unvanı baylara veriliyor ya. Cellât da genel de asan bir adam olduğu için sözüm ona “asan adam” anlamında “asansör” olarak bu kaba espriyi öyküye eklemekte sakınca görmedim. Aslı; Elektrikle işleyen, çelik halatlarla çekilen ve genellikle dik raylar arasında hareket eden, yapılarda insanları yukarıya çıkarmada, ya da indirmede yararlanılan araç.
(19) Darağacı (İdam Sehpası); İdam Mahkûmlarını asmak için kurulan düzenek.
(20) Seremoni; Tören. Genellikle resmi yerlerde, resmi işlerde uyulması gereken kural, yol ve yöntemlerin tümü. Maça çıkan sporcuların tanıtımı ve birbirlerine şans dilemeleri, hakemlerin sporcuları kontrolleri.
(21) Bihakkın; Hakkıyla, haklı olarak, gerçekten, tamamıyla.
(22) Ketum; Sır saklayan, ağzı sıkı insan.
(23) Statü; Bir kuruluşun çalışmasıyla ilgili tüzük, kararname, nizamname. Bir topluluk ya da toplum içinde bir kimsenin durumu, ya da kazandığı saygınlık.
(24) Eften Püften; Baştan savma yapılmış, dayanıksız, derme çatma, çürük, değersiz.
(25) Al Takke, Ver Külâh; Uğraşa didişe, çekişe çekişe. Aralarındaki senli benli dostluğu sürdürerek.
(26) İpotek; Bir borcun ödeneceğine güvence olarak, borç ödenince kaldırılmak koşuluyla, borçlunun ortaya koyduğu bir taşınmaz üzerinde alıcı lehine tapu siciline işlenen kayıt.
(27) Tescil; Bir şeyi resmi olarak kaydetme, resmileştirme, kütüğe geçirme, bir taşınmazın üzerindeki hakkın kurulması için tapu kütüğüne düşülmesi gereken kayıt.
(28) Cümbür Cemaat; Bazen “Cumhur Cemaat” olarak da telâffuz edilen deyim; toplu olarak, hepsi birden gibi bir anlam taşımaktadır.
(29) Apansız; Hiç umulmadık, beklenmedik bir zamanda, çok ansızın.
(30) Statü; Bir kuruluşun çalışmasıyla ilgili tüzük, kararname, nizamname. Bir topluluk ya da toplum içinde bir kimsenin durumu, ya da kazandığı saygınlık.
(31) Görücü Usulü; Birilerinin (özellikle anne-baba) genellikle oğlan yerine, kız yerine de olabilir birini beğenmesi ve onunla konusu geçenin evlendirilmesi. Bir bakıma sevişerek evlenmenin zıttı bir olay da sayılabilir. Görücü usulü evlenmede damat veya gelin adaylarının birbirini görüp-beğenmesi şart değildir. Aile büyükleri karar verdiyse “Siz bilirsiniz!” söylemi ile bu iş biter. Bundan sonra söylenecek tek söz; “Onlar erecekler muratlarına, biz çıkalım kerevetlerine!” dir.
(32) Evlilikte başarının aranan kişiyi bulmakta değil, aynı zamanda aranan kişi olmayı bilmektir! Foster WOOD
(33) Çenesi Düşük; Geveze, çok konuşan, gereksiz şeyler söyleyen.
Egoist; Bencil. Öncelikle ve yalnız kendini düşünen, kendi çıkarlarını herkesinkinden üstün tutan, hodkâm, egoizm ve bencillik öğretisine inanan. Kendisiyle ilgili sürekli bir takım özelliklerinden bahseden birey.
Kendini Bilmez; Ne yaptığını bilmeyen, haddini aşan.
Huysuz; Huyu iyi olmayan, geçimsiz, şirret.
İçten Pazarlıklı; Öfkesini, kinini, gizli niyetini, saklayan, açıklamayan, kimseye sezdirmeyen, iyi görünüp kötülük yapan, sinsi, ikiyüzlü, çıkarcı, kendisi dışındaki kimseleri önemsemeyen kişi.
(34) Hoşgörü (Müsamaha); Tolerans. Kolaylık göstermek, iyi karşılamak, ayıplamamak, hatayı görmezden gelmek, göz yummak. Kırıcı ve aşağılayıcı olmamak, affedici olmak, kendi görüşlerimize aykırı olan görüşleri sabırla karşılamak. Kendine, düşüncelerine ters gelse bile başkalarının düşünce, fikir ve davranışlarına karşı anlayışlı davranma, rahatsız olmama, tepki göstermeme.
(35) İllâ; İlle. Ne ve hangi şartlarda olursa olsun. Her halde. Hele. Ne olursa olsun. Özellikle, mutlaka.
(36) Sözüm Ona; Küçümsenen şeyler için sözde, sanki güya anlamındadır.
Tez Elden; İvedilikle, çabuk olarak, çabucak.
(37) Suların Durulması; Ortamın sakinleşmesi, yaşamın eski durumuna gelmesi.
(38) İrade; Dilek, istek. Buyruk.
(39) İmalı; Dolaylı olarak, üstü kapalı bir biçimde demek istediğini anlatma, bildirme, ihsas etme, açıkça belirtmeme.
Sitemli; Bir kimseye yaptığı bir hareketin veya söylediği sözün üzüntü, alınganlık, kırgınlık vb. duygular uyandırdığını öfkelenmeden belirtme hareketi.
(40) Hezeyan; Abuk-sabuk konuşma, hareketler yapma, sayıklama, ya da saçmalama.
(41) Ayyuka Çıkmak; Sesin yükselmesi durumu, açığa çıkmak.
(42) Vesselâm; İşte o kadar, son söz budur.
(43) Asayiş; Bir yerde korku ve kaygı verici hiçbir şeyin bulunmayış durumu, düzen ve güvenlik içinde bulunma.
(44) Alelusul; Âdet yerini bulsun diye, yol-yordam gereğince, kurallara uygun bir biçimde.
(45) Tamah; Açgözlü davranmak, açgözlülük, çok istemek.
(46) Tam Takır-Kuru Bakır; İçinde hiçbir şey olmayan, yok, bomboş, anlamında kullanılan bir deyim.
(47) İplerin Kopması; Dostluk, arkadaşlık gibi insani ilişkilerde tüm bağlantıların yok olması.
(48) Boşanma Sözleşmesi (Boşanma Protokolü); Boşanma konuları olan velâyet, mal paylaşımı, nafaka ve tazminat gibi konuların yer aldığı, ayrılmak üzere başvuran eşler arasında tüm konularda uzlaşma olduğunu belirten Medeni Kanunda belirtilmiş anlaşma boşanma şartlarının sağlandığına dair bir sözleşmedir.
(49) Limit; Son, en uçta. Bir şeyin nicelik bakımından son sınırı, erişebileceği en son noktası, ya da yeri. Matematik terimi olarak; Değişken bir büyüklüğün, erişmek zorunda olmaksızın istenildiği kadar yaklaşabildiği değişmez büyüklük. Kısıtlama. Sınırlama. Belirleme.
(50) Tanrım tek başına koyma kulların; Sözlerini Sevgi SANLI’nın, müziğini Atilla ÖZDEMİROĞLU’nun yaptığı ve Ayten GÖKÇER’in seslendirip oynadığı “YALNIZ KULLAR” isimli müzik.
(51) Himaye; Koruma, gözetme, esirgeme, elinden tutma, gözetme, kayırma.
(52) Sap; Öyküdeki anlamı “Sap gibi işe yaramaz bir halde durmak”. Otlarda toprak üstünde bulunan ve bitkinin dal, yaprak, çiçek gibi bölümlerini taşıyan, ağaçlarda odunlaşarak gövde durumunu alan bölüm. Meyveyi, çiçeği, yaprağı dala bağlayan bölüm. (Ayrıca; Uluslararası bir terim olarak SAP; Bir şirketin herhangi bir bölümünün veya herhangi bir sürecinin bilgisayar ortamına dökülmüş halidir)
(53) Ulvi; Yüce, gökle ilgili olan.
(54) Dost, dost diye nicelerine sarıldım… diye başlayan “Benim sadık yârim kara topraktır!” şeklinde Sivas yöresinden bir Âşık Veysel ŞATIROĞLU türküsü.
(55) Göz Aşinalığı; Uzaktan ve zaman zaman görmekten ileri gitmemiş olan tanışıklık.
(56) Fevkalâde; Alışılmış olandan ayrı, olağanüstü, beklenmedik, görülmedik, işitilmedik, aşırı, çok fazla, çok iyi, çok üstün, çok güzel.
(57) Öğürmek; Kusarken ya da kusacak gibi olurken öğürtü sesi çıkarmak.
Öğürtü; Öğürme eylemi.
Böğürmek; Yüksek sesle, anlaşılmaz bir biçimde, ağlarcasına ya da korkunç bir öfkeyle bağırmak (Öyküde hakaret anlamı içermemektedir). Büyükbaş hayvanların bağırma şekli.
Böğürtü; Böğürürken çıkan ses. Böğürme sesi.
(58) Etajer; Raflı, kapaksız, taşınabilir dolap.
(59) Etajer; Raflı, kapaksız, taşınabilir dolap.
(60) Aşikâr; Besbelli, ortada olan, gizli olmayan, açık, apaçık, ayan beyan.
(61) Minnet; Yapılan bir iyiliğe karşı kendini borçlu sayma. Teşekkür etme. Gönül borcu. Müdana.
(62) Gönlünü Ferah Tut; Sözün aslı, Ayağını sıcak tut, başını serin; gönlünü ferah tut, düşünme derin!” şeklindedir. İnsan bedenini çökerten gam, keder, hüzün, hicran gibi olur olmaz şeylerden uzak durmayı öğütleyen bir sözdür.
(63) Esaret; Kölelik, tutsaklık, esirlik. Boyunduruk altında olma.
(64) Irgat; Tarım ya da yapı işçisi. Gemilerde ve yapılarda kullanılan yatay kolları olan ve birkaç kişi tarafından çevrilebilen alet (Bocurgat).
(65) Şerare; Kıvılcım.
(66) Edepli; Terbiyeli, iyi davranışlı, uslu, ince.
(67) Namahrem; Yabancı, el. İslâm hukukuna göre evlenmelerinde sakınca olmayan anlamında olmakla beraber kendisinden kaçınılması gerekenler, mekruh hatta günah sayılma durumu.
(68) El Ayak Çekilmek (Kesilmek); Ortalıkta kimse kalmamak. Issızlaşıp, sessizleşmek.
(69) Dört Dönmek; Bir işi yapmak için korku, heyecan, telâş, şaşkınlık içinde sağa-sola koşmak, çare aramak.
(70) Gerzek; Geri zekâlının kısaltılmışı, zekâsı yaşından geride olan.
(71) Montofon; Aslı Hollanda menşeli, oldukça cüsseli inek cinsi olmakla birlikte Türkçede kullanımı; tembellik yapan, oturduğu yerden kalkmakta zorlanan, anlayışı kıt, ya da anlayışsız, basit, vurdumduymaz kimse.
(72) Eli elime değdi de, hem ben yandım, hem kendi. Hatay yöresine ait türkü.
(73) Cayır Cayır Yanmak; Şiddetli acı çekmek, yanar gibi halde olmak. Çok şiddetli ve alevli yanmak.
(74) Zapping; Geçgeç. Televizyon izlerken kanalları hızlı bir biçimde geçme.
(75) Kendim için bir şey istiyorsam namerdim! Eski cumhurbaşkanlarından Süleyman DEMİREL patentli bir söz.
Kendim için bir şey istiyorsam namerdim. Allah' ım anneme güzel bir gelin nasip et. ANONİM
(76) İlk Emirde; Bir işe başlarken öncelik verilmesi gereken.
(77) Kolları Sıvamak (Paçaları sıvamak); Bir işi bütün gücüyle yapmak için hazırlanmak.
(78) Mırın Kırın Etmek; Bir isteği yerine getirmemek için çeşitli sebepler ileri sürmek, nazlanmak.
(79) Formalite; Yöntem ve yasaların gerektirdiği işlem. Yerine getirilmesi yasalarca zorunlu kılınan işlem.
(80) Sekerât ya da Sekerât-Mevt; Ölüm halinde çekilen sıkıntılar anlamında Arapça çoğul bir kelimedir, tekili “sekr” olup bir bakıma; “ölüm anında, ölüme çeyrek kala” diyebileceğimiz zamanda insanın canını verme anındaki ızdırap ya da baygınlık diye bilerek ve sevdiklerinin özünde bu olayı yaşamış biri olarak özetleyebilirim.
(81) Makul; Akla uygun, akıllıca, mantıklı, belirli, aşırı olmayan, uygun, elverişli, akla uygun iş gören, akılla kanıtlanan, sözü akla yakın.
Mantıklı; Akla ve mantığa uygun olan ve bu şekilde davranan.
Makul ve Mantıklı; Akla uygun, akıllıca, belirgin, aşırı olmayan, uygun, elverişli, akla uygun iş gören, akılla kanıtlanan, sözü akla yakın.
(82) Teessür; Üzülme, üzüntü, duygulanma, etkilenme.