Bu dünyanın düzenine akıl erdirmek de, uydurmak da zordu, hem de çok zor…

 Tek kişilik koltuktaydım, gideceğim yöne götürebilecek gündüz ilk olan ekspres trende. Çaprazda koltuğun koridor tarafında genç bir kız, pencere tarafında ise kendisine neredeyse tıpatıp benziyor diyebileceğim bir kız çocuğu vardı.

Neden “Dünya düzeni” diyerek söze başlamama gelince; kızcağızın en fazla 20-22, küçük kızın ise 5-6 yaşlarında olması nedeniyleydi.

Ana-kızdan ziyade abla-kardeş gibiydiler sanki. Kız çocuğu doğal olarak yerinde duramıyor, bazen ayağa kalkarak pencereden dışarılara bakıyor ve sözünün şiddetini ayarlayamadığı için, belki de trene ilk defa biniyor olmasının heyecanıyla olsa gerek, her şeye hayret ediyor, ilginçlikleri seslice söyleme çabası yaşıyor gibiydi.

Oturunca ayaklarını sallıyor yahut da öndeki koltukta oturanları rahatsız edercesine ayağıyla, diziyle, ya da eliyle tokatlıyordu öndeki koltuğu.

İşte bu durumda yanındaki genç kız, o çocuğa;

“Yapma kızım, etme güzelim, sakin ol bir tanem, yakışmıyor bahar gözlüm, oldu mu ya kor dudaklım?” gibi tüm sevecen cümleleri arka arkaya sıralama gayretinde oluyordu.

Abla-kardeş mi? İşte benim yanıldığım nokta bu idi. Çünkü o “Bahar gözlü, kor dudaklı” bebecik de ona dönmüş ve;

“Anne, susadım!” demiş ve sarılmıştı ona. Koyun kuzusunu, bir inek buzağısını nasıl koklar, doyurur, temizler ve sakınırsa annesi de bebeciğini, yavrusunu aynı içtenlikle ve aynı sevecenlikle kucaklayıp tam anlamıyla bağrına basmıştı.

Ana kız arasında en fazla 14-15 yaş fark var gibi görünüyordu bana ve buna aklım ermiyordu, hem gerçekten. Kızlarla oğlanlar arasındaki farkı biliyordum(1). Sadece ve kısaca kızlar, oğlanların “Abi” olmalarından daha önce “Abla” oluyorlardı desem(2), konu anlaşılır herhalde.

Bu ne aceleydi genç kadın için? Hemen bebek sahibi olmak ve bir yolcu treninde ana-kız yalnız seyahat etmek…

Düşüncelerime göre makul(3), mantıklı(3) bir sebebi olsa gerekti, ama neden, niçin ve nasıl?

Önce genç kadını anlatmaya çalışayım tepeden-tırnağa, bir anne olmasına, parmaklarında evliliğini belgeleyen herhangi bir işaret olmamasına ve saklamadan itiraf edeyim ki, bu nedenle beni etkileyen genç kadını. Çünkü kondüktöre(4) biletlerini uzatırken beni görmüş, kendilerine dikkatle bakmamdan dolayı tedirgin olmuş(5) ve hemen bakışlarını ve başını çevirmişti, uzayıp giden o tren yollarına(6) değil tabii, saymakta güçlük çektiğini sandığım direklere…

Tam bu sırada bir köyün ortalarından geçiyordu tren. Genç-ihtiyar çok kişi “Gazte!” diye bağırıyorlardı. O genç kadın bir ara pencereyi açmaya yöneldi, sonra vazgeçti bundan, belki de imkânsızlığını düşünerekten.

Diğer nedenler ise ya pencereyi açacak gücünün yahut da atacak okunmuş bir gazetesinin olmaması olabilirdi. Başını eğmedi ama. Teessürle gibi elini salladı, el salladığını aşağıdakilerin görmelerini ister gibi, vedalaşır gibi hatta.

İnsanların başına ne gelirse merakları yüzünden geliyor olmalı. O, beni merak etmişti, yerine oturmadan önce, yan gözle değil, doğrudan doğruya gözlerimin içine bakarak ve canımı almak ister gibi. İnanması belki güç, ama gerçekten...

İnsan böyle anlarda tuvalete gitme ihtiyacı hissediyordu herhalde, öne doğru gitmek ve sonra yüzünü dönerek geri gelmek gibi. Ya da restoran ön taraftaysa meselâ bir şişe su alıp dönmek gibi…

Gittim ve döndüm. Ne tuvalet vardı vagonun ön tarafında, ne de restoran öndeydi…

Dönerken, nedense tren zikzaklı(7), hava boşluklu, ya da kasisli(7), dönemeçli, bükümlü, ya da merkezkaç açısı(7) fazla olan bir yerlerden geçiyor olmalıydı!

Mecburen iki taraflı olarak koltuklara tutunarak, hani sabah vakti olmasa sarhoş ya da akşamdan kalmış biri gibi yürümeğe başladım, gözüm hep ilerde, hem aynı noktada sabitlenmiş olarak.

Tam onların sırasına geldiğim sırada bir tünele girdi tren, ya da derin bir yarmaya yahut da uzun bir köprüye… Çünkü lâmbalar yakılmıştı gündüzün bu vakti olmasına rağmen…

Benim de durup dinlenmem gereken an bu andı işte, hem de acil olarak, onun kızında tarif ettiği bahar gözlerini görmemin özlemiyle.

Bildiğim kadarıyla dünyada yalandan yahut da abartıdan(8) ölmüş bir kimse yoktu. Ama ben o gözlere bakarken ölebilirdim. Aslında ölmem de gerekliydi! Neden mi? Çünkü elin tapulu malına göz dikmek, kimin haddineydi ki ve nerede görülmüştü?

Ama etkilenmesinin de önüne geçemiyordu insan. Hem “Güzele bakmak sevap!(9) dememiş miydi büyüklerimiz? Farz edelim ki ben de sevap işlemeyi çok seven, benimsemiş ve arzulayan bir Tanrı kulu insan, daha doğrusu, evde kalmasına ramak kalmış(10) yalnız biri, yalnız, yapayalnız bir erkektim!

“Kaş-göz, gerisi söz!” derler ya hani, bu genç kadın, bu genç anne onun ötesinde bir şeydi…

Tünel bitmiş, kazık gibi, gözlerimi gözlerine dikmiş öyle durduğumun farkında değil gibiydim, ta ki o anne kızına;

“Susadın mı, restorana gidelim mi güzelim?” dediği ana kadar.

Neden insanın, özellikle benim gibi yol-iz bilmeyen, gönlünün sultanını bulamamış, aramıyor olsa da, ilk görüşte çarpıldığı birinden gözlerini ayırması zor oluyordu ki? Hele ki karşısındaki sıkıntısını bir şekilde de olsa ifade ediyor, ya da ifade etmeye çalışıyorduysa.

Toparlandım, belki de yerime oturup düşüncelerimi beynimde sıralamak, makul ve mantıklı şekilde bir sıraya koymak için.

Onlar ise gitmediler bir yerlere, hatta yerlerinden bile kıpırdamadılar desem yeridir, mesajını anladığıma hükmetmiş olsa gerekti çünkü.

İnsanın bu yalnızlık eyleminde bile bazen kelimeler yeterliliğini yitiriyordu.

Şöyle bir düşünce(11) geçti zihnimden, onun resmini zihnime yerleştirmek için:

“Tanrı insana
el-ayak, göz-kulak
kısaca beden vermiş.

Eklemiş beyni de o bedene
ama kalbi serbest bırakmış
kendisi için.

Kalp kendini
boş bırakmak için direniyorsa
ne gereği var bedenin
‘yaşama’ diye adlandırılan dünyada…”

Kalemi aldım elime. Siyah-beyaz olarak onu zihnime çizmem o kadar zordu ki, hele ki gözlerini ve saçlarını. “Acaba?” diyordum kendi kendime; “Beynime çizeceğim “mutluluğun resminde(12)” kızını da yanına eklesem mi, yoksa resmi çizdikten sonra altına 1+1 diye mi yazsam?

Ya da 12 yazsam? 12=1 dir, bir önceki matematiksel işlemden farklı olarak, 1+1=1 şeklinde yazsam(13) ana-kızı böyle kaydetsem beynime daha, doğru olacak gibime geliyordu.

“Bir nefes
bir nefese karışınca
yani; 1+1 olunca nefesler
dünya;
hatta tüm dünyalar senindir,
şüpheye yer kalmadan.
Ve ölümsüzlüğe de ulaşırsın,
zaten ölüm yoktur o zaman
çünkü gerçekte 1+1=
sonuç olarak
yalnızca 1’dir.”

Bir diğerini o bebek için dizeler haline getirmiştim(14) (anında demem doğru olur mu acaba)?

“1 = 2 olamaz
ama ispatlanır, matematiksel olarak.
Gerçek yaşamda her zaman
1 + 1 = 1 dir gerçekten.
Anne artı baba
O dünya tatlısı bir’in sebebidirler
yaşam boyu mutluluk veren.”

Bilindiği üzere; “Silgi-kalem kullanmadan resim çizme sanatına hayat denilmekteydi!(15)

İnsanların en kolay yürüttüğü felsefe(16) bu olsa gerek, özeti; anlamsızlık! Eee! Kelimeler yeterliliğini yitirince de anlamsızlığın öz kardeşi; zırvalamak oluyor…

Genç kadının kıyafeti oldukça sade ve kapalı gibiydi, ama saklanacak gibi değil. Bir kere başında olan şey, türban(17), başörtüsü şapka gibi bir şey değildi. Mutlaka bir ismi vardı başındakinin bone(17), bürük(17), izâr(17) gibi ama ben o genç kadının bağlama şekliyle kafasını kapatan şeyin ne olduğunu bilmiyordum, ya da bu yaşlara kadar öğrenememişim!

Bunun kadı kızında (yani “oğlunda” demek istedim) bile olmuş bir kusur olarak görmenin mümkün olmadığını sanıyorum.

 Evet, genç kadın saçlarının tümünü başının üstünde toplamıştı ve saçlarını bir başörtüsü gibi bir örtü altında toplamıştı. Kulaklarının meme tarafının yarısı ve boynu görünüyordu.

Yakası kapalı olmasına rağmen, ensesi ve benim lehçemde “gıdık(18)” dediğim boynunun ön tarafı da görünüyordu, bembeyaz bir ten olarak.

Ufak bir ayrıntı; küpe yoktu kulaklarında. Tıpkı (ve belki de aklımda tuttuğumu düşündüğüm şekilde) hiçbir ziyneti(19) yoktu, kollarında ve gıdığında.

Zaten o gözler, o dudaklar, o gamzeler onda iken ziynete ihtiyacı da yoktu genç kadının.

Eee! Belki de gerçekçi olmak gerek, ana-kız yola çıktıklarına göre herhangi bir ziyneti taşımalarına da gerek var mıydı ki? Sadece küçük kızın sağ omzunda ufak bir nazarlık görünüyordu.

İnanıyorum ki, koltuğunun altında da yedi kat muşamba ya da beze sarılmış, hamaylı(20) ya da muskası(20) da vardı.

Bu sözü şunun için söylemek zorunda kaldım. İnanışlarımıza göre sağ omzumuz tarafında sevapları yazan iyi melekler, sol tarafımızda ise günahları yazan kötü melekler vardı, ya da özellikle şeytana önderlik eden, fitleyen(21) melekler…

Onu anlatmaya doymak bilmiyor dilim.

O genç kadının teni bembeyaz, saçları sarı, gözleri yemyeşil (yani bahar gözlü), mantı burunlu, kiraz dudaklı, elma yanaklı idi. (Karnım mı acıkmıştı, canım meyve mi çekmişti acaba?)

Gamzelerini tanımlamam mümkün değil, bir de süsü-boyası yoktu desem sanırım tarifim gene de tamamlanmış olmayacak. Bir güzelliğin tarif edilmesinde sıkıntı çekilmesi bundan olsa gerek. Hele ki aynı modeldeki güzelliği analı-kızlı her ikisi için de anlatmak daha, daha da zor. Şöyle demek daha doğru ve kolay olacak galiba.

Tanrı analı-kızlı ikisini aynı teknede yoğurmuştu. Saçlar, yüzler, gözler, dudaklar, gamzeler…

Hepsi tıpa tıp birbirinin aynıydı; galiba bunun için; “Hıh, demiş, burnundan düşmüş!” derlerdi. Yani küçük kızdı annesinin burnundan düşen.

Belki de kızının saçlarından esinlenerek annesinin ensesinden gördüğüm bir iki tel için sarışınlığı yakıştırmış olmalıydım genç kadına. Olsundu o kadar değil mi?

Kolları kapalıydı genç annenin, kızınınkilerin aksine, bu sıcak yaz gününe rağmen. Pantolon, üstüne etek, mutlaka çoraplı, topuksuz, sıradan ayakkabılar, hepsi doğal çikolata rengi, yoksa kahverengi demem mi gerekliydi?

Kız çocuğu…

Çocuk işte, deminden beri dediğim gibi annesinin ufak bir modeli demem, her şeyin içine sıkıştırıldığı bir tarif olsa gerek.

Aslında biliniyordur, yaşamak(22) da bir sanattır;

“Bugün yerine
mazide mi,
istikbalde mi
yaşamak önemli?

fark etmez,
yalnızlık;
hepsinde olduktan sonra…”

Kim bilir onları bu şekilde bir yolculuğa sürükleyen yaşam, nasıl bir yaşamdı?

Ben kendi dünyamda, kendimi paylaşarak düşünürken birden o güzel kız çocuğunun feryadı çınladı tüm vagonda.

Ön koltukta oturan her türlü menfi(23) sıfatı yakıştıracağım, ama hayvanlara karşı haksızlık olacağına inandığım, insan demekte bile zorlandığım şey (sıfat bulamıyorum, demiştim ya!) güpegündüz, arkasına bakmadan, ikaz etmeden koltuğunu yatırmaya kalkışınca çocuğun parmaklarını ezmişti, sıkıştırarak.

Atadan kalma bir alışkanlıktı çantamda her şey bulunurdu, iğneden-iplikten-düğmeye, yara bandından-kolonyaya, bir parça ekmek ve gravyer peynirime kadar, ayrı plâstik, kilitli poşetler halinde. Bir de ufak bir şişe viski, doğal afetler için!

Kanepeye yaklaştım.

“Derin bir nefes al küçük abla, kurtaracağım parmaklarını!” dedim.

Öndeki adamın bön-bön(24) hödükçe(24) bakışına aldırmaksızın;

 “Annesi sen çocuğun elini dikkatli bir şekilde tut, ben kanepeyi öne alırken de hızlıca çek lütfen!”

Kanepeyi yerine çektim, çocuğun eli kurtuldu, gayretli bir çocuktu, ağlamıyordu, ama kendinden oluşan gözyaşlarını da engelleyemiyordu.

Annesi sarılmıştı kızına;

“Ah garibim, vah benim bahtsız kızım, biz Tanrıya ne yaptık ki, acı üstüne acı, ceza üstüne ceza, kahır(25) üstüne kahır, hüzün(25) üstüne hüzün yükleme gayretinde omuzlarımıza!” derken, sallanıyordu iki tarafına da.

“Bir saniye hanımefendi, kızınızın eline bir bakayım!” dedim.

Çekinmeden elini uzattı çocuk. Küçük ablanın işlem sonrasında parmakları şişmeye, işaret ve orta parmağı da morarmaya başlamıştı.

Kolonya püskürtüp, çantamdaki ekmekten iki lokma koparttım, birini annesine verdim, diğerini kendi ağzıma attım;

“Gerçi kocakarı ilâcı(26) gibi gelebilir size, ama hemen ekmeği çiğneyin, benim gibi. Bu koşullarda ineceğiniz yere kadar, ya da küçük ablanın ağrı ve sızıları devam ederse ilk istasyona kadar bu hem ağrı-sızısını dindirir, hem de morarmasını, şişmesini yavaşlatır!” dedim, bir taraftan da çantamdaki temiz mendillerimden birini sargı yapmağa çalışıyordum.

İşlemi, yani küçük ablanın hamur haline getirilmiş ekmekle parmaklarını sargılamış bitirmiştik. Ön koltuktaki hanzo, hödük karışımı varlık hiç oralı değil gibiydi.

“Nasılsın küçük abla, ağrın-sızın var mı?”

“Yok amca!”

“Umarım tırnağın düşmez. Ama dert değil, yerine yenisi gelir. Ancak hödük, adam olamamış varlıklar yerlerinde aynen sayarlar, ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar adam olmaları da mümkün değildir!”

Ön kanepedeki kanepeyi yatırmakla çocuğun parmaklarını ezen kalıbından utanmayan varlık üstüne alınmış gibi şöyle bir doğrulmak istedi, ancak alınmamış gibi yapmak daha kolayına gitmiş gibiydi. Bu kere genç kadına bakıp;

“Bazı varlıklar, bakın insan demiyorum, söylenenleri bile anlamazlıktan gelip böyle hiçbir şey olmamış gibi duygusuzca otururlar, bir özür dilemek, ‘Affedersiniz!’ demek bile akıllarından geçmez!”

Türlü sıfatlar yakıştırdığım pehlivan gibi hödük yerinden doğruldu, cüsse(27) itibariyle iki mislim değilse de en az bir buçuk mislim vardı:

“Bana lâf çakıştırıp, bir şey mi söylemek istiyorsun arkadaşım?” demeğe çalışırken belindeki silâhı gösterme gayretinde gibiydi. Yanındaki yolcu kalkmış, trenin ön tarafına doğru yönelmişti. O an o yolcunun maksadının ne olduğunu bilmiyordum.

“Bir defa aramızda o kadar fark var ki, arkadaşınız olmam, olamam. Bu zorunluluk olsa bile sizin gibi biriyle arkadaş olmaktansa en derin gayya kuyusuna(28) atmaktan çekinmem kendimi. Sözlerime gelince, evet, tüm o sözleri ben size söyledim, sizin için söyledim, ama hazmetmeniz(29) kolay olmadı!”

“Ulan, seni bana parayla mı verdiler?!” derken silâhını çekmişti.

Çekincem ve arkamdan ağlayacak olanım, dünyadan ne bir alacağım, ne de dünyaya bir vereceğim yoktu;

“Bak kimliksiz varlık, silâhı yerinden çıkarınca, tetiğini de düşüreceksin. Yavan(30) bir kabadayılığın(30), efeliğin(30) varmış gibi gözüküyorsun, ama delikanlılığın da yokmuş!” derken elindeki silâhı alıp kendi koltuğumun üzerine atmam bir olmuştu.

Gördüğüm, daha doğrusu hissettiğim kadarıyla silâhın emniyeti de açık değildi.

Öyle uzak doğu sporları, hatta spor bile bilmezdim, bir tek okul, mahalle kavgaları için boksörlükten ziyade, bir şirkette koruma görevlisi olarak çalışan Mehmet Emin Ağabeyden bir şeyler öğrenmiştim, tüm mahalle çocukları gibi az-biraz.

Ama önleyemediğim bir cesaretim, vurdumduymazlığım(31), ataklığım vardı. Ömrümü tüketmek için de ne acelem, ne de kaygım vardı. Bırakmıştım kendimi kendi haline, kendim de kendi halinde devam ediyordu yaşamına.

“Mutlak, mutlaka
açıkça açık
dün bitti.

Yarına bırakılmayacak en önemli iş;
bugünü yaşamak,
dolu dolu,
gereğince
ve
yarını düşünmeden...
(32)

Sıkıntım bitmiş miydi? Yoo! Yaradan’a sığınıp yumruğumu salladım. Burnuna “cuk oturdu!” Ya da o iri yarı pehlivan tipli adam benden böyle bir davranış beklemediği için boş bulundu, burnu kanamağa başladı. Cebinden kirli bir şey çıkartıp burnuna tutmağa çalışırken, şeftrenin(33) geldiğini görünce galiba cesaretlendi;

“Yakalayın bunu. Bu arkadaştan şikâyetçiyim!” dedi.

“Bakın tekrar edeyim, herhalde geri zekâlılık(34) miras kalmış olmalı ki, beni anlamamışsınız, ben asla sizin arkadaşınız olamam. Gündüz vakti uykunuz mu geldi, yorgun muydunuz ki, arkanıza bakmadan koltuğunuzu yatırarak küçük ablanın parmaklarını Çarşamba Pazarına(35) çevirdiniz?”

Genç kadın ilk defa sesini çıkardı, bir sığınak gibi koynuna büzülmüş bebeğini incitmekten çekinircesine yanına oturtturduktan sonra;

“Ben de burnunu tutan bu beyden şikâyetçiyim memur bey!” dedi.

Şeftren;

“O zaman sizleri ilk istasyonda indireyim, kozlarınızı orada paylaşın!” dedi.

“Bence mahzuru yok, dediğim gibi silâh çekti, ben de kendimi korudum, vagondaki tüm yolcular şahit! Silâhı da işte burada, koltuğumda! Yasalar ne emrediyorsa, ben varım!”

Genç kadın; çekinceyle;

“Bekleyenlerimiz var, ben şikâyetimi geri alıyorum!” dedi.

Şeftren aklına yeni gelmiş gibi;

“Silâhınızın ruhsatı var mı beyefendi?” deyince “Beyefendi” kelimesini duyar duymaz gülmemi zor zapt ettim.

“Var, işte buyurun!” dedikten sonra eklemek gereğini hissetti, herhalde;

“Benim de yetişmem gereken işim-gücüm var! Ben de şikâyetimi geri alıyorum!”

Şeytan sol omzumdaydı ya, fısıldıyordu sol kulağıma;

“Gıcıklığın(36) olsun, sen şikâyetinden vazgeçme, işinden-gücünden olsun edepsiz(36) kerata(36)!”

Şeytanla dostluğum sadece içki masasındaydı, bu nedenle uymadım ona;

“Ben başlangıçtan beri şikâyetle ilgili tek kelime etmedim, tek söz söylemedim. Oysa bana silâh çekti. Tüm vagon şahittir. ‘Mevlâ’m neyler, neylerse güzel eyler! (37)İnanıyorum ki Allah doğru olana yol gösterir.”

Şeftren başını vagonun her iki tarafına da çevirerek kısaca konuşma gayretini yaşadı;

“Şikâyeti olan var mı?” dedi.

Tren yoluna devam ediyor, hiçbir yolcu ne gecikmek, ne de trenden inip karakollarda vakit geçirmek dileğinde değildi. Sadece hanzonun yanında oturan ve şeftreni vagona çağıran yolcu kendisine yer gösterilmesini rica etmişti şeftrenden.

Çekinikliği olan ya da olay nedeniyle sinirlerini zapt etme konusunda tedirginliği olan biri için bu doğal bir davranış olsa gerekti. Çantasını aldı, şeftren ve olay nedeniyle kendilerine katılan kondüktörle birlikte ön taraflara doğru yürüdü.

Genç kadın her şeye rağmen sinirli gibiydi. Burnunun kanatları her nefes verişinde yanlara doğru kanatlanıp kaykılıyor, dudaklarını ısırma gayreti yaşıyor ve başlangıçtan şu anımıza kadar kendisine yönelen bakışlarımın devam ediyor olmasının endişesini yaşıyor gibiydi.

Fazla sabredemedi, yerinden kalktı ve başıma dikildi;

“Herhalde her şey için teşekkür etmem gerek!”

“Mecbur değilsiniz efendim! Ben sadece merak dolu bakışlarımı üstünüzden eksik edemememin ezikliği içindeyim…

Ve düşünüyorum ki bu kadar genç yaşta, büyümüş bir kız evlâda sahip olmanızın ve bu yolculuğu yanınızda erkeğiniz olmadan, yalnız başına yapmanızın bir öyküsü olsa gerek. Sinirleriniz gevşeyince, ya da yolculuğunuzun bitmek üzere olacak anınıza kadar anlatıp rahatlamak isterseniz, dinlerim ve ‘Unut!’ derseniz de, unuturum; söz!”

“Düşünmem gerek!”

“Düşünün, ben buradayım; ‘Gel!’ derseniz yanınıza gelirim, ya da küçük ablayı da alır, restoranda bir çay içeriz.”

Sessizce gidip yerine oturdu.

Bu sırada ön koltuktaki “Beyefendi(!)” de çantasını alıp arka taraflarda bir yerlere yöneldi, kin dolu bakışlarını benden esirgemeksizin.

Genç kadın, poşet, ya da torba gibi bir çantadan mont-kazak gibi bir şey çıkartıp hâlâ iç çekme modunda olan kızının başının altına yerleştirdikten ve üstüne de üstündeki kazağı örttükten sonra ön koltuğa geçti.

Seyahatlerinin sonunda karşılayacaklarının olduğunu belirtmesine rağmen ufak bir bavul ya da valizlerinin olmaması merakımı doruklara yükseltmişti.

Koltuğa oturunca başını çevirdi, bunun “Yanıma gel!” demek olduğu düşüncesi ile yanına geldim;

“Mahzuru var mı? Varsa ‘Git!’ dersiniz, giderim!”

“Sükût ikrardan gelir!” denir, önce sessiz kalmayı tercih eder gibiydi, sonrasında dili çözüldü;

“Gitmeyin, size teşekkür etmek borcum, merak ettiklerinizi anlatıp yüreğimi ferahlatmaya(38) ihtiyacım ve sonrasında her şeyi unutmanız için de ricam var!”

“Dinlerim. Hem başından sonuna kadar, ses çıkarmadan, uysalca ve unuturum anında, emin olun! Hem sonrasında yollarımız ayrılacağına göre hatırlasam da bu sadece benim beynimde kalan bir öykü olarak kalır!”

“O kadar uzun değil, belki bir sanatkârın söylediği gibi, kısa ve siyah-beyaz(39)…”

“Şimdi daha da çok merak ettim.”

“Babamın despotluğu(40), ataerkilliği(40) ya da kısaca bencilliği ve ısrarı ile hanımını kaybetmiş, yakın olmayan, ama uzak da olmayan, çocukları; yani kızı ve oğlu benden büyük olan bir babaydı o, yani kocam! Beni asla ve asla kabul etmeyen, doğal olarak beni bir anne olarak düşünmeyen birilerinin babasıyla çocuk yaştayken, daha ilkokulu bitirir bitirmez evlendirdiler beni…

Başlangıçta ‘Hemşire, hastabakıcı’ demişlerdi. Malda-mülkte gözüm yoktu. Ama ihtiyar dediğim o babanın gözünün bende olduğunu anlamakta gecikmedim…”

Sinirliydi, nefes almakta hâlâ sıkıntı çekiyor gibiydi;

“Utanarak söylemem gerekli kendisine has bir kısım ilâç ve tedavilerle ve direndiğim için beni herhangi bir şeyle uyutarak ilk ve son defa beraber olduk, daha doğrusu beraber olmuşuz, yatağımızda kalan izlerden anladığıma göre. Kızıma o beraberlikte hamile kalmışım…

Yaşlı adam, yani kocam, o günden sonra da bir daha kalkamadı yerinden…”

Güçlü olmak gayretinde gibiydi;

“Çok zaman oğlu, kimi zaman da kızı geldi ona bakmağa. Yediriyor, içiriyor, çamaşırını yıkıyordum, ama güçsüz ve yüklü idim. Yaşlı adamı evirip çeviremiyor, yıkayıp, lâvaboya götüremiyor, özellikle son zamanlarında altı bağlandığından değiştiremiyordum altını...

Gün geçtikçe iyice ve fark edilir bir şekilde ağırlaşıyor, bu arada bebeğimin babalarından olmadığına dair alaycı sözlerine dayanmaya çalışıyordum, çocuklarının…”

Bencilliklerini kocasının, dolaysıyla bir bakıma kendinin de olan kocasının çocuklarının iftiralarına hazmetmesi mümkün değildi;

“Ama okumak, fen ve sağlıkla ilgili televizyon programlarını dikkatle izlemek gibi bir alışkanlığım olmuştu. Bütün gün evden çıkmaksızın, bomboş bir evde, hem de gerçekten korkarak hasta başında durmak ve bir iki iş dışında başka ne yapabilirdim ki?”

Öylesine doluydu ve çarçabuk rahatlama arzusunda gibiydi ki fasılalara tahammülsüz olarak devam ediyordu;

“Sonra kızım geldi dünyaya. Kocamın büyük çocukları ısrar ettiler, annelerinin adını koymam için, bir sonbahar akşamı evime kaderi ile gelen kızım için. Evet, ben dâhil bir kısım ‘İnsanlar her ne kadar sonbaharı ayrılık mevsimi kabul etmişlerse de, kaderde ayrılık varsa bu ayrılık sonbaharı beklemezdi... (41)

Muhtardan ve ebeden belgeleri alıp kendim çıkarttım bebemin Nüfus Kâğıdını. Hem mevsimi ansın, hem de benim adıma uysun diye ‘Güzçiçek’ koydum kızımın adını. Zira annem beni papatyaların süzüldüğü, ayçiçeklerin fidelerinin dikildiği, ya da topraktan çıkma çabasını gösterdikleri vakitlerde doğurduğu için ‘Günçiçek’ koymuş adımı…”

Devamlı olarak konuşmuyordu tabii. Bir ara kızının nabzını, ateşi olup olmadığını kontrol etti, bilgiççe restorandan su alıp getirmeme izin verdi, çok zaman derince iç çekişlerini hissettim.

Bazen pencereden dışarılara daldı ve en önemlisi ilgim var mı, yok mu bilmek istercesine gözlerini gözlerime dikerek baktı. O anlar benim nefesimin kesildiği anlardı, o da bunu hissetmişçesine;

“Kısa keseyim!” dedi ve devam etti;

“Tam altı yıl baktım, gücümün yettiği, yetebildiği kadarıyla. Bir ay kadar önce hak tecelli etti(42)

Ve abla-kardeş ne kadar kusmaları gerekiyorsa o kadar kustular. Hatta ‘Al piçini(43) de defol!’ demeye kadar sürdürdüler edepsizliklerini. Hazırlıklıydım...

Bilen insan, bilmiyormuş gibi yaşayamaz(44)’ dı. DNA Raporunu gösterdim kendilerine ve; ‘Siz istemeseniz de, üvey de olsa Güzçiçek babanızın çocuğu, yani sizin küçük kız kardeşiniz’ dedim.

Doymadılar…

Her halde…”

Sinirleri laçkalaşmış(45) olmalıydı ki sözleri kesik kesik yöneliyordu boşluğa doğru;

“Ve dün evimizde aniden yangın çıktı. Hem de birkaç yerde birden. Kendimizi ancak kurtarabildik ölümden. Muhtar, jandarma geldiler, yazdılar, çizdiler. Dımdızlak(46) kaldık ortada üstümüzdekilerle. Şimdi annemin yanına gidiyoruz. Çünkü babam, yaptığı iyiliğin(!) sonucunu fark edince kahrından ölmüştü…

Bunlar anlatacaklarımdı merak ettiğiniz, ben rahatladım, şimdi sıra siz de, unutun lütfen!”

“Neyi?”

“Anlattıklarımı!”

“Ne anlattınız ki? Bir şeyler söylediyseniz de bir kulağımdan girip diğer kulağımdan çıkıp gitmiştir. Hem beynimin çalışması konusunda da tereddütlerim var!”

“Estağfurullah! Anladım! Teşekkür ederim…”

“Beni bir yakınınız gibi gördüğünüz, anlattığınız için asıl ben size teşekkür ederim.”

“Kızım için gözünü budaktan sakınmayan(48), hatta ölmeyi bile umursamayan bir insana yapabilmem mümkün olan ufak bir jestti(49), teşekküre bile değmeyen!”

“O halde izin verin, yanınızda olayım!”

“Gözlerinizi benden ayırmayışınızın nedeni de bu mu olsa gerek?”

“Belki de yalnızlığımın kimsesizliğimin, başıboşluğumun bir görüntüsünü fark etmiş olabilirsiniz. Çünkü ‘Yalnız yaşamak nedir, bilir misin? / Çevren dolu dolu iken / Sesler içinde sessiz(47)…’

“Doğrusu yıllarca bakıma muhtaç birine bakmaktan, yalnızca kızım için ‘Kül Kedisi’ gibi horlanmaktan(50), aşağılanmaktan öylesine bunalmıştım ki; kızımın biraz önce yaşadığı derdine, benim çaresizliğime Hızır gibi yetişmeniz, pratik buluşunuz için nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum!”

“Bana sadece bir fırsat verin. Bir kere telefon edin. Rahat bir zamanınızda beni size anlatayım, eğer kabul ederseniz, beni tanıyacağınız zaman sonunda da yalnız dünyama ortak olmanızı dileyeyim!”

“Bir öykünün yarattığı heyecanla mı?”

“Olabilir. Yıllarca yaşamına güç katacak biriyle karşılaşmayan, bu gücü şimdi bulduğuna inanan biriyim. Küçük abla dinlenirken siz de dinlenmeye, düşünmeye, bana destek olmak için düşüncelerinizi oluşturmaya çalışın…

Koltukların sahipleri gelmeğe kalkışırlarsa ben ne yapacağımı biliyorum. Ben de yerime oturayım. Ama öncelikle telefon numaramı yazıp vereyim. İneceğiniz istasyonu da söylerseniz ben de o vakte bir-iki dakika kala sonlandırmaya çalışırım dinlenmenizi!”

“Son istasyon!”

“Tesadüf benim için de!”

Sonrası…

“Bizimkisi siyah-beyaz” bir öykü olmadı. Renklendi…

Önce buluştuk. Anladık ki birbirimize ihtiyacımız var. İkimiz de bunun sevgi olduğuna inandık, iddia ettik, kenetlenen ellerimizde, süresini hatırlayamadığımız bir zaman içinde.

Ben de, sanırım o da daha önce hiç tatmadığımız, bilmediğimiz, hissetmediğimiz duygulara sahiptik. Günçiçek için bunu söylemem belki abes(52) olabilir. Ama yalan söylemediyse eğer ki; “İyi günde, kötü günde…” diye başlayan cümlenin ardından “Asla birbirimize yalan söylemeyeceğiz!” diye bir ağızdan yemin etmiştik. Bu nedenle Günçiçek itiraf etmişti bana sevgisini, benden önce;

“Seni seviyorum, herhalde ‘Aşk’ dedikleri bu olsa gerek!” dedi.

“Bense kesinkes biliyorum; yaşadığımız şey; Aşk!” dedim, evlenmeden bir-iki dakika öncesinde.

Mutluluk tasa içinde yaşarken bir anlık dinlenmedir!(53) demiş biri, gerçekten öyle değil mi?

Bir başkasının söylediği ise benim için daha değerli gibiydi. Bunu Günçiçek’in söylediği farz edilse daha uygundu; diye düşünüyorum;

“Evlilikte başarı yalnız aranan kişiyi bulmakta değil, aynı zamanda aranan kişi olmaktır!(54)

Güzçiçek’in ablalık edeceği ilki oğlan iki de kız kardeşi daha oldu. Oğluma İlkay adını verdik, ayrıcalığı belli olsun diye, kızların adları da ablalarına uygun olarak Gülçiçek ve Gürçiçek olarak şekillendi…

 

YAZANIN NOTLARI:

 (*) Günçiçek; Bir isim olarak çalındı kulağıma. Bu ismi kullanmak istedim, bu öyküde. Güzçiçek, Gülçiçek, Gürçiçek isimlerini de bu ismi yakıştırarak oluşturdum.

(1) Şeriata göre; Kızların dokuz, oğlanların on iki yaşına geldiklerinde akıl baliğ oldukları kabul edilmekte. Bu nedenle de dini görevlerini yapmaya zorlanmakta, hatta belirli yörelerde öykü kahramanı gibi genç yaşlarında evlendirilmektedirler (Bu konuda genç yaşında, hatta akıl baliğ bile olması şüpheli on yaşındaki Yemenli Nojoud Ali’nin ilginç bir öyküsü vardır. İsteyenler internetten öğrenir, ya da faydalanabilirler).

(2) Hasta Olmak; Bir bakıma kadınların aybaşı (regl) halleri için kullandıkları şifreli, masum sözcük.

(3) Makul; Akla uygun, akıllıca, mantıklı, belirli, aşırı olmayan, uygun, elverişli, akla uygun iş gören, akılla kanıtlanan, sözü akla yakın.

Mantıklı; Akla ve mantığa uygun olan ve bu şekilde davranan.

(4) Kondüktör: Yolcu trenlerinde biletleri denetlemek ve vagon işlerine bakmakla görevli kimse.

(5) Tedirgin Olmak; Rahatı, huzuru kaçmış, bizar olmak.

(6) Uzayıp giden o tren yolları… diye başlayan şarkının Güfte ve Bestesi Naci TEKTEL’e ait olup eser Saba Makamındadır. Benim gençliğimde bu şarkıyı en güzel yorumlayan sanatkârın Abdullah YÜCE olduğu konusunda iddialıyım.

(7) Zikzaklı; Zikzak biçiminde olan.

Zikzak Yapmak;  Sıklıkla, art arda sağa-sola yön değiştirmek. Zigzaglaşmak; Görüş düşünce ve davranışlarda istikrarsız olmak.

Kasisli Yollar; Karayollarında bulunan bozukluklar, çukurlar olması.

Merkezkaç Kuvvet; Gerçek olmayan,  Newton yasalarına uymayan bir kuvvet. Duran bir cisme etki eden kuvvet, o cismin ivme kazanmasına neden olur ve hareket halinde bir cisim üzerine kuvvet etki etmediği sürece hareketine devam eder anlamındadır (Örnek; Hızlı çevrilen bir tepsideki çayların dökülmemesi…)

(8) Abartı (Abartma); Bir olayı bir şeyi olduğundan daha büyük, daha çok gösterme şekli.

(9) Güzel Bakmak Sevap; Asıldır. “Güzele bakmak sevap!” yanlış, değiştirilmiş halidir. Bu durumda hani hatırlatılmak istenirse güzele çirkin bakmanın da günah olacağını varsaymak mümkündür, eğer, denilen gerçek ise.

(10) Ramak Kalmak; Bir şeyin olmasına az kalmak. Hemen hemen, az daha olacak, kıl payı kurtulmak.

(11) KARATEKİN, Erol.  2012 Yılı. “YAŞAMAK (kaçıncı kez)”

(12) Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin? İşin kolayına kaçmadan ama... Nazım HİKMET’in Abidin DİNO’ya “SAMAN SARISI” şiirinin ilk dizelerindeki soru.

(13) KARATEKİN, Erol.  2007 Yılı. “YALNIZCA BİR”

(14) KARATEKİN, Erol.  2010 Yılı. “BEBEK”

(15) Silgi-kalem kullanmadan resim çizme sanatına hayat denir! John CHRISTIAN

(16) Felsefe; Rene DESCARTES’in şu sözlerine kulak vermenin doğru olacağı kanaatindeyim; Felsefe sözünden; "Bilgeliği İnceleme" anlaşılır. Bilgelikten de yalnız işlerimizde ölçülülük değil, aynı zamanda hayatımızı sürdürebilme, sağlığımızı koruma ve bütün zanaatların icadı için de insanın bilebildiği bütün şeylerin tam bir bilgisi anlaşılır. Bu bilginin böyle olması için de onun ilk nedenlerden çıkarılmış olması gereklidir. Böylece bu bilgiyi edinme yolunu öğrenmek için (ki asıl felsefe budur) bu ilk nedenleri, yani ilk ilkeleri aramakla işe başlamak gerekir. Bu ilkelerde de iki koşul bulunmaktadır. Birincisi; bu ilkeler o kadar açık ve apaçık olmalıdır ki insan aklı onları dikkatle incelemeye koyulduğunda doğruluklarından şüphe etmesin. İkincisi; geriye kalan başka bütün nesneler var olmadığı hâlde dahi ilkeler bilinebilmeli, fakat buna karşılık, ilkeler var olmayınca başka şeyler bilinmemelidir. Bundan sonra da ilkelere bağlı olan şeylerin bilgisini öyle ilkelerden çıkarmalıdır ki yapılan dedüksiyonların bütün devamınca apaçık olmayan hiçbir şeye rast gelinmesin.

(17) Başa Örtülen Kadın Örtüleri şöyle sınıflamak mümkün;

Türban; İnce kumaştan yapılmış, başı sıkıca kavrayan baş sargısı.

Bone; Genellikle düz ve yumuşak kumaştan yapılmış saçı tümüyle örtecek bir biçimde genelde kadınlar için kullanılan başlık.

Bürük; Başa gelişigüzel bağlanan bez parçası, bunun süslü olanına “Arakçın” denilmekte.

İzâr; Baştan ayaklara kadar örten bez parçası (ki, biz siyahlar giymiş böyle birine “öcü” derdik).

Dastar; Başörtüsü anlamında kullanılan yerel bir sözcük, bunun ipekli dokumadan olanına Vala, keten olanına Boladan, yemeni şeklinde olanına da Poca (bohça) gibi adlar verilmektedir.

Bürümcük; Ham ipekten yapılmış kumaş ve kumaştan yapılmış başörtüsü.

(18) Gıdık (Gidik, Gıdı); Çene altı, boyun, gerdan. Keçi-koyun yavrusu ve bir nevi sepet.

(19) Ziynet; Süs. Bezek. Kur’an, Nisa Suresi, 31. Ayet şu şekildedir; “Mümin kadınlara söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar(Bakışlarını kontrol altına alsınlar), ırzlarını korusunlar. El-yüz gibi görünen kısımlar müstesna ziynet yerlerini (süslerini) göstermesinler. Başörtülerini ta yakalarının üzerine kadar salsınlar. (Örtülerini göğüs yırtmaçlarının üstüne kapatsınlar).

(20) Hamaylı; Muska da denilen mürekkebi farklı, üçgen ya da rulo şeklinde, yedi kat balmumu ile kaplanmış muşamba ile örtülü, insanları (genelde) kötülüklerden koruduğuna inanılan Arapça dualardan müteşekkil bir koruyucu (İlki Hazreti Muhammet zamanında “Cevşen” adı ile yapılan muska, şimdilerde aynı adla cami yanlarında, avlularında satılmaktadır).

(21) Fitlemek; Bir kimseyi başkalarına karşı kışkırtmak.

(22) KARATEKİN, Erol.  2006 Yılı. “BUGÜN (VEYA DÜN+YARIN)” Dale CARNEGIE ve Alexis CARREL’in etkileri vardır).

(23) Menfi; Tersi, sonuçsuz olma.

(24) Bön Bön Bakmak (İzlemek); Anlamaz, anlatılamaz bir şekilde, anlamayarak, safça, şaşkın şaşkın etrafa (çevresine) bakmak, bakınmak.

Hödük; Esas anlamı görgüsüz, kaba, anlayışı kıt olmakla beraber korkak, ürkek anlamlarında da kullanılmaktadır.

Hödükçe; Görgüsüzce, kabaca, anlayışı kıt olarak. Ayrıca korkakça, ürkerek.

(25) Kahır; Çok ve için için kendi kendine, kimseye sezdirmeden üzülme.

Hüzün; Duygulanma. İçe kapanıklık. Üzüntü. Gönül üzgünlüğü.

(26) Kocakarı İlâçları; İlâcı teşkil eden baharat cinsleri, evlerimizde kullanılan ve aklımda kalan baharat isimleridir. Bir tedavi yöntemiyle kesinlikle ilgisi yoktur. Bel çekme, bel fıtığı düzeltme, kulunç kırma, çıkık oturtma, şişe ya da bardak çekme ve aklıma gelmeyen nice yöntemler halen çeşitli yörelerde uygulamaktadır, bilindiği üzere. Kocakarı İlâçları denilen bitkisel tedaviye tıp dilinde “Fototerapi” denilmektedir.

(27) Cüsse; İnsan gövdesi.

(28) Gayya Kuyusu; Sözlük olarak İslami anlamı cehennemde ateşten bir dere, nehir veya cehennemin en derin tabakasında yer alan bir kuyu olarak tarif edilir. Kur’an’daki ayete göre; cehennemliklerin içine atıldığı, ne tam battıkları, ne de tam nefes aldıkları içi pislik dolu kuyu. Ayrıca mecaz olarak; belâlı, karışık ve karmaşık işlerin döndüğü yanlış durumlar (Arapça; limit, en son uçta) anlamındadır. Genelde olumsuz, ümitsiz, aşılması zor durum, handikap (aşılması zor, güç engel) olarak da düşünülebilir. 

(29) Hazmetmek; Kimi durumlara katlanma.

(30) Yavan; Sade. Yanında katık olmayan, Yağı yeterince olmayan, az olan. Katıksız, hoşa gitmeyen, tatsız. Görgüsüz ve bilgisiz kimse.

Kabadayı; Kendine özgü namus kuralları olan ve bunun dışına çıkmayan, iyi dövüşen, korkusuz, babayiğit ve güçlü kimse. Öyküde Tariz (İğneleme, Söz Dokundurma) şeklinde kullanıldı. Yani; Söylenen sözün ya da kavramın, gerçek ya da mecaz anlamı dışında tamamen tersini anlatma sanatı. Birini küçük düşürmek, onunla alay etmek ya da iğnelemek için sözü ters söyleyerek amacı belirtmek (Tembel birine; “Ne kadar çalışkansın!” demek gibi).

İroni; Etkiyi artırmak için bir şeyin tersini söyleyerek biri ya da olayla alay.

Efelik; Kabadayılık, efe olma durumu.

(31) Vurdumduymazlık; Adam sendecilik. Önemsememek, değer vermemek.

(32) KARATEKİN, Erol.  2007 Yılı. “BUGÜNÜ YAŞAMAK”

(33) Şeftren; Bir trenin yönetiminden sorumlu görevli.

(34) Geri Zekâlılık; Gerzeklik. Zekâsı yaşından geride olma durumu.

(35) Çarşamba Pazarı; Karmakarışık, darmadağınık, dökük-saçık.

(36) Gıcıklık; Karşı tarafın sözleri, hareketleri ve davranışları ile ilgili olarak intikam alma duygusu.

Edepsiz; Utanç verici işleri hiç utanmadan, sıkılmadan yapan, utanmaz, sıkılmaz, terbiyesiz, ahlâksız. Sakınılacak ölçüde kötü olan.

Kerata; Sevgiyle söylenen(!) bir sitem sözü.

(37) Hakk, şerleri hayır eyler/ Zannetme ki gayr eyler/ Mevlâ’m görelim neyler/ Neylerse güzel eyler. Erzurumlu İbrahim HAKKI

(38) Ferahlatmak (Gönlünü, İçini); Sakin, huzurlu, güler yüzlü ve mutlu olmasını sağlamak. İç rahatlığını, huzurunu korumasına yardımcı olmak.

(39) Bizimkisi bir aşk hikâyesi, Siyah beyaz film gibi biraz… Kayahan ACAR

(40) Despotluk; Buyuruculuk, azarlayıcılık, sıkıcılık. Bir ülkeyi baskıya, zora dayanarak tek başına yönetme, diktatörlük. Her istediğini ve dilediğini yaptırma. Zorbalık.

Ataerkillik; Pederşahilik. Soyda temel olarak babayı alan ve erkek otoritesine dayandırılan toplumsal düzen.

(41) İnsanlar her ne kadar sonbaharı ayrılık mevsimi kabul etmişlerse de, kaderde ayrılık varsa bu ayrılık sonbaharı beklemez! Zülfü LİVANELİ

(42) Hak Tecelli Etmek; Bir şeyin ortaya çıkması, ölümün gerçekleşmesi.

(43) Piç; Anasıyla babası arasında yasal bir evlilik bağı olmaksızın dünyaya gelmiş çocuk. Babası belirsiz çocuk. Terbiyesiz, arsız çocuk, kalleş, kötü niyetli kimse. Her şeyin küçüğü aslında benzemeyeni daha doğrusu bitkinin çevresinde yeniden beliren sürgün ve filizler.

(44) Bilen insan, bilmiyormuş gibi yaşayamaz… Zülfü LİVANELİ

(45) Laçkalaşmak; Herhangi bir şeyin iyi işlemez duruma gelmesi. Gevşemek. Vida, mil gibi makine bölümlerinin aşınması, ya da yuvalarının genişlemesi nedeniyle gevşemesi, çalışamaz duruma gelmesi, yalpalaması.

(46) Dımdızlak; Elindeki her şeylerini kaybetmiş, imkânlarını yitirmiş. Çırılçıplak. Tepesinde hiç saçı kalmamış.

(47) KARATEKİN, Erol.  2003 Yılı. “YALNIZLIK ÜSTÜNE”

(48) Gözünü Budaktan Sakınmamak (Esirgememek); Ölümü göze almak, Can verme aşamasına gelmek, gereğinden çok acele etmek.

(49) Jest;  Genellikle yerinde yapılan ve beğenilen davranış. Herhangi bir şeyi açıklamak için genellikle bedenin, özellikle el-kol ya da başın anlam taşıyan, ya da taşımayan hareketi. İçgüdüsel ya da istençli hareket. 

(50) Horlanmak, Hor görülmek; Değersiz bulunmak, aşağılanmak, önemsenmemek.

(51) Hızır Gibi Yetişmek; Birinin çaresiz kaldığı çok sıkışık bir zamanında, beklemediği bir kimse, yardımına yetişmek, onu darlıktan, güç durumdan kurtarmak.

(52) Abes; Akla ve gerçeğe aykırı, gereksiz, lüzumsuz, yersiz, boş, saçma.

(53) Mutluluk tasa içinde yaşarken bir anlık dinlenmedir. Yılmaz KARACA

(54) Evlilikte başarı yalnız aranan kişiyi bulmakta değil, aynı zamanda aranan kişi olmaktır! Foster WOOD