Eşimle; “Bir sonbahar akşamı tanıştık, sanki birbirimizi yıllarca aramıştık!(1)

Şarkının bu kadar bir bölümü yeterliydi bizim için. Çünkü el diline düşmedik ve mesut günler yaşadık, bir badire atlatmış(2) olsak da, yaşıyoruz da…

Annelerimiz aynı köydenmiş, hatta anlamını hâlâ öğrenemediğim bir şekilde “ahretlik(3)” olmuşlarmış, çocuk yaşlarında, çocukluklarında.

 Gel zaman, git zaman hayat gailesi(4), birer nedenle ayılmışlar birbirlerinden, çok uzaklara değil, köyden inmişler şehirlere, iki ayrı şehre, ama birbirine yakın. Hep birliktelikleri yaşamışlar.

Örneğin annelerinin, babalarının vefatlarında, evliliklerinin düğün-derneklerinde beraber olmuşlar, bebeleri, yani başlangıçta biz, yani eşim ve ben doğunca arka arkaya birbirini kutlamışlar, ilk bebeler diye birbirine çeyrek değil, tam altın takmışlar. Önce ben, sonra karım Adalet gelmiş dünyaya.

Benim adım mı? Adım; Adak. Neden mi? Babam tek çocuk olarak yaşamış kardeş özlemi çekerek ve yemin-billâh etmiş(5); “İlk çocuğuma, kız-oğlan fark etmez ‘Adak’ ismini koyacağım!” diye.

Ve adağı olarak ilk önce ben gelmişim dünyaya. Sonra da kardeşlerim. Babam yaşamdan hırsını almak, tek evlât olarak doğup-büyümenin sıkıntısını atlatmak için ben dâhil, bir elin parmak sayısı kadar çocuk sahibi olmuş…

Annem; “Tanrı verdi, n’apalım!” deyip doğurmaktan çekinmemiş kardeşlerimi de. Ancak İslâm’ın beş şartı gibi evlât sayısı beşe, nüfus yediye çıkınca doktora gitmiş bildiğim kadarıyla, ya da… Aklımda kalan bu, işte.

Kardeşlerim de ben hariç tutulursa iki=iki berabere desem anlaşılır herhalde; sırasıyla; Adnan, Adviye, Âdem ve Adal.

Ne diyecektim, ne dedim, neler dedim?

Onun öz babasının vefatında karşılaştık ilk defa. O acılı, ben o acıyı daha önce tatmış biri olarak, teselli etmeğe çalışırken, ona anında sevdalanan idim.

Pek uzun bir zaman geçmedi aradan, bizi birbirimize yakıştıran annelerimiz, bizim birbirimizin de birbirimize yakıştığımızın farkına varınca bizi de ufak bir eğlenti ile evlendirerek birbirimize yakıştırmışlardı. Çünkü güçlerini birleştirmiş olsalar da güçleri o kadarına yetmiş, el elden, yokluk zamanlarımızda.

Adalet’in ve benim birikintilerimiz yeterli değildi, onların da dul maaşlarının yeterliliğinden bahsedilemezdi. Bu nedenle ancak o ufak eğlentiyi gerçekleştirebilmiştik, diğer ihtiyaçlarımızın kısmen de olsa giderilmesi sonunda.

Şunu içtenlikle söylemeliyim ki; her genç kızın rüyası; “Beyaz bir gelinlik giymekti” safiyetliklerinin belgesi olarak. Ben de onu karıma giydirmiştim, kiralık falan değil, düpedüz sipariş vererek, beğendiği, içine rahatlıkla sığdığı gelinliği yaptırmıştım.

Benim tek takım elbisem koyu lâcivert, siyahtı zaten, bayramda-seyranda giydiğim ve nikâhımda da aynı elbiseyi giymem mahzur yaratmamıştı.

Ve bildiğim, daha doğrusu aklımda kalan bir söz vardı evliliğimiz için, başarılı olamadığım: “Evlilikte başarı yalnız aranan kişiyi bulmak değil, aynı zamanda aranan kişi olmaktır.(6)

Allah’a şükür şimdi maddi bir sıkıntımız yok, “Allah yürü ya kulum!” dememişti, ama betimiz-bereketimiz(7) vardı.

Ya da şöyle söylemem daha gerçekçi olacak. Annem gurk tavuk gibi diğer kardeşlerimin yanına gitmişti, onları, kocaman insanlar olmalarına rağmen kanatları altında muhafaza altına almak için.

Adalet’in annesi de bizim başımızdaydı aynı şekilde, kendisinin olan evde. Çünkü Adalet’in rahmetli babası da tıpkı dedemin yaşadığını yaşamıştı, tek çocuk sahibi olmak gibi.

Yani karımın başka kardeşi yoktu. Dolaysıyla bizim ev kirası derdimiz, hatta nasıl denir bilemiyorum, kaynanamın dul maaşı yettiği için mutfak, elektrik, su gibi masraflarımız bile yoktu. Bir bakma asalak gibi görüyordum kendimi, “Ekmek elden, su gölden!” örneği gibi.

Ve “Anne” dediğim annemiz; “Mezara mı götüreceğim ayol, siz beni yalnız bırakmadınız, başlarınıza taç ettiniz, ben de belinizi doğrultmanıza yardımcı olacağım evlâtlarım!” demişti.

Gecikmiş gibiydik. Ben canım gibi, canım kadar seviyordum karımı, o ise; “Erkeğim,  beyim, sığınağım, evimin direği” gibi sözleri kullanıyordu benim için sıklıkla.

İnanmak belki güç gelebilir belki, bana bir kere bile; “Seni seviyorum Adak!” demedi, dediğini duymadım.

İstedik! Önce kızımız Adile doğdu. Daha “Süt koruması(8)” derken kendisinin hamile kaldığını öğrendik, yeniden.

Ve oğlumuz Adil de katıldı dünyamıza ablasının ardından, hemen.

Adalet “üç sanzatu(9)” için yasak koydu, her ne kadar “Üç uygun; ikisi ana-babaya mahsup edilir, üçüncü dünyaya kâr kalır!” denmişse de, karımın felsefesi şu idi;

“Bakacağımız, iyi bir eğitimle kendilerine ve vatanlarına yararlı olmalarını dileyeceğimiz iki çocuk yeter bize de, şehrimize de, Türkiye’mize de, dünyamıza bile hatta!”

“Evlilik aşkı öldürür!” derler, hiç de bile değil, ben karımı her gün artan değil, her gün eksilmeyen değil, doruğuna ulaşmış bir sevgiyle seviyordum, hem doyumsuz. Onunki “Siyah-beyaz bir aşk hikâyesi(10)” bile değil gibiydi, kanımca. Sevgisi sadece kıskançlık üzerine kurulu, bencilce sahiplenme üstüne kurguluydu.

Okullarımdan, mahallelerimden, sokaklarımdan arkadaşlarım için bile sorguluyordu beni, erkek-kadın fark etmeksizin. Bu, hoşuma da gitmiyor değildi. Her ne kadar dili ile belli etmese de kıskançlık bana göre “Boyutu olmayan” sınırsız bir sevginin göstergesi, görüntüsü idi, ama sıkıncaya, boğuncaya kadar değil…

Eşim de, ben de devlet memurları idik. Karım benden bir üst mevkide idi ve doğal olarak benden daha fazla maaş alıyordu. İlerleyen tarihlerde kendisine araba bile almıştı, annesinin desteği, kredi, mredi kullanarak da olsa.

Benim için Belediye Otobüsleri bile lükstü, sefertasımla(11) öğle yemeğimi taşırken.

Karımın araba sahibi olmak isteğinin en önemli nedenlerinden biri, çocuklarımızı sadece annemize emanet edebildiğimizden dolayı annemizin yükünü azaltmak içindi. Karım, yoğun trafik akışının başlamasına üç-beş dakika kalaraktan çıkıyordu işine gitmek için evden.

Ve birkaç dakika önce de olsa iş yerinden ayrılarak eve yetişme çaba ve arzusunu yaşıyordu bebeklerimizi özlemiş olarak.

Yemek-falan derdimiz yoktu. Bebekleri vakitleri gelince uyutan annemiz onun için de vakit ayırıyordu. Hafta sonlarında köşe-bucak temizliğini yapmak, süpürge tutmak, ütü, banyo fasılları tek başına karımın göreviydi. Allah var, beni etkilemesi dışında, karım olmasının mutluluk ve heyecanını da esirgemiyordu benden.

İsterseniz benim düşüncelerime de “kıskançlık” diyebilirsiniz belki, ama onun annesine karşı aşırı ilgisini başka nasıl yorumlayabilirdim ki? “Tüh! Tüh! Dağlara, taşlara, nazar değmesin inşallah!”

Kulak memesini çekmek ve işaret parmağının tersiyle tahtaya vurmak geçerli olur, gibime geliyordu. Hem neden cennet annesinin ayaklarının altında olmasın idi? Kutsal kitap Kur’an’da bile buna ait ayet(12) yok muydu?

Gerçek şu ki; ya da bana öyle geliyordu ki; karım, evlât-ana sevgisinden (belki kardeşi olsaydı, ondan da) her ne kadar arta kalmışsa, o kalanları yönlendiriyordu bana…

“Çocuklar büyüsünler, kendilerini ayakta tutmayı başarsınlar!” diye neredeyse yıllarca tatil yapamamıştık, doğru-dürüst. Annemizi gönderebiliyorduk sadece, dinlensin diye.

Bazı-bazen bir kış sezonu kapalı kalan yazlığın temizliğinin, eksikliklerin tamamlanması için karım giderdi annesinin başında ve üç-beş gün sonra da geri dönerdi. Hem bu sırada, hem de daha sonraları yıllık izinlerimizi alarak önce ben, sonra biz duruyorduk çocuklarımızın başında, münavebe(13) ile diyebileceğim bir şekilde…

Adile ilköğretime başlayacaktı bu sene, Adil de ona yetişme çabası içindeydi. Bu zaten arka arkaya doğmalarının da zorunluluğu idiydi de zaten. Belki bu; çocuklarımızla tatile başlamamızın ilk yılı, ya da çocukların büyüme telâşları nedeniyle son yılı da olabilirdi, belirsizliği karı-koca olarak yaşar gibiydik.

Karar verdik tatile çıkmaya, tatili beraberce geçirmeğe, tabiidir ki izinlerimizin yettiğince. Kısıtlılık(14) iyi bir şey olmasa gerekti…

Eee! Gizli kapaklı itiraf etmem gerekirse rahmetli kayınpederden, annemize kalan yazlık olunca pansiyon, ya da otellere avuç dolusu para mı sayacaktık ki? Mutfağa katkıda bulunur, evlendiğimiz ilk yıl olduğu gibi, hatta balayımızı geçirdiğimiz yıl olduğu gibi evin bir eksiğini taksitle tamamlardık, olur, biterdi.

O yıl, yani balayımızı geçirdiğimiz yıl, annemiz evine dönmüş, biz de boş vaktimizi değerlendirmek için balkonu kapattırmıştık, yöreye ve yörenin iklimine uygun olarak.

Bu kez almamış, ya da alamamış, yaptıramamışsa ki, Adalet’in nabız yoklamakta(15) üstüne yoktu; “Nasılsın anneciğim?” telefon açmalarının birinde gerekli bilgiyi almıştı; kliması yoktu annemizin. Bizim farkında olmadığımız şey Adalettin annenin de kızı gibi zeki olduğu ve ne yapmak istediğimizin anında farkına vardığı idi.

Çocuklarla birlikte tatil için gittiğimizde bu kez klima ihtiyacını karşılamayı geçirmiştik gönlümüzden, plânlarımız içine sürpriz olarak(!) katmıştık. Hani bir devlet büyüğünün yakıştırdığı gibi; “Kendimiz için bir şey düşünüyorduysak, namerttik!(16) Sırf annemiz içindi, düşüncemiz!

Buraya; “Sen onu külâhıma anlat!” dedikten sonra asıl düşüncemizi de eklemekte yarar olduğunu düşünüyorum: Azıcık da kendimiz ve çocuklarımız için de…

Tatile çıktık. Herhalde Adalet’çiğim annesinin eksiğini öğrenmesi dışında, tasavvurumuzu(17) da çıtlatmış(18) olmalı, ya da zekâ küpü annesi bunu kendiliğinden anlamış olmalıydı, çünkü neredeyse dört gözle bizi beklediğini(19) hissettik.

Bebeleri öylesine özlemiş ve kucaklamıştı ki, sarılışı bir ahtapotun kolları, öpüşü bir sülüğün kan emişi gibiydi sanki. Eh, karı-koca biz de kontenjandan(20), şöyle bir geçiyormuşuz da, uğramışsızmış modunda gibi o tezahürattan şöyle-böyle nasiplenmiştik, eni-konu değil ama!

Çocuklar anneleri ile birlikte hemen denize koştular. Benim Adalettin anneyle yapacak, ancak uzun sürmeyeceğine inandığım önemli bir işimiz vardı.

Yola çıktık çarşıya doğru, dolaşmadık bile, eliyle koymuşçasına bir dükkâna girdi, dükkân sahibi;

“Ooo! Hoş geldiniz Adalettin Teyze!” dedi.

Annem köşedeki kutuyu işaretleyerek ve kısaca;

“Ne zaman?” diye sordu. Onlar da;

“Hemen!” diye cevapladılar.

Kredi kartımdan taksit işlerimiz tamamlandıktan sonra, kamyonetleri ve ilgililerle eve gidişimiz ve montajla işlemlerin tamamlanmasını takiben püfür-püfür çalışmaya başladı klima. Bu eşim için de, çocuklarım için de gerçekten sürpriz olacaktı, denizden dönmelerinden sonra. Ben de denizde katıldım onlara, gecikmeksizin.

Akşam serinliğinin çıkışına doğru, nemli havaya aldırmaksızın yazlığa döndüğümüzde klima çalışıyordu tabii. Eşimin ve çocuklarımın mutluluğu, benim de, anneannelerinin de mutluluğu idi…

Daha geldiğimiz gün dikkatimi çeken şey, yan taraftaki yazlıktaki Adilhan Amca ve eşinin yerine biri yaşlıca, biri genç iki kadının komşumuz olmalarıydı. Çocuklarımız sayesinde kısa bir zaman içinde tanıştık, hatta kaynaştık bile onlarla.

Yaşlılar evi dört-beş yıl kadar önce bakıma muhtaç olmaları nedeniyle satmışlar ve bu iki hanım almışlardı. Yaşlılar da aldıkları parayla bir huzurevine taşınmışlardı. Ya kimileri, kimseleri, ya da onlarla ilgilenen çoluk-çocukları olmasa gerekti (galiba).

Komşularımız yabancı kökenliydiler. Ama kaybettikleri evin babası nedeniyle çok iyi Türkçe biliyorlardı. Baba Türk’müş çünkü ve çok iyi yüzme bilmesine rağmen denizde geçirdiği bir kalp krizi ile yaşamdan düşmüş(müş)!

Nedeni, niçini, nasılı bizi ilgilendiren sorular değildi, onlar anlatmadı, bizler de sormadık zaten.

Onları nasıl anlatmam gerek, ya da nasıl anlatılır bilmem ama şöyle tarif etmeğe çalışayım. Dünya umurlarında değil gibi, hiçbir şeye metelik vermez gibisine davranışlar içindeydiler.

Plâj kıyafetleriyle dolaşıyorlardı bahçelerinde, balkonlarında. Hatta sokakta dolaşmaktan bile çekinmiyorlardı desem abartmış olmaksızın doğruyu söylemiş olacaktım.

Evet, caddeye, sokağa, çarşıya da öyle gidiyor değillerdi, ama özellikle bir koşu süt, ekmek, gazete almak için bakkala giden kız, annesine göre daha umursamaz gibiydi dünyayı. Bu özelliği yanında hemen sırası gelmişken kızcağızın bir diğer özelliğini anlatma gayretini yaşayayım, ismi; Ada idi.

Evet! Bir Türkçe isim gibi gözükmesine rağmen, kökünde yabancılık da vardı. Esas ismi; “Aida!” imiş. Türkiye’ye yerleşince rahmetli babası da öyle istediği için ismi; “Ada” olmuş. Yaşlı kadının “Adriana” olan isminin bu kısaltmada rolü olmuş muydu, bilemem.

Karımın engin bir ermişliği(21), evliyalığı(21), ya da gaipten ses alma(21) özelliği vardı. Bir şeyi kafasına takmışsa, mutlaka o her ne ise, düşüncesindeki gibi olurdu.

Bu; Tanrının ona verdiği bir hassasiyet idi. Düşünce, tasavvur, imaj ve kanaatlerindeki başarısızlık oranı neredeyse sıfır idi.

Dobra-dobra(22) söylemişti tüm aileye; “Ada’dan haz etmediğini(23)”.

Gerçek şu ki; ben de karşılıklı oluşma gayretindeki iletişimimizden memnun değildim, çekiniyor, hatta ürküyordum. Çünkü yakın-yakına iken öyle bir bakışı vardı ki maviş gözleriyle, ben o denize dalıyor, nefessiz kalmak üzereyken, onun kurtarmasına ramak kala karım çekip kurtarıyordu beni.

Ama o deniz, o mavilik ordayken serinlemek isteğine nasıl “Dur!” der, diyebilirdi ki insan?

Ben uzak durmaya, karım hissettiğim kadarıyla beni uzak tutmaya çalışıyordu yanlışlıklardan. Bir kere bile “Seviyorum!” dememesine rağmen, sevdiğine inandığım karım dışında herkes bihaberdi(24), benden, bizden, bizlerden.

Çocuklarımın akıllarının başlarında olmamasının yanında, çocukluğuna yeniden dönme çabasındaki anneannenin de bir şeyleri fark etmesi, anlaması mümkün değildi.

Bir gün o genç kızla karşılaştık, tesadüfen karşılaşıverdik bir mekânda aniden (mi, diye sorgulamam gerekti, tesadüf olup olmadığını). Koluma girdi birden, sanki 40 yıllık komşuymuşçasına, ya da arkadaşmışız gibisine.

Aslında benim söylemim bir abartma(25) idi, ben henüz yolu yarılamamıştım ki, üniversite öğrencisi bu kız, o yaşları yaşıyor olsundu.

“Günlerce baktım sana, benimle ilgilenmen için. Zor muydu başını kaldırıp beni görmen?”

“Ama Ada, biliyorsun ki ben evli-barklı, iki çocuklu bir babayım!”

“Ben ‘Onları terk et, beni sev, tüm sevgini bana ver, sevgini ben de tüket, bana âşık ol!’ demiyorum ki. ‘Yeter ki benim ol, yeter ki senin olmama izin ver!’ demek istiyorum. Öp beni, sar beni, kimsesizliğimi unuttur, sevgisizliğime son ver. Ben bu arzuları taşıyorum. Yoksa beni beğenmiyor musun? Söyle neremi beğenmiyorsan kesip yok edeyim oramı ve sonrasında koynuna al beni, sar-sarmala ve anlat bana evreni, göster bana yaşamak istediğim mucizeyi…”

“Seni beğenmemem mümkün mü? Evlenmeden önceki yaşamıma dönsem ve bin defa gelsem yeryüzüne, seni beğenmek değil sadece, severdim, âşık bile olurdum sana. Çünkü Tanrının hiçbir şeyini eksik etmediği güzel, şahane, eşine ender rastlanacak birisin!”

“Öyleyse bana neden vakit ayırmazsın ki?”

“Doğru olacağına inanır mısın?”

“İnancım ‘Hayır!’ diyor, ama duygularımı engellemekte zorluk çekiyorum, ne olur yardımcı olsan, seni sevmekten, özlemekten, senden vazgeçmekten umudum yok, ama öyle bir şey yapsan ki, ben alt-üst olmadan, senden uzaklaşsam. Çünkü karın da, çocukların da seni hak ediyorlar, bense zavallılık ile seni hak etme çabasını, arzusunu yaşıyorum sadece.”

“Ayrılsam buralardan, beni görmesen duyguların körelir mi? Sana ait olamayacağımın inancını yaşayabilir misin? Bir sevgili, benden daha yakın, seni içtenlikle sevip, sayıp, sarıp-sarmalayıp seni yaşamaya, senin olmaya can atacak birine rastlayacağını düşünebilecek misin?”

“En basitinden denerim!”

“O halde sana yarın; ‘Allahaısmarladık!’ diyeceğim.”

“Sana ‘Gitme!’ diye yalvaracağım, ama beni dinleme, sensizliğe tahammüllü olmam için Tanrının bana yardımcı olması için dua et. Seni istemeğe hakkım yok, biliyorum, beni bir kere bile öpmeden, bir kere bile sarılmadan bırakma, lütfen!”

“Burada, herkesin ortasında mı? Deli misin sen yahu?”

“Senin durduğun yerden öyle mi fark ediliyorum, o halde deliyim!” demesi ile birlikte sarılması ve beni öpmesi bir oldu, direnmeye bile vaktim olmamıştı sanki. Yoksa direnmek mi istememiştim?

Ada, hiçbir şey olmamışçasına, oradaki kendine ait bisiklete binerek yazlığına doğru yönelmiş, bense kazık gibi kalakalmıştım oralarda. Sanırım bu onun biraz daha ileri gitmek için, hızlanıp daha ileri gitmemek için gerilemek çabası gibi bir şey olsa gerekti.

O gün kararımı verdim, mademki kendimi kurtaramıyordum, bari ailemi kurtarayım düşüncesindeydim. İş yerimden “İhtiyaç duyulduğu” yalanıyla yola çıkacaktım.

Dediğim gibi karım çok şeyleri bilgiççe hisseden, Tanrının özel bir kuluydu. Çocuklarım ve özellikle karım bu ani gitme arzusuyla çıkışıma hayret etmişler hatta endişelenmişlerdi.

Karımın bilemezdim iş yerimdeki arkadaşlarımı sorgulayacağını ve nedensiz bir şekilde ayrılma isteğimin sebebini de merak edeceğini. Bilen insan, bilmiyormuş gibi yaşayamazdı, bu nedenle durup dururken;

“Özleyeceğiz!” dedi, “Çoluk-çocuk hepimiz. Hadi bugün beraber gidelim denize!”

Oysa beraber olmamıza tepki gösterir, “Kimse beni çıplak görmesin dileğiyle!” ya sabahın çok erken, sabah ezanından bile önceki vaktinde, ya da akşamın oldukça geç vaktinde, örneğin akşam ezanından sonra girerdi denize, kenarlardan-köşelerden, uçlardan ve açıklara ulaşarak. İyi yüzerdi ve beni; “Beni çıplak görme!” diye ikaz ederek, yanında olmamı bile engellerdi.

Acaba diyorum! Serbest zamanlarımda, çocuklarla denize gittiğimde sadece giyimli bir şekilde kitap okumaya çalışırken, sözüm ona güneşlenirken beni, bizi izliyor, hatta gözetliyor, daha doğrusu Ada’nın bana sık sık yaklaşma ve çocukları sevme-okşama teşebbüsleri ile dağarcığını(26) yükleme çabası içinde olabilir miydi?

Sanmam, ama belki. Çünkü daha önce de söylediğim gibi, sadece karıma değil, Tanrının kadınlara bahşettiği yedinci his; hissetmekti ve ben yaklaşan fırtınanın gürültüsünü duyar gibi, şiddetinden gürültüsünden, nasıl patlayacağından haberdar değil gibiydim.

Denize gittik, ben soyundum, mayom üzerimdeydi zaten, o giyinik kalmayı tercih etti, şemsiyenin altına sığındı güneşlenmek yerine ve elinde kitap-mitap yoktu…

İskeleden serin sulara bıraktım kendimi. Daldığımda önce bacaklarımda, sonra bedenimde hissettim bir elin kucaklayışını ve sonra dudaklarıma ulaşan sıcaklığı.

İçimdeki o idi; Ada. Nefes almak için dar-kıt su üstüne kendimi attığımda, o, ciğerlerini ve nefesini iyi kullanan biri olsa gerekti ki, on-on beş metre öteden gösterdi bonesini(27).

Ve sonra sutyenini salladı, zafere ulaşmış bir kumandan, ya da marifetmiş gibi denizden, uzaklara, ya da mesaj olarak ulaşmasını istediği adrese doğru.

İskeleye attım kendimi hemen, çünkü karımın sinirli bir şekilde kalktığını hışımla(28) iskeleye doğru seri adımlarla, hatta koşarak yöneldiğini görmüştüm. Anlamını bilmesem de, tahmin edebiliyordum.

Kolundan tutmak istedim, silkeleyerek kurtuldu ellerimden;

“Seni benden genç ve güzel biriyle üleşerek yaşamaktansa ölürüm daha iyi!” diyerek atladı denize.

Peşinden atladım ben de denize. Yakaladım onu, Ada’ya teslim etmemek için direndiğim dudaklarım, dudaklarında olarak çıktık su yüzüne…

“Ooo! Yuu!” tezahüratlarından utandık. Ayrılma gayretinde iken dudaklarının dudaklarımdan azat edilmesini fırsat bilen karım;

“Seni seviyorum, seni çok seviyorum, seni canımdan çok seviyorum!” dedi hem de beraber yaşamımızda ilk defa.

İkinci bir tezahüratı hak etmek için tekrar daldık suya, derinliklere doğru, hem dudak dudağa…

Sahilde, adı Ada olan bir genç kız ağlıyordu, hem için için. Kaybettiğinden dolayı mı, kazandırdığından dolayı mı? Bunu ancak Tanrı ve yalnızca kendi bilebilirdi, hıçkırıklarında…

 

YAZANIN NOTLARI:

Adalet; Türe. Hak ve hukuka uygunluk, hak ve hukuku gözetme, yerine getirme, doğruluk. Adil olma durumu.

Adak; Adama işi ve adanılan şey. Nezir. Yerine getirileceğine söz verilen oruç tütme, kurban kesme gibi adamak eylemi. Bir dileğin bir isteğin yerine gelmesi amacıyla kutsal sayılan bir güce adanmış nesne. Mevsim, zaman.

Adnan; Cennette ölümsüzlüğe kavuşan kimse. Bir yere yerleşip ikamet eden. Mukim.

Adviye; Aslı Adeviye olması gereken bu isim, iyilikseverlik, hayırseverlik, yardımseverlik anlamlarındadır.

Âdem; Allah’ın yarattığı ilk insan, insan soyunun atası ve ilk peygamber. Anlamı; Yokoluş, hiçlik, yok oluş. (Batı dillerinde Adam olarak kullanılan bu isim Türkçemizdeki “adam” karşılığı olarak da düşünülebilir. Aslında insan, insanoğlu anlamında olması için ismin üzerinde inceltme (ya da şapka) işareti  (Âdem gibi) olmalıdır.

Adal; Adın yayılsın, ün kazan anlamındadır. Erkek dana.

Adil (Erkek), Adile(Kadın); Adaletle iş gören, Hakka ve hukuka uygun olarak haklı ve doğru görev yapan, haktan, hukuktan, doğruluktan ayrılmayan, hakkı yerine getiren, adaletli.

Adalettin; Dinin adaleti anlamındadır (Genelde erkek çocuklara konulan bir ad olmakla beraber, öyküye uygun başka isim aklıma gelmediğinden bu ismi kullandım (Hikmet, Olcay, Deniz gibi isimler nasıl erkek-kız ayrımı olmadan kullanılıyorsa, bu da öyle olsun istedim).

Adilhan; Adaletli, adil yönetici

Adriana (İngilizce); Karanlık.

Aida (İngilizce); Yardımsever. Guiseppe Verdi’nin bir operası.

Ada (İngilizce); Zengin.

Ada; Deniz veya göl suları ile çevrilmiş, küçük kara parçası. Tali yoldan ana yola güvenli çıkışı sağlamak için çizgilerle ayrılmış bölüm. Kavşaklarda trafiği düzenleyici olmak üzere sınırlandırılmış veya yer çizgileriyle belirlenmiş alan. Çevresi yollarla belirlenmiş arsa veya böyle bir arsadaki yapılar topluluğu. Armuttan yapılan pekmeze de bu ad verilmiştir.

(1) Seninle bir sonbahar mevsimiydi tanıştık! Türk Sanat Müziği eserinin Güftesi ve Bestesi; Yusuf NALKESEN’e ait olup eser Hicaz Makamındadır.

 (2) Badire; Ansızın (beklenmeyen bir zamanda) ortaya çıkan tehlikeli, bunaltıcı zor durum. Darboğaz, sıkıntı.

Badire Atlatmak; Sıkıntılı bir dönemi atlatmak, tehlikeden kurtulmak, belâları savuşturmak.

(3) Ahretlik (ya da Ahret Kardeşi); Birbirine kardeş gözüyle bakacaklarına ve ahrette birbirlerine şahadet edeceklerine söz vermiş iki kadından her biri, aralarında sözleşmiş karı-koca.

(4) Gaile; Sıkıntı, keder, dert, üzüntü, uğraştırıcı iş, çekilmesi zor yük, istenmeyen bir durum.

(5) Yemin Billâh Etmek; Tanrı adına ant içmek.

(6) Bilen insan, bilmiyormuş gibi yaşayamaz! Foster WOOD

(7) Bet–Bereket; Bolluk.

(8) Süt Koruması (Laktasyon Amenorisi); Emzirme ile korunmaya halk arasında oluşmuş bir deyiş. Doğum sonrası süt oluşumunu ve salgılanmasını sağlayan Prolaktin denilen hormon kadınlarda yumurtlamayı ve regl olmayı sağlayan östrojen ve progesteron hormonlarını baskı altında tutarak regl olmayı ve yumurtlamayı önler. Emzirme sıklığının, ek gıdalara geçişin, gece emzirmelerinin devamı süt korumasında etkilidir.

(9) Üç Sanzatu; Briç denen oyunda (Fransızca; Sans atout)  kozsuz oynanan el ve başarılı olunduğu takdirde 100 puanlık zon bağlanan oyun şekli.

(10) Bizimkisi bir aşk hikâyesi, Siyah beyaz film gibi biraz… Kayahan ACAR

(11) Sefer Tası; Yemek taşımakta kullanılan ve birbiri üzerine konulup bir sapa geçirilen kaplar veya bunlardan her biri.

(12) Kur’an’daki bu ayet; İsra Suresinin 23. Ayeti olup, Diyanet İşlerinin açıklamasına göre metni şöyledir; “Rabbin kendisinden başkasına ibadet etmemenizi, anaya babaya iyi davranmanızı kesin olarak emretti. Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara ‘öf!’ bile deme, onları azarlama, onlara tatlı ve güzel söz söyle.”

(13) Münavebe; Nöbetleşme.

(14) Kısıtlılık; Kısıtlı olma hali (Sınırlanmış, sınırlı).

(15) Nabız Yoklamak; Bir konuyla ilgili olarak niyetin, eğilimin ne olacağını anlamaya çalışmak.

(16) Kendim için bir şey istiyorsam namerdim!  Eski cumhurbaşkanlarından Süleyman DEMİREL patentli bir söz.

(17) Tasavvur Etmek; Zihinde canlandırmak, düşünmek.

(18) Çıtlatmak; Bir kimseye bilmediği, merak ettiği bir şeyden ancak sezdirecek kadar söz etmek. Bir şeyden “Çıt” sesi çıkarmak.

(19) Dört Gözle Beklemek; Büyük bir istekle, özlemle, sabırsızlıkla beklemek.

(20) Kontenjan; Bir yararlanma ya da yükümlülük işinde, o işin kapsamına girenlerin oluşturduğu topluluk. Bir kimsenin ya da bir kuruluşun seçip almakta kullanabileceği, yararlanabileceği sayı, miktar.

(21) Ermişlik; Ermiş olma durumu. Erenlik. Evliyalık. Velilik. Dini inançlara göre kendisinde olağanüstü manevi güç olma durumu. İsteğine erişme durumu.

Evliyalık; Evliya olma durumu. Ermişlik. Erenlik. Velilik.

Gaipten Sesler Duymak (Almak); Görünmez, bilinmez, gizli âlemden, kâinattan (sözüm ona) sesler duymak.

(22) Dobra Dobra Konuşmak (Söylemek, Olmak, Demek, Anlatmak, Dobralaşmak); Açık, net, sakınmadan, çekinmeden, gerekli doğruları, gizlemeden konuşabilmek, söyleyebilmektir.

(23) Haz Etmek (Haz Almak, Haz Duymak, Hazzetmek); Hoşa giden duygulanma, hoşlanmak, keyif, tat ve zevk almak. Bir şeyden duyusal, hoşnutluk ve manevi sevinç duyma.

(24) Bihaber; Habersiz, bilgisiz.

(25) Abartmak; Bir şeyi olduğundan büyük, ya da çok göstererek anlatmak, mübalağa etmek.

(26) Dağarcık; Aslı meşinden yapılmış çoban ya da avcı torbası olmakla birlikte bir kimsenin sözcük, ya da bilgi birikimi. Bellek, akıl, hafıza, zihin.

(27) Bone; Genellikle düz ve yumuşak kumaştan yapılmış saçı tümüyle örtecek bir biçimde genelde kadınlar için kullanılan başlık.

(28) Hışımla; Öfke, kin ve kızgınlıkla.